XII: Mağaraya Çekiliş
XII: Mağaraya Çekiliş
Bütün bunlarla uğraşırken öteki işlerimi de ihmal etmiş değildim, çünkü küçük keçi sürümü de çok önemsiyordum; yalnızca barut ve saçma değil vahşilerini avlamak için çaba harcamama da gerek bırakmadan, her fırsatta benim için hazır erzak anlamı taşıyorlardı ve artık bana yeterli duruma gelmişlerdi. Bu yüzden onlardan faydalanma olanağımı yitirirsem üzülürdüm; her şeye baştan başlamak zorunda kalırdım.
Bu konuda uzun süre kafa yorduktan sonra onları korumak için iki yoldan başkası gelmedi aklıma; bunlardan birisi, yer altına bir mağara kazmaya elverişli başka bir yer bulmak ve her gece onları buraya sokmaktı; öteki de, birbirine uzak iki üç küçük arazi parçasını çevirip her birinde becerebildiğim ölçüde gizlediğim yarımşar düzine yavru keçi barındırmaktı; böylece sürünün başına bir felaket geldiğinde az bir zaman ve zahmetle yeniden bir sürü yetiştirebilirdim ve epey bir zaman ve emek gerektirecek olsa da bunun en makul çare olacağını düşündüm.
Aynı şekilde adanın en ıssız noktalarını bulmak için de bayağı zaman harcadım; sonunda gönlümden geçene uygun, gözlerden ırak bir yerde karar kıldım. Daha önce anlattığım gibi, adanın doğu tarafından dönerken yolu değiştirmeye kalkıştığımda neredeyse kaybolacağım yerde, sık ağaçların arasında, çukurda kalan nemli bir toprak parçasıydı burası. Burada on iki metre kareye yakın bir açıklık buldum, etrafı ağaçlarla öyle sık biçimde çevrilmişti ki doğal bir çit görevi üstlenmişlerdi; en azından çok emek harcadığım öteki arazimdeki kadar çok uğraşmamı gerektirmeyecekti.
Derhal bu arazi üzerinde işe koyuldum ve bir aydan daha kısa bir sürede burayı öyle bir çevirdim ki artık o kadar yabani olmayan sürüm burada yeterince güven altına alınmış oldu. Böylece hiç gecikmeden yavrular içinden on dişi ve iki de erkek keçiyi buraya getirdim ve onlar da buradayken çiti, ötekisi kadar sağlamlaştırıncaya dek üzerinde çalıştım; bununla birlikte acele de etmediğimden epey bir zamanımı aldı. O ana kadar adaya yaklaşan başka bir insana rastlamadığım halde, yalnızca bir insanın ayak izine dayanan endişelerim yüzünden bu kadar zahmete katlanmıştım; insanın düştüğü korku tuzağının içinde yaşamasının ne demek olduğunu bilen herkesin de tahmin edebileceği gibi, iki yıldır yaşamı bana zehir eden bu huzursuzluk içinde yaşıyordum. Şunu da üzüntüyle söylemeliyim ki kafamdaki karmaşa dinsel düşüncelerim üstünde de büyük etki yaratıyordu; vahşilerin ve yamyamların ellerine düşme korkusunun dehşeti ruhumun üstüne öyle bir çöreklenmişti ki Tanrı'ya karşı ödevimi yerime getirmek için gereken ruh halini pek az bulabiliyor, en azından alışkın olduğum sakinlik ve ruh teslimiyeti içinde olamıyordum. Tanrı'ya genellikle zihnim her gece şafak sökmeden öldürülüp yenileceğim tehlikesiyle meşgul ve epeyce dertliyken dua ediyordum; tecrübeyle sabittir ki dua etmek için iç huzuru, şükran, aşk ve hayranlık duyguları, korku ve kargaşadan çok daha düzgün bir altyapı sunarlar, eli kulağındaki tehlikenin dehşetine kapılmış biri, Tanrı'ya dua etme ödevini rahatlık içinde yerine getirmeye, hasta yatağında tövbe eden birinden daha uygun değildir. Tanrı'ya dua etmek, bedenin değil zihnin bir eylemi olduğu için, bu zihin karışıklığı bedensel yetersizlik kadar büyük, hatta ondan bile büyük bir şey olsa gerek.
Neyse devam edelim. Ufak sürümün bir bölümünü koruma altına aldıktan sonra bunun gibi başka bir güvenli sığınak yapacağım bir yer arayarak bütün adayı dolaştım; adanın batı ucunda gezinirken öncekine göre daha ilerilere vardığımda denizde, epeyce uzakta bir sandal gördüğümü sandım. Gemiden kurtardığım denizci sandıklarından birinde bir iki perspektif camı bulmuştum; ancak hiçbiri yanımda değildi ve bu nesne de o kadar uzaktaydı ki gözlerim bulanıncaya kadar bakmama karşın bunun bir sandal olup olmadığını, değilse neye yoracağımı bilemiyordum. Fakat tepeden aşağı inerken onu artık göremediğim için vazgeçtim; yalnızca bir daha cebime perspektif camı koymadan çıkmamaya karar verdim.
Daha önceleri hiç gitmediğim adanın sonundaki tepeden indiğimde bir ayak izine rastlamamın hiç de sandığım gibi tuhaf olmadığı, takdiri ilahi sonucunda adanın vahşilerin hiç uğramadığı bir yerinde yaşamasaydım, anakaradan gelen kanoların denizde azıcık fazla açılınca adanın doğal bir liman durumundaki bu kıyısına sığınmalarının sık gerçekleşen bir olay olduğunu bileceğimi anladım: Aynı biçimde, sıklıkla kanolarıyla karşılaşıp birbirleriyle çarpıştıkları için galip gelenlerin aldıkları tutsakları, hepsi yamyam olduklarından kendi korkunç gelenekleri uyarınca öldürüp yemek için bu kıyıya getirmeleri de olasıydı.
Yukarıda dediğim gibi, adanın güneybatısında tepeden sahile indiğimde tam anlamıyla afalladım; kıyıya saçılmış kafatasları, insana ait el, ayak ve öteki kemikleri gördüğümde, özellikle de sefil vahşilerin kendi türleriyle kendilerine ziyafet çekmek için kullandıklarını sandığım, toprağa bir çember kazarak ateş yakıldığı belli olan yerin farkına vardığımda kapıldığım dehşeti anlatabilmem ise mümkün değil.
Bu görüntüler karşısında öyle bir şaşkınlığa uğramıştım ki bundan bana yönelik bir tehlike gelebileceği düşüncesine uzun süre kafa yormadım; bütün endişelerim böylesi insanlık dışı bir eğilimin, şeytanca vahşet düşüncesinin ve insan doğasının soysuzluğunun dehşeti içinde yitip gitmişti; gerçi bunu sık sık işitmişsem de daha önce böyle bir görüntünün yakınından bile geçmemiştim. Kısacası yüzümü bu iğrenç görüntüden öteye döndüm, midem altüst olmuştu. Doğa midemdeki bulantıyı boşaltmama yardım ettiğinde bayılma noktasına gelmiştim ya alışılmadık bir şiddetle kusunca bir parça rahatladım; yine de artık orada bir an bile durmaya dayanamadığımdan son süratle yeniden tepeye çıkıp barınağıma doğru yola koyuldum.
Adanın o kesiminden biraz uzaklaşınca şaşkın bir halde bir süre hareketsiz durdum, kendime gelince büyük bir sevecenlikle ruhumu yokladım ve yaşlar gözlerimden sel gibi boşanırken yazgımı dünyanın öteki ucunda, beni bunlar gibi korkunç yaratıklardan farklı kılan bambaşka bir yerinde belirlediği ve o an içinde bulunduğum durumu son derece kahredici bulsam da bana yakınmaktan çok şükretmemi gerektiren pek çok kolaylık sağladığı ve her şeyin de ötesinde bu sefil koşullardayken bile bana çektiğim ya da çekebileceğim onca üzüntüyü unutturacak kadar mutluluk veren varlığını bildiğim için, onun tarafından kutsanma umudunun bilinciyle beni rahatlattığı için Tanrı'ya şükürler ettim.
Bu şükran duyguları içinde kaleme döndüm; koşullarımın güvenliğinden dolayı daha önce hiç yaşamadığım kadar huzurla dolmuştum çünkü bu sefillerin bu adaya hiçbir zaman bir şeyler bulmaya gelmediklerini anlamıştım; belki bir şey aramıyor, ihtiyaç duymuyor ya da bir şey bulmayı da beklemiyorlardı. Çoğunlukla adanın amaçlarına uygun bir şey bulamadıkları ormanlık, saklı kısmına geliyorlardı. Aşağı yukarı on sekiz yıldır buradaydım ve oralarda daha önce bir kez bile insan ayak izi görmemiştim; tesadüfen onların varlığını keşfetmemiş olsaydım şu anki gibi tümüyle gizlenmiş biçimde bir on sekiz yıl daha yaşayabilirdim; yapmam gereken tek şey varlığımı onlara açık etmeden, yamyamlardan daha iyi birilerine rastlamadığım sürece bulunduğum yerde saklanmaktı.
Yine de sözünü ettiğim sefil vahşilerden ve onların birbirlerini yeme biçimindeki insanlık dışı, iğrenç geleneklerinden öyle tiksinmiştim ki, bu olaydan sonra iki yıl kadar endişeli, üzgün yaşadım ve kendi yaşam alanımdan pek uzaklaşmadım. Kendi yaşam alanım derken üç çiftliğimi kastediyorum: Kalem, çardak adını verdiğim kır evim ve ormandaki ağılım. Görünce şeytanın kendisiyle karşılaşmışım gibi hissedeceğim bu iğrenç alçaklardan duyduğum korkunun yanı sıra tiksintim nedeniyle ağılıma, keçilerime ağıllık etmesinin ötesinde başkaca bir emek harcamadım. Bütün bu süre içinde sandalıma bakmaya pek gitmedim, hatta yerine yenisini yapmayı düşünmeye başladım çünkü denizde bu yaratıklardan bazılarıyla karşılaşma korkusuyla ve onların ellerine düştüğüm takdirde kısmetime ne çıkacağını bildiğimden, öteki sandalı adanın çevresinden dolaştırmaya kalkışmayı düşünemiyordum bile.
Bununla birlikte bu insanlar tarafından keşfedilme tehlikesiyle karşı karşıya olmadığım kanaati ve zaman, onlara ilişkin huzursuzluğumu köreltmeye başladı, ben de tıpkı önceki gibi kendi halimde yaşamayı sürdürdüm. Tek değişiklik daha dikkatli davranmam ve onlardan birinin beni görmemesi için gözlerimi dört açmamdı; özellikle de herhangi birisi adadaysa duyabilir diye, tüfeğimi artık daha dikkatli ateşliyordum. Bir keçi sürüsü evcilleştirip beslemem, dolayısıyla ormanda keçi avlamak ya da onlara ateş etmek zorunda kalmayışım, bayağı bir nimetti benim için; bundan böyle yakaladığım keçileri de önceki gibi yaptığım tuzak ve kapanlar yardımıyla avladım. Böylece bu olayı izleyen iki yıl boyunca asla tüfeksiz dışarı çıkmadıysam da onu bir kez bile ateşlememişimdir, dahası gemiden üç de tabanca kurtardığım için, bunların hepsini ya da en azından ikisini her zaman keçi derisinden kemerime bağlayıp dışarı öyle çıkıyordum. Gemiden aldığım büyük palalardan birini de parlatmış ve kendime bunu asacağım bir kemer de yapmıştım; yani daha önce anlattığım, iki tüfekli ve kemerimden yan tarafıma sallanan kınsız kılıçlı görüntüme bunları da eklerseniz benden daha heybetlisi yoktu.
Günler anlattığım biçimde akıp giderken bir süre için, bu önlemleri saymazsanız, eski sakin, kendi halinde yaşam biçimime dönmüş gibiydim. Bütün bu olup bitenler gün geçtikçe bana, başka durumlarla kıyaslandığında benim koşullarımın sefaletten çok uzak olduğunu göstermeye başlamıştı; hele de Tanrı'nın kısmetime çıkardıklarını düşünecek olursak. Bunlar da beni insanoğlunun kendi koşullarını hiç durmadan kendilerinden iyi durumdakilerle kıyaslayıp duracağına, yakınmalarının ve söylenmelerinin önünü almak ve şükretmek için kendilerinden daha kötü koşullarda yaşayanlarla kıyaslasa, yaşam ne getirirse getirsin canının ne kadar az sıkılacağını düşünmeye yöneltti.
İçinde bulunduğum o anki durumda pek ihtiyaç duyduğum bir şey olmadığından ben de bu alçak vahşilerin yarattığı dehşete ve kendi canımı korumanın kaygısına düşmüş, kendi yaşamımı kolaylaştıracak şeyler bulmayı ihmal etmiştim. Mesela bir aralar epey kafama taktığım, arpamın bir kısmını malta dönüştürüp kendime bira yapma fikrini bir kenara bırakmıştım. Bu gerçekten de garip bir düşünceydi ve sıklıkla da basit olduğum için kendi kendimi ayıplıyordum, çünkü bira yapmak için temin edemeyeceğim yığınla şeye ihtiyacım olduğun farkındaydım: Bir defa içine bira koyabileceğim fıçı yoktu ve daha önce söylediğim gibi bunu yapmayı bir türlü becerememiştim; günler, haftalar, hatta aylar harcasam da olmuyordu işte. İkincisi ne katacak şerbetçi otum, ne mayam, ne de kaynatacak bakır kabım ya da ibriğim vardı. Yine de bütün bunların yokluğunda yine de bir kez kafama koyduğum az şeyi denemeden nadiren bir tarafa bıraktığım için, bu vahşilerin yarattığı korku ve dehşet olmasaydı bu işe kalkışacağıma ve belki de başaracağıma içtenlikle inanıyorum.
Fakat o an için zihnim tümüyle başka bir tarafa kaymıştı; gece gündüz bu canavarların bir kısmını vahşi, kanlı eylemlerinin tam ortasındayken nasıl yok edebileceğim ve becerebilirsem de buraya yemek için getirdikleri kurbanlarını nasıl kurtarabileceğimden başka bir şey düşünemiyordum. Kafamda bu yaratıkları yok etmek, en azından bir daha buraya gelmelerini önleyecek biçimde korkutmak için kurduğum, daha doğrusu üzerinde incelikle durduğum bütün planları kaydetmeye kalkışsam bu kitap niyetlendiğimin ötesinde ciltler tutar. Gerçi bunların hepsi kısır düşüncelerdi, bu işi orada kendim yapmadığım sürece hiçbir şeyin faydası dokunmazdı; hem yirmisi, otuzu bir aradayken ve mızrak, ok ve yaylarını en az benim tüfeğim kadar isabetli kullanabilecekken bir insan tek başına ne yapabilirdi ki?
Bazen aklımdan ateş yaktıkları yerin altına bir oyuk kazıp içini, ateşi yaktıklarında alev alacak ve yakınında ne varsa havaya uçuracak biçimde iki üç kilo barutla doldurmak geçiyordu, ama öncelikle barut stokum bir varile düştüğü için onlar uğruna bu kadar çok barut tüketmeye hevesli değildim; ayrıca barutun tam olarak ne zaman ateş alıp onları şaşırtabileceğini de bilemiyordum; en iyi olasılıkla yalnızca kulaklarının dibinde ateş alıp onları korkutmaya yarar, ama adayı terk etmelerini sağlamaya yeterli olmazdı. Dolayısıyla bu düşünceyi bir kenara bıraktım, sonra üç tüfeğimi de doldurup uygun bir yerde pusuya yatabileceğimi ve kanlı törenlerinin tam ortasında, her atışta ikisini üçünü birden vurabileceğime aklım kestiğinde üzerlerine ateş açıp ardından da üç tüfeğim ve kılıcımla birlikte üstlerine çullanarak yirmisini birden öldürebileceğimi düşündüm. Bunun hayali birkaç hafta boyunca zihnimi hoş tuttu, hatta öylesine meşgul etti ki sıklıkla düşlerime girmeye başladı; bazen doğrudan üstlerine saldırıyordum.
Hayalimde bu işi öyle ileriye götürdüm ki birkaç gün boyunca onları gözetlemek için pusuya yatabileceğim uygun yerler aramakla uğraştım ve sıklıkla, artık bana son derece tanıdık gelen o yere gittim, ama zihnim bu intikamla ve yirmisini otuzunu birden kılıçtan geçirme planlarıyla doluyken o yerin dehşeti ve barbar alçakların birbirlerini yeme izleri kinimi körükledi. En sonunda tepenin yan tarafında, sandallarından herhangi birinin geldiğini görünceye dek güvenle bekleyebileceğimden emin olduğum bir yer buldum; daha onlar karaya bile çıkmadan, içlerinden birisinde tümüyle gizlenebileceğim bir kuytuluk bulunan sık fundalıkların içinde görünmeden bütün kanlı işlerini gözleyebilecek, hedefimi ıskalamayacak, ilk atışımda iki üç tanesini birden yaralayabileceğim kadar birbirlerine yakın durdukları zaman da tam kafalarına nişan alacaktım.
Sonra bulduğum yerde, üç tüfeğimi bu plana uygun biçimde hazırladım. İki tüfeğin her birine birer kesme kurşunla tabanca mermisi büyüklüğünde dört beş kurşun yerleştirdim; öteki tüfeği de bir avuca yakın saçmayla doldurdum; tabancalarıma da dörder kurşun koydum ve yanıma ikinci, üçüncü saldırı için yeterli cephane alarak macerama hazırladım.
Planıma bu şekilde hazırlanıp hayalimde de uygulamaya koyduktan sonra her sabah, denizde adaya yaklaşan ya da oraya doğru yönelmiş herhangi bir sandal olup olmadığını gözlemek için kalemden en az üç mil uzaktaki tepeye doğru yola koyuluyordum, ama iki üç ay kadar sürekli gözetleyişimin ve bütün bu süre içinde yalnızca ada ve civarında değil, koca okyanusta gözümün ya da camımın ulaşabildiği hiçbir yerde ufacık bir şey bile görünmediği için hep eli boş dönüşümün sonucunda bu ağır görevden yorulmaya başladım.
Gözetlemek üzere tepeye yaptığım günlük yolculuklara devam ettiğim sürece tasarılarımın coşkusu da sürdü ve bütün bu zaman zarfında, başlangıçta, o ülke halkının doğadışı geleneği karşısında içime işleyen dehşetle ateşlenen hırsımın ötesinde, kafamda hiçbir biçimde ölçüp biçmediğim bir suç yüzünden yirmi otuz çıplak vahşiyi öldürmek gibi son derece acımasız bir infaz için gerekli ruh haline sahip görünüyordum; oysa anlaşılan o ki, Tanrı'nın hikmetiyle kendi tiksindirici ve yozlaşmış tutkuları dışında hiçbir kılavuzu olmayan bu insanlar da yazgılarının sonuçlarına katlanıyorlardı; belki de çağlar boyu böyle korkunç işler yapmaya terk edilmiş, Tanrı tarafından tümüyle unutulmuşlardı ve iblisçe bir yozlaşmayla yoldan çıkmış halde, ancak doğanın kendilerini sürükleyebileceği böylesi iğrenç gelenekleri kabulleniyorlardı. Ama artık uzun bir süre boyunca o kadar uzaklara her sabah boşu boşuna yaptığım yolculuklar yorucu olmaya başladığında, eylem planımın kendisi de değişmeye başlamıştı. Daha serinkanlı ve sakin düşünmeye başlayınca da neye bulaşacağımı, Tanrı'nın çağlar boyunca cezalandırmaksızın geleneklerini sürdürmelerine ve birbirlerine karşı onun hükümlerinin infazcıları olmalarına göz yumduğu bu insanlara, hangi yetki ve sıfatla suçlu muamelesi yapıp cezalandırmaya kalkışacağımı, bu insanların bana ne zarar verdiklerini ve fark gözetmeksizin birbirlerinin kanını döktükleri o kavgaya hangi hakla karışacağımı yeniden gözden geçirdim. Bunu sıklıkla kendi kendimle şu şekilde tartışıyordum: "Tanrı'nın bu özel durumda neye hükmettiğini ben ne bileceğim? Belli ki bu insanlar bu işi suç olarak görmüyorlar; bu onların vicdanlarını sızlatmadığı gibi kendilerini de ayıplamıyorlar. Bunun bir suç olduğunu bilmediklerinden bizim işlediğimiz günahların aşağı yukarı hepsinde yaptığımız gibi, onlar da bunu ilahi adaleti hiçe sayarak yapıyorlar. Biz nasıl bir öküzü öldürürken suç işlediğimizi düşünmüyorsak onlar da savaşta tutsak edilmiş birini öldürmeyi ya da bizim koyun eti yediğimiz gibi onlar da insan eti yemeyi bir suç olarak görmüyorlar."
Bu konuda azıcık kafa yorunca tümüyle yanlış yaptığım düşüncesi de ardından geldi; bu insanların daha önce zihnimde onları mahkûm ettiğim gibi katiller olmadıklarını, en azından savaşta aldıkları tutsakları çoğunlukla ölüme mahkûm eden ya da pek çok olayda daha da sık rastlandığı gibi, silahlarını atıp boyun eğdikleri halde hiç aman vermeksizin bütün bir bölüğü kılıçtan geçiren o Hıristiyanlardan daha katil olmadıklarını düşündüm.
Sonra da birbirlerine reva gördükleri muamele zalimce ve insanlık dışı olsa bile bunun beni hiç de ilgilendirmeyeceği geldi aklıma; bu insanların bana hiçbir kötülüğü dokunmamıştı; böyle bir şeye kalkışırlar ya da ben acilen korunmam için üstlerine çullanmayı gerekli görürsem o zaman bir şey söylenebilirdi, ama ben şimdilik onların egemenlik alanlarının dışındaydım ve gerçekte varlığımdan haberdar bile olmadıklarından benimle ilgili bir planları da yoktu, bu yüzden de onlara saldırmam adil sayılmazdı. Böyle bir saldırı İspanyolların, bunlar gibi halklardan milyonlarcasını yok ettikleri Amerika'da sergiledikleri tüm barbarlıkları haklı çıkartırdı ki ne kadar putperest ve barbar olurlarsa olsunlar, gelenekleri tanrılarına insan kurban etmek gibi ne kadar kanlı ve barbarca ayin barındırırsa barındırsın, yine de İspanyolların yaptıklarına bakılınca bu insanlar oldukça masumdu. Bu nedenle onların köklerini ülkeden kazımak için yaptıkları şeylerden, şu anda Avrupa'nın bütün öteki Hıristiyan devletleri gibi İspanyolların kendileri bile tiksinti ve nefretle eşi görülmemiş bir kasaplık, kanlı ve doğadışı bir zalimlik, Tanrı ya da insan katında hoş görülemez bir eylem diye söz ediyorlar; İspanya Krallığı da özellikle şefkatten ya da yüce gönüllülük addedilen düşküne acıma duygusundan nasibini almamış bir insan ırkı olmakla ünlenmiş durumda, İspanyol sözcüğü iğrençlik ve korkunçlukla bir tutuluyor.
Bu düşünceler beni gerçekten tereddüde uğratıp duraklattı ve planımdan yavaş yavaş vazgeçmeye başladım; vahşilere saldırma kararımın yanlış olduğunu, bana saldırmadıkları sürece işlerine burnumu sokmanın bana düşmediğini, bana düşenin mümkünse bana saldırmalarını engellemek olduğunu, ama bu mümkün olmazsa üstüme düşen görevi yapmam gerektiğini anladım.
Öte yandan da kendi kendime, bunun gerçekte kendimi kurtarmanın değil tümüyle mahvedip yok etmenin yolu olduğunu tartışıyordum, çünkü yalnızca bir kereliğine karaya çıkan herkesi değil bundan böyle gelecek herkesi öldürmek zorunda kalacaktım; ülkelerindeki insanlara olup biteni anlatmak üzere biri bile kaçmayı başaracak olursa, ölen arkadaşlarının intikamını almak için binlercesi geri gelecek ve şu an için hiç böyle bir niyetim yokken başıma yalnızca sonunda beni mahvedecek bir bela almış olacaktım.
Bütün bunları düşününce ne ilke ne politika olarak, şu ya da bu biçimde bu işe karışmaya yeltenmemem gerektiği kanısına vardım; bana düşen kendimi mümkün olan her biçimde onlardan gizlemek ve onlara adada yaşayan bir canlı –yani insan kılığında demek istiyorum– olduğunu düşündürecek ufacık bir iz bile bırakmamaktı.
Bu sağduyulu kararımda din de etkisini göstermişti; pek çok bakımdan artık masum yaratıkları, yani bana göre masum yaratıkları yok etmek için kurduğum bütün kanlı planları yaparken üstüme hiç vazife olmayan bir iş yaptığıma tümüyle ikna olmuştum. Birbirlerine karşı işledikleri suçlara gelince, bunda beni ilgilendiren hiçbir şey yoktu; kendi yerel meseleleriydi ve ben de bunu, bütün ulusların yöneticisi olan ve toplu suçları, yine topluca cezalandırarak adil biçimde öcünü almayı bilen Tanrı'ya havale etmeliydim.
Bu artık gözüme öyle açık görünüyordu ki günaha girmekten başka anlamı olmayacak, bile isteye cinayet işlemek gibi bir işe kalkışmadığım için çok seviniyordum. Dizlerimin üstüne çöküp Tanrı'ya kan dökmeme engel olduğu için en içten şükranlarımı sundum; beni barbarların eline düşmek ya da kendi yaşamımı savunmak için Tanrı'dan çok açık bir çağrı almadığım sürece onlara el sürmekten koruması için ona yalvardım.
Bundan sonra bir yıl kadar bu düzende yaşadım; bu sefillerin eline düşmeyi hiç istemediğimden bütün bu süre içinde görünürde herhangi birisi var mı diye gözetlemek ya da içlerinden bazılarının yeniden karaya çıkıp çıkmadıklarını öğrenmek, dayanamayıp onlara karşı kurduğum planları yenileme arzusu duymamak, ya da üstlerine çullanmam için doğabilecek ilk fırsatta yoldan çıkmamak için bir kez bile tepeye gitmediysem de bir tek şunu yaptım: Gidip adanın öbür tarafında bulunan sandalımı oradan aldım ve onu adanın doğu yakasından dolaştırarak birtakım yüksek kayaların altında bulduğum, akıntılar nedeniyle vahşilerin hangi nedenle olursa olsun hiçbir biçimde gelemeyeceklerini bildiğim küçük bir koya soktum. Sandalımla birlikte, sandala ait olduğu için orada bıraktığım her şeyi de, oraya varmamı kolaylaştırmasalar bile taşıdım, yani sandalım için yaptığım bir direk ve yelken ile adına demir ya da kanca diyemeyeceğim, bununla birlikte elimden gelenin en iyisi olan demire benzer şeyi. Bunların hepsini aldım ki ortada bir sandalın ya da adadaki insan yerleşiminin gölgesi bile kalmasın.
Bunun yanı sıra kendimi her zamankinden daha çok inzivaya çektim ve keçilerimi sağmak, adanın tamamıyla öbür tarafında tehlikeden uzaktaki ormanda küçük sürümle ilgilenmek dışında hücremden nadiren çıkmaya başladım. Bazen adaya uğrayan bu ilkel insanların hiçbir zaman buraya bir şeyler bulma düşüncesiyle gelmedikleri ve kıyıdan içerilere hiç girmedikleri kesin görünüyordu; korkularımın beni dikkatli olmaya ittiği o olaydan sonra da önceki gibi birkaç kez daha kıyıya çıkmış olabileceklerinden kuşkum yok. Sonuçta geriye bakınca, onları kıyıma uğratmış olsaydım ya da önce onlar benim farkıma varmış olsalardı halimin nice olacağı düşüncesiyle dehşete kapılıyordum, çünkü çıplak ve genellikle azıcık saçma doldurduğum bir tüfek dışında silahsız olarak adada ne bulabilirim diye her çalının arkasına bakarak her yere gidiyordum; ayak izine rastlayacağıma, bunun yerine on beş yirmi kadar vahşiyle karşılasaydım da peşime takılsalardı ve onların ayağına tezlikleri bana hiç kaçış olanağı bırakmasaydı ne sürpriz olurdu bana! Bu düşünceler aklımdan geçtiğinde bazen ruhum öyle daralıyor, zihnim öyle allak bullak oluyordu ki onlara direnebilmek şöyle dursun neyi nasıl yapmam gerektiğini düşünecek kadar kafamı toparlamam, üstüne o kadar kafa yorup hazırlanarak tasarladığım şeylerin çok azını bile yapamayacağım düşüncesinden kurtulup kendime gelmem epey zaman alıyordu. Sonuçta bu tür şeylere ciddi biçimde kafa yorunca melankoliye kapılıyordum ve bu da bazen epey uzun sürüyordu. Fakat sonunda beni bir yığın görünmez tehlikeden koruyan ve bu tehlikelerin varlığına dair ufacık bir fikrim olmadığından kendimi kollayamayacağım pek çok kötü durumdan esirgeyen Tanrı'ya şükran duyguları içinde bunların hepsini kafamdan attım.
Bu olay, yaşamda tehlikeyle yüz yüze geldiğimizde Tanrı'nın bizi koruduğunu görmeye başladığım önceki zamanlarda çoğu kez düşüncelerimi dolduran bir kanaati yeniledi; hakkında hiçbir şey bilmediğimiz durumlardan nasıl da harika biçimde kurtuluyoruz; tutacağımız yol konusuna bir kuşkuya ya da tereddüde, adına ikilem dediğimiz şeye düştüğümüzde şu yoldan gitmeye niyetlenmişken gizli bir işaret bizi nasıl da öbür yola yönlendiriyor; akıl, eğilimlerimiz ve belki de işin mantığı, öteki yoldan gitmemizi buyuruyorken yine de zihnimizdeki nereden ve hangi gücün yardımıyla kaynaklandığını bilemediğimiz tuhaf bir baskı bizi bu yoldan gitmeye zorluyor ve sonradan anlaşılıyor ki gitmemiz gereken, hatta hayal gücümüzü zorlayan şu yoldan gitmiş olsaydık mahvolacakmışız. Bu ve buna benzer pek çok kanaatimi sonraları kendime kesin kural edindim ve bir şeyi yapıp yapmama, ya da tutulacak yol konusunda o gizli işaretleri ya da zihnimin baskısını ne zaman hissettiysem, kafamda bir tür baskı ya da işaret belirmesi dışında başka hiçbir nedenim olmasa bile gizli buyruğa boyun eğmekte asla tereddüt etmedim. Yaşamım boyunca bu yolu izlememin başarılı sonuçlarına yığınla örnek verebilirim, ama bunlar daha çok bu sefil adada sürdürdüğüm yaşamın sonraki bölümlerine ait olur; gerçi şimdiki aklım olsa dikkatimden kaçmayacak daha pek çok olay da olmuştur. Neyse sağduyulu davranmak için asla geç kalınmış sayılmaz ve ben de, yaşamlarında benim gibi sıra dışı olaylarla karşılaşmış bütün aklı başında kimselere, o kadar sıra dışı olmasalar bile Tanrı'nın bu tür olağanüstü işaretlerini hafife almamalarından, hangi görünmez bilgiden gelirse gelsin kabul etmelerinden başka türlüsünü öneremem. Bunu tartışıp açıklayamam belki, ama bunlar kesinlikle ruhların birbirleriyle konuşmalarının ve cismi bulunanlarla cisimsiz olanların arasındaki iletişimin kanıtıdır ve bu berbat yerdeki münzevi yaşamımdan geriye kalanında bazı dikkate değer örneklerini verme fırsatı bulacağım böylesi bir kanıta karşı çıkılamaz.
Endişelerimin, içinde yaşadığım bu sürekli tehlikenin ve o anda üstüme çökmüş kaygının, gelecekte karnımı doyurmak ve rahat etmek için uğraştığım bütün işlere, bütün icatlara son verdiğini itiraf edersem bunu okuyan kişi bu durumu hiç de tuhaf karşılamayacaktır. Güvenliğimi artık yiyeceğimden daha çok dikkate alıyordum. Çıkartacağım gürültünün duyulabileceği korkusuyla artık ne bir çivi çakıyor ne de ağaç kesiyordum; aynı nedenle tüfeğimi de ateşlemiyordum ve hepsinden de öte, gündüzleri epeyce uzaklardan görülebilecek duman beni ele verir diye ateş yakmaya bile çekiniyordum. Bu nedenle kap ve pipo fırınlama gibi ateş gerektiren bazı işlerimi ormandaki yeni evime taşıdım; burası toprağın içinde epeyce derine inen doğal bir mağaraydı ve tam ağzında dursa bile hiçbir vahşi içine girmeye cesaret edemezdi; benim gibi gözlerden ırak bir sığınak arayan birinden başkasının içine girmeyi göze alamayacağı bu yeni ev beni anlatılamaz ölçüde rahatlatmıştı.
Bu çukurun ağzına, tümüyle rastlantı (Bu türlü şeyleri artık Tanrı'nın bir hikmeti gibi görmek için yığınla nedenim olmasa ben de rastlantı derdim buna) eseri olarak, odun kömürü yapmak üzere birkaç kalın ağaç dalı kestiğim büyük bir kayanın dibinde denk geldim; hazır yeri gelmişken bu odun kömürü yapma işinin nedenini de anlatmalıyım: Daha önce dediğim gibi barınağımın çevresinde duman çıkmasından korkuyordum, fakat ekmeğimi, etimi pişirmeden de yaşayamazdım; bu yüzden İngiltere'de gördüğüm gibi, burada otların altında odunları kömürleşene dek yakmayı aklı etmiştim; sonra ateşi söndürüp kömürü eve götürmek için muhafaza ediyordum ve duman tehlikesi olmadan ateş gerektiren öteki işlerimi de yerine getirebiliyordum.
Neyse bunu geçelim. Burada ağaç keserken fundalık ya da çalılığın epeyce kalın dallarının birinin arkasında bir tür çukurluk fark ettim. İçine bakmak istedim ve güçlükle ağzına ulaştığımda epeyce büyük, yani içinde benim ve belki bir kişinin daha ayakta durabileceği kadar büyük bir yerle karşılaştım. Şunu da itiraf etmeliyim ki içeri girmemle çıkmam bir oldu: zifiri karanlıkta ilerisini görmeye çalışırken şeytan mı insan mı olduğunu kestiremediğim bir yaratığın iki yıldız gibi titreşip ışıldayan gözlerini gördüm; mağaranın ağzından doğruca içeri sızan solgun ışık yansımaya yol açıyordu.
Bununla birlikte bir süre sonra kendimi toparladım ve aptallığıma verip veriştirip, şeytanla karşılaşmaktan korkan birisinin bir adada tek başına koca bir yirmi yıl geçiremeyeceğini ve bu mağarada kendimden daha ürkütücü bir şey olmadığını düşündüm. Bunun üzerine cesaretimi toplayarak bir meşale yaktım ve yeniden içeri daldım; acı çeken bir insanınkine benzer epeyce yüksek perdeden bir iç çekiş duyup neredeyse önceki kadar korkuya kapıldığımda daha içeride üç adım bile gitmemiştim; bunu yarım ağızla söylenmiş sözcüklere benzer kırık bir sesle derin bir iç çekiş izledi. Geriledim, doğrusu öyle şaşırmıştım ki soğuk tere batmıştım; başımda şapkam olsaydı saçlarımın şapkayı kaldıracak kadar dikilip dikilmediğini söyleyemezdim doğrusu. Fakat cesaretimi elimden geldiğince koruyarak ve Tanrı'nın gücüyle varlığının her yerde bulunduğunu düşünüp kendimi biraz yüreklendirerek yeniden ileriye doğru adım attım, başımın üstüne kaldırdığım meşalenin ışığında yerde, vasiyetini çoktan imzalamış, güçlükle nefes alan ve yaşlılıktan ölmek üzere olan iri, korkutucu bir tekenin yattığını gördüm.
Dışarı çıkartabilir miyim diye onu biraz dürtükledim; o da doğrulmayı denediyse de ayağa kalkamadı. Kendi kendime orada yatmasının daha bile iyi olacağını düşündüm, çünkü beni korkutabildiyse içeri girmeyi göze alacak kadar yürekli herhangi bir vahşiyi hâlâ canlıyken kolayca korkuturdu.
Mağaranın epeyce küçük, tam söylemek gerekirse dört metreye yakın, fakat doğadan başka kimsenin eli değmediğinden ne yuvarlak ne kare, biçimsiz bir yer olduğunu fark ettiğimde artık şaşkınlığımı üstümden atmış ve çevreme bakınmaya başlamıştım. En uzak köşesinde ileriye doğru giden bir yer de görmüştüm, ama orada tavan öylesine alçaktı ki emekleyerek ilerlememi gerektiriyordu ve nereye kadar gittiği konusunda da hiçbir fikrim yoktu. Bu yüzden ve mumum da olmadığından o seferlik bundan vazgeçtim, ama ertesi gün yanıma mum ve tüfeklerden birinin emniyetiyle yaptığım bir çakmak kutusunu alıp yeniden gelmeye karar verdim.
Böylelikle ertesi gün kendi üretimim olan altı büyük mumla (Artık keçilerin içyağıyla gayet iyi mumlar yapıyordum, ama bazen paçavra ya da urgan ipiyle ve bazen de ısırgan otuna benzer bir tür otun kurutulmuş sapıyla fitil yapmak hayli zor oluyordu) geri geldim ve bu alçak yere bakmak için emekleyerek aşağı yukarı dört metre ilerlemek zorunda kaldım ki bu da ne kadar süreceği ve öteki ucunda neyle karşılaşacağım belirsiz olduğundan pek cesur bir maceraydı. Boğazı geçtikten sonra tavanın, sanırım altı metreye kadar yükseldiğinin farkına vardım, ama gözlerimi kaldırıp ta bu oyuk ya da mağaranın yan duvarlarıyla tavanına baktığımda, adada o güne dek kesinlikle böylesi şahane bir görüntüye rastlamadığımı söyleyebilirim; duvar iki mumumdan yayılan ışığı yüz bin ışık biçiminde bana geri yansıtıyordu. Kayanın içinde ne olduğunu –elmaslar mı yoksa başka değerli taşlar mı ya da sandığım gibi altın mı– bilmiyordum.
İçinde bulunduğum yer zifiri karanlık olmasına karşın dünyanın en enfes oyuğu ya da mağarasıydı; zemin kuru ve düzdü ve bir tür ufak çakıl taşıyla kaplıydı; bu yüzden duvarlarda ya da çatıda herhangi bir nem ya da ıslaklık göze çarpmadığı gibi ortalıkta ne iğrenç ne de zehirli bir yaratık gözüküyordu. Tek zorluğu girişiydi ki burasını güvenli bir yer ve tam istediğim biçimde bir sığınak gibi kullanabileceğimden bunun da amaca uygun olduğunu düşündüm. Bu keşfe gerçekten de çok sevindim ve akıbetinden kaygı duyduğum bazı şeyleri hiç zaman yitirmeksizin buraya getirmeye karar verdim: Özellikle de barutumu ve fazla silahlarımın hepsini. Üç av tüfeğimden ikisini, sekiz misket tüfeğimden üçünü getirdim, böylece en dıştaki çitime top biçiminde yerleştirdiğim ve herhangi bir sefere çıkmam gerekirse çıkartılıp alınmaya hazır durumdaki beş tanesini de kalemde bıraktım.
Cephanemi bu vesileyle taşıdığım sırada denizden çıkarttığım ve ıslak olan barut fıçısını da açtım; suyun her bir yandan yedi buçuk-sekiz santim kadar barutun içine girerek topaklaştırıp sertleştirdiğini, ama içte kalan kısmının bir gülle çekirdeği gibi korunduğunu fark ettim; böylece fıçının iç kısmından üç kilo kadar daha oldukça iyi durumda barut elde ettim. Bu o sıralarda benim için pek hoş bir keşif oldu; herhangi bir sürprize uğrama korkusuyla kalemde bir iki kilodan fazla barut bırakmaksızın hepsini oraya taşıdım; ayrıca mermi yapmak için ayırdığım bütün kurşunu da oraya götürdüm.
Artık kendimi, kimselerin ulaşamadığı mağaralarda ve kayalardaki oyuklarda yaşadığı söylenen eski zaman devlerinden birisine benzetiyordum, çünkü burada bulunduğum sürece vahşilerin beş yüzü birden beni avlamaya çıksa bile asla bulamazlardı, bulsalar bile bana burada saldırmayı göze alamazlardı. Ölüm döşeğinde bulduğum yaşlı keçi, benim bu keşfi yaptığımın ertesi günü mağaranın ağzında ölmüştü; onu dışarı sürüklemektense burnumun direği kırılmasın diye oracıkta bir çukur kazıp keçiyi de içine fırlatarak üstüne toprak atmak daha kolayıma gelmişti.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top