X: Keçileri Evcilleştiriyor
X: Keçileri Evcilleştiriyor
Bunu izleyen beş yıl boyunca başımdan olağandışı bir olay geçtiğini söyleyemem, önceki gibi gündelik işlerin seyri değişmeksizin aynı biçimde, aynı yerde yaşadım; bir yılın ihtiyacını önceden karşılamaya yetecek ölçüde zaman ayırdığım yıllık arpa ve pirincimi ekme, üzümlerimi kurutma işlerinin ve günlük olarak tüfeğimle ava çıkmamın yanı sıra uğraştım tek iş nihayet bitirebildiğim bir kano yapmaktı. Böylece yaklaşık iki metre genişliğinde ve bir buçuk metre derinliğinde bir kanal kazarak kanoyu aşağı yukarı yarım mil ötedeki koya kadar götürdüm. Baştan suya nasıl indireceğimi hiç hesaba katmadan son derece büyük yaptığım için ne suya götürebildiğim ne de suyu onun yanına getirebildiğim ilk kanoyuysa gelecek sefer kulağıma küpe olsun diye oracıkta bırakmak zorunda kalmıştım. Sonuçta bir sonrakinde, bunun için uygun bir ağaç bulamamama ve suyu kanonun bulunduğu yere getirebilmek için, söylediğim gibi yarım milden hiç de az olmayan bir mesafe olmasına karşın, en sonunda bunun yapılabileceğini kestirdiğimden bir an olsun pes etmedim ve neredeyse iki yıl bununla uğraşsam da sonunda denize açılacağım bir sandala sahip olma umuduyla emeğimi hiç esirgemedim.
Ama küçük periaguam bitmiş olmasına karşın büyüklüğü, ilkini yapmaya başladığım zaman kafamda canlandırdığımla pek uyuşmuyordu; bununla uzaklığı aşağı yukarı kırk mili aşan kara parçasına gitmeye kalkışmaktan söz ediyorum; bu defa da sandalın küçüklüğü o tasarıma son vermeme yetti ve bunun üstünde daha fazla durmadım. Artık bir sandalım olduğundan bir sonraki tasarım, adanın çevresinde bir gezinti yapmaktı, çünkü daha önce anlattığım gibi bir kez karadan giderek adanın öbür tarafında bir noktaya varmıştım ve o küçük yolculuk sırasında yaptığım keşifler beni sahilin diğer bölümlerini de görme konusunda epeyce heveslendiriyordu; artık bir sandalım da olduğuna göre adanın çevresinde yelken açmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordum.
Bu amaçla her şeyi ihtiyatlı bir biçimde ve kafa yorarak hesaplayarak, sandalıma ufak bir direk yerleştirdim ve ambarımda sakladığım, gemiden kalma epeyce miktardaki yelken parçalarından bir de yelken yaptım.
Direğimi çekip yelkenimi gerdikten ve sandalımı da denedikten sonra epeyce iyi yol alacağını anladım; ardından sandalımın her iki ucuna, içine erzakımı, gerekli malzemeyi ve cephane gibi şeyleri koyabileceğim, bunları yağmurdan ya da dalgalardan koruyacak ufak dolap ya da kutularla, içine kuru kalması için tüfeğimi koyabileceğim uzun bir girinti, üstüne de bir sürgü yaptım.
Şemsiyemi kıç tarafındaki basamağın üzerine, bir sundurma gibi başımın üstünde duracak ve beni güneşten koruyacak biçimde, yelken direği gibi sabitledim ve dereden asla fazla uzaklaşmadan, denizde küçük yolculuklara çıkmaya başladım. Küçük krallığımın çevresini görme merakıyla sonunda asıl gezintimi yapmaya karar verdim ve buna uygun olarak da gemime iki düzine arpa ekmeği somunu (kek demem daha doğru), bir toprak kap dolusu kavrulmuş pirinç (epeyce fazla tükettiğim bir yiyecekti), küçük bir şişe rom, bir keçinin yarısı ve sonrasında keçi vurmak için saçmayla baruttan oluşan erzak ve cephanemi koyarak daha önce gemicilerin sandıklarında bulduğumu söylediğim iki gocuğu da birini altıma, ötekini de gece üstüme sermek için yanıma aldım.
Bu yolculuğa çıkışım Kasım'ın 6'sında saltanatımın mı desem tutsaklığımın mı, hangisini yeğlerseniz artık, altıncı yılındaydı ve tahmin ettiğimden çok daha uzun sürdü, çünkü adanın kendisi fazla büyük olmamasına karşın yine de doğu tarafına vardığımda, kimisi suyun altında, kimisi üstünde, iki fersah kadar denize uzanan büyük kayalıklarla karşılaştım; bu kayalıkların ötesinde yarım fersah ya da biraz fazlası bir mesafede uzanan sığ bir kumluk alan bulunuyordu ve bu yüzden de bu noktayı geçmek için açıktan uzunca bir yol kat etmem gerekiyordu.
Kayaların farkına ilk vardığımda, daha sonra yeniden gelirim diye girişimimden vazgeçmek üzereydim, çünkü denize ne kadar açılmak zorunda kalacağımı bilemediğim gibi daha da önemlisi, geri dönüşüm kuşkuluydu; bu nedenle demirledim; gemiden aldığım kırık bir kanca ile kendime bir tür demir yapmıştım.
Sandalımı sağlama aldıktan sonra tüfeğimi alıp sahile çıkarak burna bakan bir tepeye tırmandım; kayalığın tamamını görerek yola devam etmeye karar verdim. Durduğum tepenin üstünden denizi gözlerken doğuya doğru akan ve bu burnun yakınına kadar gelen, güçlü ve aslında son derece azgın bir akıntıyı fark edip iyice gözlemledim. İçine girersem benim için tehlikeli olabileceğini, akıntının şiddetiyle açık denize sürüklenip, belki de adaya bir daha dönemeyeceğimi sezmiştim; önce bu tepeye çıkmayı akıl etmeseydim öyle olurdu herhalde. Aynı akıntıdan adanın diğer yanında da vardı, biraz daha uzaktan akıyor ve sahilin hemen yakınında güçlü bir anafor yaratıyordu, yani ilk akıntıdan uzaklaşmak için bu anaforun içine girmek dışında yapacağım bir şey yoktu.
Bununla birlikte iki gün boyunca orada yattım, çünkü rüzgâr doğu-güneydoğu yönünden epeyce şiddetli esiyordu ve akıntıya karşı estiğinden dalgalar şiddetle burna çarpıyordu; bu yüzden, dalgalar nedeniyle kıyıya çok yakın durmam da, akıntı nedeniyle uzaklaşmam da güvenli değildi.
Üçüncü günün sabahında, rüzgâr gece dindiğinden deniz durulmuş, ben de cesaretimi toplamıştım, ama benim durumum bütün sabırsız ve cahil kaptanların kulağına küpe olsun, çünkü burna varır varmaz, üstelik kıyının bir sandal boyu bile uzağında değilken kendimi epeyce derin bir suyun ve bir değirmenin savağını aratmayan bir akıntının içinde buldum; sandalımı öyle bir şiddetle sürükleyip götürdü ki tek yapabildiğim sandalı akıntının kenarında uzun süre tutmamayı başarmak oldu, ama akıntı solumda kalan anaforun içinden çıkıp ardım sıra geliyordu. Bana yardımı dokunacak bir esinti bile yoktu ve küreklerimle tüm çabalamam boşunaydı, artık kendimi ümitsizliğe kaptırmaya başlamıştım. Akıntı adanın her iki tarafında da yer aldığından birkaç fersah sonra bunların birleşeceklerini ve o zaman da işimin biteceğini biliyordum; bundan kaçınmanın bir yolunu da göremiyordum, önümde yok olmaktan başka bir seçenek kalmıyordu ama deniz epey sakin olduğundan boğularak değil, açlıktan ölerek yok olacaktım. Aslında kıyıda güç bela taşıyabildiğim, ağır bir kaplumbağa bulup sandalıma atmıştım ve toprak kaplarımdan birinin içinde büyük bir sürahi dolusu diyebileceğim tatlı suyum da vardı, ama en azından bin fersahlık bir alan içinde ne bir kıyının ne de bir anakara ya da adanın bulunduğu engin bir okyanusa sürüklenince bunlar devede kulak değil miydi?
O anda Tanrı'nın insanoğlu için en sefil yazgıyı bile daha da kötü kılabildiğini anlamıştım. Artık geriye baktığımda yalıtılmış, yalnızlık içindeki adacığım gözüme dünyanın en hoş yeri gibi görünüyordu ve yüreğimin dileyebileceği en büyük mutluluk yeniden orada olabilmekti. Heves içinde ellerimi adaya doğru uzatıp, "Ah benim mutlu çölüm!" dedim, "seni bir daha hiç göremeyeceğim. Seni sefil yaratık! Nereye gidiyordun ki?" Ardından nankör öfkemi kendime yöneltip içinde bulunduğum yalıtılmış duruma söylendim; o anda yeniden kıyıda olmak uğruna neler verirdim! Nitekim zıddıyla gözümüze sokulmadan içinde bulunduğumuz gerçek durumu asla göremiyor, hep fazlasını istemekten sahip olduğumuzun değerini bilmeyi beceremiyoruz! Sevgili adacığımdan (artık gözüme öyle gözüküyordu) vahşi okyanusun ortasına, aşağı yukarı iki fersah uzağa sürüklenmiş ve bir daha geri dönememe ümitsizliğine kapılmış bendenizin içine düştüğü dehşetin gözde canlandırılması zor. Yine de gücüm tükeninceye dek elimden geldiğince uğraştım ve sandalımı anaforun kaynadığı yerin kıyısında, kuzey yönünde tutmaya çabaladım. Öğlen civarında güneş boylamı geçerken güney-güneydoğu yönünden esmeye başlayan rüzgârın esintisini yüzümde hisseder gibi oldum. Bu yüreğimi azıcık hafifletti ve özellikle de bir yarım saat kadar daha geçtikten sonra epeyce güçlü biçimde esmeye başladı. O sırada artık adadan göz korkutucu biçimde uzaklaşmıştım ve azıcık bulutlu ya da puslu bir hava olsaydı başka biçimde de işim biterdi: Yanımda pusula yoktu ve adayı gözden yitirirsem tekrar ona doğru dümen kıramazdım, ama hava açık kalmaya devam etti, ben de direği kaldırıp akıntıdan kurtulmak için olabildiğince kuzeyde kalarak yelkenimi açtım.
Tam direğimi kurup yelkenimi açmış ve sandal da ilerlemeye başlamışken suyun berraklaşmasıyla akıntıda bir değişiklik olduğunun farkına vardım, çünkü akıntının güçlü olduğu yerde su da bulanıktı, ama suyun berrak olduğunu kavrayınca akıntının azaldığını anladım ve o anda bir mil kadar doğuda denizin birtakım kayalar üzerinde kırıldığını gördüm; akıntının asıl şiddeti daha güneye doğru yönelirken bu kayaların akıntının yeniden ikiye ayrılmasına yol açtıklarını anladım, bu şekilde akıntının öteki kolu kayaların direnciyle geri dönüyor ve epeyce keskin bir akışla yeniden kuzeybatıya yönelen güçlü bir anafor oluşturuyordu.
Son anda gelen bir afla darağacından inmenin veya tam canı alınmak üzereyken haydutların elinden kurtarılmanın veya buna benzer olağandışı şeyler yaşamanın ne olduğunu bilenler, o andaki sevinçli şaşkınlığımı, sandalımı bu anaforun akışına nasıl da sevinçle bıraktığımı ve rüzgâr güçlenirken, altımda güçlü bir akıntı ya da anaforla birlikte, rüzgârın önünde neşeyle uçuşan yelkenimi nasıl da sevinçle açtığımı tahmin edebilirler.
Bu anafor beni doğruca ada yönünde, yeniden bir fersah kadar kendi yoluma taşıdı, ama akıntının başlangıçta beni sürüklediği noktanın iki fersah kuzeyine götürdü; böylece adaya yaklaştığımda kendimi adanın kuzey sahilinde, yani, adanın yola çıktığım noktasının tam tersi ucunda buldum.
Bu akıntı ya da anaforun yardımıyla bir fersahtan biraz fazla yol aldıktan sonra gücünün azaldığını ve artık bana bir faydasının kalmadığını anladım. Bununla birlikte iki büyük akıntı arasında kalınca, yani beni uzaklara sürükleyen güneydekiyle bir fersah kadar ötede, kuzeyde bulunan bu iki akıntının arasında ada yolundayken hiç olmazsa suyun sakin olduğunu ve beni herhangi bir yere sürüklemediğini fark ettim ve henüz rüzgâr esintisi de benim lehimeyken, önceki kadar hızlı yol alamasam da doğruca adaya dümen kırmayı sürdürdüm.
Akşamüstü dört gibi adaya bir fersah uzaklıktayken, daha önce anlattığım gibi bu felakete yol açan güneydeki kayalık noktanın akıntıyı daha da güneye atarak kuzeye doğru bir başka anafor yarattığının farkına vardım; gördüğüm kadarıyla bu seferki daha da güçlüydü, ama benim batı yönündeki yolumun üstünde değil, aşağı yukarı tümüyle kuzeydeydi. Yine de güçlü bir rüzgârla kuzeybatıya yönelip bu anaforu da atlattım ve bir saat içinde, suların durgunlaştığı kıyının bir mil yakınına vararak karaya çıktım.
Karaya ayak bastığımda dizlerimin üstüne çöktüm ve sandalımla buradan kurtulmakla ilgili bütün düşüncelerimi bir kenara bırakmaya karar vererek, canımı kurtardığı için Tanrı'ya şükranlarımı sundum; buna benzer şeylerle kendime gelip sandalımı birtakım ağaçların altında keşfettiğim küçük bir girintiye getirdikten sonra yolculuğun zorlukları ve yorgunluğuyla tümüyle tükenmiş biçimde kendimi yere atıp uykuya daldım. O anda sandalımla eve hangi yoldan gideceğim tümüyle belirsizdi! Pek çok tehlikeye girmiştim, geldiğim yoldan dönmeyi göze alamayacak kadar çok bilgiye sahiptim ve öbür tarafta da (batı yönünü kastediyorum) neler olabileceğini bilmediğim gibi, yeni maceralara atılmaya da hiç niyetim yoktu. Bu yüzden ertesi sabah batıya doğru sahil boyunca yol alıp firkateynimi güvene alabileceğim herhangi bir koy olup olmadığına bakmaya karar verdim; böylece istediğim zaman onu yeniden alabilirdim. Kıyı boyunca yaklaşık üç mil yol aldıktan sonra, küçücük bir dere ya da çaya dönüşünceye kadar daralan pek güzel bir koy ya da girişe vardım ve burada sandalıma, sırf onun için yapılmış küçük bir liman gibi görünen bir sığınak buldum. Sandalımı buraya yanaştırıp güvenli bir biçimde yerleştirdikten sonra çevreye bakınıp nerede bulunduğumu göreyim diye sahile çıktım.
Çok geçmeden yaya olarak o kıyılara geldiğim yerin biraz ötesinde bulunduğumu anladım; bu yüzden de sandaldan aşırı sıcak nedeniyle şemsiyem ve tüfeğim dışında başka bir şey almadan yürümeye koyuldum. Öyle bir yolculuğun üstüne yol yeterince rahat geldi ve akşamüstü, daha önce de dediğim gibi oraya kır evim gözüyle baktığımdan her zaman düzenli tuttuğum çardağıma varınca her şeyi yerli yerinde, bıraktığım gibi buldum.
Çitin üstünden aştım, son derece bitkin olduğumdan kemiklerimi dinlendirmek üzere gölgeye uzandım ve anında uykuya daldım. Fakat birkaç kez adımı da söyleyerek , "Robin, Robin, Robin Crusoe: Zavallı Robin Crusoe! Neredesin, Robin Crusoe? Neredesin? Nerelerdeydin?" diyen bir sesle uykumdan uyandığımda nasıl bir şaşkınlığa düştüğüme, varın hikâyemi okuyan sizler karar verin verebilirseniz.
Günün bir kısmında kürek sallamaktan, kalan kısmında ise yürümekten bitmiş halde öylesine ölü gibi uyumuş kalmışım ki hemencecik kendime gelemediğim için yarı uykulu halde, düşümde birisinin benimle konuştuğunu gördüğümü sandım. Fakat ses, "Robin Crusoe, Robin Crusoe," diye seslenmeyi sürdürünce sonunda gözümü açmayı başardım ve başta ölümüne korkup dehşetle sıçradım. Pollcüğümün çitin üstünde oturduğunu görünce benimle konuşanın o olduğunu hemen anladım, çünkü tam onunla konuştuğum, ona öğrettiğim kederli tonlamaydı bu; öyle de mükemmel öğrenmişti ki parmağımın ucuna oturup gagasını yüzüme yaklaştırarak, "Zavallı Robin Crusoe! Neredesin? Nerelerdeydin? Nasıl düştün buralara?" gibi kendisine öğrettiğim biçimde buna benzer şeyleri haykırırdı.
Konuşanın papağan olduğunu bilsem de –zaten başka kim olabilirdi– kendime gelmem epey bir zaman aldı. Önce hayvanın buraya nasıl geldiğine, ardından da tam buraya gelmesi gerektiğini nasıl kestirebildiğine şaşırdım. Bunun saf Poll'den başkası olamayacağını anlayarak rahatladığımdan elimi uzatıp "Poll" diye adıyla seslendim; cana yakın hayvancağız da alışkın olduğu üzere gelip başparmağıma kondu ve beni yeniden gördüğüne pek sevinmiş gibi konuşmayı sürdürdü: "Zavallı Robin Crusoe? Peki ben nasıl düştüm buraya? Peki ben nerelerdeydim?" Sonra onu da yanıma alıp eve döndüm.
Artık bana uzun süre yetecek kadar deniz maceram olmuştu ve o kadar çok işim vardı ki günlerce oturup içine düştüğüm tehlike üzerinde düşünemezdim. Sandalımın adanın benim yaşadığım tarafında olmasına sevinebilirdim, ama oradan getirebilecek miydim belli değildi. Çevresinden dolandığım adanın doğu yakasına gelince oradan bir maceraya kalkışmanın söz konusu olamayacağını gayet iyi biliyordum; düşüncesi bile yüreğimi daraltıp kanımı dondurmaya yetiyordu. Adanın öteki yanının nasıl olduğunuysa hiç bilmiyordum, ama akıntının doğuda da öteki taraftakiyle aynı şiddette kıyıya doğru aktığını varsayarsak önceki seferki gibi akıntıya kapılıp adadan uzaklaşma riskiyle karşılaşabilirdim; bu düşüncelerle her ne kadar yapılışı aylar sürse ve denize indirmek de bir o kadar zamanıma mal olsa da kendimi sandalsızlığa alıştırdım.
Bir yıl kadar bu ruh hali içinde kaldım ve sizin de pekâlâ tahmin edebileceğiniz gibi oldukça sakin ve yalın bir yaşam sürdürdüm; düşüncelerim koşullarımla son derece uyumlu, kendimi tümüyle Tanrı'nın iradesine teslim etmiş biçimde, insansızlık dışında gayet mutlu biçimde yaşadığımı sanıyordum.
Bu süre içerisinde ihtiyaçlarımın beni zorladığı tüm mekanik uğraşlarda kendimi geliştirdim ve özellikle de ne kadar az alete sahip bulunduğum dikkate alınırsa, önüme çıkan fırsatlar sayesinde oldukça iyi bir marangoza dönüştüğüme inanıyorum.
Ayrıca çanak çömlek yapımında da beklenmedik bir ustalığa ulaşmış, onları bir çarkla yapmanın yolunu bulmuştum; bu yöntem daha iyi ve daha kolay sonuç veriyordu. Önceleri yüzüne bakılmayacak kadar çirkin olan şeyleri yuvarlak ve biçimli yapmaya başlamıştım. Fakat sanırım hiçbir becerimden duyduğum övünç ya da hiçbir buluşumun verdiği sevinç, kendime tütün içecek bir pipo yaptığım zamanki kadar değildi; bittiğinde diğerleri gibi yanık kırmızı renkli, dünyanın en çirkin ve biçimsiz nesnesi olmasına karşın dayanıklı ve sağlamdı; dumanı kolayca çekebiliyor, tütün içme alışkanlığım olduğundan bunu son derece rahat kullanıyordum; gemide pipolar vardı gerçi ama adada tütün olacağını düşünmediğimden başlangıçta bunları almayı unutmuş, sonradan gemiyi yeniden aradığımdaysa hiçbirini bulamamıştım.
Sepetçilikte de oldukça ilerlemiş ve buluşumun işe yaradığı ölçüde, gerekli sepetlerden yığınla yapmıştım; pek güzel olmasalar da içlerinde bir şey saklamak ya da bir şeyleri eve taşımakta epeyce işe yarıyorlardı. Örneğin dışarıda bir keçi öldürmüşsem bunu bir ağaca asıp derisini yüzüyor, temizliyor ve parçalara ayırıp bir sepet içinde eve götürebiliyordum; aynısı kaplumbağalar için de geçerliydi tabii, parçalıyor, yumurtalarını çıkartıyor ve etinden kendime yetecek bir iki parça alıp kalanı orada bırakarak bir sepetle eve taşıyordum. Yine kurur kurumaz kabuklarından ayırıp büyük sepetlerde sakladığım mısırımı taşımakta da büyük derin sepetler çok işime yarıyordu.
Barutumun artık oldukça azaldığını anlamaya başlamıştım; bu benim için yerine konulması olanaksız bir ihtiyaçtı ve hiç barutum kalmadığında ne yapacağımı, başka bir deyişle, keçileri nasıl öldüreceğimi ciddi biçimde düşünmeye başlamıştım. Burada bulunuşumun üçüncü yılını anlatırken söylediğim gibi bir oğlak yakalamış, evcilleştirmek üzere beslemiş ve bir teke sahibi olmayı ummuştum, ama oğlağım yaşlı bir keçi olana dek bunu hiçbir biçimde gerçekleştiremedim; yüreğim onu öldürmeye elvermediği için sonunda kendi kendine yaşlılıktan öldü.
Fakat şimdi, burada yerleşmemin on birinci yılındaydım; dediğim gibi cephanem de gitgide azaldığından bazılarını canlı yakalayıp yakalayamayacağımı anlamak için keçileri tuzağa düşürüp yakalamanın yollarını düşünmeye koyuldum, özellikle de yavru, dişi bir keçi istemekteydim. Bu amaçla onları yakalamak için tuzaklar kurdum, birçok kez de bu tuzaklara düştüklerine eminim, fakat telim olmadığından düzeneğim iyi değildi ve tuzakları hep parçalanmış, yemlerimi de tüketilmiş olarak buluyordum. Sonunda çukur kazıp gizli tuzak denemeye karar verdim; bu yüzden keçilerin otladığını gördüğüm yerlerde toprağın içinde birkaç büyük çukur açtım ve çukurları da üstlerine büyük ağırlıklar koyduğum, yine kendi yapımım olan dallardan örülme kapaklarla örttüm; tuzağı kurmadan önce de birkaç kez arpa başaklarıyla kuru pirinç koydum ve keçilerin içeri girip tahılı yediklerini ayak izlerinden kolayca kavradım. En sonunda bir gece üç tuzak birden kurdum ve ertesi sabah oraya vardığımda üçünün aynı biçimde kurulu kaldığını, bununla birlikte yemin yenilip yutulduğunu gördüm; bu epeyce umut kırıcı bir durumdu. Fakat tuzaklarımı değiştirdim ve sizleri ayrıntılarla sıkmamak adına, bir sabah tuzaklarıma bakmaya gittiğimde birinin içinde iri, yaşlı bir teke, ötekilerden birinde de birisi erkek, ikisi dişi üç oğlak bulduğumu söylemekle yetineyim.
Koca tekeyi ne yapacağımı bilemedim; öylesine saldırgandı ki onu istediğim gibi canlı olarak yanımda götürmek için yanına, çukura inmeye cesaret edemedim. Onu vurabilirdim ama bu da amacıma uygun olmadığı gibi benim işim de değildi. Bu yüzden onu salıverdim, o da korkudan ödü patlamışçasına kaçıp gitti. Sonraları öğrendiğimi, açlığın bir aslanı bile evcilleştirebildiğini o sırada henüz bilmiyordum. Onu orada iki üç gün aç bırakıp, sonra da ona içsin diye biraz su ve azıcık tahıl götürseydim oğlaklardan birisi kadar evcilleşebilirdi, çünkü doğru yaklaşıldığında epeyce zeki, uysal yaratıklardı bunlar.
O an için aklıma daha iyisi gelmediğinden serbest bıraktım; sonra üç oğlağın yanına gittim, teker teker dışarı çıkartarak iple birbirlerine bağladım ve azıcık güçlükle de olsa üçünü de eve getirdim.
Önce uzun süre bir şey yemediler, ama önlerine fırlattığım tatlı mısır onları baştan çıkarttı ve evcilleşmeye başladılar. Artık barutumla saçmam bittiğinde keçi eti istiyorsam, bunların bazılarını evcilleştirmenin tek yol olduğunu anlamıştım, belki de evimin çevresinde bir koyun sürüsü gibi keçilerim olmalıydı. Fakat o zaman da aklıma evcilleri vahşilerden ayrı tutmam gerektiği geldi; yoksa büyüdüklerinde hep vahşileşeceklerdi; bunun da tek yolu, keçileri içerdekilerin dışarı kaçmasını ve dışarıdakilerin de içeri girmesini engelleyecek etrafı sağlam bir çit ya da kazıklarla çevrilmiş bir toprak parçasında tutmaktı.
Bu iş bir çift el için epey zordu, ama yapılmasını gerekli gördüğüm için ilk işim otlayabilecekleri, içecek suyun bulunduğu ve onları güneşten koruyacak gölgeli bir yer aramak oldu. Bu tür ağılları bilenler, bütün bunlara uygun bir yerde, yani içinde üç küçük tatlı su pınarı bulunan ve bir ucu da epeyce ağaçlı, düz, açık bir çayırlık alanda (ya da bizim batılı kolonilerde dedikleri gibi bir savanda) karar kıldığımda aklımın bu işe pek az erdiğini düşünecek, bu toprak parçasını nasıl bir hevesle çevirmeye yeltendiğimi ve çit ya da parmaklığımın boyunun en az iki mil uzunluğunda olması gerektiğini söylediğimde bana gülümseyeceklerdir. Bu işe kalkışmamdaki delilik alanın büyüklüğü değildi, on mil de tutsa bunu yapacak zamanım vardı. Fakat neredeyse bütün adayı kaplayacak büyüklükteki bir arazide keçilerimin yine de vahşileşeceklerini ve onları kovaladığımda asla yakalayamayacağımı hiç hesaba katmamıştım.
Bu düşünce kafama dank ettiğinde çitime başlamış, elli metre kadar da ilerlemiştim; hemen bıraktım ve başlangıç için makul bir süre içerisinde sahip olabileceğim keçilerin tamamına yetecek büyüklükte, yüz elli metre boyunda ve yüz metre eninde bir parçayı çevirmeye karar verdim; böylece sürüm arttıkça ağılıma istediğim kadar ek yapabilirdim.
Bu daha mantıklı bir hareket oldu ve cesaretle çalışmaya başladım. İlk bölümü çevirmem üç ayı buldu; burayı bitirinceye kadar üç oğlağı arazinin en iyi yerine bağlayarak beni tanısınlar diye olabildiğince yakınımda otlamaya alıştırdım ve çoğu kez onlara bir tutam arpa başağı ya da bir avuç pirinç götürerek elimle besledim; böylece ağılım bitip de iplerini gevşettiğimde bir avuç tahıl için meleyerek ardım sıra bir aşağı bir yukarı seğirteceklerdi.
Amacıma ulaşmıştım sonunda; bir buçuk yıl kadar bir zaman içinde oğlak ve yetişkinlerden oluşan on iki keçilik bir sürüye sahiptim, iki yıl daha geçtikten sonra da sayıları kırk üçü bulmuştu ki yemek için alıp kestiklerim de cabası. Daha sonraları keçilerimi otlatmak için, istediğimde onları içerisine sürebileceğim küçük bölmeleri bulunan ve birbirlerine birer kapıyla bağlanan beş yer daha çevirdim.
Hepsi bu kadar da değildi; artık canım istediğinde yalnızca keçi etine değil süte de sahiptim; aslında başlangıçta pek üstünde durmadığım ve sonradan aklıma geldiğinde de gerçekten hoş bir şaşkınlık yaratan bir şeydi benim için süt; artık mandıramı kurmuştum ve bazen günde bir iki galon da süt alıyordum. Her yaratığa rızkını veren doğa, bundan nasıl faydalanılacağını da gösterdiği için, keçiyi bir yana bırakın ömründe hiç inek sağmamış ya da tereyağı ve peynirin yapılışını ancak çocukken görmüş olan ben, epeyce deneyip yanıldıktan sonra sonunda hem tereyağı, hem de peynir yapıp tuz da ürettim (gerçi denizdeki kayaların üstünde güneşin sıcaklığıyla elime kısmen hazır geliyordu) ve artık hiç tuz sıkıntısı çekmedim.
Tanrı yarattıklarına karşı, bozguna uğrayıp mahvolmuş göründükleri koşullarda bile ne kadar merhametli davranabiliyor! En acı hükümleri bile tatlılaştırıp zindanlarda, hapishanelerdeyken bile kendisine şükretmemiz için nedenler sunabiliyor! Başlangıçta açlıktan ölmekten başka çıkar yol göremediğim bu ıssızlığın ortasında bile ne sofralar seriyordu önüme!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top