XX: Cuma'nın Bir Ayıyla Dövüşmesi
XX: Cuma'nın Bir Ayıyla Dövüşmesi
Fakat hiçbir dövüş, Cuma ve bir ayı arasındaki dövüş kadar yiğitçe kotarılıp böylesine şaşırtıcı bir biçimde gerçekleşmemiştir; başta hepimizi şaşırtıp Cuma adına korkuttuysa da, sonradan gayet eğlenceli oldu. Ayı ağır, hantal bir hayvan olduğundan çevik ve hızlı kurtlar gibi dörtnala koşamaz; bu yüzden de eylemlerinin genel kuralını oluşturan iki niteliğe sahiptir; birincisi, siz ona sataşmadıkça, genellikle bir av olarak görmediği insanoğluna (ilk saldırılan olmadıkça ve açlıktan gözü dönmedikçe insanlara pek saldırmaz ki o sırada her yer kar altında olduğu için belki de nedeni buydu) sataşmaz, ama böyleyken bile kendileri seçkin bir beyefendi olduklarından, ona karşı son derece saygılı davranıp yol verilmelidir, çünkü bir prens için bile yoldan çekilmez. Gerçekten korktuysanız, en iyisi kendinize başka bir yol bulup oradan devam etmektir, çünkü hareketsiz durup, gözlerinizi ona dikerseniz bunu bir hakaret gibi algılayabilir. Ona herhangi bir şey atar ya da fırlatırsanız, bu şey parmak büyüklüğünde bile olsa kendini aşağılanmış hisseder ve intikamını almak için her işini bırakıp onurunu kurtarır; bu onun birinci niteliğidir. İkincisiyse, bir kez hakarete uğradı mı, gece ya da gündüz, intikamını alana kadar asla peşinizi bırakmaz ve sizi ele geçirinceye dek izler.
Adamım Cuma rehberimizi kurtardıktan sonra adamcağız hem yaralanmış, hem de korkmuş olduğundan yanına gidip atına binmesine yardım ediyordu ki ayının birdenbire ormandan çıktığına gördük. Bu benim ömrümde gördüklerimin en kocamanı, en korkuncuydu. Onu gördüğümüzde hepimiz biraz şaşırdık, ama Cuma'nın yüzünde beliren sevinç ve kendine güveni fark etmek zor değildi. "Bak, bak, bak!" dedi üç kez onu göstererek, "Efendi, bana izin vermek, ben onunla el sıkışmak, güldürmek sizi."
Adamın bu kadar keyiflenmesinden şaşkındım. "Seni aptal," dedim, "Seni yiyecek." "Beni ye! Beni ye!" dedi Cuma yine iki kez; "Ben yemek onu; ben güldürmek sizi; siz hepiniz kalmak orada; ben sizi güldürmek." Böylece yere oturdu ve bir anda çizmelerini çıkartıp ayaklarına bir çift çarık geçirdi (onların giydikleri ve cebinde taşıdığı, düz ayakkabı dediğimiz cinstendi bunlar), atını öteki hizmetkârıma vererek silahını alıp rüzgâr gibi uzaklaştı.
Cuma yanına sokulup sanki anlayacakmış gibi ona seslendiğinde ayı kimsenin işine burnunu sokmayı düşünmeden yavaşça yürüyordu. "Hey, hey sen," dedi Cuma, "Sana söylemek ben." Belirli bir uzaklıktan izliyorduk, artık dağların Gaskonya tarafına inmiş, arazinin düz ve epeyce açık olduğu bir yerde geniş bir ormana girmiştik. Ayının peşini bırakmayan Cuma çabucak ona yaklaştı, yerden büyük bir taş alarak ona fırlattı ve tam kafasına isabet ettirdi, ama taşı bir duvara atsa o kadar zarar verirdi; ancak bu kadarı Cuma'nın amacına ulaşmasına yetmişti, çünkü kerata öylesine korkusuzdu ki bunu sırf ayı kendisini izlesin ve dediği gibi bizi biraz güldürsün diye yapmıştı. Ayı darbeyi hissedip de onu görür görmez dönüp uzun adımlarla, bir atın hafif bir dörtnala kalkması gibi tuhaf dolambaçlar çizerek peşinden geldi; Cuma'ysa yardım ister gibi bize doğru yöneldi; hepimiz ayıya ateş edip adamımı kurtarmaya davrandık. Ayı kendi yoluna giderken onu yanımıza getirdiği ve özellikle de kendisi kaçıp ayıyı üstümüze çektiği için ona kızmıştım, "Seni gidi köpek!" dedim, "Böyle mi güldürecektin bizi? Uzaklaş oradan, atını atla da vuralım şu hayvanı," diye seslendim ona. Beni duydu ve haykırdı, "Yok ateş etmek, yok ateş etmek; kımıldamayın; siz çok eğlenecek." Çevik yaratık ayının bir adımına karşılık iki adım atarak, hızla koşarken birden yana döndü ve amacına uygun koca bir meşe ağacı görünce izlememiz için bize işaret etti; hızını iki katına çıkartarak silahını ağacın dibinden beş altı metre uzaklıkta yere bırakıp büyük bir çeviklikle ağacın üstüne tırmanıverdi.
Ayı da bir süre sonra ağacın yanına vardı, biz uzaktan izliyorduk: Yaptığı ilk iş silahı görünce durmak oldu, kokladı, ama onu olduğu yerde bıraktı ve epeyce iri cüssesine karşın bir kedi gibi ağaca tırmanmaya başladı. Düşündükçe adamımın aptallığına şaşıyordum, ayının ağaca çıktığını görene kadar da gülecek hiçbir şey göremedim, hepimiz yakına koştuk.
Ağacın yanına vardığımızda Cuma büyük bir dalın ucundaydı ve ayı da ona doğru yolu yarılamıştı. Ayı ağaç dalının zayıfladığı eklem yerine ulaşır ulaşmaz, "Hah!" dedi bize, "Şimdi görmek siz ben öğretmek ayıya dans." Sonra zıplamaya, dalı sarsmaya başladı, ayı da yalpalamaya, kıpırdamamaya çalışarak nasıl geri döneceğini anlamak için ardına bakınmaya. Bunun üzerine gerçekten de katılarak güldük. Fakat Cuma'nın onunla işi henüz bitmemişti; kımıldamadan durduğunu görünce, ayı İngilizce anlayacakmış gibi ona yeniden seslendi, "Ne, gelmemek daha ileri? Lütfen gel." Zıplamayı ve ağacı sallamayı bir an bıraktı ve ayı da sanki ne söylediğini anlamışçasına biraz daha ilerledi; ardından Cuma yeniden zıplamaya başlayınca da yine durdu.
Bizse artık kafasından vurma zamanının geldiğini düşündük ve Cuma'ya kımıldamamasını, ayıyı vuracağımızı söyledik, ama o ciddiyetle haykırdı: "Ah, lütfen! Lütfen! Vurmak yok! Ben vuracak o zaman." Daha sonra vuracağım demek istiyordu. Hikâyeyi kısa keseyim, Cuma öyle çok dans etti ayı da öyle dikkatli durdu ki epeyce güldük, ama hâlâ Cuma'nın ne yapacağını anlayamıyorduk; başlangıçta ayıyı yere düşüreceğini sanmıştık, ayının da düşmeyecek kadar kurnaz olduğunun farkındaydık, çünkü aşağı düşeceği kadar öteye gitmiyor, geniş pençeleri ve ayaklarıyla sımsıkı tutunuyordu; bu yüzden de işin nereye varacağını ve sonunda ne olacağını kestiremiyorduk.
Cuma bizi kuşkudan çabucak kurtardı. Ayının dala sıkı sıkıya tutunduğunu ve daha ileriye gitmeye razı olmayacağını görünce, "Peki, peki," dedi Cuma, "Sen bana gelmemek, ben sana gelmek." Kendi ağırlığıyla eğilen dalın en ucuna gidip ayaklarının üstüne atlamasını sağlayacak kadar yere yaklaşana kadar daldan aşağı kayarak yavaşça yere indi ve hemen tüfeğine koşup doğrulttu ve kımıltısız dikildi.
"Pekâlâ," dedim ona, "Cuma, ne yapacaksın şimdi? Niye vurmuyorsun onu?" "Yok vurmak," dedi Cuma, "yok henüz; var şimdi ben ateş etmek yok öldürmek. Ben durmak, vermek size son bir gülmek," ve gerçekten de dediğini yaptı, çünkü ayı düşmanının gittiğini görünce üstünde durduğu daldan indi, ama bu işi, her adımda arkasına bakarak ve ağacın gövdesine varana dek gerisin geri gelerek ihtiyatla yaptı ve ardından yine aşırı ihtiyatla, pençeleriyle tutunup her defasında tek ayağını hareket ettirerek, hiç acele etmeden ağaçtan indi. Tam o anda, arka ayağını tam yere koymuşken Cuma yakınına sokuldu, tüfeğinin namlusunun ucunu kulağına dayadı ve onu vurup öldürdü.
Kerata gülüp gülmediğimizi görmek için arkasına döndü, hoşnut kaldığımızı bakışlarımızdan anlayınca yüksek sesle gülmeye başladı. "Biz var öldürmek ayıyı böyle bizim memlekette," dedi. "Böyle mi öldürüyorsunuz?" dedim, "Sizin tüfeğiniz yok ki." "Hayır," dedi, "Yok tüfek, ama öldürmek çok büyük okla."
Aslında bu bizim için büyük bir eğlence olmuştu, ama hâlâ vahşi topraklardaydık, rehberimiz de ağır yaralıydı ve ne yapacağımızı pek bilmiyorduk. Kurtların ulumaları kafamda yankılanıp duruyordu ve aslına bakarsanız, daha önce de üstüne bir şeyler söylediğim gibi, bir kez Afrika kıyılarında duyduğum o sesin dışında ömrümde beni böylesine dehşete düşüren başka bir ses duymamıştım.
Bu olup bitenler ve gecenin yaklaşması bizi geciktirmese ya da Cuma bizi yolumuzdan alıkoymasa bu korkunç yaratığın saklanmaya değer postunu yüzmemiz gerekirdi elbette, ama daha gidecek üç fersah yolumuz vardı ve rehberimiz de bize acele ettiriyordu; bu yüzden bıraktık ve yolculuğumuza devam ettik.
Dağlardaki kadar derin ve tehlikeli olmasa da yer hâlâ karla kaplıydı; açlıktan iyice deliye dönmüş ve sonradan öğrendiğimize göre, bir yığın koyunla atı ve birkaç kişiyi öldürüp sakinlerini şaşırttıkları köylere büyük zarar vermiş vahşi hayvanlar da ormana ve düzlük alana inmişlerdi.
Geçmemiz gereken bir tehlikeli yer daha kalmıştı ve rehberimiz bize, düzlüklere kurt inmişse söz konusu yerde muhakkak onlarla karşılaşacağımızı söyledi; her tarafından ormanlarla çevrili ufak bir düzlüktü burası ve ormanın içinden geçmek için önümüzde uzun, dar bir geçit ya da yol vardı; ardından konaklayacağımız köye varacaktık.
Ormana girdiğimizde gün batımına yarım saat kalmıştı, düzlüğe güneşin batmasından az bir zaman sonra vardık: İlk ağaçlıkta hiçbir şeyle karşılaşmadık, yalnızca ağaçlığın içindeki iki yüz metreden fazla olmayan ufak bir açıklıkta olanca hızlarıyla birbiri peşi sıra sanki hemen önlerindeki bir avı kovalar gibi yolu geçen beş iri kurt gördük; bize dikkat bile etmediler ve bir iki saniye içinde gözden yitip gittiler.
Bunun üzerine, ürkek bir adam olan rehberimiz her an ortaya çıkacak daha çok kurt olduğuna inandığı için bizden hazırlıklı olmamızı istedi.
Silahlarımızı hazır tutup gözümüzü dört açtık ama yaklaşık yarım fersah uzunluğundaki o ağaçlıktan çıkıp da düzlüğe varıncaya kadar başka hiçbir kurda rastlamadık. Düzlüğe gelir gelmez çevremize bakınacak fırsat bulduk. Karşılaştığımız ilk nesne ölü bir attı; yani kurtların öldürdüğü zavallı bir attı ve en azından bir düzinesi üzerinde iş başındaydı; yiyorlardı diyemezdik, daha ziyade kemiklerini kemiriyorlardı, çünkü bütün eti daha önce yemişlerdi.
Ziyafet üstündeyken onları rahatsız etmemizin uygun kaçmayacağını düşündük; zaten onlar da bizi hiç dikkate almadılar. Cuma üstlerine saldıracak oldu ama ona hiçbir biçimde izin vermedim, çünkü başımıza farkına vardığımızın ötesinde iş çıkabileceğini anlamıştım. Solumuzdan korkutucu biçimde kurt ulumaları gelmeye başladığında daha düzlüğün yarısını geçememiştik; hemen ardından, yüz kadarının yekvücut olmuş ve çoğunluğu deneyimli subaylarca yönlendirilen düzenli bir ordu gibi dizilmiş halde doğruca üstümüze gelmekte olduğunu gördük. Onları nasıl karşılamamız gerektiğini bilmemekle birlikte birbirimize yakın bir hat oluşturmanın tek çare olduğunu anladım. Hemen mevzilendik, ama ara verme lüksümüz olmadığından her iki adamdan birinin ateş etmesini buyurdum; ateş etmeyenler de, kurtlar bize doğru yaklaşmayı sürdürdükleri takdirde onları ikinci bir yaylım ateşine tutmak için hazır bekleyeceklerdi. Ardından her birimiz adam başı birer tüfek ve bir çift tabancayla silahlanmış olduğumuzdan, ilk başta ateş edenler tüfeklerini yeniden doldurmaya kalkışmayacak, tabancalarıyla hazır bekleyeceklerdi; böylece bu yöntemle her defasında yarımız olmak üzere altı kez yaylım ateşi açmaya hazır durumdaydık. İlk ateş açtığımızda düşman, ateşten olduğu kadar sesten de ürkmüş biçimde, olduğu yerde kalakaldığından buna gerek kalmamıştı. Kafasından vurulan dördü düştü; pek çoğu da yaralandı ve karın üstünden seçebildiğimiz kadarıyla kanlar içinde kaçıp gitti. Durduklarını anladım ama hemen geri çekilmemişlerdi; bunun üzerine, en vahşi yaratıkların bile insan sesi duyunca ürktükleri aklıma geldi, bütün topluluğu avazları çıktığınca bağırmaya yönlendirdim ve bu savın tümüyle yanlış olmadığını kavradım, çünkü haykırışlarımız üzerine gerilemeye ve dönüp gitmeye başladılar. Sonra arkalarından ikinci kez yaylım ateşi açılmasını buyurdum ki bu onların dörtnala ormanın içlerine uzaklaşmalarını sağladı.
Bu da bize tüfeklerimizi doldurma fırsatı verdi; yitirecek zaman olmadığından ilerlemeyi sürdürdük, ama solumuzdaki aynı ormandan, bizim gideceğimiz yol tarafından gelen korkunç sesi duyduğumuzda tüfeklerimizi doldurup kendimizi hazırlamamızın üstünden pek zaman geçmemişti.
Gece yaklaşıyor ve günışığı da işleri bizim açımızdan kötüleştirecek biçimde azalıyordu; giderek artan sesin o cehennemi yaratıkların uluma ve bağrışları olduğunu kavrayabiliyorduk. Birdenbire biri solumuzda, biri ardımızda ve birisi de önümüzde üç kurt sürüsünün farkına vardık; öyle ki çevremizin kurtlarla sarıldığı anlaşılıyordu: Bununla birlikte üstümüze çullanmadıkları için atlarımızı sürebildiğimiz ölçüde hızla ileri doğru yol almayı sürdürdük, ama yol engebeli olduğundan epey zorlu bir tırıstı bu. Bu şekilde ovanın öbür yanına ulaşmak için geçmemiz gereken bir ormanın girişine yaklaştık, ama yolağzı ya da geçide yaklaşırken hemen girişin ağzında sayıları belirsiz kurdun durduğunu görünce çok şaşırdık.
Birden ormana açılan bir başka yerden bir tüfek sesi duyduk, o tarafa bakınca üstünde eyeri ve koşumları, peşinde on altı on yedi kadar kurtla rüzgâr gibi dörtnala giden bir atın fırladığını gördük: At onlardan öndeydi, ama aynı hızı sürdüremeyeceğinden onu sonunda yakalayacaklarından kuşkumuz yoktu: Yakaladılar da.
Atın geldiği yöndeki girişe yönelince burada da görüntülerin en korkuncuyla karşılaştık: Vahşi yaratıklarca parçalanmış bir diğer atın leşiyle, iki adamın cesedine vardı karşımızda. Kuşkusuz adamlardan biri ateş edendi, çünkü hemen yanında yeni ateşlenmiş bir tüfek yatıyordu; adamınsa kafası ve bedeninin alt kısmı yenilmişti.
Dehşete kapılmış, nasıl bir yol izleyeceğimizi bilemiyorduk, ama yaratıklar bir süre sonra yeni av bulma umuduyla çevremizde toplanmaya başlayınca kararımızı verdik. Sanırım orada en az üç yüz kurt vardı. Şansımıza ormanın girişinde, ama azıcık uzağında önceki yaz kesilmiş ve taşınmak üzere oraya istiflendiğini sandığım birtakım tomruklar yığılıydı. Küçük topluluğumu o ağaçların arasına yönlendirdim ve uzun bir tomruğun ardında mevzilenirken hepsine çömelmelerini, o ağacı kendimize kalkan ederken atlarımızı ortada toplayacağımız bir üçgen ya da üç cephe oluşturmayı öğütledim. Dediğim gibi yaptık; böylesi iyi olmuştu, çünkü yaratıkların burada bize saldırmaları gibi öfkeli bir saldırı hiç görülmemiştir. Hırıltılar çıkartarak geldiler ve avlarının üstüne atılacakmış gibi kendimize kalkan ettiğimiz tomruğa dayandılar; öfkelerinin asıl kaynağının arkamızdaki atlar olduğu anlaşılıyordu. Adamlarımıza önceki gibi sırayla ateş etmelerini buyurdum. Öyle kendilerinden emin nişan aldılar ki ilk yaylım ateşinde pek çok kurt öldürdüler, ama arkadakiler öndekileri iterek, şeytanlar gibi üstümüze geldiklerinden sürekli ateş etmek gerekiyordu.
Tüfeklerimizle ikinci kez ateş ettiğimizde biraz durakladıklarını sandık ve gideceklerini umdum, ama bu kısacık bir andı, çünkü diğerleri yeniden öne çıktılar; böylece iki yaylım ateşi halinde tabancalarımızı ateşledik ve sanırım bu şekilde dört kez ateş etmemizin sonucunda on yedi, on sekiz kadarını öldürmüş ve en az iki katını da yaralamıştık, ama yine de durmuyorlardı.
Barutumuzu bu kadar aceleyle harcamamıza bozulmuştum, bu yüzden hizmetkârımı çağırdım, ama adamım Cuma'yı değil; akla hayale sığmayacak bir beceriyle hem benim tüfeğimi hem de kendininkini doldurmayı başardığından onun yapacak daha iyi işleri vardı. Öteki adamımı çağırdım ve ona bir kese barut vererek tomruk boyunca zincirleme biçimde yere dökmesini istedim. Dediğim gibi yaptı ve kurtlar oraya gelip bazıları tomruğun üstüne çıkarken tam zamanında kaçıp kurtuldu, ben de barutun yakınındaki tabancayı kaparak barutu ateşe verdim; tomruğun üstüne çıkanlar yanmaya başladı ve altı yedi tanesi düştü ya da ateşin zoru ve korkusuyla aramıza sıçradılar; bunları hemen oracıkta hakladık. Geri kalanlarsa gecenin –çünkü artık iyice karanlık çökmüştü– daha da korkunçlaştırdığı ateşten öylesine ürktüler ki azıcık geri çekildiler; bunun üzerine son tabancalarımızın da tek bir yaylım ateşi açılmasını buyurdum ve bunun ardından bir haykırış patlattık; bunun üzerine kurtlar arkalarına döndüler ve biz de yerde kıvranan yaklaşık yirmi yaralı kurdun üstüne çullanıp kılıçtan geçirdik. Bu da işimize yaramıştı, çünkü bunların haykırış ve ulumaları arkadaşları tarafından çok iyi anlaşıldı; böylece hepsi kaçıp yakamızı bıraktı.
Toplamda altmış kadarını öldürmüştük, günışığında olsaydı daha çoğunu da öldürürdük. Savaş alanı bu şekilde temizlendikten sonra yolumuza devam ettik, çünkü hâlâ gidecek neredeyse bir fersah yolumuz daha vardı. Yolda giderken vahşi yaratıkların ormanda uluyup bağrıştıklarını birkaç kez daha işittik, bazen de onları gördüğümüzü sandık ama kar gözlerimizi kamaştırdığından emin değildik. Bir saatten fazla bir zaman sonra konaklayacağımız kasabaya geldiğimizde büyük bir korku içindeki, tepeden tırnağa silahlı adamlarla karşılaştık; anlaşıldığı kadarıyla bir gece önce kurtlar ve birkaç ayı köye hücum etmişler ve onları öylesine korkutmuşlardı ki gece gündüz, ama hayvanlarını ve gerçekte insanlarını da korumak için özellikle de geceleri, nöbet tutmak zorunda kalmışlardı.
Ertesi sabah rehberimiz öyle hastaydı ve iki yarası iltihaplandığı için eklemleri öyle şişmişti ki daha ileriye gidebilmesi olanaksızdı; bu yüzden burada kendimize yeni bir rehber almak zorunda kaldık ve bizi sıcak bir havanın, bereketli, hoş toprakların karşıladığı, ne karın ne kurtların ne de bunlara benzer bir şeylerin bulunduğu Toulouse'a gittik. Hikâyemizi anlattığımızda bize, dağların eteklerindeki büyük ormanda, özellikle de her yeri kar kapladığında bunun çok sıradan bir şey olduğunu söylediler. Bizi böylesine zorlu bir mevsimde, öyle bir yoldan getirmeye kalkışan rehberimizin ne biçim bir adam olduğunu da pek merak ettiler ve hepimizin yem olmamasını şaşkınlıkla karşıladılar. Onlara kendimizi nasıl savunduğumuzu, atları ortaya aldığımızı anlattığımızda, bizi epey suçladılar; ellide bir şansımız olduğunu, hepimizin yok edilebileceğini, kurtların o kadar gözünü döndüren şeyin av belledikleri atlar olduğunu, başka zamanlarda tüfekten gerçekten korktuklarını, ama karınları açken gözleri döndüğünden, atları avlama hevesiyle tehlikeyi hiçe saydıklarını, eğer sürekli ateş etmemiş ve son olarak da barut dökmeyi akıl etmemiş olsaydık, paramparça edilmemizin işten bile olmayacağını, oysa atlarımızdan inmemeyi göze alıp onlara atların üstünden ateş etsek, üstlerinde insan varken atlara o kadar yanaşmayacaklarını söylediler. Son olarak da hepimiz bir arada durup atları bırakmış olsaydık, sadece atların peşine düşeceklerini, elimizdeki tüfeklerle ve sayımızın çokluğu sayesinde güven içinde olacağımızı anlattılar.
Açıkçası yaşamım boyunca hiç böyle bir tehlike yaşamadım; üç yüzü aşkın iblisin ağızlarını açmış kükreyerek bizi yutmaya geldiklerini görünce ve sığınabileceğimiz hiçbir yer olmayınca mahvolduğumuzu sanmıştım; bu yüzden o dağları aşmayı bir daha asla düşünemem herhalde: Sanırım haftada bir fırtınayla karşılaşacağımdan kuşkum olmasa bile denizden bin fersah gitmeyi tercih ederim.
Fransa'daki yolculuğum süresince üstünde durmaya değer, olağandışı başka bir şey olmadı; diğer gezginlerin benden daha iyi anlatabileceklerinden fazlası yok. Toulouse'dan Paris'e gittim ve orada sözünü etmeye değecek kadar kalmadan Calais'e vardım, yolculuk için epeyce ağır kış koşullarına katlandıktan sonra 14 Ocak'ta sağ salim Dover'e vardım.
Artık yolculuklarımın ortasına gelmiştim; çok kısa bir sürede yanımda getirdiğim bütün tahvilleri paraya çevirip yeni kavuştuğum servetimi de sağlama almıştım.
Biricik yol göstericim ve özel danışmanım, kendisine gönderdiğim paradan ötürü minnettar kalan ve benim için bir şeyler yaparken pek fazla sıkıntı çekmediği gibi büyük bir zahmete de girmeyen, yaşlı iyi yürekli dul kadındı; ona öylesine sonsuz bir güven besliyordum ki servetimin güvenliği konusunda içim tamamen rahattı. Bu iyi yürekli, kibar kadıncağızın tertemiz ahlâkı, en başından beri olduğu gibi şu anda da beni pek mutlu etmişti.
Şimdi de servetimi bu kadına emanet edip önce Lizbon'a, oradan da Brezilya'ya geçmeyi düşünmeye başlamıştım, ama bu noktada da karşıma başka bir engel çıktı ki bu da din meselesiydi, çünkü Roma kilisesi hakkında, yolculuk ettiğim günlerden beri ve özellikle de inziva günlerimden kalan bazı kuşkular taşıyordum; bu yüzden kayıtsız şartsız Katolik inancını benimsemeyi ya da başka bir seçenek olarak kendimi ilkelerim uğruna feda edip Engizisyon'un ellerinde can vererek bir din şehidi olmayı kafaya koymadığım sürece, benim için bırakın Brezilya'da yerleşmeyi, oraya gitmemin bile olanaksız olduğunu biliyordum; böylece evimde oturmaya ve bir yolunu bulabilirsem de çiftliğimi satmaya karar verdim.
Bu amaçla Brezilya'daki çiftliğimi elden çıkartmaya karar verip Lizbon'daki yaşlı dostuma mektup yazdım; dostum da cevaben çiftliği hemen elden çıkartabileceğini bildirdi: Ama çiftliği benim adıma, kayyumlarımın varisleri durumundaki iki tüccara teklif etmesi için kendisine izin vermeyi uygun görürsem, benim de bildiğim gibi çok varlıklı olan bu adamların Brezilya'da, tam yakınında yaşadıkları için çiftliğin gerçek değerini anlayacaklarına; dolayısıyla da onu seve seve satın alacaklarına inanıyordu; bu şekilde çiftliği dört ya da beş bin altın fazlasına elden çıkartabileceğimden kuşku duymuyordu.
Önerisine katıldığım için çiftliği onlara teklif etmesini buyurdum; o da bunu yerine getirdi ve üstünden sekiz ay geçip de gemi geri döndüğünde, bana teklifi kabul ettiklerini ve Lizbon'daki bir tanıdıklarına otuz üç bin altın ödemeleri için havale emri gönderdiklerini bildirdi.
Karşılığında ben de, Lizbon'dan gönderdikleri satış belgelerini, kendilerine söz verdiğim ve çiftliğin gelirinden yaşlı adama yaşadığı sürece her yıl yüz ve onun ölümünden sonra da oğluna yaşamı boyunca yılda elli Portekiz altınının ödenmesi koşuluyla imzalayıp yaşlı adama gönderdim; o da bana çiftliğin bedeli olan otuz üç bin altın tutarındaki bonoyu yolladı. Böylece bizzat Tanrı'nın hazırladığı bir mozaiği andıran, benzerine dünyada çok az rastlanabilecek, aptalca başlayıp bana umut edebileceğimden çok daha fazla özgürlük sunacak biçimde mutlu sonla biten çeşitlilikte rastlantı ve maceralarla dolu bir yaşamın birinci bölümünü noktaladım.
Bu kadar karmaşık, ama hep iyi sonuçlanan bir talihe sahip birinin, artık tüm risklerden kaçınacağını düşünülebilir; aslında diğer koşullar uygun düşse ben de böyle yapardım, ama gezgin yaşamına alışmıştım, ne ailem vardı ne de pek fazla akrabam; zenginliğime karşın, edindiğim yeni tanıdıkların sayısı sınırlıydı ve Brezilya'daki çiftliğimi satmış olsam bile, o ülkeyi kafamdan uzaklaştıramıyor ve yeniden oralara yelken açma düşüncesini aklımdan çıkaramıyordum. Özellikle de adamı yeniden görme ve zavallı İspanyollar oradaysalar, bıraktığımız namussuzların onlara nasıl davrandığını öğrenme dürtüsüne direnemiyordum.
Gerçek bir dost olan dul kadın, beni ısrarla bundan caydırdı ve üzerimde öyle bir baskı kurdu ki, neredeyse yedi yıl boyunca beni yurtdışına kaçmaktan alıkoydu. Bu süre içerisinde erkek kardeşlerimden birinin oğulları olan iki yeğenimi himayeme aldım; büyüğünün ufak bir serveti vardı, onu bir beyefendi gibi yetiştirdim ve kendisine ölümümden sonra topraklarına katabileceği bir arazi verdim. Ötekini bir geminin kaptanının yanına verdim ve beş yıl sonra akıllı, cesur ve girişimci bir delikanlıya dönüştüğünü görünce ona iyi bir gemi bulup denizlere gönderdim; bu genç delikanlı sonradan, benim gibi yaşlı bir adamı başka maceralara sürükledi.
Bu sırada buraya iyi kötü yerleşmiştim; her şeyden önce evlenmiştim; bu evlilik beni mutsuz etmedi, ikisi oğlan, birisi kız üç çocuğum oldu. Fakat karım ölüp yeğenim de başarılı bir İspanya seferinden eve dönünce, yurtdışına gitme arzumun sürmesi ve onun da başımın etini yemesi sonucunda beni gemisinde kendi hesabına iş gören bir tacir olarak Doğu Hint Adalarına gitmeye razı etti; bu 1694 yılındaydı.
Bu yolculukta adadaki yeni kolonimi ziyaret ettim, ardıllarım durumundaki İspanyolları gördüm ve orada bıraktığım canilerle yaşadıklarını dinledim. Başlangıçta zavallı İspanyolları nasıl taciz ettiklerini, ardından nasıl uzlaştıklarını, anlaşmazlığa düştüklerini, yeniden birleştiklerini, ayrıldıklarını ve en sonunda İspanyolların onlara karşı şiddete başvurmak zorunda kaldıklarını; İspanyollara nasıl boyun eğdiklerini, İspanyolların onlara nasıl dürüst davrandıklarını anlattılar. Kısacası öyle bir öyküydü ki en az benimki kadar çeşitliliğe sahipti ve harika rastlantılarla doluydu. Özellikle de birkaç kez adaya çıkan Karayiplilerle savaşmaları, adada yaptıkları yenilikler, beşinin anakaraya bir saldırıda bulunarak yanlarında on bir erkekle beş kadın alıp getirmeleri çok ilginçti ve geldiğimde adada bulduğum yirmi kadar çocuğun varlığını açıklıyordu.
Burada yirmi gün kadar kaldım, onlara gerekli yığınla şey bıraktım, özellikle de silah, barut, saçma, giysi, aletler ve İngiltere'den yanımda getirdiğim birisi marangoz birisi demirci iki zanaatkâr.
Bunun yanı sıra, adayı parçalar halinde aralarında bölüştürdüm; mülkiyeti bende kalmak kaydıyla her birine istediği yeri verdim ve kendileriyle her konuda anlaşma sağlayıp orayı terk etmeyeceklerine dair söz alarak onları orada bıraktım.
Oradan da Brezilya'ya uğrayıp adaya göndermek üzere üç yelkenli bir gemi satın aldım ve bu gemiyle oraya daha çok sayıda insan yolladım; ayrıca başka malların yanında onlara hizmet etmeye uygun, dileyenin de eş olarak da alabileceği yedi kadın gönderdim. İngilizlere gelince, onlara ekip biçmeyi düşünürlerse gerekli şeylerle birlikte İngiltere'den birkaç kadın göndermeye söz vermiştim ki bu sözümü sonradan yerine getirdim. Bu adamlar kendi topraklarına kavuşup, kendileri söz sahibi olunca son derece namuslu ve çalışkan olduklarını gösterdiler. Onlara da Brezilya'dan üçü gebe olan beş inek, biraz koyun ve yeniden oraya gittiğimde sayılarının epeyce arttığını gördüğüm birkaç domuz gönderdim.
Ama bütün bunları ve ayrıca üç yüz Karayiplinin gelip onları nasıl kuşattığını, tarlalarını nasıl darmaduman ettiğini, kendilerinden iki kat kalabalık Karayiplilerle nasıl savaştıklarını, önce yenilgiye uğrayıp içlerinden birinin de öldüğünü, ama sonunda bir fırtına düşmanlarının kanolarını yok edince geri kalanların neredeyse tümünün açlıktan nasıl telef olduklarını, tarlalarını nasıl yeniden düzeltip halen adada yaşadıklarını, daha on yıl boyunca benim başımdan geçen epeyce tuhaf bazı olaylarla birlikte daha ileride anlatırım belki.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top