XI: Kumda İnsan Ayak İzine Rastlıyor
XI: Kumda İnsan Ayak İzine Rastlıyor
Benim ve küçük ailemin akşam yemeğine oturuşumuzu görenlerin yüzünde soğukkanlı bir gülümseme belirirdi sanırım. Masanın başında majesteleri bendeniz, koca adanın prensi ve efendisi bulunuyordu; bütün uyruklarımın yaşamları bir tek buyruğuma bakardı; asabilir, sürebilir, özgürlüklerini bağışlayıp geri alabilirdim ve içlerinde tek bir isyankâr çıkmazdı. Hele bir de bir kral gibi, hizmetkârlarımın arasında tek başıma nasıl yemek yediğim görülmeye değerdi! Poll, gözdemmişçesine benimle konuşmasına izin verilen tek kişiydi. Artık yaşlanmış ve beyni sulanmış, türünü sürdürmek için kendi cinsinden birini bulamamış köpeğim ise daima sağ yanımda otururdu; özel bir ayrıcalığın göstergesi olarak arada sırada elimden bir şeyler yemeyi bekleyen iki kedimden birisi masanın bir yanında, ötekisi diğer yanında yer alırdı.
Ancak bunlar benim başlangıçta kıyıya çıkarttığım iki kedi değildi; onların ikisi de ölmüş, ben de kendi ellerimle barınağımın yakınına gömmüştüm onları. Yalnız içlerinden birisi ne tür bir yaratıktan olduğunu bilemediğim biçimde üremişti; bu ikisi de onlardan evcilleştirdiğim kedilerdi, diğerleri vahşileşip ormana kaçmışlar ve sonunda başıma bela olmuşlardı, çünkü sıklıkla evime gelip yağmalıyorlardı. En sonunda beni bırakana kadar onları vurmak zorunda kalmış, çoğunu da öldürmüştüm. İşte bu refakatçiler ve bu bolluk ortamında yaşıyordum; toplum yaşamı dışında hiçbir eksiğimin olduğu söylenemezdi ki bu eksikliği de bir zaman sonra istemediğim ölçüde giderecektim.
Anlattığım gibi, daha başka tehlikelere atılmakta gönülsüzsem de yine de sandalımı kullanmaya can atıyordum; bu yüzden kimi zaman onu adanın çevresinden dolaştırmak için yollar tasarlarken kimi zaman da sandalın yokluğundan hoşnut biçimde oturduğum yerde oturuyordum. Fakat adanın ucuna, son maceramda anlattığım gibi kumsalın ne tarafa uzandığını ve akıntının yönünü görmek için çıktığım o tepeye gitmek istiyor, içimde tuhaf bir huzursuzluk hissediyordum; sanki görmem gereken bir şey vardı. Bu istek her geçen gün içimde büyüyordu. En sonunda adanın kıyısını izleyerek oraya karadan gitmeye karar verdim ve öyle de yaptım. İngiltere'den herhangi biri beni görmüş olsaydı ya korkar ya da kahkahadan kırılırdı; durup kendime baktığımda York'ta böylesi bir donanım ve böylesi bir kılıkla yolculuk ettiğim düşüncesi karşısında ben bile hâlâ kendimi gülümsemekten alıkoyamıyordum. Görünüşümü tarif edeyim de siz de gülün.
Başımda, bu tip iklimlerde giysilerden içeri girip insanın etine işleyen yağmur kadar can yakıcı başka bir şey olmadığı için, hem yağmurun boynumdan içeri süzülmesini engelleyen hem de beni güneşten koruyan bir ense örtüsü bulunan, keçi derisinden yapılma, biçimsiz, uzun bir başlık vardı.
Üstümde, etekleri kalçalarımın ortasına dek inen keçi derisi, kısa bir ceketle kılları her iki tarafta bacaklarımın ortasına dek inen yaşlı bir tekenin derisinden yapılma bir don vardı; çorap ya da ayakkabım yoksa da nasıl adlandırmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim olmayan, çizme niyetine bacaklarımı sarsın diye kendi yaptığım ve her iki tarafı tozluk benzeri bağcıklı, bir çift bir şey vardı ki tam barbarca bir görünümdeydi; kılığımın geri kalanı da öyleydi aslına bakarsanız.
Toka yerine iki sırımla bir araya getirdiğim, kurutulmuş keçi derisinden geniş bir kemerle bu kemerin her iki yanında kurbağaya benzer biçimde asılı, kılıç ve hançer niyetine taşıdığım küçük bir baltayla bir nacak bulunuyordu. Omzumun üstünden geçirdiğim, o kadar geniş olmayan, aynı tarzda bağlanmış bir başka kemerim daha vardı ve sol kolumun altına gelen ucunda, her ikisi de aynı biçimde keçi derisinden yapılma, birinin içinde barutumu ötekindeyse saçmamı taşıdığım iki torba asılıydı. Sırtımda sepetimi ve omzumda da tüfeğimi taşıyordum; başımın üstünde de keçi derisinden büyük, biçimsiz, çirkin şemsiyem yer alıyordu ki bu da tüfeğimden sonra bana en gerekli olan şeydi. Yüzüme gelince, bu konuda pek dikkatli sayılmayacak ve ekvatora dokuz-on derece mesafede yaşayan birisininki kadar melez renginde değildi. Sakalımı bir zamanlar bir metrenin dörtte biri kadar uzatmakla uğraştıysam da hem makas hem de jilet bakımından kıtlık çekmediğim için epeyce kısa kesmiştim; bir tek üst dudağımda Müslüman usulü uzattığım bıyığıma (Sale'deki Türklerden gördüğüm biçimde uzatmıştım, Mağribîler Türklerin tersine favori bırakmazlardı) dokunmadım ki şapkamı asabileceğim uzunlukta olmasa da bıyığım de canavarca görünmeme yetecek uzunluk ve biçimdeydi, İngiltere'de gören olsa kesin korkardı.
Fakat bunlara takılmak gereksiz, çünkü beni görecek hiç kimse olmadığından görünüşümün hiçbir önemi de yoktu; bu yüzden artık bundan daha fazla söz etmeyeceğim. Bu tür bir kılıkla yeni yolculuğuma çıkmıştım ve beş altı gündür dışarıdaydım. Önce kayaların üstüne çıkmak ve sandalımı ilk demirlediğim yere varmak için kıyı boyunca ilerledim; artık göz kulak olmam gereken bir sandal olmadığından karadan, kestirme bir yoldan daha önce tırmandığım tepenin üstüne çıktım; denize uzanan ve yukarıda dediğim gibi, dolanmak için sandalımla iki misli yol almak zorunda kaldığım kayalıkların burnuna baktığımda tümüyle durgun ve sessiz bir denizle karşılaşınca şaşırdım; ne bir dalga, ne bir kıpırtı ne de diğer taraflardakinden fazla bir akıntı vardı. Bunu görünce dilim tutuldu ve buna gelgitin neden olup olmadığını anlamak için bir süre gözlem yapmaya karar verdim ve bunun nasıl gerçekleştiğini anladım: Batıda oluşan çekilmeyle deniz suyu, sahildeki büyük bir ırmağın sularının yarattığı akıntıyla birleştiğinde oluşan anaforun etkisi bu akıntıya yol açıyor olmalıydı; rüzgârın batıdan ya da kuzeyden şiddetle esmesiyle de bu akıntı kıyıya yaklaşıyor ya da uzaklaşıyordu. Oralarda akşama kadar bekleyip yeniden kayanın üstüne çıktım ve ardından çekilme başladığında akıntıyı aynen önceki gibi açıkça gördüm, ama bu kez kıyının yaklaşık yarım mil yakınında başlayıp uzaklara akıyordu. Oysa ben oradan geçerken kıyının hemen yakınında oluşmuş ve başka sandalımla beni sürüklemişti; başka zaman böyle olmazdı belki.
Bu gözlem beni, anaforu ve gelgitin akışını gözlemekten başka yapılacak bir şey olmadığına ve sandalımı yeniden adanın öteki yanına kolayca götürebileceğime ikna etti; bu fikrimi gerçekleştirmeyi düşünmeye başladığımda içine düştüğüm tehlikenin anısını ruhumda öyle bir korkuyla hissettim ki bunu yeniden düşünmek bile istemedim. Yine de daha zahmetli olmakla birlikte daha güvenli bir başka karara vardım ki bu da kendime yeni bir periagua ya da kano yapmaktı, böylece bir tane adanın bir yanı için, bir tane de öteki yanı için kullanabileceğim birer sandalım olacaktı.
Artık adada, deyim yerindeyse iki çiftliğimin bulunduğunu anlamışsınızdır; bunların birisi, kayanın altındaki, çevresi duvarlı, şu ana kadar iç içe geçmiş çeşitli daireler ya da mağaralar biçiminde genişlettiğim çadırım ya da korunağımdı. İçlerinde en kuru ve en büyük olan ve duvarımın ya da korunağımın dışına, yani duvarımla kayanın birleştiği yerin ötesine açılan bir kapısı bulunanı işe yarayacağını düşündüğüm bir yığın büyük toprak kap ve her biri beş altı kile tahıl alabilecek büyüklükte on dört ya da on beş kadar sepetle tıkabasa doluydu; kimisi sapından kısa kesilmiş başaklar halinde kimisi ise ellerimle kapçığından ayrılmış durumdaki tahıl stokumu burada saklıyordum.
Duvarıma gelince, önceki gibi uzun direk ve kazıklardan oluşuyordu; kazıkların hepsi ağaç gibi büyümüştü ve şu an itibariyle öyle gelişip yayılmışlardı ki arkalarında bir barınak olduğu kimsenin aklının ucundan geçmezdi. Barınağımın yakınında, ama biraz daha öteye doğru usulünce sürüp ektiğim ve zamanı geldiğinde de ürününü kaldırdığım iki tahıl tarlam vardı ve ne zaman daha fazlası gerekse bitişiğinde bunu ekebileceğim yeterince toprak vardı.
Ayrıca kır evim de vardı ve artık burada da orta halli bir çiftliğe sahiptim; öncelikle onarmayı hiç ihmal etmediğim, benim verdiğim adıyla küçük çardağım vardı; merdiveni her zaman içeride tutuyor, çevresini saran çiti de hep olağan yükseklikte tutuyordum. Başlangıçta bir kazık boyunu geçmezken artık epeyce dayanıklı biçimde uzamış ağaçları hep buduyordum ki yayılıp sıklaşsınlar ve tam aklımdan geçirdiğim gibi uygun bir gölgelik oluştursunlar. Bu çitin ortasında kazıkların üstüne serdiğim ve asla onarım ya da yenileme gerektirmeyen bir parça yelken bezinden oluşan çadırımı hep kurulu tutuyordum, altında da öldürdüğüm hayvanların postları ve yumuşak başka şeylerle kendime bir minder ya da divan gibi bir şey yapmış, denizdeki yataklarımızdakine benzer biçimde üstüne de gemiden kurtardığım bir battaniyeyle üstümü örtmekte kullandığım bir gocuğu sermiştim. Asıl evimden her uzaklaşma fırsatı bulduğumda kır evimin yolunu tutuyordum.
Buranın bitişiğinde sürümü, yani keçilerimi tuttuğum ağıllarım bulunuyordu ve bu araziyi çitle çevirmek için akla hayale sığmaz sıkıntılara girmiştim. Burayı, keçilerin dışarı çıkamamaları için tümüyle kapatmaya öyle hevesliydim ki binbir zahmetle, çitin dışını birbirine epeyce yakın ufak kazıklarla çevirene dek işin ucunu bırakmadım; sonunda bir çitten çok bir parmaklığa benzedi ve aralarında bir elin sığacağı kadar bile boşluk kalmadı; öyle ki yağmur mevsiminde hep olduğu üzere o kazıklar büyüdüğünde ağılın çevresini bir duvar kadar dayanıklı, hatta bir duvardan da sağlam biçimde kapattı.
Bu benim aylaklık etmediğimi ve kırk yıl bile sürecek olsa, rahat yaşamam için zorunlu gördüğüm herhangi bir şeyi gerçekleştirmek için gereken hiçbir zahmetten kaçınmadığımı kanıtlayacaktır. Burada yaşadığım sürece et, süt, tereyağı ve peynir için gereken canlı cephaneyi elimin altında bulundurmak anlamında bir evcil hayvan sürüsü beslemem gerektiğini düşünüyordum ve bunları ulaşabileceğim mesafede tutmak da, ağıllarımı hepsinin bir arada olduklarından emin olabileceğim kadar mükemmel kılmama bağlıydı tümüyle; bu yüzden kazıkları öyle bir sağlamlaştırmış, öyle sık yerleştirmişim ki büyümeye başladıklarında bir kısmını yeniden sökmek zorunda kaldım.
Kışlık kuru üzüm stokum bakımından bağımlı olduğum ve beslenmemin en iyi, en makbul kısmını oluşturduğu için de elimde bulundurmaya hep özen gösterdiğim üzümleri de burada yetiştiriyordum; kaldı ki bunlar yalnızca makbul değil şifalı, faydalı, besleyici ve zindelik vericiydiler.
Burası ayrıca benim öteki evimle sandalımı çektiğim yerin tam ortasında yer aldığından ve sandalımı da sıklıkla ziyaret ettiğimden, oraya giderken genellikle burada kalıp dinleniyor, içerideki ve dışarıdaki her şeyi düzenli bırakıyordum. Bazen kendimi oyalamak için sandalla çıksam da artık tehlikeli hiçbir yolculuğa kalkışmayacağımdan sahilden ancak bir, bilemediniz iki taş atımı kadar uzaklaşıyordum. Akıntılar, rüzgârlar veya başka engellere ilişkin yeterli bilgiye sahip olmadan acele etmeyecek kadar sakınımlıydım. Fakat tam o sırada yaşamımda yeni bir perde açıldı.
Bu olay, bir gün öğle üzeri sandalıma doğru giderken kumun üstünde oldukça açık seçik biçimde görülebilen çıplak bir ayağın bıraktığı ize rastlayıp müthiş şaşırmamla gerçekleşti. Yıldırım çarpmış veya hayalet görmüş gibi kalakaldım. Kulak kesilip çevreme bakındım, ama ne bir şey işittim ne de bir şey görebildim; daha ileriye bakmak için bir yükseltinin üstüne çıktım; kumsalda bir aşağı bir yukarı yürüdüm, ama bir tek bu iz vardı, başkasını göremedim. Daha başka iz olup olmadığını ve bunun benim hayal gücümden kaynaklanmadığını göreyim diye yeniden yanına gittim, bu kesinlikle bir ayak iziydi; parmakları, topuğu ve her parçasıyla tam bir ayak izi. Orada ne işi olduğunu bilmediğim gibi aklıma hiçbir şey de gelmiyordu. Tümüyle aklı karışmış ve kendisini kaybetmiş birisi gibi karmakarışık bir yığın düşünceden sonra bastığım yeri hissetmeksizin, her iki üç adımda bir durup arkama bakarak, her çalı ya da ağacı bir şeye benzeterek ve uzaktan gördüğüm her kütüğü insan zannederek iliklerime işleyen bir korkuyla barınağıma döndüm. Ne ürkmüş hayal gücümün nesneleri gözüme çeşitli biçimlermiş gibi gösterdiğini, ne kafamdan her saniye geçen çılgınca fikirleri, ne de yol boyu zihnime üşüşen sayısız tuhaf düşünceyi anlatabilirim.
Kaleme vardığımda, bu olaydan sonra burayı hep böyle adlandırdığımı sanıyorum, sanki peşimden birisi kovalıyormuş gibi içeri kaçtım. İlk olarak akla geleceği gibi merdivenden mi aştım yoksa kapı adını taktığım kayadaki delikten mi girdim, anımsayamıyorum. Ertesi sabahı da anımsayamıyorum çünkü benim kaçışım, korkan tavşan veya tilkinin toprağın altına gizlenmesinden bile beterdi. O gece gözüme hiç uyku girmedi; korkuma yol açan şeyden ne kadar uzak olsam da endişem bu tür şeylerin doğasına ve özellikle de korkan tüm canlılardan beklenene aykırı biçimde artıyordu; o şeye ilişkin kendi korkulu fikirlerimle öylesine doluydum ki, o anda oranın epeyce uzağında bulunsam da zihnimde iç karartıcı hayallerden başkasını canlandıramıyordum. Bazen kendi kendime bunun şeytandan başkası olamayacağını kuruyordum ve mantığım da, insan biçiminde başka bir yaratık oraya gelebilir mi sorusuyla bu varsayımımda beni destekliyordu. Hem onları getiren gemi neredeydi? Başka ayak izi var mıydı? Ayrıca bir insanın oraya gelmesi nasıl mümkün olabilirdi? Fakat sonra, ardında ayak izini bırakmaktan başka hiçbir nedeninin ve hatta bir amacının da olamayacağı böylesi bir yerde, şeytanın insan kılığına girdiğini düşününce gülünç de geliyordu, çünkü benim bunu görüp görmeyeceğimden emin olamazdı. Şeytanın beni ürkütmek için bu tek bir ayak izinden başka yığınla yol bulabileceğini, adanın ta öbür ucunda yaşadığımdan görme olasılığımın on binde bir olduğu bir yerde, üstelik de kumun üzerinde, denizin ilk dalgalanışıyla ve şiddetli bir rüzgârla tümüyle silinip gidecek bir iz bırakacak kadar kolaya kaçmayacağını düşündüm. Bütün bunlar, eşyanın doğasına ve şeytana yakıştırdığımız kurnazlığa aykırı görünüyordu.
Buna benzer yığınla düşünce beni, bunun şeytanın işi olduğuna dair bütün kaygılarımdan vazgeçirmeye yetti ve bu durumda şeytandan daha tehlikeli bir yaratık olması gerektiğine kanaat getirdim. Yani izi bırakanlar, kanolarıyla denizde dolaşan veya akıntıyla, ters rüzgârlarla buralara sürüklenip adaya çıkan, sonra yeniden denize açılan karşıdaki anakaranın vahşilerinden bazıları olmalıydı; belki de benim onları görmekteki isteksizliğim gibi onlar da bu ıssız adada kalmaktaki isteksizlikleri nedeniyle dönüp gitmişlerdi.
Bu düşünceleri zihnimde evirip çevirirken o sırada oralarda olmadığım ya da sandalımı görmedikleri için de şükran duydum; sandalı görselerdi orada birilerinin yaşadığını anlar ve belki de içerilerde beni ararlardı. Derken sandalımı bulduklarını ve burada insanların bulunduğunu anladıklarına ilişkin berbat düşünceler zihnime işkence etmeye başladı; eğer öyleyse mutlaka yanlarına daha çok sayıda kişi alıp geri gelir ve beni yok ederlerdi; beni değilse bile barınağımı bulurlar, bütün tahılımı heba ederler ve evcil keçilerimin hepsini alıp götürürlerdi, ben de sonunda açlıktan ölüp giderdim.
Böylece korkum bütün dinsel umutlarımı, önceleri Tanrı'ya sığınınca yaşadığım o harika deneyimin üstüne kurduğum Tanrı'ya olan bütün güvenimi alıp götürdü. Şimdiye kadar beni mucizevî biçimde doyurmuş olan Tanrı, inayetiyle benim için yarattığı tayınımı sanki kendi gücüyle koruyamayacakmış gibi... Topraktaki ürünümü toplamamı engelleyecek hiçbir kaza olamazmış gibi ertesi yıla kadar bana yetecek olandan fazlasını ekmeyerek tembellik ettiğim için de kendime kızmıştım. Bu da gelecekte iki üç yıllık tahılımı önceden ekmeye karar verişimin gerekçesi oldu; böylece başıma her ne gelirse gelsin ekmeksizlikten kıvranarak ölmeyecektim.
İnsanın yaşamı nasıl da Tanrı'nın tuhaf bir dama oyununa dönüşüyor! Koşullar değiştikçe eğilimler de nasıl gizemli kaynaklar tarafından alelacele değiştiriliveriyor! Bugün sevdiğimizden yarın nefret ediyoruz; bugün peşinden koştuğumuzdan yarın köşe bucak kaçıyoruz; bugün arzuladığımızdan yarın korkuyor, hatta düşüncesi karşısında bile tir tir titriyoruz. Bu durum, olabilecek en canlı biçimiyle bende doğrulanmıştı işte; tek derdimi insan toplumundan uzaklaştırılmak, bir başına kalmak, uçsuz bucaksız okyanusun içinde hapsolmak, insanoğluyla ilişkisi kesilmiş ve sessiz yaşam diyebileceğim bir hüküm giymek sayıyordum; Tanrı'nın beni yaşayanlar arasında bulunmaya ya da geri kalan kullarıyla bir arada yaşamaya layık görmediğini, kendi türümden birini görmenin benim için ölümden yaşama döndürülmek ve ruhsal kurtuluşumun yanı sıra, Tanrı'nın bana en büyük kutsamasını bağışlaması anlamına geleceğini sanıyordum. Uzun sözün kısası, şimdi bir insanla karşılaşmanın kaygısıyla tir tir titrediğimi ve adaya ayak basacak bir adamın gölgesi ya da sessiz görüntüsü karşısında bile yerin dibine girmeye hazır olduğumu düşünüyordum.
İnsan yaşamının inişli çıkışlı durumu işte böyle bir şeydir ve ilk şaşkınlığımı azıcık üstümden attığımda benim payıma da yığınla acayip akıl yürütmeler düşmüştü. Bunun, Tanrı'nın sınırsız sağduyulu ve iyi hükmünün benim için belirlediği yaşam basamağı olduğuna; bu olayda yüce sağduyunun tüm amaçlarını tam anlamıyla öngöremeyeceğim için buyruğuna karşı gelmemem gerektiğine karar verdim. Beni o yarattığı, onun kulu olduğum için, beni istediği gibi yönlendirip yönetmekte kuşku götürmez bir hakka sahipti; ayrıca ona karşı gelmiş bir kuluydum, uygun göreceği her türlü cezayı verme hakkı da vardı ve onun öfkesine katlanmak için boyun eğmesi gereken bendim, çünkü ona karşı günah işlemiştim.
Ardından Tanrı'nın yalnızca adil değil, kadiri mutlak olduğunu da anımsadım; beni cezalandırıp üzmeyi uygun bulmuşsa, beni kurtarmak da onun elindeydi. Bunu uygun bulmuyorsa, kendimi tümüyle onun iradesine teslim etmek benim sorgusuz sualsiz ödevimdi; öte yandan da ona umut bağlamak, yakarmak ve günlük hükmünün buyruk ve yönlendirmelerine sessizce uymak da boynumun borcuydu.
Bu düşünceler saatlerimi, günlerimi, hatta haftalarımı ve aylarımı aldı diyebilirim. Düşüncelerimden birinin sonucuna burada değinmeden geçemeyeceğim: Bir sabah yatağımdan çıkmadan vahşilerin belirivermesi tehlikesine ilişkin kaygılara boğulmuşken bunun ziyadesiyle huzurumu kaçırdığının farkına vardım; bunun üzerine İncil'deki şu sözler aklıma geldi: "Sıkıntılı gününde seslen bana, seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin." Bunun üzerine neşeyle yatağımda doğruldum, yalnızca yüreğim ferahlamakla kalmamış, beni kurtarması için Tanrı'ya içtenlikle dua etmeye başlamıştım. Duam bitince İncil'imi elime aldım, okumak için açtığımda karşıma çıkan ilk sözler şöyle oldu: "Tanrı'yı bekle, kuvvetli ol; o senin yüreğini güçlendirecek; Tanrı'yı bekle." Bunun bana verdiği iç huzurunu anlatmam olanaksız. Yanıt olarak, şükran içinde kitabı elimden bıraktım ve artık daha fazla üzmedim kendimi, en azından o sırada.
Bu fikirlerin, endişelerin ve düşüncelerin ortasındayken, bir gün aklıma bunun tümüyle kendi kuruntum olduğu ve o ayak izinin, sandalımdan inip kıyıya çıktığımda bıraktığım kendi ayak izim olabileceği geldi. Bu da beni biraz neşelendirdi ve kendimi, bunun tümüyle bir yanılsama olduğuna inandırmaya giriştim: Bu benim kendi izimden başka bir şey değildi; sandala o yoldan gidiyordum, sandaldan gelirken de o yolu kullanmış olamaz mıydım? Nereye ayak basıp nereye basmadığımı kesin biçimde söyleyemeyeceğimi de düşündüm ve sonuçta bu yalnızca kendi ayağımın iziyse, hayalet ve görüntü öyküleri uydurmaya çalışan o aptalların durumuna düşmüş ve en çok da kendim ürkmüşüm demekti.
Artık cesaretimi toplamaya ve yeniden dışarı çıkmaya başlamıştım; üç gün ve gece boyunca kalemden dışarı adım atmadığımdan yiyeceğim azalmıştı, çünkü içeride biraz arpa ekmeğiyle sudan başka şeyim yoktu; sonra aklıma akşam uğraşlarım içinde yer alan, keçilerin sağılması gerektiği de geldi; zavallı hayvanlar acıyla ve sağılmamanın sıkıntısıyla kıvranıyorlardı, hatta bu durum bazılarını etkilemiş ve neredeyse sütten kesilme noktasına getirmişti.
Böylece kendimi, bunun kendi ayak izimden başka bir şey olmadığı, neredeyse kendi gölgemden bile ürktüğüm düşüncesiyle yüreklendirerek yeniden dışarı çıkmaya başladım ve sürümü sağmak için kır evime gittim. Fakat nasıl bir korku içinde ilerlediğimi, kaç kez dönüp arkama baktığımı, her an sepetimi yere bırakıp ardıma bile bakmadan koşmaya nasıl da hazır olduğumu gören olsa, kötü bir ruhun pençesine düştüğümü ya da son zamanlarda beni feci şekilde korkutan bir şeyle karşılaştığımı düşünebilirdi ki aslında öyle de olmuştu.
Bununla birlikte iki üç gün dışarı çıkıp da hiçbir şey görmeyince biraz daha yürekli davranmaya ve benim hayal gücüm dışında, gerçekte ortada korkacak bir şey olmadığını düşünmeye başladım; fakat yeniden kıyıya inip de bu ayak izini görmez ve herhangi bir benzerlik ya da uygunluk olup olmadığını anlamak için kendi ayak izimle karşılaştırıp bunun bana ait olduğunu doğrulamazsam kendimi tümüyle ikna etmem mümkün gözükmüyordu. Oraya vardığımda ilk gözüme çarpan, sandalımı bağladıktan sonra oralarda bir yerlerde yürümüş olmamın imkânsızlığı, ikincisi de izi kendi ayağımla ölçtüğümde ayağımın o kadar büyük olmadığıydı. Bu gerçekler kafamı yeni hayallerle doldurdu ve beni sıkıntıdan öyle bir terletti ki nöbet geçiren birisi gibi üşüyüp titremeye başladım; bir insan ya da insanların orada karaya çıktıklarına ya da kısaca, adada birilerinin yaşadığına ve bunun farkına varmasaydım bir gün büyük bir şaşkınlık yaşayabileceğime inanarak yeniden eve döndüm; güvenliğim açısından nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyordum.
Ah, insan korkunun pençesine düşünce ne de gülünç kararlar veriyor! Korku, insanı rahatlamak için mantığının sunacağı tüm araçlardan yoksun bırakıyor. Aklıma getirdiğim ilk şey ağıllarımı yerle bir etmek ve düşmanın eline geçmesin, sonra da benzerlerini ya da başka ganimet bulmak için adayı komşu kapısı yapmasınlar diye bütün evcil sürümü ormana salmaktı. Sonra ekinimi bulup adaya gelmesinler diye iki tarlamın altını üstüne getirmeyi, ardından da herhangi bir yerleşim izi görüp adada yaşayanları bulmak için aramaya kalkışmasınlar diye çardağımı ve çadırımı yıkmayı düşündüm.
Bunlar eve geldikten sonraki ilk gecemde aklımdan geçenlerdi ki o esnada zihnimi son derece meşgul eden kaygılarım henüz taze, kafam da iyice bulanıktı. Tehlikenin korkusu, gözle görülür bir tehlikenin kendisinden on bin kez daha ürkütücüdür; endişenin yükü bize, endişe duyduğumuz kötülükten kat be kat büyük gelir. Başıma açılmış bu belada bütün bunlardan da kötü olanı, kendimi Tanrı'ya teslim edişimin bana umduğum rahatlamayı vermeyişiydi. Yalnızca Filistinlilerin peşine düşmesinden değil Tanrı'nın da kendisini terk ettiğinden yakınan Saul'e benzediğimi düşündüm; kafamı toparlamak için daha önce yaptığım gibi, doğru yolu izleyerek sıkıntıdayken Tanrı'ya yakarmamış, beni koruyup kurtarması için kendimi onun takdirine bırakmamıştım. Böyle yapmış olsaydım en azından bu yeni sürprizi daha hafif atlatır ve belki de daha bir kararlılıkla üstüne giderdim.
Bu karman çorman düşünceler beni bütün gece uyutmadı, ama sabah uykuya yenik düştüm ve zihnim yorgun, ruhum tükenmiş olduğundan, tuhaftır ama deliksiz bir uyku çekip, daha önce hiç olmadığım kadar toparlanmış biçimde uyandım. Artık sakin düşünmeye başlamıştım ve düşünüp taşındıktan sonra olağanüstü güzellikte, verimli ve gördüğüm kadarıyla anakaradan fazla uzak olmayan bu adanın sandığım kadar terk edilmiş bir yer olmadığına; burada yerleşmiş yerliler olmasa bile, bazı sandalların ya bile isteye ya da istemeyerek, rüzgârla sürüklendikleri için kıyıya çıkmalarının mümkün olduğuna; on beş yıldır burada yaşamama karşın o ana kadar hiç kimsenin gölgesini bile görmediğime; herhangi bir zamanda buraya sürüklenen olduysa bile yerleşmeyi uygun görmeyip ilk fırsatta gerisin geri gittiklerine; en büyük tehlikenin anakaradan buraya kendi iradeleri dışında sürüklenen, akıntının ya da günışığının elverdiği anda kıyıda bir gece bile geçirmeden yine son sürat geri gidecek başıboş kişilerden gelebileceğine; dolayısıyla buraya vahşilerin çıktığını gördüğümde sığınabileceğim güvenli bir yer düşünmek dışında yapacağım bir şey olmadığına kanaat getirdim.
Şimdi, mağaramı bu kadar geniş kazdığım ve bir de kapı açtığım için fena halde pişmanlık duymaya başlamıştım; dediğim gibi, bu kapı kalemin kayayla birleştiği yerin dışına açılıyordu; bu konuyu enine boyuna düşününce kendime duvara yakın mesafede ikinci bir kale yapmaya karar verdim. Bu kale sözünü ettiğim üzere on iki yıl önce iki sıra ağaç diktiğim yerde yarım çember biçiminde olacaktı; bu ağaçları baştan çok sık diktiğimden sıklaştırıp güçlendirmek için aralarından birkaçını sökmek dışında bir şey yapmama gerek yoktu ve duvarım kısa bir süre sonra bitmiş olacaktı. Böylece şimdi çifte duvarım vardı ve güçlendirmek için dış duvarımı, kolumu sokabileceğim büyüklükte yedi delik bırakarak kereste parçalarıyla, eski halatlarla ve aklıma gelen başka her şeyle kalınlaştırdım. Bu duvarı mağaramdan sürekli toprak taşıyıp dibine yığarak ve üstünde yürüyerek üç metre kadar daha kalınlaştırdım; sonra gemiden karaya taşıdığım yedi tüfeği, yedi deliğe yerleştirdim. Bunların altlarına top kundağına benzeyen düzenekler yaptım ve birer top gibi yuvalarına yerleştirdim, böylece yedi tüfeği de iki dakika içinde ateşleyebilecek duruma geldim; bu duvarın bitmesi, beni epeyce yoran bir ayımı mal oldu, bitirinceye kadar da kendimi bir an olsun güvende hissedemedim.
Bu iş bitince duvarın dışındaki her yeri dayanıklı oldukları kadar büyümeye de meyilli kazıklar ya da söğüt dallarıyla bir orman gibi, her gün epey mesafe kat ederek doldurdum. Duvarımla aralarında, düşmanlarımı görebilecek bir yer olsun ve dış duvarıma yaklaşmaya kalkışırlarsa bu körpe ağaçların ardına saklanamasınlar diye büyük bir açıklık bırakarak çaktığım kazık sayısı öyle çoktu ki sanırım yirmi bine yakındı.
Böylece iki yıl içinde sık bir koruluğum oldu, beş ya da altı yıl sonra da barınağımın önünde geçit vermesi olanaksız, son derece sık ve güçlü bir orman uzanıyordu; hiçbir insanoğlu buranın ardında bırakın bir barınak herhangi bir şey bulunabileceğini dahi hayal edemezdi. İçeriye girip çıkmak için kendime bulduğum yolsa (çünkü hiçbir açıklık bırakmamıştım) birini kayanın alçak bir yerine kadar, ötekini ise buradaki düzlük yerden aşağı sallandırdığım iki merdiven kullanmaktı; böylece artık hiçbir canlı kendisine zarar vermeden tepeme inemezdi, inse bile yine de dıştaki duvarımın öbür yanında kalırdı.
Bu şekilde kendi korunmam için insan beyninin akıl edebileceği her türlü önlemi almıştım; gerçi o sıralarda katıksız korkumun aklıma getirdiklerinden başka hiçbir şeyi öngöremiyordum.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top