XVII: İsyancıların Ziyareti

XVII: İsyancıların Ziyareti

Bununla birlikte hiçbir kano gözükmeyince gelecekleri korkusu da kısa zamanda silinip gitti; Cuma'nın babası da oğlu gibi, eğer gidersem onun halkından yararlanabileceğime beni temin edince, anakaraya yapacağım yolculuğa ilişkin eski düşüncelerimi yeniden gündeme aldım.

Ama İspanyol'la yaptığım ciddi bir sohbetin ardından, gemileri battıktan sonra o tarafta canlarını kurtaran ve sonuçta vahşilerin arasında barış içinde, ama temel ihtiyaçlardan yoksun, hatta hayatta kalma açısından bakıldığında oldukça acıklı bir yaşam süren hemşerileriyle Portekizlilerden oluşan on altı kişi daha olduğunu anlayınca düşüncelerimi azıcık askıya aldım. Ona yolculuklarının bütün ayrıntılarını sordum ve Rio de la Plata'dan Havana'ya giden, çoğunlukla deri ve gümüşten oluşan yüklerini orada boşaltıp, bulabildikleri her tür Avrupa malını geri getirmesi buyrulan bir İspanyol gemisinde olduklarını; gemide başka bir enkazdan kurtardıkları beş Portekizli denizci olduğunu, gemileri battığında kendi adamlarından beşinin boğulduğunu ve kendilerinin de sayısız tehlike ve felaketler atlattıktan sonra açlıktan ölmek üzereyken her an yenilip yutulmayı bekledikleri yamyamların kıyılarına ulaştıklarını öğrendim.

Yanlarında, barutlarının ve mermilerinin büyük bir kısmı denizde ıslandığından ve kuru kısmını da karaya ilk çıktıklarında yiyecek bulmak için harcadıklarından, artık işe yaramaz halde birkaç silah olduğunu söyledi.

Orada başlarına ne geleceğini düşünüp düşünmediğini ve kurtulmak için herhangi bir plan yapıp yapmadıklarını sordum. Bu konuyu epey tartıştıklarını, ama bir sandalları, sandal yapacak aletleri ve erzakları olmadığından planların hep gözyaşları ve ümitsizlik içinde sona erdiğini söyledi.

Benden kaçışla ilgili bir teklif alsalardı nasıl karşılayacaklarını ve burada olsalardı bunu başarıp başaramayacağımız hakkında ne düşündüğünü sordum. En çok da bana ihanet etmelerinden ve yaşamım onlara bağlıyken güvenimi kötüye kullanacaklarından korktuğumu hiç çekinmeden söyledim, çünkü minnettarlık insanın doğuştan gelen bir erdemi olmadığı gibi, insanlar zorluklarla karşılaştıklarında çıkar umdukları zamanların aksine sözlerinden döner. Onların kurtuluşuna aracılık edip sonrasında beni Yeni İspanya'da tutsak etmelerinin benim için çok kötü olacağını, herhangi bir ihtiyaç ya da kaza sonucu oraya düşen bir İngiliz'in kurban edilmesinin kaçınılmaz olduğunu ve papazların acımasız pençelerine düşüp Engizisyon karşısına çıkarılmaktansa, vahşilere teslim edilip diri diri yenmeyi yeğleyeceğimi söyledim. "Ayrıca," diye ekledim, "Ötekiler de burada olsalar, o kadar kişiyle, güneydeki Brezilya ya da kuzeydeki İspanya sahiline hepimizi götürmeye yetecek büyüklükte bir barka yapabilirdik." Fakat ellerine silah verdiğimde onlar da karşılığında beni zorla kendi halklarının arasına götürürlerse gösterdiğim iyi niyeti kötüye kullanmış olur ve durumumu eskisinden de beter hale getirirlerdi.

Büyük bir açıkyüreklilik ve incelikle, epeyce sefil koşullarda yaşadıklarını ve bundan dolayı da son derece makul olduklarını, kurtuluşlarına katkıda bulunacak bir insanı kaba bir biçimde kullanma düşüncesinden uzak duracaklarına inandığını ve eğer istersem yaşlı adamla birlikte onlara gidip bu konuyu görüşeceğini ve yeniden geri dönüp bana yanıtlarını getireceğini, onlara yemin ettirip kumandanları ve kaptanları sıfatıyla kesin biçimde benim yönetimime gireceklerine dair anlaşma yapacağını, bana karşı dürüst olacakları ve benim kabul ettiğim bir Hıristiyan ülke dışında hiçbir yere gitmeyecekleri üzerine İncil'in ve tüm kutsal şeylerin üzerine yemin ettireceğini, sağ salim benim niyetlendiğim ülkenin topraklarına ayak basıncaya dek tümüyle, kayıtsız şartsız benim buyruklarıma uyacaklarını ve bana onlardan bu doğrultuda kendi imzalarını taşıyan bir anlaşma getireceğini söyledi.

Ardından da yaşadığı sürece, ben kendisine buyurmadan yanımdan asla ayrılmayacağı üzerine önce kendisinin yemin edeceğini ve hemşerileri arasında ufacık bir güven ihlalinin baş göstermesi durumunda da kanının son damlasına kadar benim tarafımı tutacağını söyledi.

Bana onların hepsinin de uygar, namuslu adamlar olduklarını ve ülkelerine dönmekten umudu tamamen kesmiş, silahsız, giyeceksiz ve yiyeceksiz biçimde vahşilerin insaf ve takdirine kalmış olarak, hayal edilebilecek en büyük sıkıntının içinde yaşadıklarını, kurtulma girişiminde benimle yaşayıp, benimle öleceklerinden kuşkusu olmadığını anlattı.

Verdiği bu güvenceler üzerine, mümkün olursa onlara güvenmeyi göze almaya ve yaşlı vahşiyle bu İspanyol'u onlara teklifte bulunmaları için göndermeye karar verdim. Ama gitmek için bütün hazırlıklar yapıldığında İspanyol'un kendisi, bir yandan son derece sağduyu bir yandan da büyük bir içtenlik barındıran bir itirazda bulundu ki bundan son derece hoşnut kalmak dışında bir şey gelmedi elimden ve onun tavsiyesiyle yoldaşlarını kurtarma işini en azından altı aylığına erteledik. Durum şuydu:

Yaşamımı sürdürmek için Tanrı'nın da yardımıyla neler yaptığımı görmesine yetecek kadar bir süredir, yaklaşık bir aydır bizimle birlikteydi, ne kadar tahıl ve pirinç stokladığımı gözleriyle görmüştü; bana gerekenden fazlaydı gerçi, ama tutumlu kullanılmadığında artık sayısı dördü bulan aileme yetmezdi, hele dediği gibi halen sağ on altı kişiden oluşan hemşerileri de gelirse hiç yetmezdi veya en azından Amerika'daki Hıristiyan sömürgelerinden herhangi birine gitmek için bir gemi inşa edersek gemimizin erzakını karşılamazdı. Bu yüzden bana, kendisine ve diğer ikisine biraz daha toprak kazdırıp buraya ekmek için olabildiğince çok tohum ayırmamın ve geldiklerinde kendilerine verebileceğimiz tahılı elde etmek için bir hasadı daha beklememizin yerinde olacağını düşündüğünü söyledi, çünkü yoksunluk onları anlaşmazlığa ya da bir zorluktan çıkıp diğerine geçmenin dışında kurtarılmadıklarını düşünmeye itecek bir dürtü olabilirdi. "Biliyorsunuz," dedi, "İsrailoğulları başlangıçta Mısır'dan kurtarıldıkları için sevinseler de ıssızlığın ortasında ekmeksiz kaldıklarında kendilerini kurtaran Tanrı'ya bile isyan etmişlerdi."

Uyarısı o kadar yerinde, öğüdü o kadar iyiydi ki bağlılığından duyduğum kadar önerisinden de memnuniyet duymak dışında bir şey yapamazdım; böylece dördümüz de kendimizi tahtadan yapılma aletlerimizin izin verdiği ölçüde toprak kazmaya verdik ve ekim mevsiminin sonu olan bir ayın içinde, olabildiğince çok toprağı tarlaya dönüştürüp yirmi iki kile arpayla on altı küp dolusu pirinci, kısacası ayırdığımız tohumun hepsini ektik: Yani hasat beklediğimiz önümüzdeki altı ay boyunca, ekim zamanından itibaren hesaplamaya başlayarak kendimize kıtı kıtına yetecek kadarını bıraktık, çünkü o memleketin toprağında altı aydan önce ekin yetişmez.

Artık yeterince kalabalık olduğumuzdan ve sayımız, çok kalabalık gelmedikleri sürece vahşilerin korkusunu üstümüzden atmaya yettiğinden, adanın her yanında, nereye gitmek gerekirse, serbestçe dolaşıyorduk ve kaçış ya da kurtuluş düşüncesi hep aklımızda olduğundan, bunun yollarını tasarlamamak en azından benim için olanaksızdı. Bu amaçla işimize yarayacağını düşündüğüm birkaç ağacı belirledim ve Cuma'yla babasına bunları kestirttim. Bu işle ilgili düşüncelerimi açtığım İspanyol'u da göz kulak olup yönlendirmesi için onların başına koydum. Onlara ne büyük zahmetlerle, koca bir ağacı tek tek keresteler haline getirdiğimi gösterdim ve onların da iyi cins meşeden, iki ayak eninde, otuz beş ayak uzunluğunda ve beş ila on santim kalınlığında bir düzine kadar kereste çıkartmaları için aynısını yapmalarını buyurdum: Bunun ne büyük emek gerektirdiğini herkes tahmin edebilir.

Aynı zamanda küçük evcil keçi sürümün sayısını artırmanın yolunu da buldum; bu amaçla bir gün Cuma'yla İspanyol'u yolluyor, ertesi gün de Cuma'yla ben olmak üzere sırayla keçi bulmaya gidiyorduk; bu şekilde geri kalanlarla birlikte yetiştirmek üzere yirmi civarında oğlak ele geçirdik, çünkü ne zaman bir anayı vursak oğlaklarını ayırıp sürümüze katıyorduk. Ama bütün bunların ötesinde, üzüm kurutma mevsimi geldiğinde güneşe öyle çok üzüm serdirdim ki şaraplarıyla ünlü Alicante'de yaşasaydık altmış ya da seksen fıçı doldurabilirdik; bunlar ekmeğimizle birlikte yiyeceğimizin önemli bir bölümünü oluşturuyorlardı. Bunların epeyce iyi bir temel besin kaynağı olduğundan hiç kuşkulanmayın, çünkü bunlar son derece besleyicidir.

Artık hasat zamanıydı ve ekinimiz iyi durumdaydı: Adada gördüğüm en bol ürün değildi, ama yine de amacımıza yanıt verecek kadardı, çünkü yirmi iki kile arpadan iki yüz yirmi kilenin üstünde ürün kaldırmıştık. Pirinçte de aynı oranda artış olmuştu ki on altı İspanyol adaya gelse bile, bir dahaki hasada kadar yetecek yiyecek stoklamış durumdaydık. Yolculuğa çıkmaya hazır olursak bizi dünyanın herhangi bir yerine götürmeye, mesela Amerika'nın herhangi bir yerine gitmeye yetecek kadar erzakımız da vardı. Tahıl hasadımızı bu şekilde depolayıp sağlama aldıktan sonra kendimizi hasır işi yapmaya verdik; yani tahıl saklamak için büyük sepetler; İspanyol'un eli bu işe oldukça yatkın ve hızlıydı; ayrıca beni sıklıkla korunmak için böyle işleri hiç kullanmamakla suçluyordu; bense buna gerek duymamıştım.

Artık beklediğim konuklar için yiyecek sağladığımızdan, İspanyol'un geride bıraktığı kişilerle ne yapabileceğine bakması için anakaraya gitmesine izin verdim. Adada karşılaşacakları, kurtarmak için kendilerine adam gönderecek kadar iyi bir kişi olan adamı hiçbir biçimde incitmeyeceğine, onunla kavga etmeyeceğine ya da ona saldırmayacağına, aksine onun yanında durup onu her türlü duruma karşı savunacağına ve nereye gideceklerinin tümüyle onun kumandasına bağlı olacağına dair kendisinin ve yaşlı adamın huzurunda baştan yemin etmemiş hiç kimseyi buraya getirmemesi yönünde sıkı bir talimat verdim; ayrıca bunu yazıp imzalayacaklardı. Kalemleri ve mürekkepleri olmadığını bildiğim halde bunu nasıl yapacaklarını hiçbirimiz sormadık.

Bu buyruklar altında, İspanyol ve yaşlı vahşi, yani Cuma'nın babası, geldikleri veya daha çok yenilmek üzere tutsak olarak getirildikleri diyebileceğimiz kanolardan birisiyle yola çıktılar.

Her birine, tutumlu kullanmalarını ve acil durumlar dışında başvurmamalarını tembihleyerek üstünde bir çakmaktaşı bulunan birer misket tüfeğiyle yaklaşık sekiz atımlık barut ve fişek verdim.

Bunlar artık yirmi yedi küsur yıla ulaşmış tutsaklıktan kurtuluşumu göz önünde tutarak attığım ilk adımlar olduğu için keyifli işlerdi. Onlara, kendilerine günlerce ve İspanyollara da yaklaşık sekiz gün yetecek kadar ekmek ve kuru üzüm verdim ve iyi yolculuklar dileyerek, dönüşlerinde kıyıya çıkmadan önce geri geldiklerini anlamamı sağlayacak bir işaret vermeleri yönünde anlaşıp yolcu ettim.

O gün dolunayda, uygun bir rüzgârla, benim hesabıma göre ekim ayında yola çıktılar ama tam gününü bilemiyordum zira günleri bir kez şaşırdıktan sonra bir daha hiç toparlayamamıştım; yılların doğru olduğundan bile emin değildim; gerçi sonradan hesabımı gözden geçirdiğimde yılların kaydını doğru tuttuğum anlaşılacaktı.

Tarihte benzeri işitilmemiş, tuhaf ve öngörülemez bir olay işin içine girdiğinde, en az sekiz gündür onları bekliyordum. Adamım Cuma koşarak gelip, "Efendi, efendi, onlar gelmek, onlar gelmek!" diye bağırdığında derin bir uykudaydım.

Sıçrayıp kalktım ve tehlikeden habersiz, giysilerimi üstüme geçirir geçirmez, artık sık bir ormana dönüşen ufak koruluğumdan çıktım; tehlikeyi hiçe sayıp, âdetim olmadığı üzere silahsız çıkmıştım ama gözlerimi denize çevirip bir buçuk mil kadar uzakta kıyıya yönelmiş, yelkeni açık ve epeyce uygun bir rüzgârla yaklaşan bir sandal görünce şaşırdım: Ayrıca kıyının uzandığı taraftan değil de adanın en güney ucundan geliyordu. Bunun üzerine Cuma'yı çağırdım ve bunların bizim beklediğimiz kişiler olmadığını ve henüz dost mu düşman mı olduklarını bilemediğimizi söyleyerek saklanmasını buyurdum.

Ardından bir şey anlayıp anlayamayacağımı görmek için gidip perspektif camımı aldım, bir şeylerden endişelendiğimde ve fark edilmeden gözetlemek istediğim zamanlarda yaptığım gibi merdiveni dışarıya çıkartarak tepenin üstüne çıktım.

Daha tepenin üstüne yeni ayak basmıştım ki bir geminin benden iki buçuk mil uzaklıkta güney-güneydoğuda demir attığını gördüm; kıyıdan ancak bir buçuk mil açıktaydı. Gözlediğim kadarıyla bunun bir İngiliz gemisi ve sandalın da bir İngiliz filikası olduğu belliydi.

Şaşkınlığım anlatılacak gibi değildi; bir gemi görmenin, hem de içinde kendi yurttaşlarımın ve dolayısıyla dostların olduğuna inanmaya her türlü nedenimin bulunduğu bir gemi görmenin tarifsiz sevincine karşılık, içimde bana tedbiri elden bırakmamamı öğütleyen birtakım gizli kuşkular –nereden geldiklerini söyleyemeyeceğim– dolaşıyordu. Öncelikle burasının İngiliz ticaret rotasında olmadığını, bir İngiliz gemisinin dünyanın bu tarafında ne aradığını düşündüm, onları buraya sürükleyecek fırtınalardan da bahsedilemeyeceğini bildiğimden, eğer bunlar gerçekten İngilizlerse, buraya büyük olasılıkla hayırlı bir iş için gelmediklerini ve hırsızlarla katillerin eline düşmektense eskisi gibi devam etmem gerektiği sonucuna vardım hemen.

Bazı gizli tehlikelerin gerçekliğine pek inanamayacağı durumlarda bile, insanın içine doğan ipucu ve uyarıları hiç kimse yabana atmasın. İçimize doğan bu tür ipucu ve uyarıları pek az kişi inkâr edebilir sanırım; bunlar görünmeyen bir dünyanın ve ruhlarla iletişim kurmanın kesin kanıtlarıdır kuşkusuz; eğer bunlar bizi tehlikeye karşı uyarma eğilimi gösteriyorsa, neden bunların dostça bir kaynaktan (bu kaynağın yüce mi, aşağı ya da tabi mi olduğu sorunumuz değil), bizim iyiliğimiz için geldiğini varsaymayalım ki?

Önümdeki sorun beni bu akıl yürütme konusunda epeyce haklı çıkartıyor, çünkü nereden gelirse gelsin bu gizli uyarıyla önlem almamış olsaydım, birazdan göreceğiniz gibi kaçınılmaz biçimde işim bitecek ve öncekinden de beter duruma düşecektim.

Güvenli biçimde karaya çıkmak için sokulabilecekleri bir koy arıyorlarmış gibi kıyıya yaklaştıklarını görünce orada öylece duruşumu daha fazla uzatmadım; öte yandan, yeterince yaklaşmadıkları için bir zamanlar sallarımı yanaştırdığım koyu göremeyip, sandallarını benden yarım mil ötede kumsala doğru yaklaştırdılar ki böylesi benim için daha iyiydi, çünkü öbür türlü tam kapımın ağzı diyebileceğim bir yerde karaya çıkacaklar ve kısa süre sonra da beni kalemden zorla çıkarıp, belki de neyim var neyim yok hepsini talan edeceklerdi.

Kumsala çıktıklarında bunların, en azından çoğunun İngiliz olduğunu görüp tümüyle rahatladım; bir ikisini Hollandalı sandım ama öyle olmadıkları anlaşıldı; silahsız gördüğüm ve bağlanmış olduklarını sandığım üçüyle beraber on bir kişiydiler ve ilk dört ya da beşi kumsala atladıklarında bu üçünü sandaldan tutsak olarak çıkardılar: Üçünden birinin hararetli, hatta bir tür abartıya varan biçimde uzlaşma, üzüntü ve ümitsizlik içeren jestler yaptığını kavradım; anlayabildiğim kadarıyla öteki ikisi bazen kollarını havaya kaldırıp durumdan endişeli görünseler de ilki kadar değillerdi.

Bu görüntü karşısında tümüyle aklım karıştı ve buna ne anlam vereceğimi bilemedim. Cuma bana becerebildiğince İngilizce seslendi, "Aman Efendi! Gördün mü, İngilizler de yemek insan tıpkı vahşi adamlar gibi." "Niye Cuma?" dedim, "Onları yiyeceklerini mi düşünüyorsun?" "Evet," dedi Cuma, "Onları yiyecekler." "Hayır, hayır," dedim, "Cuma, korkarım onları katledecekler ama yemeyeceklerinden emin olabilirsin."

Bütün bu süre zarfında, tutsakların her an öldürülmelerini bekleyerek manzaranın dehşetiyle titreyip durmak dışında, meselenin ne olduğuna ilişkin hiçbir şey düşünmemiştim; canilerden birinin denizcilerin bahriye kılıcı dediği türden koca bir kılıcı, zavallı adamlardan birine vurmak için kaldırdığını gördüğümde damarlarımda dolaşan tüm kanım dondu ve zavallının düştüğü anı görmeyi bekledim.

O anda İspanyol'la beraberinde giden yaşlı vahşinin ya da benim, bir yolunu bulup görünmeden burunlarının dibine sokulmuş olmamızı yürekten diledim, ellerinde hiç ateşli silah görmediğim için bu üç adamı kurtarabilirdim. Fakat aklıma başka bir şey geldi.

Üç adamın küstah denizciler tarafından uğradığı zalimce muameleyi izledikten sonra, heriflerin sanki adanın içlerini görmek istercesine adaya dağıldıklarını gözledim. Öteki üç adamın da canları nereye isterse oraya gidebilecek durumda olmalarına karşın üçünün de epeyce düşünceli biçimde, ümitsiz insanlar gibi yere oturduğunu gördüm.

Bu durum aklıma kıyıya ilk ayak bastığım ve çevreme bakınmaya başladığım günkü ruh halimi getirdi; nasıl da kendimi bırakmış; çevreme nasıl da dehşetle bakmıştım; nasıl korku dolu endişeler içerisindeydim ve bütün gece vahşi hayvanlarca yenilme korkusuyla nasıl da ağacın üstünde sabahlamıştım.

Benim o gece, talihin cilvesi ve gelgitle karanın yakınına sürüklenen gemiden alacağım ve o andan sonra uzun bir süre beslenip yararlanacağım şeyler hakkında hiçbir şey bilmediğim gibi, bu üç zavallı terk edilmiş adam da kurtuluşun ve gerekli şeylerin ne kadar yakınlarında olduğunu bilmiyorlardı; kaybolduklarını, durumlarının da umutsuz olduğunu sanırken aslında güvendeydiler.

Aslında dünyada gözümüzün önünde duranların pek azını görürüz. Dünyanın Yüce Yaratıcısı'na içtenlikle güvenmek için pek çok nedenimiz de var: Asla yarattıklarını mutlak bir yoksunluğa terk etmez, tersine en kötü koşullarda bile şükredecekleri bir şeyler verir, bazen kurtuluşa sandığımızdan daha yakınızdır, hatta yıkımımıza yol açacakmış gibi görünen araçlar kurtuluşumuzu getirir.

Bu insanlar karaya çıktıklarında tam denizin yükselme zamanıydı; ne tür bir yerde olduklarını görmek için ihtiyatsızca dolanıp dururken epey vakit harcadılar ve deniz sandallarının bulunduğu yeri sığlaştırarak epey çekildi.

Sonradan anladığıma göre sandalda içkiyi biraz fazla kaçırıp uyuyakalan iki adam bırakmışlardı; diğerinden daha önce uyananı, sandalın kımıldayamayacak kadar sığda kaldığını anlayınca diğerlerine seslendi: Bunun üzerine hepsi kısa sürede sandalın yanına geldi, ama sandalın ağırlığı, o taraftaki kumların bataklık gibi yumuşak ve balçıklı olması yüzünden itmeye güçleri yetmedi.

Bu koşullar altında, belki de bütün insanoğlu içinde sağduyu bahşedilen az sayıdaki gerçek denizciler gibi vazgeçip yeniden karaya yöneldiler; içlerinden birinin diğerine yüksek sesle, hepsini sandalın yanından çağırarak, "Niye boş vermiyorsun, Jack? Sonraki gelgitle nasıl olsa yüzer;" dediğini işittim ve bu sözlerle hangi milleten olduklarına ilişkin tahminim tümüyle doğru çıktı.

Bütün bu zaman zarfında kalemden dışarı, tepenin üstündeki gözetleme yerimden daha öteye adım atmaya cesaret edemeden her şeyi yakından izledim ve kalemin ne kadar iyi gizlendiğini düşündüm. Sandalın on saatten önce yeniden yüzemeyeceğini biliyordum; o zaman da karanlık basmış olurdu ve onları izleyip, konuşmalarını duymak için daha rahat olurdum.

Bu zaman zarfında kendimi önceki gibi bir kavgaya hazırladım, ancak karşımda öncekinden daha farklı türden bir düşman bulunduğunu bilerek bu kez daha ihtiyatlı davrandım. Harika bir nişancı olmasını sağladığım Cuma'ya da silahlanmasını buyurdum. Kendime iki av tüfeğini alıp üç misket tüfeğini ona verdim. Aslında görüntüm epeyce vahşiydi; sözünü ettiğim büyük başlıkla heybetli keçi postundan ceketim üstümdeydi, yanımdan sallanan kınsız bir kılıç, kemerimde iki tabanca ve her iki omzumda birer tüfek.

Yukarıda değindiğim gibi planım karanlıktan önce saldırmamaktı, ama saat iki sularında ortalık kavrulmaya başlayınca hepsinin ormana doğru gittiklerini ve düşündüğüm gibi, uzanıp uyuduklarını fark ettim. O halde uyuyamayacak kadar endişeli, üç zavallı adam da benden çeyrek mil kadar uzakta ve diğerlerinin görüş alanında olmayan büyük bir ağacın gölgesi altında oturuyordu.

Bunun üzerine kendimi onlara göstermeye ve durumları hakkında bir şeyler öğrenmeye karar verdim; adamım Cuma belirli bir uzaklıkta, silahlarıyla tıpkı benim gibi heybetli ama tam anlamıyla benim gibi bir hortlak görüntüsü vermeden ardımdan gelirken, yukarıda söz ettiğim gibi derhal yola koyuldum.

Görünmeden olabildiğince yakınlarına sokuldum ve içlerinden hiçbiri beni görmeden, İspanyolca olarak yüksek sesle seslendim, "Beyler, siz kimsiniz?"

Sesim üzerine ayağa fırladılar ama beni ve kaba saba görüntümü gördüklerinde on misli şaşırdılar. Hiçbir yanıt vermediler, ama İngilizce konuştuğumda onları kaçmak üzereyken durdurduğumu anladım. "Beyler," dedim, "Halime şaşırmayın; belki de ummadığınız bir anda yakınınızda duran bir dosta sahipsinizdir." "Şu halde, dosdoğru göklerden gönderilmiş olmalı," dedi bana içlerinden birisi epeyce ciddi bir tavırla şapkasını çıkartarak; "Çünkü bizim durumumuz bir insanın yardım edebileceğinin ötesine geçti." "Bütün yardım Tanrı'dandır bayım," dedim, " Ama bir yabancının size yardım etmesine izin verir misiniz? Belli ki büyük bir sıkıntı içindesiniz. Karaya çıktığınızda gördüm sizi ve yanınızdaki zorbalardan birine bir şey demeye kalkıştığınızda, içlerinden birinin öldürmek için size kılıç çektiğini gördüm."

Afallamış görünen zavallı adam yüzünden akan yaşlarla titreyerek döndü, "Tanrı'yla mı yoksa insanla mı konuşuyorum? Bu sahici bir insan mı yoksa melek mi?" "Hiç merak etmeyin bayım," dedim, "Tanrı sizi kurtarmaya bir melek yollasaydı, benden çok daha iyi giyimli ve başka türlü silahlanmış olurdu; lütfen korkularınızı bir yana bırakın; ben bir insanım, İngiliz'im ve size yardım etmeye can atıyorum; gördüğünüz gibi bir tek hizmetkârım var; silahlarımız ve cephanemiz var; çekinmeden söyleyin bize, size hizmet edebilir miyiz? Nedir durumunuz?"

"Bizim durumumuz bayım," dedi, "Katillerimiz bu kadar yakınımızdayken anlatamayacağımız kadar uzun, ama uzun lafın kısası ben o geminin kaptanıydım; adamlarım bana isyan ettiler, beni öldürmemeye güç bela razı oldular ve sonunda beni bu ıssız adada, kimsenin yaşamadığı inancıyla ölmeyi beklediğimiz bu yerde bu iki kişiyle birlikte karaya çıkardılar; birisi ikinci kaptanım, ötekisi de bir yolcu, hâlâ da burası için ne düşüneceğimizi bilmiyoruz."

"Bu zorbalar, düşmanlarınız neredeler?" diye sordum, "nereye gittiklerini biliyor musunuz?" "Oraya uzandılar, bayım," dedi bir ağaçlığı göstererek; bizi görürler ve sizinle konuştuğumuzu işitirler diye korkudan kalbim sıkışıyor; görürlerse mutlaka hepimizi öldürürler."

"Ateşli silahları var mı?" dedim. "Birini sandalda bıraktıkları iki av tüfeği var yalnızca," diye yanıtladı. "İyi o zaman," dedim, "Siz gerisini bana bırakın; görüyorum ki hepsi uyuyor; hepsini öldürmek kolay bir iş; yoksa onları tutsak etmemizi mi yeğlersiniz?" Bana içlerinde acıma göstermenin pek güvenli bir iş sayılmayacağı gözü dönmüş iki caninin bulunduğunu anlattı, ama bunlar sağlama alınırsa geri kalanların hepsinin işinin başına döneceğine inanıyordu. O ikisinin hangileri olduğunu sordum. Bu uzaklıktan onları seçemiyordu ama vereceğim her buyruğa uyacaktı. "Peki," dedim, "Haydi uyandırmadan onların görüş ya da işitme alanından çekilip öyle karar verelim." Böylece ağaçlar bizi onlardan gizleyene dek peşimden geldiler seve seve.

"Bakın bayım," dedim, "Eğer sizi kurtarma riskine girersem iki koşul üstünde benimle anlaşmaya var mısınız?" Hem kendisinin ve hem de eğer kurtarılırsa gemisinin her konuda tümüyle benim tarafımdan yönetilip kumanda edileceğini ve eğer gemi kurtarılamazsa kendisini dünyanın neresine gönderirsem göndereyim son nefesine kadar benimle olacağını söyleyerek teklifimi bekledi, ötekiler de bunları yineledi.

"Pekâlâ," dedim, "Yalnızca iki koşulum var; birincisi bu adada benimle kaldığınız sürece hiçbir yetkiniz yok ve eğer elinize silah verirsem hangi koşullar altında olursak olalım onları iade edecek, bana ve adaya zarar verecek hiçbir şey yapmayacak, bu sırada benim buyruklarıma uyacaksınız; ikincisi gemi kurtulursa beni ve adamımı İngiltere'ye yol parası istemeden götüreceksiniz."

Bu son derece makul isteklere uyacağına, yaşadığı süre boyunca yaşamını bana adayacağına ve her koşul altında bunun için müteşekkir olacağına dair insan hayal gücünün ya da inancının bulup çıkartabileceği tüm güvenceleri verdi.

"İyi o zaman," dedim, "İşte size barut ve fişekle birlikte üç misket tüfeği; ne yapmamız gerektiğini bana siz söyleyin." Elinden gelen her biçimde minnettarlık gösterilerinde bulundu, ama bütün yönlendirmeleri bana bıraktı. Herhangi bir şeye kalkışmanın epeyce zor olduğunu söyledim ona, ama düşünebildiğim en iyi yöntemin onlar yatarken üstlerine bir defada ateş etmek olacağıydı ve ilk yaylım ateşinde ölmezler ve boyun eğmeye yanaşırlarsa onları kurtarabilirdik, böylece her şeyi Tanrı'nın yazgısına bırakmış olurduk.

Son derece alçakgönüllülükle eğer elinden gelse hiçbirini öldürmek istemediğini söyledi. Fakat iflah olmaz caniler ve gemideki isyanın elebaşı olan ikisi kaçarsa işimizi bitirmiş sayılmazdık, çünkü gemiye gidip bütün mürettebatı getirerek hepimizi yok ederlerdi. "İyi o halde," dedim, "Gereklilik benim önerimi haklı kılıyor, çünkü hayatımızı kurtarmamızın tek yolu bu." Bununla birlikte onun kan dökme konusunda hâlâ çekimser kaldığını görerek kendi başlarına gitmelerini ve uygun gördükleri biçimde halletmelerini söyledim.

Biz bu tartışmanın ortasındayken içlerinden bazılarının uyandığını duyduk, hemen ardından ikisinin ayağa kalktığını gördük. Bunların isyanın elebaşları olup olmadıklarını sordum. "Hayır," dedi. "İyi o halde," dedim, "Bunların kaçmalarına göz yumabilirsiniz, öyle görünüyor ki Tanrı onları canlarını kurtarsınlar diye uyandırmış. Şimdi," dedim, "Eğer kalanları elinizden kaçırırsanız bu sizin hatanız olur."

Bu lafım üzerine kendine gelip eline tutuşturduğum misket tüfeğini aldı ve belinde bir tabanca, her birinin elinde birer av tüfeği bulunan iki yoldaşıyla birlikte harekete geçti; yanındakilerden önden giden ikisi biraz gürültü yaptı; bunu duyan uyanık denizcilerden birisi dönüp onların geldiklerini görerek geri kalanlara haykırdı ama artık çok geçti, çünkü haykırdığı anda ateş ettiler. Fakat iki adam ateş etmiş, kaptan akılı davranıp barutunu muhafaza etmişti. Tanıdıkları adamlara öyle iyi nişan almışlardı ki birisi hemen oracıkta ölmüş, öteki de ağır yaralanmıştı, ama ölmediği için ayağa kalkmaya çalıştı, diğerlerini yardıma çağırdı, ama ona doğru giden kaptan, yardım çağırmak için çok geç kaldığını, alçaklığını bağışlatmak için Tanrı'ya seslenmesi gerektiğini söyledi ve onu tüfeğinin dipçiğiyle yere serdi; bir daha sesi çıkmadı adamın. Üç kişi daha vardı ve birisi hafif yaralanmıştı. O sırada ben geldim, içinde bulundukları tehlikeyi ve direnmenin anlamsızlığını görünce af dilediler. Kaptan onlara, işledikleri ihanet suçundan pişman olduklarına dair güvence verirlerse, geminin ele geçirilmesi ve sonrasında da geldikleri Jamaika'ya geri götürülmesi sırasında kendisine sadık kalacaklarına yemin ederlerse canlarını bağışlayacağını söyledi. İçtenliklerine dair arzu edilebilecek her türden taahhütlerini sundular ve inanmaya istekli olan kaptan da, yalnızca adada bulundukları süre boyunca ellerini ve ayaklarını bağlı tutmalarını buyurmam dışında hiçbir şeye karşı çıkmadığım için canlarını bağışladı.

Bu iş yapılırken Cuma'yı ikinci kaptanla birlikte ele geçirip küreklerle yelkenleri getirmeleri için sandala gönderdim, öyle de yaptılar. Çok geçmeden ötekilerden ayrılmış –öyle yapmaları da hayırlarına olmuştu– üç başıboş adam tüfek seslerini duymaları üzerine geri geldi ve önceleri tutsakları durumundaki kaptanın artık galipleri olduğunu görünce boyun eğip bağlanmaya razı oldular ve böylece zaferimiz tamamlandı.

Geriye kaptanla benim birbirimizin durumunu sorgulamamız kalmıştı. Önce ben başladım ve özellikle de büyük bir şans eseri erzak ve cephaneye kavuştuğum kısmını hayretler içinde kalarak dinlediği öykümün tamamını anlattım; aslında öyküm bütünüyle bir mucizeler toplamından oluştuğu için onu derinden etkiledi. Ama hikâyemden yola çıkarak kendi durumunu gözden geçirip benim orada, onun hayatını kurtarmam için yaşatıldığım sonucuna varınca, gözlerinden yaşlar süzüldü ve bir tek sözcük daha konuşamadı. Söyleşimiz sona erdikten sonra onu ve iki adamını çıktığım yere, yani evin tepesine yönelterek daireme götürdüm, karınlarını doyurdum ve o yerdeki upuzun yaşantım süresince icat ettiğim şeylerin hepsini gösterdim.

Onlara gösterdiğim her şey, anlattıklarım, hepsi şaşkınlık vericiydi ama kaptan hepsinden çok kaleme ve yirmi yıl önce dikildikleri ve ağaçlar burada İngiltere'dekinden çok daha hızlı büyüdükleri için artık son derece sık –ve küçük dolambaçlı geçidim haricinde hiçbir yerden geçit vermeyen ufak bir ormana dönüşmüş– bir ağaçlığın ortasında kendimi gizleyişime bayıldı. Burasının benim kalem ve evim olduğunu, ama kırda da pek çok prensinki gibi gerektiğinde sığınabileceğim, kendisine başka bir zaman göstereceğim bir yerim olduğunu da anlattım. Fakat o anki işimiz gemiyi nasıl ele geçireceğimizi düşünmekti. Bu konuda bana hak verdi ama gemide uğursuz bir komploya kalkışarak yaşamlarını kanun önünde tehlikeye atmış ve bu yüzden de eğer boyun eğerlerse İngiltere'ye veya İngiliz sömürgelerinden birisine varır varmaz darağacına gideceklerinin bilinci ve ümitsizliğiyle epeyce bilenmiş durumda yirmi altı kişinin daha bulunduğu, bizim gibi az sayıda kişinin herhangi bir saldırıya kalkışması söz konusu olmayacağı için yapabileceklerimiz konusunda aklına hiçbir şey gelmediğini söyledi.

Bir süre söylediği şeyler üstünde kafa yordum ve bunun son derece makul olduğunu, dolayısıyla gemideki adamları üstümüze çullanıp bizi yok etmelerine fırsat vermeden tuzağa düşürüp, şaşırtacak bir şeylere hızla karar verilmesi gerektiğini anladım. Bunun üzerine kısa bir süre içinde arkadaşlarının ve sandalın başına ne geldiğini merak edecek mürettebatın, mutlaka onları aramak için öbür sandalla kıyıya çıkacağı, belki tümüyle silahlı gelecekleri ve bize göre çok güçlü olacakları aklıma geldi: Bu kaptanın da aklındaydı.

Bunun üzerine ona, yapmamız gereken ilk işin sahilde yatan sandalı alıp götürememeleri için batırmak ve içinden her şeyi alarak işe yaramaz duruma getirmek olduğunu söyledim. Bu plana uygun biçimde sandala gidip güvertede bırakılmış silahlarla bulabildiğimiz her şeyi, bir şişe brendi, bir şişe rom, birkaç bisküvi, bir kese barut, bir parça branda bezinin içine sarılı büyük bir şeker topağını (şeker iki üç kilo kadardı) aldık; elimde hiç kalmamış brendi ve şekere pek sevinmiştim.

Bütün bunları kıyıya taşıdıktan sonra (sandalın kürekleri, sereni, yelkeni ve dümeni daha önce alınmıştı) bizimle başa çıkacak kadar güçlü bir biçimde gelirlerse yine de sandalı götüremesinler diye dibine büyük bir delik açtık.

Aslında gemiyi ele geçirebileceğimizi pek de aklım kesmiyordu; benim görüşüm, eğer sandalı alamadan giderlerse, onu onararak bizi Leeward Adaları'na kadar götürebilecek duruma getirmek ve yolda da bizim İspanyol dostlarımıza uğramaktı, çünkü aklım hep onlardaydı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top