Cahit Külebi
Sayın Külebi, biraz da şair Cahit Külebi'den söz etsek. Şiir yazmaya nasıl başladınız?
Daha ilkokula gitmeden kitaplarla tanıştım. Bizim evde çok roman okunurdu. Ablalarımdan biri okur, bütün aile dinlerdi. Ben bu hava içinde ilkokula başladım. Okuma yazmayı okuldan önce öğrendim. Çocuklar Cenneti, Altın Işık, Ziya Gökalp'in iki kitabı ve Altın Çiftlik kitaplarını babam bir cuma günü getirdi. İlk ışıklarımdı onlar.
Şiiri neden merak ettiğimi bilmiyorum. Musiki ile şiire çocukken başlanır. Şiire de erken yaşta başlanır. On yedi, on sekiz yaşına kadar acemilik sürer. İlk, orta ve lisede pek çok şiir yazdım. Başlangıçta hececileri beğeniyordum. İyi bir okuyucuydum. Başka şairleri sevgiyle okurdum. Benzer yanım yok ama yaşıtlarım Dranas ve Dağlarca'yı anmalıyım. 1935'ten itibaren okul dışı dergilerde şiir yayımladım. Şiir; mahrem, biraz da alay edilir diye takma adlarla (M. Cahit, Nazmi Cahit) şiir yazdım.
Daha Külebi adını kullanmadan Ataç'tan mektup aldım. Şiirlerimi ilginç bulduğunu, eğer Fransızca bilmiyorsam bana Fransızca öğretmek istediğini ve Ada'daki evine gelmemi istiyordu. Nurullah Ataç'a yanıt vermedim ve gitmedim. Çok hata etmişim, çok ilginç bir mektuptu.
Almanya'da iken Varlık'a gönderdiğim "Haziran" şiirinde ilk kez Külebi adını kullandım. Bu şiirden sonra bütün şiirlerimi Külebi adıyla yayımladım. 1938 yılında Almanya'dan İstanbul'a dönmüştüm. S. K. Aksal arkadaş oldu benimle. Birini ayarlamış, "Sokak" adında bir dergi çıkarıyorlar. Bu dergi iki ay çıkabildi. Birinci sayısında iki, ikinci sayısında üç şiirim çıktı. İlk sayıda İstanbul şiiri ilk kez yayımlanıyor. O yıllarda O. Veliler ortaya çıkmış. Ben İstanbul şiirinde bol bol mecaz, kafiye kullanmışım. Bu şiir şu anda benim en iyi şiirim sayılır. Yaşım 19, O. Veli bana o yıllarda hayranlığını belirtiyordu. 80 yaşına geldim, benim için Orhan'ın yazdığı beş yazı beni en iyi değerlendiren yazılardır. Bu yazının tamamı yok: Bu yazıda benim Tükiye'nin tarihini yazdığım yazılıdır. Orhan diyor ki; "Ben şiirden mecaz, kafiye, vezin gibi şiiri şiir yapan her şeyi attım ama Cahit Külebi bunların hepsini kullanıyor. Alışılmış mecazları kullanmıyor. Eskilerin mecaz-ı urfi dedikleri halk mecazlarını kullanıyor. Bal gibi, mis gibi, gül gibi... Bu şiir gelecek yıllara Cahit Külebi devrinin bir tarihi olarak kalacak. Külebi'nin şiirlerini okumaya doyamıyorum."
Ben, neleri kullanıyorum? Kamyon, kavun, sövmek... Halkın günlük yaşamındaki sözcükler... Benim için çok incelemeler, değerlendirmeler, doçentlik, doktora tezleri yapıldı. Hiçbirini yeterli görmüyorum. Benim hakkımdaki en doğru değerlendirmeyi Orhan Veli yaptı.
İyi bir lisede okudum. Fakat Fransızca öğretmeni konusunda şansım olmadı. Kendisi Fransa'dan geldiği halde bu özelliğini kullanmayan, işleri hafife alan bir insandı. Ne kadar heves ettiysem de Fransızca öğrenemedim. Oysa şair olmak için ilk koşulun Fransızca'yı bilmek olduğunu sanıyorum. İkincisi İstanbul aksanı ile konuşmuyordum, bunu küçümsüyordum. Bu iki özellik şiirimin temelini oluşturdu. Ruhsal hiçbir bunalımım yok (Annemin ateşli hastalığı dışında). Bana gelinceye kadar Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü hariç şairlerimiz ya körü körüne halk şairlerini yada başta Fransızlar olmak üzere yabancı şairleri taklit ettiler. Sonuçta yoz şiirler yazıldı. Ben, işte biraz da bunlara tepki olarak şiirlerimi kendime özgü yazdım. Bu da benim küçük avantajım oldu.
Öbür şairlerden çok beğendiğim A. M. Dranas, Fransızlar'ı kelime kelime aktarmıştır. Hatta dili bile tercüme gibidir. Ama iyi bir şair olduğu için özgün şeyler de yazmıştır. Nazım, Ruslar'ı taklit etmiştir. Cahit, Orhan ve arkadaşları yüzde yüz Fransızlar'ı aktarmıştır. Ben ne hececilere, ne de o arkadaşlara özendim. Kendime özgü bir şiir yazdığımı sanıyorum. Garip şiirlerinin Türkiye'yi allak bullak ettiği dönemlerde ben özgün şiirler yazdım. İlhan Berk, Salah Birsel ve dahası biraz fantaziye kaçmışlardır. Turgut Uyar ise bir dönem beni taklit etti. Hepsi de iyi şairler ama ben onlardan etkilendiğimi söyleyemem.
(TRT arşivlerinden aldığımız bu video röportajda ilk sorunun kaydı görülmüyor, ancak usta şairin yanıtına göre röportajda yazdığı şiirler arasından kendisinin en sevdiği şiirlerinin hangisi olduğunun sorulduğunu tahmin ediyoruz.)
Birçok şiir yazdım. Yani bu şimdi kendi şiirim diye sahiplendiğim iki yüzü aşan şiirim var. Bunlardan on beş, yirmi tanesi hepsi aynı boyuttadır. Yani birini, öbürüne yeğleyemem, hepsi en sevdiğim... Ama toplumumuzun sevdiği, beğendiği bir, iki şiirim var. Bunlar ders kitaplarında, ağızdan ağıza, kitaplarım okunarak sevilen şiirlerdir ve mutlu olarak değil, üzülerek söyleyeyim; bunlar yirmi yaşımın yöresinde yazdığım şiirlerdir. Örneğin; 'Sivas Yollarında', 'Rüzgar', 'Özlem' ve o yıllarda yazdığım en az yirmi kadar şiir var. Ama bunların arasından en çok beğenilen de 'Hikaye' şiiridir.
Efendim, sizin Cahit Külebi ismiyle şiirlerinizi yayımladığınız dönemde Garip şiir akımı mevcuttu. Sizin bu akıma bakışınız nedir ya da ne kadar etkilendiniz bu akımdan?
Gerçeği konuşmak gerekirse ben o şairlerden hoşlandım, çok ilgi duydum. Onlardan etkilenmedim diyemem ama onlara özenmedim. Çünkü ben bunu yapay bir davranış olarak gördüm. Orhan Veli, çağdaş Türk şiirinin en büyük ustalarından biri. Ama ben şiirde başka şeyler düşünüyorum; yani Orhan'ın şiirleri kendi savına göre şaşırtıcı, özendirici, biraz özgün, orjinal şiirler. Bunlar Fransız gerçek üstüncülere özenmişler, nitekim o güne kadar gelen bütün şairlerimiz de Fransızlardan etkilenmiştir. Yalnız Nazım Ruslardan etkilenmiştir. Ama ben Türk şiiri yazmak istedim, zaten başka seçeneğim de yoktu, hazırlığım yoktu, iyi yabancı dil bilmiyordum, yabancı ülkelerde yetişmemiştim. Ben bir Türk, Anadolu köylüsü ve Türk halkının belli bir düzeyde sanatçısı olduğumu sanıyordum. Bunu başlangıçta kendim için bir kusur, bir eksiklik sayarken sonradan bu, benim özelliğim oldu.
Şimdi hanımefendi siz bu röportajı GAP için yapıyorsunuz. Aslında ben GAP'ın değil, Türkiye'nin ozanı olmaya özen gösteren biriyim. Ne kadar oldum veya olamam o ayrı bir konu. Ama ben buna özendim ve yurdumun acı, tatlı, mutlu, mutsuz her türlü yönlerini şiirlerimde anlatmaya çalıştım. Örneğin 'Hikaye' şiirinde; "Benim doğduğum köyleri, akşamları eşkıyalar basardı." dedim. Başka şiirlerimde de hep böyle şeyler yazdım. "Sivas Yollarında" şiirimde çatlayan ellerden, ayaklardan; odun, tuz, hasta taşıyan kağnılardan ve kamyonlardan, yurdumuzun serüvenlerinden söz ettim.
(Şair, burada 'Doğu' adlı şiirini okuyor.)
Yüzlerce, binlerce bit vardı
Çarşaflar, giysiler üzerinde,
Kimi yayılırdı, koyun sürüsü,
Kimiyse yanaşık düzende...
İşte Doğu bu. Bit, deprem ve acı.
Mutluluk dediğin, bir lavaş ekmek.
Bir avuç ateştir, umut dediğin.
Gerisi kar, çamur ve tezek.
Kara kan akar gecelerden.
Ölüm akar, çaresizlik akar.
Yalazlanan ışık, köpek sesleri,
Horoz sesleridir, toz gibi kalkar.
İşte Doğu bu. Kalmışlık, susmuşluk ve acı.
Gül dediğin orda kır çiçeğidir,
Işkındır, çaşırdır yemiş dediğin,
Ecel şerbetidir yarin elinden
İçtiğin içeceğin.
İşte Doğu bu. Kesilmiş koyun başı
Gibi bakar orda insan gözleri.
Sevdalar, sıcaklık, yumuşaklık
Türkülerde kalmış, bin yıldan beri.
Ben burada Doğu'yu küçümsemiyorum, eleştirmiyorum ama Doğu'yu anlatmaya çalışıyorum. Bütün dileğim Doğu'nun bu durumdan kurtulması ve Türk ulusunun yücelmesi yönündedir.
Sizin Anadolu tutkunuz, sevginiz hakkında izleyicilerimize söyleyecekleriniz var mıdır?
Bilindiği üzere, bizim eski yıllarda, Osmanlı döneminde çok ince, çok güzel bir şiirimiz vardı. Ama bu, Doğu uygarlığı etkisi altında gelişmiş bir yazın ürünü idi ve dili, mecazları, zihniyeti bakımından günümüzden oldukça uzaktı. Ben şu anda da o şairlerin hepsine hayranım ama artık o şiirleri halkımız anlamıyor. Bildiğiniz gibi Tanzimat öncesinde uygarlık değişimine heves edildi ve bu girişimle Batılılara özenildi, onlar gibi yazmak istenildi. Ancak düşünsel alt yapımız hazırlıklı olmadığı için uyum sağlanamadı. Başlangıçta dikkat edilirse, örneğin Namık Kemal gibi büyük bir şair ancak başarı sağlamıştır. O da Divan tarzı şiirlerinde... Abdülhak Hamit'in şiirleri, Şinasi'nin şiirleri mesela başlangıçta uyum sağlayamamıştır, değerli büyüklerimiz olsalar da biraz tekleyerek geçmiştir. Zamanla Türk toplumu, Batı'ya uyum sağlamaya başladı, ama bu asıl Kurtuluş Savaşı'yla ve Cumhuriyetin ilanıyla gerçekleşti. (...) Bu da emirle, fermanla olan bir iş değildir. Türk kültürü Anadolu'ya intikal etmiştir, Anadolu insanının düzeyi gelişmiştir, yeni gereksinimler çıkmıştır, çağdaşlık yolunda yapılan devrimler; dilde, kılık kıyafette, halkçılık anlayışında, kadın haklarında yapılan devrimler Kurtuluş Savaşı'nda yetişen sanatçılarımıza katkı yapmıştır. İşte ben de o hava içinde kendimi buldum.
Sizin şiirlerinizdeki olağanlık, tabiilik döneminizdeki diğer şairlerde görülmüyor üstadım...
(...) Bakın efendim, benim şiirim hem yaşamsal bir nitelik, hem de tepki niteliği taşır. Ben öğrenciğiliğimde "Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında, sevişmek ne hoştur yıldızların altında." gibi şiirler okuyarak şiiri sevdim. Burada yine güzellik vardır, ama bu güzellik, benim anladığım güzellik değil. Ve yahut o zamanlar yine "Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu./Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu'yu." diye bir şiir vardı. Nazım Hikmet'le Vala Rusya'ya kaçarken bir şiir yazmışlar diyorlar. "Ayı ini köyler, balçık kasabalar, kel dağlar aştık. İşte biz diyarı böyle dolaştık."
Ben ne köylerimizi ayı ini gibi gördüm, ne de Anadolu'yu gezersen dertlerden kurtulacağımı düşündüm. Ne yıldızların altında mavi nurdan bir ırmak, gölgelerde bir salıncak diye düşündüm. Ben o mutluluğu kendi dizelerimde, kendi sözcüklerimde vermeye çalıştım. O yıllarda tabii Pablo Neruda şiirlerini bilmiyordum. Ama akıl için tarik birdir. Neruda diyor ki, "Şiirde politika, gariplik, orjinallik safsatadır. Şiirde iki büyük öğe vardır: Biri dil, diğeri yaratıcılık..." Ben dili kendi anamın diliyle ve çevremin diliyle, mecazlarımı çevremin mecazlarıyla oluşturdum. Yaratıcılığa gelince o güçte olup olmadığımı bilmiyorum. (...)
Bir sanatçının değeri, kendi ülkesinin özelliklerini, geleneklerini yansıtmasıyla ölçülür. Ancak o zaman uluslararası olur. Ben o kadar olmadım, ama bunu yapmaya çalıştım.
Sizin şiiriniz folklorik unsurlarla, geleneksellikle örtülü olsa da siz yerelliği aşmayı başardınız.
İnsan ne kadar ulusal olursa, ne kadar yerel olursa o kadar insansal olur, o kadar uluslar arası değer ölçülerine layık olur. Kendimi övmek istemiyorum, ancak bakınız Türkiye'ye ünlü bir Amerikan şairi geldi. Altmış, yetmiş kadar Türk şiiri çevirdi, benim şiirlerim nedense onun çevirileriyle Amerika'da çok sükse yaptı. İtalyancaya çevrildiğinde İtalya'ya röportaja çağırdılar. Ben tutar da Fransız gerçek üstücüleri taklit edersem, bunun dünyada ilginç bir tarafı olmaz. Onlar, benim kendi ülkemin güzelliklerini, acılarını, mutluluklarını ve dilini, havasını yansıtan şiirlerime daha çok ilgi duydular.
Siz ulusallığın, yerelliğin evrensel olmaya engel olmadığını tam tersine şart olduğunu söylüyorsunuz.
Nitekim bakın, bize Türk olduğumuz için Nobel vermezler, zaten tabanımız, çevremiz yok. Ancak Nobel verdikleri kişiler de zaman zaman politik baskılar oluyor, ama onlarda daima aradıkları kendi yöresini, kendi çevresini, ulusal geleneklerini yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu diye bakarak verirler.
Siz roman veya hikaye yazmadınız. Şiir yetti mi acaba?
Elbette bir şair çok iyi bir tiyatro eseri, roman yazabilir. Bunun çok değerli örnekleri de var. Ancak ben güncel yaşantımda, görev yaşantımda kendimi o kadar o işlere verdim ki fazla zamanım olmadı. İkincisi romanı da, denemeyi de severim ama benim için en incelmiş, en seçilecek ürün şiirdir.
Gününüzden beğendiğiniz sanatçıları sorsak size?
"Şiir Her Zaman" diye bir kitabım var benim. Yani şiir ölmez, her zaman iyi şairler yetişir. Ülkemizde de, halkımızdan pek çok değerli şairler sürekli olarak yetişmektedir. Bugün günümüzde sekiz, on tane çok iyi şair var. Bunlardan benimle gençken alay edenler de oldu, ama şimdi hepsi kırk beş, elliyi buldu. Mesela iyi şairlerimizden günümüzde Yaşar Miraç, Ahmet Erhan, Şükrü Erbaş, Ahmet Ada var. Çok iyi şairler, ama onlar bizim kuşak kadar şarjlı değiller. Çünkü biz Kurtuluş Savaşının çocuklarıyız, bu oluşumda biz sesimizi daha yüksek çıkarmışız.
Bugünküler dışında her zaman Ahmet Muhip Dıranas en sevdiğim şairdir. Necip Fazıl'ın kendisini sevmem ama şiirlerini severim. Tanpınar hocamdır, onu da severim ama onun o kadar ilginç, orjinal şiiri yoktur. O da Fransızların çok etkisinde kalmıştır.
Geçmiş edebiyatımızda beğendikleriniz, kendinize yakın bulduklarınız kimlerdir?
Türk şiirinde en çok beğendiğim, sizlerin de, herkesin beğendiği Baki, Fuzuli, kısmen Nefi, Şeyh Galip'tir. Ancak halk şiirimizde de Karacaoğlan, Pürmüz, Dadaloğlu'dur, çünkü divan etkisinde az kalmışlardır. (...) Nedim'i gençliğimde sevmezdim, şimdi yaşlandıkça Nedim'i çok seviyorum. Nedim de büyük bir dil ustasıdır.
Sayın Külebi, ödül konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 1955'te "Yeşeren Otlar"la Tük Dil Kurumu Ödülü'nü aldınız. Bu yapıtınızdan söz eder misiniz?
Eski yıllarda şimdiki gibi bir ödül bolluğu yoktu. Şimdi herkes babasının ya da kocasının adını unutturmamak için ödül koyuyor. Ödüllerin değerlendirilmesinde de birtakım oyunlar, kulisler dönüyor. Ben bu ödülleri ciddiye almıyorum, ayrıca katılsam da ödül alacağımı sanmıyorum. Önceki yıllarda iki ödül söz konusuydu. Birisi; 1940'lı yılların başında CHP şiir ödülü idi. Öbüü de TDK şiir ödülü.
Bir iş için Ankara'ya ilk kez gelişimde sevgili şair A. M. Dranas'ı ziyaret ettim. Dranas, bana CHP ödülünden söz ederek "girin girin de ödülün değeri olsun" dedi. Elimde "Sivas Yolları" ve "Hikaye" adlı şiirler vardı. Başvurmaktan çekindim.
İlk ödülümü TDK'den "Yeşeren Otlar"la aldım. Bununda ilginç bir öyküsü var. TDK'de N. Ataç ve S. K. Yetkin ile çalışıyorduk. Bana, "kurum adına ödül koyduk ama sen girmeyeceksin; hem yaşlı hem de arkadaşımızsın" dediler. Oysa gençtim (Yıl 1954). Buna karşın jüriden 3 kişinin oyunu alarak bu ödülü aldım. Suut Kemal ve Ataç, Ankara'ya döndüklerinde "Oyumuzu sana vermedik" dediler. Ben de; "İyi yapmışsınız" dedim.
Bir kez de TRT, çok geniş bir ödül koydu. "Yangın" adlı kitabımla katıldım. 19 kişiye ödül verdiler, ben hiçbirini alamadım.
1981 yılında İş Bankası Edebiyat Ödülü jürisine koymuşlar, yarışmaya katılmak istediğim için bu görevi kabul etmedim. Bu ödüle İş Bankasının daha önce benim yaşıtım olan şairlere ödül vermesinden dolayı başvurmuştum. Ancak, bu işi düzenleyenler, bana bankaca ödül verilmesinden çekindikleri için şöyle bir tevile başvurdular: Ödül yönetmeliğini değiştirdiler ve bir yerden ödül alanın bu yarışmaya katılamayacağına ilişkin bir hüküm koydular. Seçici kurul toplantısından önce Yeditepe Dergisi, bana sözde bir unvan ödülü verdi. Bu işe karışanlar arasında arkadaşlarım da vardı. Herhalde Kenan Evren düzeninden çekinmişlerdi.
Kaynak: Münevver Oğan-Nuray Altıntaş röportajı, TRT GAP arşivleri ve Mehmet Akif İnan'ın Cahit Külebi ile söyleşinin derlemesinden oluşturulmuştur. Aşağıdaki videodan dilerseniz Mehmet Akif İnan'la üstadın röportajının tamamını izleyebilirsiniz.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top