Kavga


Aşağı düşerken de, düştüğümde de Nane'nin yüz ifadesini tahmin edebiliyordum. Şok olmuş şekilde beni inceleyecekti, başta bakmak istemeyecekti. Merakına yenik düşerek bakacak, durumun ne kadar berbat olduğunu öğrenecekti. Üstelik bunu yaparken beni bin farklı şekilde hayal edecekti. Durumum ise hayal ettiği şekillerden de beter olacaktı, paramparça halde kaldırıma taşmış... En iyi ihtimalle her yerimin kırıldığını hayal edecekti. 

Tabii sandıklarından hiçbiri olmadı. Alt kattaki kar yığınına düştüm, mükemmel derecede yumuşak bir iniş olmuştu. Kahkaha atıyordum, bu deli kız gerçekten atlayacağımı mı düşünmüştü? Yaşamayı bu kadar çok seviyorken asla kendime bunu yapmazdım, özellikle de işin ucunda buz hokeyinden uzaklaşmak varsa.

Soğuk kar vücudumun sıcaklığı yüzünden eriyerek kıyafetlerimi ıslatmıştı. Bel çevremin yavaş yavaş uyuşmaya başladığını hissediyordum. Kollarımı iki yana doğru açmıştım, sağa-sola sallıyor, klasik kar meleği hareketini yapıyordum. Yılın en sevdiğim kısmı kıştı. Kanada ise kış süresi en uzun ülkelerden biriydi, benim için adeta cennetti. Özel hasta odalarından birine düşmüş olmalıydım, geniş balkonda sadece birkaç yapay bitki vardı. Havada dans ederek süzülen kar taneleri yüzüme düşüyor, saniyeler içinde de eriyordu. Muazzam bir görüntüydü. 

Yaklaşık on saniye sonra Nane cesaret ederek aşağı bakmıştı, yüzündeki korku dolu ifade beklediğim gibi değildi. Yanından bile geçemezdi, en az beş kat mükemmeldi! Kahkaha sesim daha da çok artmıştı. Bilmediğim bir dilde bir şeyler demiş, muhtemelen küfür etmişti. Yumruğunu sıktığını çok rahat görebiliyordum, doğruca gözlerimin içine odaklanmıştı. Öfkeli bir boğayı andırıyordu. Minik bedeni hem soğuktan hem de öfkeden kıpkırmızı olmuştu. 

Dişlerini sıkarak konuştu. "Seni öldüreceğim." 

Bu tarz tehditler küçük yalanlardan ibaretti. "Ah, güzelim nasıl desem bilemiyorum ama buradan sanki sesin gelmiyor." Gülerken otuz iki dişimin hepsi gözükmüştü. 

Ona güzelim derken kendimi suçlu gibi hissediyordum. Sanki yetişkin birinin lise öğrencisinden hoşlanması gibi bir şeydi. Hala erkek olarak görüyordum, bir erkeğe güzel denmesi asla doğru olmazdı. Yüzüne odaklandım, burnu Kanadalı yerliler gibi kemikliydi. Daha yeni yeni fark ediyordum. Direkt olarak sorarsam ayıp olurdu. Geniş bir yüzü vardı, uzun saçlara sahipti. Saçları o kadar güzel gözüküyordu ki... İnsanın içine saç uzatma isteği doğuyordu. Kıyafetleri ise asla bir kadının dışarı çıkarken tercih etmeyeceği türdendi. 

Geniş omuzlara sahipti, üst bedenine bakarak spor yaptığını çok rahat anlayabiliyordunuz. Göğüs bölgesinde hiçbir şey yoktu veya geniş hırkası yüzünden anlaşılmıyordu. Giydiği geniş pantolon belinden aşağı sarkıyor, adeta çevresindeki insanları iki binlerin başındaki moda dergilerine ışınlıyordu. Bu tarz şeyleri sorun etmezdim, tıpkı onun etmediği gibi... Ama hepsi bu kadardı, ne yaparsam yapayım kadın olduğuna inanamıyordum. Denemiş, başaramamıştım. 

"Yüzünü görmen lazımdı prenses." Böylesi daha iyiydi, en azından çirkin prensesler de vardı. 

Sinirden küçük bir çığlık attı. Nane'yi cidden sevmeye başlamıştım, sinirliyken çok komik gözüküyordu. Çoğu yoğun duyguyu çığlıkla ifade etmesi ayrı bir güzellikti. Ömrüm boyunca bu berbat huyuyla dalga geçebilirdim. Böylece sonsuz, birbirini tekrarlayan bir paradoksa girerdik. Hem kolay kolay kandırılabiliyordu da... Kanser olduğuma inanmıştı. Aslında dediklerim yalan da sayılmazdı. Ya öyleydim ya da en geç birkaç yıl içinde olacaktım. Defalarca kez denememe rağmen tek kötü alışkanlığım olan sigaradan vazgeçememiştim. Daha test sonuçlarım çıkmamıştı. 

İşaret parmağını bana doğrulttu. "Sen... Öldün... Çocuk...!" dedi kelimeleri ardı ardına hızla sıralayarak. "Yanına geliyorum." 

Nereden baksak gelmesine iki dakikadan fazla vardı. Merdivenleri teker teker inecek, odayı bulacak ve kimseye yakalanmadan içeri girecekti. Yani yapılması imkansız bir şeyi yapacaktı. O yüzden oldukça rahattım. Cevap vermek yerine gülmeye devam ettim, bazılarınız için davranışlarım oldukça sinir bozucu olsa da benim için gayet normaldi. Mutlu hissetmek için çok vaktim olmuyordu. 

Ayağa kalkmadan dikleştim, odadan çıkma vaktim gelmişti. İçerideki tek kişi öylece yatağında yatan oldukça yaşlı bir kadındı. Gözleri hafifçe açıktı, uyuyor olabilirdi. Eğer uyumuyorsa doğruca bana bakıyordu, sakin olmasından sorun olmadığını anladım. Yanına konulmuş çiçek belki de aylar öncesine aitti, kupkuru yapraklarının çoğu dökülmüştü. Birkaçının yerde olduğunu varsayarsak hemşirelerinde odaya fazla uğramadığı aşikardı. Tam bu esna da kafama bir şey düştü.

Düşmek tabiri kesinlikle yanlış olur, atlamıştı. Gözünü dahi kırpmadan üstüme atlamıştı. İtiraf etmeliyim ki epey korkmuştum. Ezilmemiş kar yığınına direkt olarak atlamak aptallık sayılmazdı. Sonuçta kara baskı uyguladıkça belirli bir miktar kar ezilmeye devam edecek, düşüşü hafifletecekti. Ezilmiş kara atlamak ise delilikti, özellikle de birinin üstüne atlamak. İtiraf etmeliyim ki böyle bir şey beklemiyordum, şok içindeydim. 

Birkaç saniye bekleyip bir yerinin acıyıp acımadığını anlamaya çalıştı, yeterince iyi durumda olduğuna karar kılınca kazağımın yakasını tuttu. "Ben yanına geliyorum demedim mi lan!" Son derece çekici yüzümü berbat ederken bir an olsun düşünmedi. 

İlk yumruğu yemekle meşgul olduğumdan pek konuşamamıştım. "Kusura bakma, sıçayım böyle işe." 

Onu kenara çekerek altından çıkmayı planlıyordum ki bana iki yumruk daha attı. Son attığında gücü tamamen bitmişti. Eh, doğruyu söylemem gerekirse tek gücü biten o değildi. Zaten sallanmakta olan köpek dişim daha da çok sallanmaya başlamıştı, gelen çıt sesi hayra alamet değildi. Bana vurmasına engel olabilirdim, hatta ona zarar da verebilirdim fakat yapmadım. Bundan hiç ceza da almazdım, nefsi müdafaa sayılırdı. 

Yaptığımın ağır bir şaka olduğunun farkındaydım, az da olsa hak veriyordum. Kenara çeker çekmez ayağa kalktım (aslında kardan dolayı kaymış, ikinci denememde başarmıştım). "Uzak dur!" Vurmak için ayağa kalkmayı denedi ama kaydı, onu tuttum. Vurmaya çalıştığı esna da tekrar bıraktım. Kayıp düşmüştü. 

Daha da sinir olduğu aşikardı. "Geri zekalı." 

Alt tarafı biraz eğlenmeye çalıştım, bunda bu kadar çok abartılacak ne vardı ki? Koşup hasta odasına giren kapıyı zorladım, kalkmasına beş saniyeden daha kısa süre vardı. Sürekli arkama ve tutmakta olduğum altın sarısı kapı koluna bakıyordum. Paniklediğim için mi bilemem, beşinci kez denememde anca açabilmiştim. Yaptıklarımız hiçbir ülkede yasal olmadığı gibi yakalanırsak paçayı kurtarabilme ihtimalimiz de epey düşüktü. Kalbim hızla atıyordu, daha önce böyle attığını hatırlamıyordum. 

Berbat haldeydim, bu son üç haftadır yaşadığım dördüncü sağlık sorunuydu. Altı gün önce test yaptırmıştım, artık sağlıklı olduğuma dair olan inancım gitgide azalıyordu. Aşağı yukarı başıma neler geleceği belliydi: Son birkaç ayımı hastane odasında geçirinceye kadar tonlarca ilaç deneyecek, yakınlarımın soğukkanlılıkla yaptığı geçmiş olsun dileklerini defalarca kez dinleyecek, hayatın anlamını sorgulayacaktım. Ölmek veya diğer iğrenç ameliyatlar umurumda dahi değildi. 

Sadece beni ayakta tutan, kim olduğumu hatırlatan hatta beni tüm hayatını çocuğuna adamış bir anne gibi büyüten buz hokeyinden uzaklaşamazdım. Onsuz geçireceğim haftalar boşa yaşanmış demekti. Öte yandan spor bursumu da kaybedecektim. Gücümü yavaş yavaş kaybedecektim, maçlara odaklanamayacak, elimden geleni ardına koyamayacaktım. Dolayısıyla da takım arkadaşlarım daha iyi bir oyuncuyu seçeceklerdi, şansım varsa acıyıp yardımcı oyuncuların arasından çıkarmayacaklardı. 

Atılan kartopu yüzünden kafamı cama vurmuştum. Çıkan ses dahi canımı acıtmaya yeterken darbeyi kelimelerle dahi tarif edemezdim. "Senin ben var ya!" 

Son an da küfür etmemeyi başarmıştım, kapıyı açar açmaz içeri girmiştim. Arkamdan kapatıp gözlerinin içine baktığımda tam zamanında başardığımı anlamıştım, kıl payı ile kaçırmıştı. Nefes nefeseydim, yarı kambur bir vaziyette ne yapacağını izliyordum. Filmlerdeki öfkeli ejderhalara benziyordu. Soğuktan dolayı ağzından çıkan buhar cama yapışıyordu. Aklımdan neler geçtiğini görse  camı dahi kırabilirdi. Hafifçe sırıttım, yemin ederim ki kazayla yapmıştım, kendime hakim olamıyordum. 

Şimdi içeri alırsam ağzıma ederdi, beklemeliydim. En azından koşmak için dinlenmeliydim. "Sakinleşmen gerek." diye bağırdım, kalın camların sesimi geçirip geçirmediğini bilmiyordum. Bağırarak cama vurduğunda cevabımı almıştım. "Duyamıyorum ki seni."

Kapıyı ittirmeyi denedi. Parmağı ile içerdeki yaşlı kadını işaret ettiğinde "Ne yapıyorsun?" tarzı bir şey demiş olmalıydı. Kadın aynı şekilde yatıyordu, sanırım kafasını dahi kaldırmaya gücü yoktu. Gözlerini yavaşça kapattığında hala yaşıyor olduğunu anladım, şükürler olsun kalp krizi geçirmesine neden olmamıştık. Suçunun farkında olan küçük bir çocukmuşçasına gülümsedim, kupkuru dudaklarını hafifçe oynattı. Sanırım gerçekten umurunda değildik. 

Nane'nin sakinleşmesini beklerken düşünmek için çok zamanım olmuştu. Kız on beş dakika daha dışarıda kalırsa hipotermi geçirecekti, yine de aynı öfkeyle pes etmemeye devam ediyordu. Açıkçası o pes etmeden ben de etmeyecektim. Neredeyse tamamen dinlenmiştim, koşmaya hazırdım. Sadece düşüncelerim bana engel oluyor, öylece yerimde kalmama neden oluyorlardı. Gerçekten sandığım kadar durumum kötü müydü? 

Herkes kendi için bir dönem berbat şeyler düşünürdü, hiçbir zaman o düşüncelerden kurtulamayacakmış gibi hissederlerdi. Çoğu insan durumu iyi olmasına rağmen depresyonu kendine çekerdi, bazıları ise kendilerini iyi olduklarına o kadar inandırırlardı ki baş edilemez haldeyken bile günlerine birebir aynı şekilde devam ederdi. Test sonuçları kaderimi belirleyecekti, öyle ya da böyle... Arkamdaki kapıdan gelen gıcırtıyı duyduğum an da kolu bıraktım. 

Selammm. Nasılsınız? Hayatınız nasıl gidiyor? 


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top