XIII: Bir İspanyol Gemisi Enkazı

XII: Bir İspanyol Gemisi Enkazı

Bu adadaki yaşantımın artık yirmi üçüncü yılındaydım, hem buraya hem de buradaki yaşam tarzıma öyle alışmıştım ki şu vahşiler gelip rahatımı kaçırmasalardı yaşamımın geri kalan kısmını, mağaradaki yaşlı teke gibi yere uzanıp ölümü bekleyeceğim son anıma dek burada geçireceğim fikrine kendimi teslim edebilirdim. Ayrıca kendime, zamanımı önceki yıllara göre daha hoş biçimde geçirebildiğim oyalanma ve eğlenme yolları da bulmuştum; öncelikle sözünü ettiğim gibi, papağanım Poll'e konuşmayı öğretmiştim ve o da bunu öyle alışkın biçimde yapıyor, öyle düzgün ve açık seçik konuşuyordu ki bana büyük eğlence çıkıyordu; en az yirmi altı yıl boyunca benimle yaşadı. Benden sonra daha ne kadar yaşadığını bilmiyorum ama Brezilya'da bu hayvanların yüz yıl yaşadıklarına dair bir inanış olduğunu duymuştum. Köpeğim orada geçirdiğim zamanın en azından on altı yılında benim için sadık ve iyi bir dost oldu ama sonra yaşlanıp öldü. Kedilerime gelince, daha önce anlattığım gibi çoğaldılar ve öyle bir sayıya ulaştılar ki beni ve sahip olduğum her şeyi yiyip yutmasınlar diye başlangıçta birkaçını vurmak zorunda kaldım; sonunda beraberimde getirdiğim ilk iki kedi ölünce ve onları aç bırakıp her fırsatta yanımdan uzaklaştırmayı sürdürünce evcil tuttuğum iki üç yavru ve gözde kedim dışında hepsi vahşileşip ormana kaçtılar; evdekiler ailemin bir parçası oldu; üredikleri zaman da yavruları boğuyordum. Kedilerin yanı sıra evde her zaman elimden beslenmeye alıştırdığım iki üç evcil oğlak bulunduruyordum. Gayet iyi konuşan ve "Robinson Crusoe" diyebilen iki papağanım daha vardı, ama hiçbiri ilkinin yerini tutamadığı gibi hiçbirine de ona verdiğim emeği harcamakla sıkıntıya sokmadım kendimi. Türlerini bilmediğim, kıyıda yakalayıp kanatlarını kestiğim birkaç deniz kuşum da vardı; kale duvarımın önüne diktiğim küçük kazıklar da şimdi büyüyüp sık bir koruluk oluşturmuşlardı ve bu kuşlar da hep bu alçak ağaçları tercih ediyor, burada ürüyorlardı ki bu da pek hoşuma gidiyordu. Vahşilerin korkusundan kendimi koruyabilmiş olsaydım, yukarıda da dediğim gibi, bu şekilde son derece dingin bir yaşam sürdürmeye başlamıştım.

Ama olaylar başka türlü gelişti ve öykümü okuyacaklar bundan şu adil sonucu çıkartırlarsa hiç de yanlış hata etmiş sayılmazlar: Yaşamımızın akışı içinde hep kötülükten kaçınmaya çalışıyoruz, ama bir kez pençesine düştük mü bize en büyük dehşeti yaşatıyor ve içine düştüğümüz beladan bizi çıkaracak tek araç ya da kurtuluş kapımız da yine kendisi oluyor. Anlatılması uzun sürecek yaşamımın içinden bunun pek çok örneğini verebilirdim, ama hiçbiri de, bu adadaki son inziva yıllarımın koşullarındaki kadar belirgin olamazdı.

Yukarıda dediğim gibi artık yirmi üçüncü yılımdaydım ve aralık ayıydı ve güney gündönümündeydim (buna kış diyemem) ve hasat zamanıydı. Sıklıkla dışarıda, tarlalarda bulunmam gerekiyordu. Bir sabah daha gün ışımadan dışarıya çıktığımda, yaklaşık iki mil ötemde, daha önce birtakım vahşilerin çıktığını saptadığım tarafa doğru bir ateşin ışığını görüp şaşırdım, ama bu kez adanın öbür tarafında değil de benim yaşadığım kısmındaydı ve beni epeyce endişelendirmişti.

Doğrusunu isterseniz bu görüntü karşısında müthiş şaşırıp beklenmedik bir şeye uğrama kaygısıyla dışarıya çıkmayı göze alamadan, koruluğumun içinde kalakaldım. Yine de bunların adada başıboş dolaşan vahşiler olduğuna ve biçilmiş ya da biçilmemiş tahılımı veya yaptığım işlerle öteki buluşlarımı görürlerse burada insanların yaşadığı kanısına kapılacaklarına ve beni buluncaya kadar da rahat etmeyeceklerine ilişkin endişelerim yüzünden huzurum kaçtı. O heyecanla doğruca kaleme geri döndüm, merdiveni arkamdan yukarı çektim, her şeyi elimden geldiğince vahşi ve doğal görünecek hale getirdim.

Ardından da savunma durumuna geçerek kendimi hazırladım. Benim adlandırmamla toplarımın hepsini –yani yeni kale duvarıma yuvalanmış durumdaki misket tüfeklerimi– ve bütün tabancalarımı doldurup son nefesime kadar kendimi savunmayı kafama koydum; ciddi bir ifadeyle kendimi Tanrı'nın korumasına bırakıp, beni barbarların eline düşmekten kurtarması için içtenlikle yakarmayı da ihmal etmedim. Yaklaşık iki saat kadar bu durumda kaldım; dışarı yollayacak casuslarım olmadığından olup bitenleri öğrenmek için sabırsızlanmaya başlamıştım. Bir süre daha oturduktan ve böyle bir durumda ne yapacağıma ilişkin düşüncelere daldıktan sonra hiçbir şeyden haberim olmadan beklemeye daha fazla dayanamadım. Merdivenimi tepenin yanından daha önce anlattığım düzlük yere uzattım, sonra ardımdan çekip yeniden yerleştirerek tepenin üstüne tırmandım ve bu amaçla yanıma aldığım perspektif camını çıkartıp yüzükoyun yere uzanarak orayı gözetlemeye başladım. Halihazırda dokuz kadar çıplak vahşiyi, hava aşırı ölçüde sıcak olduğundan elbette ısınma ihtiyacıyla değil de, tahminimce yanlarında getirdikleri sağ mı ölü mü olduğunu söyleyemeyeceğim insanın etiyle kendilerine çekecekleri ziyafetin yemeğini hazırlamak için yaktıkları küçük ateşin çevresinde otururken gördüm.

Kumsala çektikleri iki kanoları vardı ve o sırada sular çekildiğinden bana, gitmek için suyun yükselmesini bekliyor gibi geldiler. Bu görüntünün, özellikle de adanın benim yaşadığım tarafına, bu kadar yakınıma geldiklerini görmemin beni nasıl altüst ettiğini tahmin bile edemezsiniz, ama buraya gelişlerinin denizin çekilmesine bağlı olduğunu düşününce, eğer daha önce kıyıya çıkmamışlarsa deniz yükseldiği zamanlarda güvenle dışarı çıkabileceğim düşüncesiyle yatıştım. Bu saptamanın ardından hasadımı kaldırmak için dışarı daha bir soğukkanlılıkla çıktım.

Tahminim doğru çıktı, çünkü batıda deniz yükselir yükselmez hepsinin sandallara binip kürek çekerek uzaklaştıklarını gördüm. Onları gitmelerinden önce dans ederlerken bir saatten fazla izlemiş olmalıydım; perspektif camım sayesinde duruşlarını ve davranışlarını kolayca seçebiliyordum, ama tümüyle çıplaktılar ve üstlerinde tek bir giysi bile yoktu. Kadın mı erkek mi olduklarını da ayırt edememiştim.

Sandallara binip gittiklerini görür görmez iki tüfeğimi omuzlayıp iki tabancamı kuşağıma soktum ve kınsız büyük kılıcımı da yan tarafıma asarak olanca hızımla hepsini ilk gördüğüm tepeye yollandım ve iki saat sonra (insan benim gibi silahlı olunca hızlı gidemiyor) oraya varır varmaz, üç kano dolusu vahşinin daha orada olduğunu anladım; uzağa baktığımda tümünün anakaraya doğru denizde yol aldıklarını gördüm.

Kıyıya doğru inerken, özellikle de iğrenç işlerinin ardında kalan dehşet işaretlerini görmek bende korkunç bir etki yarattı; yani kan, kemikler ve bu sefiller tarafından eğlence içinde ve zevkle yenilip yutulmuş insan bedenlerinden artakalan et. Bu görüntü karşısında öyle öfkelenmiştim ki kim ya da kaç kişi olursa olsunlar bir daha oraya ayak basacak herkesi yok etmeyi tasarlamaya başlamıştım.

Bu adaya yaptıkları ziyaretler o kadar da sık değilmiş gibi gözüktü bana, çünkü yeniden kıyıya çıkmalarından önce on beş aydan fazla zaman geçmişti; yani bütün bu süre içinde ne onları, ne ayak izlerini, ne de herhangi bir işaretlerini görmüştüm; demek ki yağmur mevsimi başlayınca denize açılmıyorlar, en azından bu kadar uzağa gelmiyorlardı. Yine de geçen bütün bu zaman içinde ansızın baskına uğrama endişem nedeniyle huzursuz yaşamıştım; o zamandan beri kötülüğü beklemenin, kötülük yüzünden acı çekmekten daha ağır olduğunu gözlemledim; özellikle de bu beklentiyi ya da bu endişeleri silkip atabilecek yeriniz kalmamışken.

Bütün bu zaman zarfında bir katletme eğilimi içindeydim ve daha faydalı işlerle geçirmem gereken saatlerimin çoğunu onları ilk gördüğümde, özellikle de son gelişlerindeki gibi ikiye ayrılmaları durumunda nasıl tuzağa düşürüp saldıracağımı kurarak harcadım; bir bölümünü –diyelim ki on ya da bir düzinesini– öldürürsem ertesi gün, ertesi hafta ya da bir sonraki ay bir kısmını, derken bir kısmını daha, hatta sonsuza dek, kendim de sonunda bu insan yiyicilerden daha büyük bir katile dönüşünceye kadar öldürmem gerektiğini ise pek aklıma getirmedim.

Günlerimi artık, bugün olmazsa yarın bu acımasız yaratıkların eline düşeceğim beklentisiyle, büyük bir kafa bulanıklığı ve zihinsel bunalım içinde geçiriyordum ve ne zaman dışarıya çıksam akla gelebilecek en büyük özen ve dikkatle çevremi kolaçan etmeden duramıyordum. Vahşilerin dikkatini çekmeyeyim diye, adanın özellikle de gelmeyi alışkanlık edindikleri kısmında hiçbir koşulda tüfeğimi ateşlemediğim o günlerde, kendime bir keçi sürüsü evcilleştirmeyi akıl etmemin ne büyük bir mutluluk olduğunu anlamıştım. Şimdilik elimden kurtulmuş olsalar da birkaç gün içinde muhtemelen iki-üç yüz kanoyla yeniden geleceklerinden ve o zaman da başıma neler geleceğinden emindim.

Bununla birlikte hiçbir vahşiye rastlamadan tam bir yıl üç ay geçirdim ve sonra da birazdan anlatacağım üzere onları yeniden buldum. Belki bir iki kez daha gelmişlerdi, ama ya kalmamışlar ya da en azından ben onları görmemişimdir. Fakat hesaplayabildiğim kadarıyla mayıs ayında, benim adadaki yirmi dördüncü yılımda onlarla –yeri gelince anlatacağım– epeyce garip bir karşılaşmamız oldu.

Bu on beş ya da on altı aylık ara boyunca zihnimdeki kaygılar son derece büyüktü; huzursuz uyuyor, korkunç düşler görüyor ve sık sık gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyordum. Gündüzleri zihnimi büyük sıkıntılar kaplıyor ve gece de sıklıkla vahşileri öldürüşüme, bunu haklı gösterecek nedenlere ilişkin düşler görüyordum. Fakat bütün bunları şimdilik bir tarafa bırakalım. Zavallı tahtadan takvimimin hesabına göre, hâlâ kazığın üstünü işaretliyordum, sanırım mayısın on altısında epeyce bir şimşek ve gök gürültüsü eşliğinde bütün gün epeyce şiddetli bir fırtına koptu, bunu da son derece berbat bir gece izledi. Hangi nedenle bilmiyorum ama İncil okuyordum, bir yandan da durumuma ilişkin epeyce ciddi düşüncelere dalmıştım ki denizden atıldığını düşündüğüm bir top sesiyle irkildim.

Kesinlikle daha önce yaşadıklarımdan tümüyle farklı bir şaşkınlıktı bu, çünkü bende bıraktığı izlenimler de tümüyle farklıydı. Gözünüzde canlandırabileceğiniz en telaşlı biçimde doğruldum, kaşla göz arasında merdivenimi kayanın ortasına dayayıp sonra da arkamdan çektim ve ikinci kez yerleştirerek beni sonraki top atışını duymaya koşullandıran bir ışık çaktığı anda tepenin üstüne varmıştım; aynen beklediğim gibi yarım dakika sonra sesi duydum ve sesin yönünden bunun sandalımla akıntıya kapıldığım yerden geldiğini anladım.

Hemen o anda bunun tehlike altında bir gemi olması gerektiği, yakınlarında bir kılavuz ya da eşlikçi bir başka gemi bulunduğu, acil durum ya da yardım çağrısı olarak da ateş edildiği sonucuna vardım. O dakikada ben onlara yardım edemesem de onların bana yardım edebileceğini düşünerek, elimin altındaki bütün kuru odunları bir araya topladım ve tepenin üstünde bunlardan büyük bir yığın yapıp ateşe verdim. Odunlar kuru olduğundan hemen ateş aldılar, fırtınanın şiddetine karşın yanmayı da sürdürdüler; eğer orada gemiye benzer bir şey varsa ateşi göreceklerinden emindim. Kuşku yok ki görmüşlerdi, çünkü benim ateşimin alevleri yükselir yükselmez bir top sesi daha duydum, derken birkaç tane daha; hepsi de aynı yönden geliyordu. Ateşi gece boyunca, gün ağarıncaya dek besledim; gün ışıyıp hava açıldığında adanın tam doğusunda denizin içinde epey uzakta bir şey gördüm; bu bir yelken miydi yoksa tekne mi kestiremedim; perspektif camıyla bile göremedim, çünkü uzaklık çok fazla ve hava da hâlâ biraz sisliydi; en azından bu şey denizin epey açığındaydı.

Bütün gün boyunca sık sık onu gözetledim ve bir süre sonra kımıldamadığını fark ettim; bu yüzden bunun demir atmış bir gemi olduğu kanısına vardım ve emin olunuz ki sırf merakımı gidermek için tüfeğimi elime alıp adanın güney kısmına, daha önce akıntının beni sürüklediği yerdeki kayalıklara doğru koştum. Oraya vardığımda hava iyice açmıştı ve üzülerek, sandalla giderken farkına vardığım o gizli kayaların üstünde geceleyin batmış bir geminin enkazını gördüm; o kayalar ki akıntının şiddetini durdurup bir karşı akıntı ya da anafor oluşturdukları için benim bütün yaşamım boyunca içine düştüğüm en umutsuz, en berbat durumdan kurtuluşumu sağlamışlardı. Böylece birinin kurtuluşuna yol açan bir şey, bir başkasının felaketi anlamına gelebiliyor, çünkü artık her kim idiyseler bu adamların, tümüyle suyun altında kaldıkları için bu kayaların farkına varamadıkları ve rüzgârın doğu-kuzeydoğu yönünde esmesiyle geceleyin bunların üstüne sürüklendikleri anlaşılıyordu. Adayı görmüş olsalar –ki hiç sanmıyordum– sandallarının yardımıyla canlarını kurtarmaya kalkışmaları gerekirdi, ama yardım istemek için, özellikle de, tahmin ettiğim gibi benim ateşi gördüklerinde top atmaları beni bir yığın düşünceye boğmuştu. Öncelikle, ışığımı görmeleri üzerine sandala binmiş ve kıyıya ulaşmaya çalışmış, ama denizdeki hayli yüksek dalgalar yüzünden batmış olabileceklerini düşündüm. Bazen de sandallarını daha önce kaybetmiş olabileceklerini düşünüyordum ki çoğunlukla böyle olurdu; özellikle de dalgalar geminin üzerinden aşıyorsa bu durum adamları sandalda delik açmak ya da parçalamak ve bazen de sandalı kendi elleriyle güverteden fırlatmak zorunda bırakırdı. Bazen yakınlarında başka bir gemi ya da gemilerin bulunduğunu, yardım çağrısı üzerine tümünü yanlarına alıp götürdüklerini düşünüyordum. Bazen de hepsinin sandala binip denize açıldıklarını, daha önce benim de kapıldığım akıntıyla ölümden başka bir anlamı bulunmayan okyanusa sürüklendiklerini ve belki de o anda açlıktan ölme ve birbirlerini yeme noktasına geldiklerini kuruyordum.

Bütün bunlar varsayımdan öte geçmediğinden, içinde bulunduğum koşullarda zavallı adamların felaketlerini düşünüp onlara acımaktan başkası gelmezdi elimden; bu da üzerimde olumlu bir etki yaratmıştı, beni bu ücra yerde bu kadar rahat ettirdiğinden ve dünyanın bu tarafında batıp giden her iki geminin mürettebatından bir tek benim yaşamımı kurtardığından, Tanrı'ya şükretmek için daha çok neden bulmuş oluyordum. Burada yeniden, Tanrı'nın bizim için takdir ettiği böylesi kötü koşullara ve bu kadar büyük bir felakete sık rastlanmadığına, ama bizim de daha kötü durumdakilere bakarak şükran duyabileceğimiz bir şeyler bulabileceğimiz dersini çıkarttım.

İçlerinden herhangi birinin kurtulmuş olabileceğini sanmadığım bu adamların durumu da kuşkusuz böyleydi; eşlikçi bir başka gemi tarafından alınmış olmaları olasılığı dışında hiçbir şey, hepsinin orada yitip gitmediklerini dilemeyi ya da ummayı akla yatkın kılamazdı ki bu da aslında çok düşük bir olasılıktı, çünkü böyle bir şeye dair ne ufacık bir işarete ne de bir görüntüye denk gelmiştim.

Bu manzara karşısında yüreğimde ne acayip bir özlem duyduğumu anlatmama hiçbir sözcüğün gücü yetmez; bazen içimden şöyle sözler kopuyordu: "Ah, keşke bu gemiden bir iki kişi, yok bir kişi de yeter, kurtulup bana gelseydi de benim de konuşup söyleşebileceğim bir yoldaşım, bir türdeşim olsaydı!" Yapayalnız geçirdiğim bütün bu zaman içinde türdeşlerime karşı bu kadar içten, bu kadar güçlü bir arzu ya da yokluklarına ilişkin bu kadar derin bir üzüntü duyduğum hiç olmamıştı.

Görünürdeki bir nesneye ya da görünmese bile hayal gücünün etkisiyle zihinde canlanan bir nesneye yöneldiğinde, duyguları harekete geçiren birtakım gizli kaynaklar var ki, tez canlılığıyla ruhu o nesneyi kucaklamak için son derece şiddetli, hevesli biçimde taşkınlığa sürükleyip o nesnenin yokluğunu dayanılmaz kılıyor.

Benim, hiç olmazsa bir tek adam kurtulsaydı dediğim içten dileğim de böyleydi işte. "Ah, keşke birisi bari kurtulsaydı!" sözcüklerini binlerce kez yineledim sanırım; duygularım öyle coşmuştu ki bu sözcükleri söylediğimde ellerimi kenetliyor, parmaklarımı avuçlarıma bastırıyor ve sanki elimde yumuşak bir şey tutsam bunu istemeden un ufak edecekmişim gibi hissediyordum; dişlerimi öyle bir sıkıyordum ki bazen onları yeniden ayıramıyordum.

Bırakalım da bunların ne türden şeyler olduğunu ve nedenlerini doğabilimciler açıklasın. Benim tek yapabileceğim, ne zamandan beri içimde taşıdığımı bilmesem de farkına vardığımda beni bile şaşırtan olguyu betimlemek; kuşkusuz ki Hıristiyan türdeşlerimden birisiyle sohbet edebilmenin beni ne kadar rahatlatacağını anladığımda zihnimde oluşan coşkulu dileklerle güçlü fikirlerin etkisiydi bu.

Ama bu gerçekleşmedi; benim ya da onların kaderi, belki de her ikisi birden buna engel oldu, çünkü adadaki son yılıma kadar o gemiden herhangi birinin sağ çıkıp çıkmadığını öğrenemedim ve geminin batışından birkaç gün geçtikten sonra adanın ucundaki kumsala boğulmuş bir delikanlının cesedinin vurduğunu görerek kederlenmek dışında bir şey geçmedi elime. Üstündeki giysiler bir denizci yeleği, dizleri açık, keten bir don ve yine keten, mavi bir gömlekten ibaretti; yalnız hangi ulustan olduğunu kestirmeme yetecek hiçbir şey yoktu. Ceplerinden iki tane sekiz reyal değerinde sikkeyle bir tütün piposu dışında bir şey çıkmadı ki bu ikincisi benim için ilkinden en az on kat daha değerliydi.

Deniz artık sakindi ve güvertesinde işime yarayabilecek bir şeyler bulabileceğimden hiç kuşku duymadan, sandalımla bu enkaza gitmeye can atıyordum. Fakat beni gitmeye asıl zorlayan, güvertede sağ kalmış birini bulma olasılığıydı; böylelikle yalnızca onun canını kurtarmakla kalmayıp, kendiminkini de ölçüsüz biçimde huzura kavuşturacaktım. Bu düşünce yüreğimi öyle bir sarmıştı ki sandalıma atlayıp gerisini de Tanrı'nın iradesine bırakarak bu enkazın yanına varmazsam ne gece ne gündüz huzur bulamazdım; bu baskı zihnimde öyle güçlüydü ki karşı konulması olanaksızdı, görünmez bir yönden geliyor olmalıydı ve eğer gitmezsem kendimi suçlu hissederdim.

Bu baskının etkisi altında kaleme seğirttim, yolculuğum için gereken her şeyi hazırladım, bir miktar ekmek, büyük bir kap dolusu su, yönümü bulmak için bir pusula, bir şişe rom (hâlâ epeyce vardı) ve bir sepet dolusu kuru üzüm, yani gereken her şeyi aldım. Sandalımın yanına indim, içindeki suyu boşalttım, suya indirdim, bütün yükümü içine koydum ve daha fazlasını almak için yine eve döndüm. İkinci yüküm bir torba pirinç, başımda gölge yapsın diye şemsiyem, su dolu bir başka kap ve bir şişe keçi sütüyle peynir ve öncekinden daha çok miktarda, iki düzineden fazla küçük somun ya da arpa ekmeğinden oluşuyordu; bunların hepsini binbir zahmetle sandala taşıdım ve Tanrı'ya yolculuğumda bana kılavuzluk etmesi için yakarıp kürek çekerek kanoyu kıyı boyunca ilerleterek sonunda adanın kuzeydoğusundaki en uç noktasına vardım. Artık ya okyanusa açılacak ya da vazgeçecektim. Adanın her iki yanında, belli bir uzaklıkta aralıksız akıp duran ve önceki seferde içine düştüğüm tehlikeyi anımsattığından beni korkutup yürek atışlarımı hızlandıran şiddetli akıntıları gözledim; bu akıntılardan birine kapılırsam uzağa sürükleneceğimi, belki adanın görüş alanımdan çıkacağını ve sandalım küçük olduğundan ufacık bir rüzgârla bile kaçınılmaz biçimde kaybolacağımı öngörebiliyordum.

Bu düşünceler beni öyle bir bunalttı ki girişimimden vazgeçmeye başladım ve sandalımı sahildeki ufak bir koya çekerek karaya çıktım, sonra da yolculuğuma dair korku ve arzu arasında sıkışmış, son derece dalgın, endişeli biçimde bir tümseğin üstüne oturdum. Dalıp gitmişken gelgitin yön değiştirdiğini ve denizin kabardığını fark ettim ki bu durumda saatlerce uzardı yolculuğum. Bunun üzerine aklıma, bulabildiğim en yüksek yere çıkıp, gelgitle akıntıların nasıl konumlandığını gözlemek ve böylelikle bir yöne doğru sürüklenirsem, aynı akıntının hızıyla ters yönde eve dönüp dönemeyeceğimi anlamak geldi. Bu fikrin aklımdan geçmesinin hemen ardından, her iki taraftan da denize bakan ve üzerinden denizin çekilmesiyle akıntıların nasıl yön aldığını, eve dönmek için hangi yolu tutacağımı görebileceğim ufak bir tepe gözüme ilişti. Buradan, sular çekildiğinde akıntının adanın güney ucuna yaklaştığını, deniz yükseldiğindeyse da kuzey uca yaklaştığını keşfettim; yani dönüşte adanın kuzey tarafını izlemekten başka bir şey yapmayacak ve rahatlıkla geri dönecektim.

Bu gözlemle yüreklenerek ertesi sabah ilk gelgitle yola çıkmaya karar verdim ve geceyi kanoda sözünü ettiğim gocuğun altında geçirmek için demir attım. Önce doğu yönünde ilerleyen ve beni büyük bir hızla önüne katan akıntıdan yararlanmaya başlayıncaya dek tam kuzeye, açık denize doğru yol aldım; bu akıntı güneyde yer alan ve beni daha öncekinde olduğu gibi savurup sandalın yönetimini tümüyle elimden alan akıntı kadar hızlı sürüklememişti; küreğim güçlü bir dümen görevi gördüğü için büyük bir hızla enkaza doğru ilerledim ve iki saatten az bir sürede yanına vardım.

Hüzün verici bir görüntüydü; İspanyol yapımı olan gemi iki kayanın arasına sıkışıp kalmıştı. Kıçının tamamıyla gövdesinin dörtte biri deniz tarafından parçalanmış ve büyük bir şiddetle çarpıp kayaların arasına sıkışan baş kasaraya gelince, orta ve pruva direkleri bordayla bir olmuş, yani dibinden kırılmıştı, ama cıvadrası iyi durumdaydı ve başla pruva sağlam görünüyordu. Gemiye yaklaştığımda geldiğimi görünce güvertede havlayıp ağlamaya başlayan bir köpek belirdi ve ona seslenir seslenmez yanıma gelmek için denize atladı. Onu sandala aldım ama açlıktan ve susuzluktan neredeyse ölmek üzere olduğunu gördüm. Ekmek somunlarından birini verdim, kar altında on beş gün aç kalmış vahşi bir kurt gibi mideye indirdi; sonra zavallı yaratığa su verdiğimde bıraksam çatlayana dek içecekti.

Ardından, güverteye çıktım, ama ilk karşılaştığım manzara geminin mutfağı ya da baş kasarasında sımsıkı birbirlerine sarılmış halde boğulmuş iki adamdı. Gemi sıkışıp kaldığında fırtına devam ettiğinden, dalgalar geminin üzerinden öyle yüksek ve öyle aralıksız bir biçimde aşmış olmalıydı ki adamların buna dayanamayıp sanki denizin dibindeymiş gibi suyun sürekli hücumuyla boğulup gitmiş oldukları kanaatine vardım ki herhalde de böyle olmuştur. Köpek dışında gemide hiçbir canlı kalmamıştı; görebildiğim kadarıyla sağlam hiçbir eşya da kalmamış, hepsi deniz suyuyla bozulmuştu. Ambarda suyun üstünde yüzen, şarap mı yoksa brendi mi olduğunu anlayamadığım birkaç içki fıçısı vardı, ama bunlar taşınamayacak kadar büyüktü. Denizcilerden bazılarına ait olduğunu sandığım birkaç da sandık gördüm ve içlerinde ne olduğuna bakmaksızın bunlardan ikisini sandala indirdim.

Kıç tarafı ve burnu sağlam olsaydı, yararlı bir yolculuk yapmış olurdum kuşkusuz; ayrıca iki sandıkta bulduklarım beni, gemide muazzam bir servet bulunduğuna inandırmaya yetmişti; izlediği rotaya bakarak bir tahminde bulunacak olursam, Amerika'nın güneyinden, Brezilya'nın ötesinden Buenos Aires ya da Rio de la Plata'dan ayrılıp, Meksika Körfezi'ndeki Havana'ya, belki de oradan da öteye, İspanya'ya gittiğini söyleyebilirdim. Hiç kuşku yok ki şu anda artık hiç kimseye bir faydası dokunmayan yüklü bir hazine taşıyordu ve mürettebatın başına ne geldiğini ise o sıralarda bilmiyordum.

Sandıkların yanı sıra yirmi galon çeken ve binbir güçlükle sandalıma indirdiğim küçük bir fıçı içki buldum. Kamaraların birinde üç misket tüfeğiyle içinde iki kiloya yakın barut bulunan büyük bir barutluk vardı; tüfeklere ihtiyacım olmadığından bıraktım, fakat barutluğu aldım. İki küçük bakır çaydanlık, çikolata yapmaya yarayan bir kap ve bir ızgarayla birlikte ne zamandır istediğim ateş küreğiyle maşayı da aldım. Bu yük ve köpekle birlikte, suların yükselmesiyle eve doğru yönelen akıntı sayesinde yola çıktım ve aynı akşam, gece bastırdıktan bir saat kadar sonra müthiş yorulmuş, bitkin bir halde adaya vardım.

O gece sandalda yattım ve sabahleyin gemide bulduklarımı kaledeki evime değil yeni mağarama götürmeye karar verdim. Dinlendikten sonra bütün yükümü karaya çıkarttım ve incelemeye başladım. İçki fıçısından bir tür rom çıktı, ama bizim Brezilya'da içtiklerimize benzemiyordu ve pek de iyi değildi. Sıra sandıkları açmaya gelince bana büyük faydası dokunacak çeşitli şeyler buldum; mesela birinde içinde gayet güzel, kaliteli içkilerle dolu şişelerin bulunduğu bir kasa buldum; şişelerin her biri bir buçuk litrelikti ve ağızları gümüşle kapatılmıştı. İki kavanoz dolusu şekerleme buldum; kapakları öyle sıkı kapatılmıştı ki deniz suyundan zarar görmemişlerdi, sonra aynısından iki tane daha buldum ama su almışlardı. Çok makbule geçen ve oldukça iyi durumda birkaç gömlekle, bir buçuk düzineye yakın beyaz keten mendil ve renkli boyunbağı buldum; sıcak günlerde yüzümü silerek serinlememe yarayacağından etki yarattıklarından mendiller de çok makbule geçti. Bunların yanı sıra, sandığın dibine ulaştığımda toplamı yaklaşık bin yüz sikke tutan, üç büyük torba dolusu sekiz reyallik para buldum; birinin içinde de kâğıda sarılmış altı İspanyol altını ile bazı küçük altın külçeleri vardı; sanırım hepsi yarım kilo geliyordu.

Öteki sandıkta da bir takım giysi vardı, fakat pek iyi değillerdi; bu sandığın topçu yardımcısına ait olduğu anlaşılıyordu, ama içinden gerektiğinde av tüfeklerinde kullanmak için bulundurduklarını sandığım, üç barutluğa doldurulmuş, bir kiloya yakın parlak barut dışında barut çıkmadı. Sonuca bakılırsa, bu yolculuktan bana faydalı olacak pek az şeyle dönmüştüm. Mesela parayı ele alacak olursak, benim için ayağımın altındaki toprak kadar değeri vardı ve çok istediğim, ancak uzun yıllardır bir tekini bile giyemediğim üç-dört çift İngiliz ayakkabısı ve çorapları karşılığında tamamını verirdim. Aslında şimdi enkazdaki iki adamın ayaklarından çıkarttıklarım ve sandıkların birisinde bulduğum iki çiftle birlikte dört çift ayakkabım olmuştu ve çok da makbule geçmişlerdi, ama ayakkabıdan çok çarığa benzediklerinden, gerek rahatlık, gerekse kullanışlılık bakımından hiçbiri bizim İngiliz ayakkabılarının eline su dökemezdi. Bu denizcinin sandığında da elli kadar sekizlik reyal buldum, ama altın yoktu; sanırım bir subay olduğu anlaşılan öteki adamdan daha yoksul bir adama aitti bu sandık.

Yine de parayı mağarama götürdüm ve kendi gemimden getirdiklerim gibi bunları da sakladım. Fakat dediğim gibi, bu gemideki servetin kalanını da elde edemeyişim üzücü bir durumdu, çünkü kanomu birkaç kez parayla doldurabilseydim mutlu olurdum ve bir gün İngiltere'ye dönebilirsem ben gelip alana kadar para burada güven içinde kalabilirdi.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top