VIII: Durumu Gözden Geçiriyor
VIII: Durumu Gözden Geçiriyor
Adanın tamamını görmeye can attığım için dereden yukarıya, oradan da çardağımı inşa ettiğim yere gittiğimden ve orada da tam denize açılan bir yer bulduğumdan daha önce söz etmiştim. Şimdi ise adanın o tarafındaki kıyıya kadar gitmeye karar vermiştim; bu yüzden tüfeğimi, nacağımı, köpeğimi ve her zamankine göre daha fazla miktarda barutla saçmayı yanıma alıp, erzak olarak da iki peksimetle büyük bir salkım üzümü torbama koyarak gezime başladım. Çardağımın bulunduğu vadiden geçerken batıda denizi gördüm ve hava oldukça açık olduğundan uzakta belli belirsiz bir kara parçası da dikkatimi çekti; bunun bir ada mı yoksa kıta mı olduğunu söyleyecek durumda değildim, ama batıdan batı-güneybatı yönünde epey bir mesafede uzanan, epeyce de yüksek bir kara parçasıydı; uzaklığı tahminimce on beş yirmi milden aşağı değildi.
Buranın İspanyol sömürgelerinin yakınında yer alan ve belki de aralarına düşseydim şimdikinden çok daha kötü koşullarda olacağım, vahşi yerlilerin yaşadıkları Amerika'nın bir parçası olması gerektiği dışında dünyanın neresinde yer aldığını bilemiyordum; böylece artık her şeyin hayırlısını buyurduğuna inanmaya başladığım Tanrı'nın takdirine boyun eğdim; yani zihnimi bununla yatıştırdım ve kendimi oraya gitmek gibi semeresiz düşüncelerden uzaklaştırdım.
Ayrıca konu üzerinde biraz düşününce, bu kara parçası İspanyol sahili olsaydı muhakkak o taraftan gelen ya da o yöne giden birkaç gemi göreceğimi düşündüm, ama değilse İspanyol topraklarıyla Brezilya arasında kalan vahşilerin sahili olmalıydı ki orada yamyam ya da insan yiyiciler, ellerine düşen herhangi bir insanoğlunu öldürüp yemekte tereddüt etmeyen vahşilerin en berbatları yaşıyordu.
Bunları aklımdan geçirerek telaşsız bir biçimde ilerliyordum. Adanın o tarafının benim bulunduğum yerden daha güzel olduğunu fark ettim; çiçekler ve çimlerle bezeli açıklıklarla çayırlar vardı ve pek güzel ağaçlarla doluydu. Bir sürü papağan gördüm ve mümkünse birini yakalayıp evcilleştirmek, konuşmayı öğretmek geçti aklımdan. Epeyce uğraştıktan sonra bunu becerdim de, sopayla vurup düşürdüğüm bir papağan yakaladım ve iyileştirdikten sonra eve götürdüm, ama konuşmayı öğretmem birkaç yıl aldı; yine de en sonunda bana küçük adımla seslenmeyi öğrettim. Yeri geldiği zaman bunu izleyen kazayı anlatınca önemsizliğine karşın pek eğleneceksiniz.
Bu yolculuk beni epey oyaladı. Aşağı kesimlerde yabani tavşan olduklarını sandığım hayvanlarla tilkilere rastladım, ama daha önce gördüğüm bütün türlerden epeyce farklıydılar; birkaçını öldürdüysem de onları yemekle uğraşmadım. Yiyeceğe ihtiyacım olmadığından maceraya girmeme de gerek yoktu; özellikle de şu üçünü, yani keçileri, güvercinleri ve kaplumbağaları sayarsak, üzümleri de eklediğimizde Leadenhall Pazarı bile benden daha iyi bir masa donatamazdı ve epey içler acısı bir durumda olmama karşın yine de yiyecekten yana sıkıntı çekmediğim, tersine bol, hatta leziz yiyeceklere sahip olduğum için büyük bir şükran duymakta hiç de haksız sayılmazdım.
Bu yolculuk esnasında günde iki milden fazla yürümedim hiç, ama neler keşfedebileceğimi görmek için o kadar çok dönüş yapıyordum ki geceyi geçirmeyi kafaya koyduğum yere son derece yorgun varıyordum ve o zaman da ya bir ağacın üzerine yerleşiyor ya da hiçbir yabani yaratık beni uyandırmadan yanıma sokulamasın diye bir ağaçtan diğerine çevremi kazıklarla çeviriyordum.
Denizin kıyısına vardığım anda kaderimi, adanın en kötü yerinde başlatmış olduğumu görerek şaşırdım, çünkü kumsal sayısız kaplumbağayla doluydu; oysa öbür tarafta bir buçuk yılda yalnızca üç tane bulmuştum. Ayrıca kimini daha önce gördüğüm, kimini ise hiç görmediğim ve penguenler dışında adlarını bilmediğim, çoğunun eti iyi olan sayısız deniz kuşu da vardı.
Dilediğim kadarını vurabilirdim, ama saçma ve barutumu son derece tutumlu kullanmam gerektiğinden, daha besleyici olduğu için becerebilirsem dişi bir keçi vurmayı daha çok umursamaktaydım; burada yığınla keçi bulunmasına karşın arazinin düz ve engebesiz oluşu nedeniyle yanlarına yaklaşabilmem çok daha zordu, tepelere çıktığımdaysa beni hemen görüyorlardı.
Adanın bu tarafının benim bulunduğum taraftan daha hoş olduğunu itiraf ediyorum, ama yine de barınağıma yerleşip alıştığımdan orası bana doğal geliyor ve burada geçirdiğim tüm süre içinde kendimi evimden uzakta, seyahatteymişim gibi gördüğümden taşınmaya hiç niyetlenmiyordum: Bununla birlikte deniz kıyısı boyunca doğuya doğru sanırım on iki mil kadar gittim ve işaret niyetine kuma büyük bir sırık diktikten sonra yeniden eve gitmem ve bir sonraki yürüyüşümü adanın öbür yanından, evimden doğuya doğru yapmam gerektiği kanısına vardım. Böylece yeniden direğe ulaşıncaya dek bütün adayı çepeçevre dolaşmış olacaktım.
Adayı keşfederken kendi evimi kaçırmadan bütün adayı görüş alanım içinde tutabileceğimi düşünerek geldiğimden farklı bir yol tutturdum ama yanıldığımı anladım, çünkü iki üç mil kadar ilerledikten sonra tümüyle ormanlarla kaplı tepelerin çevirdiği ve güneş dışında yönümü tayin edemediğim büyük bir vadiye inerken buldum kendimi; günün o saatinde güneşin konumunu çok iyi bildiğim halde yine de yolumu kaybettim. Şanssızlığım bununla da kalmadı, vadide bulunduğum üç dört gün boyunca hava öylesine pusluydu ki güneşi de göremedim ve epeyce huzursuz biçimde vadide dolaştım; sonunda deniz kenarına inip direğimi bulmak ve gittiğim yoldan dönmek zorunda kaldım ve bundan sonra da aşırı sıcak bir havada, tüfeğim, cephanem, nacağım ve diğer şeylerden oluşan yükümle daha yavaş yürüyerek eve yöneldim.
Bu yolculukta köpeğim genç bir oğlağı gafil avlayarak tepesine çöktü ve ben de onu tutup yakalamak için koştum ve köpeğin ağzından kurtardım. Becerebilirsem onu eve götürmeyi aklıma koydum, çünkü hep bir iki oğlak yakalasam da barutumla saçmam tümüyle bittiğinde yiyeceğimi sağlayacak evcil bir keçi sürüsü yetiştirsem diye hayal ediyordum. Bu küçük yaratığa bir tasma yaptım ve hep yanımda taşıdığım bir ipi geçirerek onu güçlükle de olsa çardağıma varıncaya kadar götürdüm ve orada bağlayıp yanından ayrıldım, çünkü bir ayı aşkın bir süredir uzakta olduğum evime ulaşmak için sabırsızlanıyordum.
Eski barakama varıp da hamağıma uzanmanın benim için ne büyük bir mutluluk olduğunu anlatamam. Yerleşim yerimden uzaktaki bu macera benim açımdan o kadar tatsız geçmişti ki kendi kendime dediğim gibi, evim orayla kıyaslandığında benim için en mükemmel yerdi; orada öyle rahattım ki adada yaşamak kaderim olduğu sürece buradan bir daha bu kadar çok uzaklaşmamaya kesin karar verdim.
Uzun yolculuğun ardından kendime burada dinlenmek ve hoşça zaman geçirmek için bir hafta tatil verdim; bu süre içinde de zamanımın çoğunu artık ev halkından birisi olmaya ve beni tanımaya başlamış olan Poll için kafes yapmak gibi ağır bir iş aldı. Derken aklıma küçük çemberimin içine bağladığım zavallı oğlak geldi ve gidip eve getirmeye ya da yiyecek bir şeyler vermeye karar verdim; böylece gittim ve onu bıraktığım yerde buldum; zaten dışarı da çıkamazdı ve neredeyse açlıktan ölmek üzereydi. Gidip ağaçlardan biraz dal ve bulabildiğim çalıları keserek önüne attım; karnını doyurduktan sonra onu götürmek üzere önceki gibi bağladım, ama aç kalınca öyle bir evcilleşmişti ki bağlamama hiç gerek kalmamıştı, çünkü bir köpek gibi peşimden geliyordu ve onu sürekli beslediğim için yaratık öyle tatlı, iyi ve sevimli hale gelmişti ki o andan sonra evcil hayvanlarımın arasına katıldı ve hiçbir zaman da beni bırakıp gitmedi.
Artık güz dönümünün yağmur mevsimi başlamıştı ve adaya ayak basışımın yıldönümü olduğu için 30 Eylül'ü yine öncekiyle aynı dinsel bir havada geçirdim; şimdi burada iki yılım dolduğundan ve bu adadan kurtulmak için geldiğim ilk günküne göre daha fazla umut beslemediğimden, bütün günü alçakgönüllülük içinde, inziva koşullarım ve yokluğu halinde kesinlikle daha çok sefillik çekeceğim bir yığın harika lütuf için şükranlarımı sunarak geçirdim. Bana bu münzevi yaşamda, dünyanın bütün zevkleri ve insanlar arasında özgürce yaşarkenkinden daha mutlu olabileceğimi fark ettirdiği, münzevi yaşamımın ve insan toplumundan yoksun kalışımın eksiklerini gidermemde varlığıyla ve ruhuma saldığı yüceliklerle yol gösterdiği, bu dünyada merhametine öteki dünyada da onun ebedi varlığını içimde duymam için beni desteklediği, rahatlattığı ve yüreklendirdiği için alçakgönüllü ve içten şükranlarımı sundum.
Bütün bu sefil koşullarıyla şu anda sürdürdüğüm yaşamın beni, geçmiş günlerimdeki ahlâksız, lanetlenmiş, berbat yaşamımdan çok daha mutlu ettiğini artık aklım başıma gelerek anlamaya başlamıştım; şimdi bütün üzüntülerimle sevinçlerim, arzularım farklılaşmış, endişelerimin yönü değişmiş ve keyif aldığım şeyler ilk gelişimden bu yana, daha doğrusu geçmiş iki yıl boyunca tümüyle yenilenmişti.
Önceleri avlanmak ya da araziyi gözlemlemek için yürürken, bu durumdan duyduğum yürek sıkıntısı aniden üstüme çullanır, ormanların, dağların çöllerin arasındaymış gibi hisseder, insan bulunmayan bir ıssızlıkta, okyanusun demir parmaklıkları ve sürgüleri ardında kurtuluş umudu taşımayan bir tutsak olduğum düşüncesiyle boğulacak gibi olurdum. Zihnimin en soğukkanlı anında bile bu düşünce üstümde fırtına gibi patlar, yumruklarımı sıkıp çocuk gibi ağlamama yol açardı. Bazen tam işimin ortasındayken beni pençesine alırdı; hemen oturup iç geçirir, bir iki saat yere bakardım. Benim için en kötüsü de buydu, çünkü gözyaşlarına boğulabilseydim ya da öfkemi sözcüklerle yatıştırabilseydim geçip gider ve kederim de kendi kendini tüketip dinerdi.
Fakat şimdi kendimi yeni düşüncelerle avutmaya başlamıştım: Günlük olarak İncil okuyor ve onun bütün tesellilerini mevcut durumuma uyarlıyordum. Çok üzgün olduğum bir sabah, İncil'i açtığımda şu sözlerle karşılaştım, "Seni asla, asla terk etmeyecek ve yüzüstü bırakmayacağım." Anında bu sözlerin benim için söylendiğini geldi aklıma; yoksa Tanrı'nın ve insanoğlunun yüzüstü bıraktığı birisi olarak neden tam durumumun yasını tuttuğum bir anda karşıma çıkacaklardı ki? "İyi o zaman," dedim, "Eğer Tanrı beni yüzüstü bırakmayacaksa bütün dünya beni bırakmış olsa ne yazar ya da öteki türlü bakarsam, Tanrı'nın inayetini ve kutsamasını yitirdiğimde bütün dünya benim olsa kaybımın yerini tutar mı?"
O andan başlayarak bu yüzüstü bırakılmış, yapayalnız durum içinde dünyadaki başka herhangi özel bir durumdakinden daha mutlu olabileceğim kanaatine vardım ve bu düşünceyle Tanrı'ya beni bu yere getirdiği için şükranlarımı sunmaya hazırlandım.
Ne olduğunu anlayamadım, ama bu düşünce üzerine bir şey zihnimi şaşkınlığa uğrattı ve şükranımı söze dökmeye cesaret edemedim. Neredeyse işitilir biçimde, "Nasıl bu kadar ikiyüzlü olabiliyorsun?" dedim, "Her ne kadar yetinmeye çalışsan da kurtulmak için canı gönülden dua ettiğin bir duruma şükran duyarmış gibi yapıyorsun?" Oradan öteye de sürdürmedim, ama burada bulunmaktan ötürü şükran duyduğumu söyleyemesem de, Tanrı'ya acı verici ilahi takdiriyle de olsa önceki yaşamımı görmem, ahlâksızlığımın yasını tutmam ve nedamet getirmem için gözlerimi açtığından dolayı yine de içtenlikle teşekkür ettim. Kapağını asla açmamış olsam da, İngiltere'deki dostumu herhangi bir sipariş vermememe karşın eşyalarımın arasına İncil'i koymaya yönelttiği ve ardından geminin enkazından kurtarmama yardım ettiği için içtenlikle şükrettim Tanrı'ya.
Böylece bu ruh hali içinde üçüncü yılıma başladım ve ilkindeki gibi bütün çalışmalarımın dökümünü verip okuyucunun sıkmayacaksam da bu yılda da genellikle pek az tembellik ettiğimi ve zamanımı düzenli biçimde önümde bekleyen çeşitli gündelik işler arasında paylaştırdığımı söyleyebilirim. Mesela ilkin ibadet ve günde üç kez olmak üzere İncil'in okunması; ikinci olarak, yağmur yağmadığı zamanlarda genellikle her sabah üç saatimi alan, tüfeğimle çıkıp yiyecek bulma işi; üçüncü olaraksa, öldürdüğüm ya da yakaladığım şeyin kesime hazır edilmesi, kesilmesi, saklanması ve pişirilmesi; bütün bunlar günümün büyük bir kısmını alıyordu. Ayrıca gün ortasında güneş tam tepedeyken dışarı çıkılmayacak kadar sıcak olduğundan akşamüstü dört sularına dek çalışıyor, bazen bir istisna yapıp avlanma ile çalışma saatlerinin yerini değiştiriyor ve sabahları çalışıp akşamüstü de avlanmaya gidiyordum.
Çalışma imkânı bulduğum zamanın kısalığına, uğraştığım her işin haddinden fazla zahmetli oluşunu da eklemek istiyorum; aletlerden, yardımdan ve yetenekten yoksun olduğumdan her iş çok zamanımı alıyordu. Mesela mağarama koymak istediğim uzun bir rafın tahtasını yapmak tam kırk iki gün sürdü; oysaki iki doğramacı, aletleri ve bıçkılarıyla aynı ağaçtan yarım günde altı tanesini keserlerdi.
Benim durumumda ise şöyle oluyordu: Kesilecek ağacın gövdesinin enli olması gerekiyordu, çünkü rafımın geniş olmasını istiyordum. Ben üç günümü bu ağacı kesmeye, sonraki iki günümü ise dallarını kesip onu bir kütük ya da kalas haline getirmeye harcadım. Anlatılamaz bir yontma ve doğrama işi sonunda taşınabilecek hale getirinceye dek her iki yanını da çenttim; ardından ters çevirip bir yüzünü baştanbaşa yontup bir tahta gibi düzleştirdim; ardından bu yüzünü aşağı getirip keresteyi yaklaşık üç parmak kalınlığına getirinceye dek öbür yüzünü yonttum. Böyle bir işe ellerimin yatkın olmadığını herkes tahmin edebilir, ama emek ve sabır, bunları ve daha pek çok işi başarıyla sonlandırmamı sağlıyordu. Zamanımın büyük bir bölümünün bu kadar az işle geçmesinin nedenini göstermek için bu işi özellikle anlatıyorum; yani yardımla ve gerekli aletlerle çok kısa sürede yapılabilecek işler, tek başına ve elle yapılınca sınırsız emek ve muazzam zaman gerektiriyordu.
Ancak buna karşın, aşağıda anlatacağım olayda da görüleceği gibi sabır ve emekle, koşullarımın beni yapmaya zorladığı her şeyin üstesinden geliyordum.
Şimdi, Kasım ve Aralık aylarında, arpa ve pirinç hasadımı beklemekteydim. Bunlar için hazırlayıp kazdığım toprak pek matah sayılmazdı, çünkü söylediğim gibi, kurak mevsimde ektiğim önceki tohumlar telef olduğundan her birinden sahip olduğum tohum beş kiloyu geçmiyordu. Fakat şimdiki ekinim, birdenbire çeşitli düşmanlar yüzünden kaçınılmaz biçimde tümünü yeniden yitirme tehlikesi belirinceye kadar epeyce iyi görünüyordu; önce ekinin tadını alan keçilerle yaban tavşanı diye adlandırdığım vahşi hayvanlar gece gündüz pusuya yatıp topraktan çıkar çıkmaz tam dibinden öyle bir yiyorlardı ki sapları büyüyecek zaman bulamıyordu.
Bunu çözmek için ekinin çevresine büyük bir zahmetle, hatta hızlı olmayı gerektirdiği için daha da büyük bir emekle bir çit çekmekten başka bir çare bulamadım. Yine de tarıma elverişli ve ekinime uygun arazim küçüktü de üç hafta gibi bir sürede tamamını çitle çevirebildim ve gündüzleri yaratıkların bazılarını vurduğum, geceleri de köpeğimi kapıdaki bir kazığa bağlayıp bütün gece havlayarak başında beklettiğim için az bir zamanda düşmanların orayı terk etmelerini sağladım; böylelikle ekin oldukça güçlü ve iyi biçimde büyümesini sürdürüp hızla olgunlaşmaya başladı.
Fakat ekinimi daha önce hayvanların henüz yaprak halindeyken mahvetmeleri gibi, başaklandıklarında da kuşlar mahvedecek gibi görünüyordu, çünkü nasıl geliştiğini görmek için tarla boyunca giderken küçük ekinimin üstünü türlerini bilmediğim kuşların kapladığına tanık oldum; oradan uzaklaşmamı bekliyorlardı. Tüfeğim her zaman yanımda bulunduğundan hemen üstlerine ateş açtım. Ateş eder etmez ekinin içinden daha önce görmediğim bir kuş bulutu havalandı.
Birkaç gün içinde bütün umutlarımı mideye indireceklerini, aç kalacağımı ve bir daha hiç ekin yetiştiremeyeceğimi anlayınca canım sıkıldı; ne yapabileceğimi de bilmiyordum, ancak gerekirse, gece gündüz başında nöbet tutmak zorunda da kalsam ekinimi korumakta kararlıydım. İlk olarak ne kadar hasar verdiklerini anlamak için ekinin içine girdim ve epey zarar verdiklerini fark ettim, ama henüz kuşlara göre fazla yeşildi, bu yüzden kayıp çok büyük sayılmasa da kalanını koruyabilirsem iyi bir hasat olacağa benziyordu.
Tarlanın yanı başında tüfeğimi doldurmak için durdum ve ardından da yaklaştığımda bütün hırsızların çevremdeki ağaçların tepesinde, gitmemi beklermişçesine oturduklarını gördüm, gerçekten öyle olduğu da sonradan anlaşıldı, çünkü gidecekmiş gibi yürüyüp görüş alanlarından çıkar çıkmaz yeniden teker teker ekine üşüştüler. Öyle çileden çıkmıştım ki şimdi yedikleri her bir tahıl tanesinin benim için ileride bir somun ekmek anlamına geldiğini bildiğimden, geri kalanların aşağı inmelerini bekleyecek sabrım yoktu; çitin kenarına gelerek yeniden ateş ettim ve üçünü vurdum. İstediğim de buydu; bunları aldım ve tıpkı İngiltere'de azılı hırsızlara yaptığımız gibi geride kalanlara ibret olsun diye zincirlere astım. Bunun yarattığı etkiyi gözünüzde canlandırmanız olanaksız, çünkü kuşlar bir daha ekine gelmedikleri gibi adanın o kesimini tümüyle terk edip gittiler ve korkuluklarım orada asılı bulunduğu sürece ekinimin yanında bir daha hiç kuş görmedim.
Bundan çok hoşnut kaldığıma emin olabilirsiniz. Yılın ikinci hasat zamanında, yani Aralık sonlarında ekinimi biçtim. Ekini biçmek için bir tırpan ya da orak bulmam ne yazık ki çok zordu ve elimden gelen yalnızca, gemiden kurtardığım silahların içindeki pala ya da kamalardan birini orak niyetine kullanmaktı. Bununla birlikte ilk hasadım az olduğundan biçmekte fazla güçlük çekmedim; Kısacası kendi yöntemime göre biçtim ve başaklardan başka bir şey kesmedim, bunları kendi yaptığım büyük bir sepetle taşıdım, kendi ellerimle ovaladım ve harmanımın sonunda elimdeki beş kiloluk tohumdan iki kileye yakın pirinç ve iki buçuk kile de arpa elde ettiğimi gördüm; bunu göz kararıyla söylüyorum, çünkü o sıralarda elimde hiçbir tartı kabı yoktu elbet.
Yine de bu durum beni epeyce yüreklendirmişti ve zaman içinde Tanrı'nın benden ekmeği esirgemeyeceğini kestiriyordum. Fakat bu noktada, tahılımı nasıl öğütüp ekmeklik un yapacağımı ya da daha doğrusu nasıl temizleyip başaktan ayıracağımı ve unu öğütsem bile ekmeği nasıl hazırlayacağımı, ekmeği hazırlasam bile nasıl pişireceğimi bilmediğimden yine kafam karıştı. Bütün bunlar saklayacak kadar çok miktarda tahıla sahip olma ve hiçbir zaman tahılsız kalmama arzumla birleşince bu tahılı yemeyip tamamını gelecek mevsime tohumluk olarak ayırmayı ve bu arada geçecek zamanda da bütün emeğimi ve çalışma saatlerimi tahıl ve ekmek sağlama işine adamayı kafama koydum.
Artık ekmeğimi kazanmak için çalıştığımı söylesem yanlış olmazdı. Sanırım pek az insan, bu bir parça ekmek için gerekli malzemenin sağlanması, üretilmesi, muhafaza edilmesi, biçim verilmesi, hazırlanması ve yapılması için gereken yığınla ayrıntı üzerinde bu kadar kafa yormuştur.
Doğanın en ilkel koşullarıyla kısıtlanmış olan ben, bunu gündelik engellerimden birisi gibi algıladım ve her geçen gün, hatta beklenmedik biçimde yerden bitip beni şaşırtan ilk bir avuç tahıl tohumunu elde ettiğim andan başlayarak buna kafa yordum.
Öncelikle toprağı sürecek sabanım olmadığı gibi kazma ya da belim de yoktu. Evet, daha önce de söylediğim gibi bu sorunu tahtadan bir bel yaparak çözmüştüm, ama bu bel benim işimi bir tahta parçasının görebileceği kadar gördü; yapmak için günlerce uğraşmama karşın, demirden yapılmadığı için kısa sürede yıpranmakla kalmadı, işimi de zorlaştırıp daha kötü yapmama yol açtı. Yine de bu duruma alışmış, sorunu sabırla çözmüş ve işlerin kötü gitmesine katlanmıştım. Tahılı ektiğimde tırmığım da olmadığından bu iş de bana kalmıştı; büyük bir ağaç dalını toprağın üstünde sürükledim ki buna da tırmıklamaktan çok toprağı çizmek denebilir. Gerek büyürken gerekse de büyüdüğünde etrafını çevirip güven altına almak, tırpanlamak ya da biçmek, kurutup eve taşımak, kabuğundan ayırmak, bir kısmını ufalamak ve saklamak için ne kadar çok şeyden yoksun olduğumu zaten anlatmıştım. Sonra öğütmek için bir değirmene, elemek için bir eleğe, ekmeğe dönüştürmek için maya ve tuza ve pişirmek için de bir fırına ihtiyaç duydum. Söylediğim gibi bütün bunlar her şeyi benim için zahmetli ve usandırıcı kılıyordu, ama yapacak da bir şey yoktu. Zamanım da benim için fazla bir kayıp sayılmazdı, saatlere göre böldüğüm için her günün belirli bir kısmını bu işlere ayırıyordum; epeyce büyük bir miktar elde edene kadar tahılımdan bir tek ekmek bile yapmamaya kesin karar da verdiğimden, sonraki altı ayda çok emek harcayıp buluşlar yaparak, kendimi tamamen, yeterli miktarda tahıla sahip olduğum zaman bunu amacım doğrultusunda kullanabilmek için gereken bütün işlemlere uygun gereçleri yapmaya verdim.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top