XIX: İngiltere'ye Dönüş

XIX: İngiltere'ye Dönüş

Bütün bunlardan sonra ertesi gün onları bırakıp gemiye bindim. Hemen yelken açmaya hazırlandık, ama o gece demir almadık. Ertesi sabah erkenden beş adamdan ikisi yüzerek geminin yanına geldiler ve yürek parçalayıcı tavırlarla öteki üçünden yakınıp, öldürülmekten korktukları için kaptana oracıkta sallandıracak olsa bile kendilerini Tanrı aşkına gemiye almaları için yalvardılar. Bunun üzerine kaptan bensiz hiçbir gücü yokmuş gibi yaptı, ama biraz güçlük çıkarttıktan ve düzelecekleri konusunda ciddi sözler verdirdikten sonra gemiye alındılar ve bitkin düşene kadar ağır biçimde kırbaçlandılar; bundan sonra da son derece namuslu ve ağırbaşlı adamlara dönüştüler.

Bu olaydan bir süre sonra deniz yükselirken sandal, adamlara söz verilen şeylerle yüklenip karaya gönderildi; kaptanın benim ricam üstüne ilave ettirdiği sandıklarını ve giysilerini de alıp pek minnettar kaldılar. Ayrıca onları unutmayacağımı ve eğer elimden gelirse bir gemi yollayıp kendilerini aldıracağımı söyleyerek yüreklendirdim.

Adadan ayrılırken yanıma kendi yaptığım büyük keçi derisi başlığı, şemsiyemi ve papağanlarımdan birini hatıra niyetine aldım; ayrıca daha önce değindiğim, uzun süre hiçbir işe yaramadan bende kaldığı için paslanıp kararmış ve biraz silinip parlatılmadan gümüş oldukları asla anlaşılmayacak sikkelerle birlikte İspanyol gemisinin enkazında bulduğum paraları almayı da unutmamıştım.

Böylece geminin kayıtlarından öğrendiğime göre, 19 Aralık 1686 tarihinde, yani Sale'li Mağribîler'in elinden filikayla kaçtığım günle aynı tarihte, ikinci esaretten de kurtularak üstünde geçirdiğim yirmi sekiz yıl, iki ay ve on dokuz günden sonra adadan ayrılmıştım.

Uzun bir yolculuğun ardından bu gemiyle 11 Haziran 1687'de, otuz beş yıldır ayrı kaldığım İngiltere'ye vardım.

İngiltere'ye geldiğimde bütün dünyaya yabancıydım; daha önce hiç orada tanınmıyormuş gibiydim. Paramı emanet ettiğim hayırsever ve sadık vekilharcım sağdı, ama dünyanın en ağır talihsizliklerine uğramıştı: İkinci kocası da ölmüştü ve pek düşkün durumdaydı. Başına dert olmayacağım konusunda ona güvence vererek bana olan borcundan dolayı onu rahatlattım ve bana daha önce gösterdiği ilgi ve sadakate duyduğum minnetin göstergesi olarak ufak servetimin elverdiği ölçüde yükünü hafiflettim. Bu, onun için yapabileceğim en ufak şeydi, ama önceki iyiliklerini her zaman anımsamakla kalmayıp, yeri geldiğinde de değineceğim gibi, ona yardım eli uzatabilecek duruma geldiğimde onu unutmayacağıma dair güvence verdim.

Ardından Yorkshire'a gittim ama babam ölmüş, iki kız kardeşimle erkek kardeşlerimden birinin iki çocuğu dışında annem ve bütün ailem yok olmuştu; uzun zaman önce ölmüş sayıldığım için kimse bana bir şey bırakmamıştı. Uzun sözün kısası, beni rahatlatıp yaşamımı kolaylaştıracak hiçbir şey bulamadım orada, elimde avucumdaki az miktar para da kendime bir düzen kurmaya yeterli değildi.

Aslında hiç beklemediğim bir gönül borcum olmuştu: Hem kendisini hem de gemisiyle yükünü büyük mutluluk duyarak kurtardığım geminin kaptanı, mal sahiplerine, adamlarının hayatını ve gemiyi nasıl kurtardığıma ilişkin güzel bir öykü anlatınca, onlar da beni kendileri ve ilgili birkaç tüccarla tanışmaya davet etmişler ve hepsi birden bana bu konuda büyük iltifatlarda bulunup aşağı yukarı iki yüz sterlin tutarında bir armağan vermişlerdi.

Ancak yaşam koşullarım üstüne azıcık kafa yorup da dünyada kendime bir düzen kurmak adına ne kadar ufak bir yol kat ettiğimi düşününce Lizbon'a gitmeye ve Brezilya'daki çiftliğimle, birkaç yıl geçtikten sonra muhtemelen beni ölmüş sayan ortağıma ne olduğunu öğrenip öğrenemeyeceğime karar verdim.

Bu düşünceyle, bütün bu başıboş dolaşmalarım sırasında olanca dürüstlüğüyle bana eşlik eden ve her fırsatta ne kadar sadık bir hizmetkâr olduğunu gösteren adamım Cuma'yla Lizbon'a doğru yola çıkıp Nisan ayında oraya vardım. Lizbon'a ulaştığımda, birazcık araştırınca büyük bir memnuniyetle eski dostumun, beni Afrika kıyılarında denizden ilk alan kaptanın izini buldum. Artık yaşı iyice ilerlediğinden denize açılmayı bırakmış, gemisini de Brezilya'yla ticaret yapan, gençliği çoktan geride kalmış oğluna teslim etmişti. Yaşlı adam beni tanımadı, zaten ben de onu çok güç tanımıştım. Fakat kısa sürede onu belleğimde canlandırıp kim olduğumu söyleyerek onun da beni anımsamasını sağladım.

Aramızda eski tanışıklıktan kaynaklanan birtakım hararetli konuşmalardan sonra çiftliğim ve ortağımı soruşturduğumdan kuşkunuz olmasın. Yaşlı adam dokuz yıldır Brezilya'ya ayak basmadığını söyledi ama oradan gelirken ortağımın yaşadığına, fakat payımın vekili olarak belirlediğim kayyumların ikisinin de öldüğüne kalıbını basıyordu; bununla birlikte çiftliğimin oldukça iyi ilerlediğine inanıyordu, çünkü benim deniz kazasında boğulduğuma ilişkin genel kanaat üzerine kayyumlarım, çiftliğin hasadından bana ait olan kısmı hiçbir zaman gelip de hak iddia etmeyeceğim düşüncesiyle, üçte birini krala ve üçte ikisini de yoksullar yararına harcanmak ve yerlileri Katolik inancına döndürmek üzere Saint Augustine Manastırı'na vererek değerlendiren mültezime vermişlerdi, ama ben ya da mirasta hak iddia eden bir akrabam ortaya çıkarsa durum düzeltilecekti. Bir tek hayır işlerine dağıtılan kısım geri alınamazdı, ama kralın toprak kazançlarından sorumlu vekilharç ile manastırın tedarikçisi ya da vekilharcının işlerini özenli yaptıklarına ilişkin bana güvence verebilirdi. Bu da ortağımın her yıl sadakatle ürün hesabı verdiği ve onların da benim payımı, beklenebileceği gibi, kabul ettikleri anlamına geliyordu.

Ona ortağımın çiftliği ne kadar büyüttüğünü bilip bilmediğini, bunu araştırmama değip değmeyeceğini, oraya gitsem payımı geri almakta herhangi bir engelle karşılaşıp karşılaşmayacağımı sordum.

Çiftliğimin ne kadar büyüdüğünü kesin olarak bilemeyeceğini söyledi, ama anımsadığına göre payımdan krala giden ve yılda iki yüz Portekiz altınının üstünde tutan üçte birlik kısım, bilindiği kadarıyla başka bir manastır ya da dini kuruma bağışlanıyordu. Ortağım sağ olduğundan, bana tanıklık edeceğinden ve ayrıca adım ülkede kayıtlı olduğundan payımı almamda hiçbir sorun çıkmazmış. Ayrıca dediğine göre iki kayyumumun mirasçıları oldukça adil, dürüst ve çok varlıklı kimselermiş; onlardan mülkümün başına geçmemde yardım almakla kalmayıp, babalarının emanetindeyken ve yukarıda anlatıldığı gibi, vazgeçilmeden öncesine ait, yani anımsadığına göre çiftliğin on iki yıllık hasadından oluşan epeyce yüklü bir parayı da ellerinde bulundurduklarına inanıyormuş.

Bu hikâyeye azıcık ilgisiz kalıp rahatsızlığımı göstermekten çekinmedim ve vasiyetnamemi yaptığımda kendisinin, Portekizli kaptanı tek varisim olarak gösterdiğimi bilmesine karşın nasıl olup da alacaklarımın idaresinin kayyumlara geçtiği konusunda yaşlı kaptanı sorguya çektim.

Bana bunun doğru olduğunu söyledi, ama ortada öldüğüme dair hiçbir kanıt bulunmadığından vasiyeti uygulayamazmış, ayrıca o kadar uzaktaki bir işe müdahale etmek de istememiş; vasiyetimi kayıt altına aldırdığı ve hak sahibi olduğu doğruymuş, kendisine ölü ya da diri olduğuma dair bir açıklama getirilseymiş vekil sıfatıyla harekete geçer, Ingenio'nun (orada şeker rafinerisine böyle diyorlardı) mülkiyetini alıp o anda Brezilya'da bulunan oğluna bu işi yapmasını buyururmuş.

"Ama," dedi yaşlı adam, "Senin için ötekiler kadar kabul edilebilir olmasa da sana verecek bir haberim daha var: Herkes gibi senin kayıp olduğuna inanan ortağın ve kayyumlar, ilk altı ya da sekiz yılın kârını bana senin adına vermeyi önerdiler ve ben de kabul ettim. O sıralarda işlerin artışından, bir rafineri inşasından ve köle alımından dolayı büyük çaplı ödemeler söz konusu olduğu için, ileriki yıllardaki kadar yüksek bir rakama ulaşmadı. Bununla birlikte aldığım her şeyin ve bunu nasıl kullandığımın tam hesabını vereceğim sana."

Bu kadim dostla yaptığımız birkaç günlük görüşmenin sonunda bana çiftliğimin ilk altı yıllık hasadından, ortağım ve kayyumların imzasıyla tütün balyası, şeker sandıkları, ayrıca rom, pekmez gibi şeker işinin yan ürünlerinden oluşan, hep mal cinsinden yapılmış ödemelerin hesabını verdi ve bu hesaptan da gelirin her yıl kayda değer biçimde arttığını gördüm. Fakat yukarıda değinildiği gibi, başlangıçta ödemelerin çokluğundan dolayı tutar küçüktü: Bununla birlikte yaşlı adam bana, benim orada bulunduğum zamanlardan on bir yıl sonra Lizbon'a dönerken kaza geçirdiği için gemisiyle kaybolan altı sandık şeker ve on beş çift balya tütünün yanı sıra, dört yüz yetmiş Portekiz altını borçlu olduğunu gösterdi.

Sonra iyi yürekli adamcağız, uğradığı talihsizliklerden ve kayıplarını karşılayıp yeni bir gemide hisse satın almak için benim paramı kullanmaya mecbur kalışından yakınmaya başladı. "Buna karşılık, eski dostum," dedi, "Paraya ihtiyacın varken elin boş dönmeyeceksin; oğlum döner dönmez borcumu tümüyle ödeyeceğim."

Ardından eski püskü bir kese çıkartıp bana yüz altmış Portekiz altını verdi ve oğlunun Brezilya'ya gittiği, kendisinin dörtte bir hissesine, oğlunun da öteki dörtte birine ortak olduğu gemi adına bir belge düzenleyerek bunu da kalan borcunun güvencesi olarak elime tutuşturdu.

Adamcağızın dürüstlüğü ve inceliği karşısında öyle etkilendim ki yüreğim bunu kaldırmadı; benim için yaptıklarını, beni denizden alışını, bana her fırsatta cömert davranmasını ve özellikle de bana gösterdiği içten dostluğu anımsayarak, bana söyledikleri karşısında ağlamamak için kendimi güç tuttum. Bu kadar çok parayı bana vermesinin koşullarına uyup uymadığını ve onu dara düşürüp düşürmeyeceğini sordum. Bana bir şey diyemeyeceğini, ama biraz sıkıntıya girebileceğini söyledi; sonuçta para benimdi ve ondan daha çok ihtiyacım vardı.

İyi yürekli adamın söylediği her şey sevgi doluydu, o konuşurken gözyaşlarımı zor tutuyordum. Uzun sözün kısası, paradan yüz altın ayırıp kalanını ona verdim ve makbuz yazmak için kalem ve mürekkep getirttim. Ardından çiftliğime yeniden sahip olabilirsem aldığım kısmını da geri vereceğimi söyledim ki sonradan bunu yerine getirdim; oğlunun gemisindeki payının satış belgesine gelince bunu hiçbir koşulda almayacaktım, paraya ihtiyaç duyarsam onun bana borcunu ödeyecek kadar namuslu olduğunu anlamıştım ve paraya ihtiyaç duymaz da hakkım olduğuna beni inandırdığı çiftliğimi geri alabilirsem, ondan bir kuruş daha almayacaktım.

Bu konuyu kapatınca yaşlı adam bana çiftliğim üzerinde hak ileri sürebilmem için yol yöntem göstermeyi önerdi. Ona bu konuyla bizzat ilgilenmeyi düşündüğümü söyledim. Canım nasıl isterse öyle yapabileceğimi, ama vazgeçersem, haklarımı güvence altına alacak ve kâr payıma hemen kavuşmamı sağlayacak yollar olduğunu söyledi. Lizbon nehrinde Brezilya'ya yola çıkmak için hazır bekleyen gemiler vardı; sağ olduğumu ve söz konusu çiftliğin kurulduğu araziyi başlangıçta satın alanla aynı kişi olduğumu doğrulayan kendi yeminli ifadesiyle birlikte adımı kamu siciline kaydettirdi. Bunu noterden de onaylattırıp bir de vekâletname ekleterek, kendi yazdığı bir mektupla birlikte orada tanıdığı bir tüccara göndermemi istedi ve sonra da bir yanıt gelene kadar kendisiyle kalmamı önerdi.

Hiçbir şey bu vekâletle yapılabileceklerden daha saygın olamazdı; üstünden daha yedi ay geçmeden kayyumlarımın, yani kendileri adına denize açıldığım tüccarların varislerinden mektup ve belgelerin bulunduğu büyük bir paket aldım; ilkinde babalarının yaşlı Portekizli kaptanıma hesabını verip kapattıkları altı yıla ait cari hesap dökümü vardı; görünüşe göre bilançonun benim lehime olan kısmı bin yüz yetmiş dört Portekiz altınıydı.

İkinci olarak, devletin ölmüş saydığı kayıp kişilerin malları kapsamına soktuğu, haklarımın idaresine el koymadan önceki dört yılın daha hesap özeti vardı ve bunun sonucunda da, çiftliğin değeri o sırada artmış olduğu için üç bin iki yüz kırk altına ulaşmıştı.

Üçüncü olarak da, on dört yıldan fazla kâr paylarını alan Saint Augustine'in rahibinin hesabı vardı, ama hastanenin kullandığı kısmın hesabını verememekle birlikte, dürüstçe kendisinde dağıtılmayan sekiz yüz yetmiş iki Portekiz altını olduğunu beyan ederek bunu benim hesabıma elinde tutuyordu: Kralın kısmına gelince, oradan hiç hayır yoktu.

Ortağımın, sağ olduğum için beni içtenlikle kutlayan, kaç hektar olduğu, nasıl ekildiği, üstünde kaç kölenin çalıştığı gibi özel ayrıntılarla çiftliğin nasıl geliştiğini ve yılda ne ürettiğini anlatan, yirmi iki kez istavroz çıkartıp Kutsal Bakire'ye sağ olduğum için yığınla Ave Maria duası ettiğini söyleyen, gidip mülküme sahip çıkmaya hararetle davet eden, bu sırada da kendim gitmezsem hissemin kime ödeneceği konusunda talimatımı beklediğini belirten, kendisinin ve ailesinin yürekten dostluğuyla noktaladığı bir mektup da vardı. Bana armağan olarak, görünüşe göre Afrika'ya yolladığı ve belli ki benden daha şanslı bir yolculuk yapan bir gemiyle getirttiği yedi gerçek leopar postu göndermişti. Ayrıca beş sandık dolusu mükemmel şekerlemeyle, Portekiz altınından daha küçük boyutta yüz altın parçası yollamıştı. Aynı filoyla iki tüccar kayyumum da bin iki yüz sandık şeker, sekiz yüz balya tütün ve hesaptan kalanını da altın olarak göndermişlerdi.

Artık Eyüp'ün sonu başından bereketli oldu diyebilirim. Bütün servetimi önüme serilmiş görünce yüreğimdeki çarpıntıları anlatabilmem olanaksız, çünkü Brezilya gemileri filolar halinde geldiğinden mektuplarımı getiren aynı gemiler servetimi de getirmiş ve mektuplar elime geçmeden önce mallarım çoktan güvenli sulara girmişti. Basbayağı betim benzim attı, fenalaştım ve eğer yaşlı adam koşup biraz likör getirmeseydi, bu ani sevinç oracıkta canımı alacaktı. Sonrasında da rahatsızlığım birkaç saat kadar sürdü, bir doktor çağrılıp da hastalığımın gerçek nedeni anlaşılınca doktor benden biraz kan aldı; bundan sonra rahatlayıp iyileştim, ama alkolün getirdiği o rahatlama olmasaydı kesinlikle ölmüştüm.

Birdenbire beş bin sterlinin üstünde param olmuştu ve İngiltere'de toprak sahibi olmaktan hiç de farkı olmayan Brezilya'da, yılda bin sterlinden fazla getiren bir malikânenin sahibiydim; kısacası nasıl anlayacağımı, sefasını nasıl süreceğimi bilemediğim bir durumdaydım.

Yaptığım ilk iş gerçek hayırseverin, en sıkıntılı anımda bana elini uzatmış, başlangıçta iyilik etmiş ve son ana kadar da hep namuslu davranmış iyi yürekli, yaşlı kaptanımın iyiliğine karşılık vermek oldu. Bana gönderilenlerin tümünü ona gösterip, bütün bunları önce Tanrı'ya, sonra da kendisine borçlu olduğumu söyledim ve şimdi onu ödüllendirmenin boynumun borcu olduğunu, bunu yüz misliyle yerine getireceğimi anlattım: Böylelikle önce kendisinden aldığım yüz altını ona geri verdim; ardından bir noter çağırtarak bana olan dört yüz yetmiş altın tutarında borcundan onu tümüyle ve koşulsuz biçimde azat ettiğimi belirten bir belge hazırlattım. Bunun peşinden de kendisine çiftliğimin yıllık gelirinin tahsiline yetki veren bir vekâletname hazırlattım; ortağımı ona hesap vermekle ve hâsılatı benim adıma her zamanki filolarla ona göndermekle yükümlü tutup, son koşul olarak da yaşamı boyunca kendisine yüz altın verileceğini, o öldükten sonra da oğluna yaşam boyu yılda elli altın verilmesinin sürdürüleceğini bildiren bir madde eklettim; böylelikle yaşlı dostumu ödüllendirdim.

Artık bundan böyle nasıl bir yön tutacağımı ve Tanrı'nın avuçlarıma bırakıverdiği topraklarımla ilgili ne yapacağımı kararlaştırmak durumundaydım; sonuçta sahip olduğumun dışında hiçbir şey istemediğim ve istediğimin dışında da hiçbir şeye sahip olmadığım adadaki yaşantıma kıyasla, zihnimde çözmem gereken daha çok sorun vardı şimdi üstümde; işimi nasıl güvence altına alacağıma ilişkin büyük bir yük taşıyordum. Artık paramı saklayabileceğim bir mağaram ya da birileri bulana kadar küflenip lekelenerek durabileceği, kilitsiz ya da anahtarsız bir yerim yoktu; tam tersine onu nereye koyabileceğimi de kime güvenip emanet edebileceğimi de bilmiyordum. Eski koruyucum, yaşlı kaptan aslında namuslu bir adamdı ve sığınabileceğim tek kişi oydu.

Bundan sonra Brezilya'daki çıkarlarımın oraya gitmemi gerektirdiği anlaşılıyordu, ama buradaki işlerimi yoluna koymadan ve paramı güvenilir ellere bırakmadan nasıl gidebileceğimi kestiremiyordum. Önce dürüstlüğünden kuşku duymadığım ve bana hep adil davranmış eski dostum dul kadın geldi aklıma, ama artık o da yaşlanmıştı, yoksuldu ve bildiğim kadarıyla borçlu da olabilirdi. Kısacası İngiltere'ye kadar gitmekten ve paramı da beraberimde götürmekten başka çıkar yolum yoktu.

Ancak buna karar vermeden önce birkaç ay geçti ve bu yüzden, önceki velinimetim olan yaşlı kaptanı, onun da memnun kaldığı biçimde ödüllendirdikten sonra, kocasını ilk velinimetim saydığım ve kendisi de gücü yettiğince benim vekilim ve yardımcım olan yoksul dulu düşünmeye başladım. İlk işim, Londra'da bir tanıdığı olan Lizbonlu bir tüccar bulmak oldu; tüccara, dul kadını bulması, borçlarını ödemesi, benim hesabıma ona yüz sterlin vermesi ve eğer sağ kalırsam bu paranın gerisinin de geleceğini söylemesi için tanıdığına bir mektup yazdırdım. Aynı zamanda taşradaki kız kardeşlerimin her ikisine de yüzer sterlin gönderdim; yoksulluk çekmeseler de pek iyi koşullarda değildiler; birisi evlenip dul kalmıştı ve diğerinin de kendisine pek iyi davranmayan bir kocası vardı.

Ama tüm akrabalarım ya da tanıdıklarım içinde Brezilya'ya gidecek olursam servetimi emanet etmeye cesaret edebileceğim ve gözümün arkada kalmayacağı birisini henüz seçememiştim ve bu da zihnimi çok kurcalıyordu.

Brezilya uyruğuna geçtiğim için gidip orada yerleşmeyi artık kafama koymuştum, ama beni anlamsızca oyalayan, dinle ilişkili ufak tefek çekincelerim vardı. Bununla birlikte o anda beni oraya gitmekten alıkoyan din değildi; aralarında yaşarken dinsel görüşümü açık etmekten hiç çekinmemiştim ki şimdi de böyle bir düşüncem yoktu; yalnızca, arada bir, onların içinde yaşayıp ölmeyi düşünürken dini eskisine göre daha çok aklıma getirdiğimden, Katolik inancımı açık etmiş olmaktan pişmanlık duymaya ve bunun ölürken sahip olunacak en iyi din olmadığını düşünmeye başlamıştım.

Ama dediğim gibi, beni Brezilya'ya gitmekten alıkoyan temel neden bu değil, servetimi arkada bırakırken gerçekten de kime güveneceğimi bilmeyişimdi; böylece sonunda, eğer varabilirsem bana sadık kalacak bir tanıdığa rastlayabileceğim ya da birtakım akrabalar bulabileceğim İngiltere'ye dönmeye karar verdim ve bu doğrultuda tüm servetimi yanıma alıp İngiltere'ye gitmeye hazırlandım.

Eve gidiş hazırlıklarımı tamamlamak üzere, önce (Brezilya filosu yola çıkmak üzereydi) oradan elde ettiklerimin adil ve güvenilir biçimde hesabını veren kişilere uygun karşılıklar yazmaya karar verdim; ilk olarak Saint Augustine rahibine haksever davranışı için teşekkür dolu bir mektup yazdım ve pederin dualarını benden esirgememesini dileyerek, kullanılmamış sekiz yüz yetmiş iki Portekiz altınının beş yüzünün manastıra ve üç yüz yetmiş ikisinin de rahibin öngöreceği yoksullara verilmesini tembih ettim.

Bunun ardından iki kayyuma da, haklarımı böylesine hakseverlik ve dürüstlükle tanımaları nedeniyle bir teşekkür mektubu kaleme aldım, fakat onlara layık bir şey bulamadığımdan armağan göndermedim.

Son olarak da ortağıma, çiftliği büyütmek için gösterdiği çabaları ve iş hacmini artırmak için sergilediği dürüstlüğü takdir eden bir mektup yazıp, eski koruyucuma verdiğim yetkiye uygun biçimde bundan sonraki yıllara ait payımı nasıl yöneteceğini, benim payıma düşen her şeyi benden gelecek ikinci bir talimata kadar ona göndermesini bildirerek yalnızca gelmekle kalmayıp, yaşamımın geri kalan kısmını da orada geçirme niyetinde olduğumu belirttim. Yanına da karısı ve iki kızı için kaptanın oğlunun elinde bulunduğunu bildirdiği İtalyan ipeklileriyle, Lizbon'da bulabildiğimin en iyisi olan iki parça İngiliz yünlüsü ve beş parça siyah çuhayla, biraz iyi cins Felemenk danteli ekledim.

İşlerimi yoluna koyup, mallarımı sattıktan ve bütün servetimi her yerde geçerli tahvillere çevirdikten sonra, önümdeki tek güçlük İngiltere'ye hangi yolla gideceğimdi: Denize yeterince alışkın olmama karşın yine de İngiltere'ye deniz yoluyla gitmeye karşı tuhaf bir isteksizliğim vardı; bunun için hiçbir neden ileri süremesem de üzerimdeki baskısı giderek artıyordu; gitmek için eşyalarımı yükletsem bile fikrimi değiştirip duruyordum, üstelik bunu iki-üç kez yaşadım.

Denizdeki şanssızlığım gerçekti ve nedenlerden birisi bu olabilirdi, ama hiç kimsenin bu gibi durumlarda kendi dürtülerini yabana atmaması gerek: Gitmek için seçtiğim, yani ötekilerin içinden özellikle seçtiğim, birisine eşyalarımı yerleştirdiğim ve ötekinin de kaptanıyla anlaştığım gemilerden ikisi de felakete uğradı. Birini Cezayirliler ele geçirdi, diğeri de yoldayken Torbay yakınlarında Start'ta battı ve üç kişi dışında herkes boğuldu; bu iki geminin hangisine binsem mahvolacaktım yani.

Düşüncelerimden böylesine bezmiş durumdayken her şeyimi anlattığım yaşlı kılavuzum beni içtenlikle denizden değil, karayoluyla Groyne'a gitmeye ve Biscay Körfezi'nden de Paris'e ve dolayısıyla da Calais ve Dover'a karayoluyla gitmemin hem kolay, hem de güvenli olacağı Rochell'e geçmeye; ya da Madrid'e gidip oradan da kara yoluyla Fransa'ya kadar taban tepmeye zorluyordu.

Uzun sözün kısası, Calais'den Dover'a geçiş kısmı haricinde denizden gitmeye karşı öylesine önyargılıydım ki, bütün yolu karadan gitmeye karar verdim; bu konuda acelem olmadığı, masrafını da düşünmediğim için en keyifli biçimde gidecektim; yaşlı kaptanım da bunu keyifli kılmak için Lizbon'daki bir tüccarın oğlu olan ve benimle yolculuk etmeye istekli bir İngiliz beyefendisi bulmuştu. Yalnızca Paris'e kadar gidecek iki genç Portekizli beyefendiyle, iki İngiliz tüccar daha bulduk; böylece altı kişi ve beş hizmetkârla on bir kişi olduk. İki tüccarla iki Portekizli masraftan kısmak için birer hizmetkârı ikişer kişi ortaklaşa kullanmaya razı olmuşlardı; bana gelince, yolda bir hizmetkârın yerini tutamayacak kadar ortama yabancı olan adamım Cuma'nın yanı sıra, benimle yolculuk etsin diye bir İngiliz denizcisini tutmuştum.

Böylece Lizbon'dan ayrıldım; aralarındaki en yaşlı kişi olduğum kadar, iki hizmetkârımın bulunması ve elbette bütün yolculuğun temel nedeni olmam nedeniyle kaptan diye çağrıldığım topluluğumuz oldukça iyi atlara ve silahlara sahipti. Canınızı denizde geçen günlerimin anılarının hiçbiriyle sıkmadığım için şimdi karada geçen günlerimizin anılarıyla da sıkmayacağım, ama bu yorucu ve zorlu yolculuk sırasında başımızdan geçen bazı maceraları da anlatmadan yapamayacağım.

Hepimiz İspanya'nın yabancısı olduğumuzdan Madrid'e vardığımızda İspanya sarayını ve görmeye değer yerleri gezmeye niyetliydik ama yaz sonu olduğundan acele ettik ve Madrid'den ekim ortalarında ayrıldık. Fakat Navarre'ye yaklaştığımızda yol üstündeki birkaç kasabada dağların Fransa tarafındaki kısımlarına çok fazla kar yağdığı, pek çok yolcunun epeyce tehlikeli girişimlerden sonra Pampeluna'ya geri döndüğü haberleriyle uyarıldık.

Pampeluna'ya vardığımızda bunun doğru olduğunu kendi gözlerimizle gördük; üstüme pek az giysi giydiğim sıcak iklime alıştığımdan soğuk katlanılmaz gelmişti bana; üstelik havanın aşırı sıcak olduğu Eski Kastilya'dan geleli daha on gün geçmeden bununla karşılaşmak ve Pirene Dağları'ndan esen dayanılması güç, insanın el ve ayak parmaklarını hissizleştirip donduran, epeyce keskin rüzgârı hissetmek, epey acı vericiydi.

Zavallı Cuma tümüyle karlarla kaplı dağları görüp ömrü boyunca hiç yaşamadığı kadar soğuk havayı iliklerinde hissettiğinde gerçekten çok korkmuştu. Üstüne tüy dikercesine, biz Pampeluna'ya vardığımızda kar deli gibi ve aralıksız yağmayı sürdürdü. Yerliler de kışın zamansız bastırdığını söylüyordu, zaten geçilmesi güç olan yollar geçit vermez olmuştu, çünkü kar bazı yerlerde yürüyemeyeceğimiz kadar kalınlaşmıştı ve bazı kuzey ülkelerindeki gibi donup sertleşmediğinden, attığımız her adımda diri diri gömülme tehlikesini göze almadan yürümemiz olanaksızdı. Pampeluna'da en az yirmi gün geçirdik; Kışın bastırdığını, hem de Avrupa'nın en sert kışlarından biri olduğunu, ilerleyen günlerde koşulların düzeleceğine dair hiçbir belirti bulunmadığını gördüğümden Fonterabia'ya gitmeyi ve oradan da fazla uzun sürmeyecek Bordeaux yolculuğu için gemiye binmeyi önerdim.

Biz bunu düşünürken, bizim İspanya tarafında kalışımız gibi onlar da dağların Fransa tarafındaki geçitlerinde mahsur kalınca bir rehber bulan dört Fransız, bizim oraya geldi; dediklerine göre bu rehber onları Languedoc'un yakınlarından ülkeyi çaprazlamasına geçirmiş, kar onları ve atlarını taşıyacak kadar donduğu için fazla güçlük çekmeden onları dağların üzerinden aşırmış.

Bu rehberi çağırttık, adam bize kendimizi vahşi hayvanlara karşı korumak için yeterince silahlanırsak bizi kardan kaynaklanacak hiçbir tehlikeye uğratmadan aynı yoldan götürmeyi üstleneceğini anlattı, çünkü dediğine göre bu büyük kar yağışlarında yerler karla kaplandığından yiyecek bir şey bulamayıp aç kalan kurtların gözü dönmüş biçimde dağların eteklerine inmeleri sık rastlanan bir durummuş. Ona dağlarda, özellikle de Fransa tarafında bizim için en büyük tehlike sayılacak iki ayaklı kurtlardan bizi koruduğu takdirde dört ayaklılara karşı yeterince hazırlıklı olduğumuzu söyledik.

Gideceğimiz yolda bu türden hiçbir tehlike olmadığını söyleyerek içimizi rahatlattı; böylece oracıkta, dediğim gibi daha önce gitmeye kalkışıp da geri dönmek zorunda kalan kimisi Fransız, kimisi İspanyol on iki beyefendi ve hizmetkârlarıyla birlikte biz de onu izlemeye karar verdik.

Rehberimizle 15 Kasım'da Pampeluna'dan yola çıktık ve ileriye doğru gideceğimize bizi Madrid'den gelmiş olduğumuz yolda yirmi mil kadar geriye yürütünce doğrusu şaşırdım; iki ırmak geçip de düzlük bir yere gelince kendimizi yeniden çevrenin güzel ve karsız olduğu sıcak iklimde bulduk, ama buradan sola dönüp birden dağların başka bir kısmına yaklaştı. Tepelerle dik uçurumlar korkunç görünüyordu gerçekten, ama birçok kez dönüp kıvrılarak, bizi karla pek uğraştırmadan dağların doruklarından aşırdığı pek çok dolambaçlı yollardan götürdü. Birdenbire epeyce uzaktan olsa da – gerçi daha epey zorlu bir yolumuz da vardı– Languedoc ve Gaskonya'nın yemyeşil, zengin, güzel ve bereketli ovalarını gösterdi.

Ancak tam bir gün ve bir gece boyu aralıksız kar yağıp da yolumuza devam edemeyince canımız sıkıldı. Fakat rehberimiz rahat olmamızı salık verdi; pek yakında hepsini geride bırakacaktık: Gerçekten de kendimizi gün geçtikçe alçalır ve öncekine göre daha da kuzeye varırken bulduk; böylece kendimizi rehberimize teslim edip yola devam ettik.

Rehberimiz bizden biraz ileride, görüş alanımızın dışındayken, sık bir ormana bitişik kuytu bir yoldan peşlerinde bir ayıyla üç canavar kurt fırladığında gecenin bastırmasına iki saat kadar zaman vardı; kurtların ikisi rehberimize saldırmış ve epeyce önümüzde olsa biz yardım edemeden midelerini boylaması işten bile değilmiş. Birisi atına yapışmış ve ötekisi de adama öyle bir şiddetle saldırmış ki tabancasını çekmeye zaman bulamadığından, ya da o anda akıl edemediğinden avazı çıktığı kadar bize seslenip haykırmış. Yanımda ilerleyen adamım Cuma'ya atını mahmuzlayıp ne olduğuna bakmasını buyurdum. Cuma adamı uzaktan görür görmez en az onun kadar yüksek sesle haykırdı "Efendi! Efendi!" Bir yandan da cesurca atını zavallı adama sürdü ve saldıran kurdu tabancasıyla kafasından vurdu.

Zavallı adamın şansına onu kurtaran adamım Cuma'ydı; kendi yurdunda bu tür hayvanlara alışkın olduğundan hiç korkmamış ve yanına kadar gidip onu vurmuştu; oysa içimizden herhangi birisi uzaktan ateş etmiş olsaydı ya kurdu ıskalardı ya da adamı vururdu.

Benden daha yürekli olan bir adamı bile korkutmaya yeterdi bu kadarı; gerçekten de Cuma'nın tabancasının sesiyle birlikte her iki taraftan da korkunç kurt ulumaları duyunca hepimiz korkuya kapıldık; dağlarda yankılanıp iki katına çıkan sesle birlikte, bize orada kocaman bir kurt sürüsü varmış gibi geldi, gerçekte sayıları çok olmadığından belki de endişelenmemize neden yoktu. Bununla birlikte Cuma kurdu öldürünce, ata yapışmış olan diğeri atı bırakıp tabanları yağladı; doğruca atın başına saldırdığı için dişlerinin arasında gemin düğümleri kalmış, ata bir zarar verememişti. Ama en çok adam yaralanmıştı, çünkü kudurmuş yaratık onu iki kez, biri kolundan diğeri de dizinin biraz üstünden ısırmıştı ve kendisini iyi kötü savunmasına karşın Cuma gelip kurdu vurduğu sırada atını sakinleştireyim derken yere yuvarlanmıştı.

Cuma'nın tabancasının sesiyle hepimizin hızlanıp, ne olduğuna bakmak için epeyce engebeli bir yolun izin verdiği ölçüde oraya seğirttiğimizi kolayca kestirmişsinizdir. Daha önce görüşümüzü engelleyen ağaçların arasından sıyrılır sıyrılmaz bütün olup biteni ve o anda ne tür bir yaratık öldürdüğünü seçemesek de Cuma'nın zavallı rehberi nasıl kurtardığını açıkça gördük.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top