VII: Tarım Deneyimi
VII: Tarım Deneyimi
On ayı aşkın süredir bu uğursuz adadaydım. Bu durumdan kurtuluşun tüm olasılıkları elimden alınmış görünüyordu ve hiçbir insanoğlunun daha önce buraya ayak basmadığından adım gibi emindim. Barınağımı içimin rahat edeceğini düşündüğüm biçimde güvene aldıktan sonra adayı daha ayrıntılı keşfetmek ve hakkında henüz hiçbir bilgim olmayan başka ne gibi ürünler bulabileceğimi görmek için büyük bir arzu duyuyordum.
Adayı daha yakından incelemeye başladığımda Temmuz'un 15'iydi. İlk olarak, sallarımı kıyıya çıkartmış olduğum ve daha önce sözünü ettiğim küçük ırmak ağzına gittim. İki mil kadar yukarı gittikten sonra gelgitin artık burada etkisi olmadığını, ırmağın da epeyce tatlı ve içilebilir bir dereciğe dönüştüğünü fark ettim, ama kurak mevsimde olduğumuzdan bazı yerlerinde pek su yoktu; en azından bir pınar oluşturmaya yetecek ölçüde olmadığı anlaşılıyordu. Bu derenin kıyılarında, düz, yumuşak ve çimlerle kaplı pek hoş savan ve çayırlara rastladım; yüksek kesimlerde, tahmin edilebileceği gibi suyun hiç taşmadığı yerlerde, yeşil ve büyük, son derece güçlü sapları bulunan bol miktarda tütün gördüm. Türlerine ilişkin ufacık bir fikrim bulunmayan, belki de benim bilmediğim kendilerine özgü faydalara sahip başka bitkiler de vardı.
Bütün bu tür iklimlerde yetişen, Kızılderililerin ekmek yapmakta kullandığı manyok köklerini aradım, ama bulamadım. İri sarısabırlar gördüm ama o sırada bunların ne olduğunu bilmiyordum. Birkaç şeker kamışına rastladıysam da yabaniydiler ve ıslah edip yetiştirmeye elverişli değildiler. Bu defalık kendimi bu keşiflerle avuttum ve yararını ya da yenilip yenilemeyeceğini bilmediğim meyve ya da bitkileri keşfetsem bile ne faydası olacak diye kendimle eğlenerek geri döndüm, çünkü Brezilya'dayken kır bitkilerini pek tanımadığımdan fazla bir gözlem yapmamıştım; en azından şimdiki sıkıntımı gidermede işe yaramayacak kadar az gözlemim olmuştu.
Ertesi gün, ayın on altısında, aynı yolu izledim ve bir gün önce gittiğim yerden biraz daha ötelere ilerleyince derenin ve savanların kaybolup çevrenin daha ağaçlık bir hal aldığını fark ettim. Bu kesimde çeşitli meyvelere rastladım, özellikle de yerde bol miktarda kavun ve ağaçlarda üzüm buldum. Asmalar ağaçların üstünden aşmışlardı ve üzüm salkımları tam yenilecek kıvamda, olgun ve bereketliydiler. Bu şaşırtıcı bir keşifti ve çok sevinmiştim, ama bunları sakınarak yemek konusundaki deneyimim, Berberistan sahilindeyken köle İngilizlerden birkaçının bunları yedikten sonra kusup ateşler içinde öldüklerini anımsatarak beni uyardı. Fakat bu üzümlerden yararlanmanın mükemmel bir yolunu buldum: Onları güneşte kurutup kuru üzüm biçiminde saklamak ve üzümün yetişmediği mevsimlerde afiyetle yemek ki aynen öyle yaptım zaten.
Bütün geceyi orada geçirdim ve barınağıma dönmedim; Bu da diyebilirim ki evden uzakta geçirdiğim ilk gece oldu. Geceleyin, adadaki ilk günümde bulduğum yöntemi uyguladım ve bir ağaca çıkıp sıkı bir uyku çektim. Ertesi sabah keşif gezimi sürdürdüm. Kuzey yönünden ayrılmadan, güneyimde ve kuzeyimde tepelerin arasından, vadinin uzunluğundan çıkartabildiğim kadarıyla yaklaşık dört mil yürüdüm.
Bu yürüyüşün sonunda arazinin batıya doğru alçalmaya başladığı yerde bir açıklığa ve yanımdaki tepeden çıkan, öbür yöne, yani doğuya doğru akan küçük bir tatlı su pınarına vardım. Arazi, öyle taze, öyle yeşil, öyle bitek gözüküyordu ki her şey pınardan çıkan bir bahar tazeliği içinde, yeni ekilmiş bir bahçeye benziyordu.
Bütün bu toprakların tek sahibi, aksi iddia edilemeyecek biçimde kralı ve efendisi olduğum, dilediğim her şeyi yapabileceğim, biraz daha ileriye götürürsem tıpkı İngiltere'deki bir derebeyi gibi burayı tümüyle mirasçılarıma bırakabileceğim türünden üzüntüyle karışık düşünceler aklımdan geçse de, gizli bir hoşnutlukla, bu harika vadiyi inceleyerek kenarından biraz aşağı indim. Burada bol miktarda kakao, portakal ve limon ağacına rastladım, fakat tümü yabaniydi ve en azından o sırada, pek azı meyve vermişti. Bununla birlikte topladığım yeşil misket limonları yalnızca lezzetli değil epeyce yararlıydılar da; sonradan bunların suyunu içme suyuna karıştırdım ki pek faydalı, serinletici ve ferahlatıcıydı. Şimdi toplama ve eve taşıma işine girişmeliydim; yaklaştığını bildiğim yağmur mevsimi için kendime erzak sağlamak üzere üzümler gibi misket limonlarıyla normal limonlardan da depolamaya karar verdim. Bunun için de, bir yerde üzümlerden büyük bir öbek, başka bir yerde daha küçük bir öbek ve bir yerde de limonlardan bir yığın oluşturdum ve her birinden yanıma birkaç tane alarak yeniden gelip kalanı eve taşımak için beraberimde büyük bir torba veya bir çuval ya da her ne bulursam getirme kararıyla evin yolunu tuttum.
Sonuçta üç günümü bu gezintiye harcayıp eve (çadırımı ve mağaramı artık böyle adlandırmam gerek) döndüm, ama ben daha oraya varamadan üzümler bozulmuştu; meyvenin olgunluğu ve suyunun ağırlığı onları çatlatıp çürütmüştü, artık hiçbir işe yaramazlardı; limonlara gelince iyi durumdaydılar ama pek az getirebilmiştim.
Ertesi gün, yani on dokuzunda, ürünümü eve getirmek için yanıma iki küçük torba alıp oraya geri döndüm; ancak topladığım zaman son derece olgun ve iyi durumda olan üzüm öbeklerimin yanına vardığımda hepsini oraya buraya sürüklenerek ortalığa saçılmış ve epeyce büyük bir kısmının yenilip tüketilmiş durumda görünce şaşırdım: Bunun üzerine, o civarda bunu yapan vahşi yaratıklar bulunduğu kanaatine vardım, ama ne türden olduklarını bilemedim.
Bununla birlikte bunları öbekler halinde yığmak da çuval içinde götürmek anlamlı olmadığından başka bir yol izledim, çünkü öbek yapınca birileri dağıtıyor çuvala doldurunca da kendi ağırlıklarıyla eziliyorlardı: Çok miktarda üzüm toplayıp güneşte kurumaları umuduyla ağaçlara astım ve limonlara gelince sırtımda ağırlığına dayanabildiğim kadarını eve taşıdım.
Bu gezintiden eve dönünce büyük bir keyifle o vadideki meyvelerin bolluğunu, ortamın güzelliğini, suyun ve ormanın o tarafının fırtınalar açısından güvenli oluşunu düşündüm ve konutumu arazinin en kötü yerinde kurduğum kanısına vardım. Her şeyi gözden geçirince, mümkünse barınağımı taşımayı ve adanın o kesiminde en az şu anki yerim kadar güvenli ve hoş, meyvesi bol bir yer bulmayı düşünmeye başladım.
Bu düşünceyi kafamda uzun süre evirip çevirdim ve oranın hoşluğuyla baştan çıkmış durumda epey bir zaman bununla oyalandım, ama biraz daha yakından baktığımda şu anda en azından bir biçimde yararıma olabilecek şekilde deniz kenarında bulunduğumu ve beni buraya atan kör talihin başka mutsuz sefilleri de aynı yere getirebileceğini, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığının son derece düşük olmasına karşın yine de kendimi adanın ortasındaki tepelerle ormanların arasına gizlememin buradaki tutsaklığımı kabul etmek anlamına geldiğini ve böylesi bir durumu kabul etmenin yalnızca uygunsuz değil olanak dışı da olduğunu, bu yüzden hiçbir biçimde taşınmamam gerektiğini anladım.
Yine de orası beni büyülediğinden temmuzun ayının kalan tüm günlerinde zamanımın büyük bir bölümünü orada geçirdim ve iyice düşününce taşınmaktan caymama karşın yine de kendime bir tür çardak yaptım; etrafını da belli bir uzaklıkta, çıkabileceğim yükseklikte, aralarını fundalarla doldurduğum sağlam kazıklı çifte bir çitten oluşan güçlü bir duvarla çevirdim ve burada oldukça güvenlik içinde, üstünden her zaman merdivenle aşıp, bazı kereler iki üç gece üst üste yatmaya başladım. Böylece kendimi, artık hem kırda hem de deniz kenarında birer sayfiye evimin bulunduğu düşüncesiyle eğlendiriyordum: Bu iş de beni ağustosun başına dek oyaladı.
Her ne kadar bir parça yelken beziyle kendime ilkine benzer yeni bir çadır yapmış ve bunu epeyce iyi germişsem de, ne yağmurlar başladığında beni fırtınalardan koruyacak bir tepe ne de yağmur hızlandığında arkamda sığınabileceğim bir mağaram bulunduğu için yağmurlar beni ilk barınağıma sımsıkı bağladığında, kır evimin duvarını daha yeni bitirmiş ve emeğimin keyfini sürmeye henüz başlamıştım.
Dediğim gibi, ağustosun başı gibi çardağımı bitirmiş ve keyif çatmaya başlamıştım. Ağustos'un 3'ünde astığım üzümlerin mükemmel biçimde kuruduklarını ve aslında güneşte kurumuş harika kuru üzümlere dönüştüklerini gördüm; böylece onları ağaçlardan indirmeye başladım, ne mutlu bana ki öyle yapmışım çünkü ardından gelen yağmurlar bunları çürütürdü, iki yüz salkımdan fazla üzüm kuruttuğumdan ben de kışlık erzakımın en iyi kısmını yitirmiş olurdum. Tümünü ağaçlardan indirip büyük bir kısmını eve taşımamın üstünden pek zaman geçmeden yağmur başladı ve o andan sonra, Ağustos'un 14'üydü, ekimin ortasına dek her gün az ya da çok yağdı ve bazen öyle şiddetlendi ki burnumu birkaç gün mağaramdan dışarı çıkartamadığım oldu.
Bu mevsimde en çok ailemin kalabalıklaşması şaşırttı beni; benden kaçan ya da öldüğünü sandığım kedilerimden birinin kaybına çok üzülmüştüm, ağustosun sonlarında yanında üç yavrusuyla eve dönüp beni şaşırtana dek de ondan hiç haberim olmadı. Bu durum benim için daha da şaşırtıcıydı, çünkü daha önce anlattığım gibi, tüfeğimle bir vahşi kedi öldürmüş olmama karşın bu yine de bizim Avrupa'daki kedilerimizden farklı bir türdü, ama şimdiki yavru kedilerin hepsi de anneleri gibi evcil hayvanlardı ve benim kedilerimin ikisi de dişi olduklarından bu durumu çok yadırgadım. Fakat bu üç kediden üreyen kediler sonraları başıma öyle bir bela oldular ki bunları haşarat ya da vahşi hayvanlar gibi öldürmek ve evimden olabildiğince uzaklaştırmak zorunda kaldım.
Ağustos'un 14'ünden 26'sına kadar aralıksız yağmur yağdığından yerimden kımıldayamadım, hem artık fazla ıslanmamaya epeyce dikkat ediyordum. Bu mahkûmiyet içinde yiyecek sıkıntısı çekmeye başladım, ama iki kez dışarı çıkmayı göze alıp bunların birinde bir keçi vurdum ve son gün, yani 26'sında benim için ziyafet anlamı taşıyan epeyce büyük bir kaplumbağa buldum ve öğünlerim şöyle bir düzene girdi: Kahvaltıda bir salkım kuru üzüm, akşam yemeğinde de bir parça keçi eti ya da kaplumbağadan yiyordum; maalesef bir şey kaynatmak ya da güveç yapmak için tencerem olmadığından közde kızartıyordum, geceleyin de iki üç kaplumbağa yumurtası yiyordum.
Yağmurda içeri kapanıp kalışım sırasında günde iki üç saat mağaramı genişletmek için çalışıyordum, tepenin dışına çıkıp duvarımın ötesine denk gelecek biçimde bir kapı ya da çıkış yapana kadar bir tarafa doğru azar azar kazmayı sürdürdüm. Ancak o kadar açıkta yatıyor olmaktan dolayı da içim pek rahat değildi, çünkü önceleri kendimi mükemmel biçimde gizlemişken şimdi ise uluorta yattığımı ya da üzerime gelebilecek herhangi bir şeye karşı açıkta kaldığımı düşünüyordum ve o güne kadar adada gördüğüm en büyük yaratığın bir keçi olmasına karşın korkulacak hiçbir canlı bulunmadığını henüz kavrayamamıştım.
30 Eylül – Karaya ayak basışımın hüzünlü yıldönümü gelmişti artık. Direğimin üstündeki çentikleri hesapladım ve üç yüz altmış beş gündür burada yaşadığımı gördüm. Bu günü ibadet fırsatı saydım ve katıksız bir utançla secdeye varıp günahlarımı Tanrı'ya itiraf ederek, onun bana yönelik gayet adil hükümlerini tanıyarak ve İsa aracılığıyla bana merhamet etmesi için ona yalvararak katı bir oruçla geçirdim; on iki saat boyunca, hatta gün battıktan sonra bile ağzıma bir yudum su koymadım ve ancak o zaman bir peksimetle bir salkım üzüm yedim ve günü başladığım gibi bitirerek yatağa girdim.
Geçen bütün bu zaman boyunca hiçbir kutsal güne dikkat etmemiştim, çünkü başlangıçta aklımdan hiçbir dinsel duygu geçmemiş, bir zaman sonra da kutsal günlerde ötekilerden daha uzun bir çentik atarak haftaları birbirinden ayırt etme işini savsaklamıştım ve bu yüzden gerçekte hangi günün ne olduğunu bilmiyordum, ama şimdi günleri yukarıdaki gibi toplayınca bir yıldır orada bulunduğumu anlamıştım; bu yüzden bu süreyi haftalara bölüp her yedinci günü Kutsal Gün olarak belirledim; gerçi hesaplamalarımın sonunda, bir iki günü atladığımı fark ettim. Bundan kısa bir süre sonra, mürekkebim azalmaya başladı ve bu yüzden onu daha bir sakınarak kullandım, her şeyi yazmak yerine yalnızca yaşamımın dikkate değer olaylarını kaydetmekle yetindim.
Yağmur mevsimiyle kurak mevsimin düzenini artık anlamaya başlamış, ikisine de hazırlıksız yakalanmamak bakımından bunları birbirlerinden ayırmayı öğrenmiştim, ama bu noktaya gelene kadar epeyce acı deneyim yaşamıştım ve şimdi anlatacağım şey yaptığım en cesaret kırıcı deneylerden birisiydi. Topraktan kendiliklerinden fışkırdıklarını sanıp şaşkınlığa düştüğüm birkaç arpa ve pirinç sapını sakladığımdan söz etmiştim ve sanırım otuz kadar pirinç ve yirmi kadar da arpa sapı vardı. Şimdi ise, yağmurlar geçip güneş de güney konumunda benden uzaklaşmaktayken bunları ekmenin tam zamanı olduğunu düşünüyordum.
Bu amaçla tahta belimle toprağı becerebildiğim kadar kazdım ve iki bölüme ayırarak tahıllarımı ektim, ama bunları ekerken aklıma öylesine, ilk başta hepsini birden kullanmamam gerektiği geldi, çünkü bu iş için uygun zamanı bilmiyordum; bu yüzden de her birinden birer avuç ayırarak tohumların üçte ikisini ektim. Sonradan böyle yapmamın büyük faydasını gördüm, çünkü yağmuru izleyen kurak mevsimde bu tohumların ekildiği toprak hiç yağmur almadığı için büyümelerini sağlayacak neme de sahip değildi, yağmur mevsimi başlayana dek hiçbir şey çıkmamıştı ve o zaman da bunlar sanki yeni ekilmiş gibiydiler; Kısacası bu ilk seferde ektiğim tohumların hiçbirinden bir şey çıkmadı. Kuraklıktan olduğunu kolayca tahmin ettiğim gibi, ilk ekinimin büyümediğini görünce yeniden denemek için başka bir nemli toprak parçası aradım ve yeni çardağımın yakınında bir parça yer kazarak şubatta, ilkbahar gündönümünden az bir zaman önce tohumlarımın kalanını ektim; yağmurlu mart ve nisan aylarında gerekli suyu aldığı için bu seferki pek sevindirici biçimde bitip çok güzel başaklar verdi, ama tohumların yalnızca bir kısmı kaldığından ve hepsini ekmeye cesaret edemediğimden az sayıda ekmiştim ve bütün hasadım beş kilo bile etmiyordu.
Fakat bu deney sonucunda bu işte ustalaşmıştım, artık ekim için uygun mevsimi ve yılda iki kez ekim yapıp iki kez hasat kaldırabileceğimi biliyordum.
Bu ekin büyürken ileride çok işime yarayacak küçük bir buluş yaptım. Yağmurlar kesilip hava da düzelmeye başladığında ki bu kasım ayı civarıydı, iç kesimdeki çardağıma bir ziyarette bulundum; birkaç aydır buraya hiç uğramayışıma karşın her şeyi bıraktığım gibi yerli yerinde buldum. Yapmış olduğum çember ya da çift sıralı çit, sağlam ve tek parça halinde yerinde durduğu gibi bazı ağaçlardan kestiğim kazıklar da yeşermiş ve başı budandıktan sonraki ilk yılda yeşeren bir söğüt ağacı gibi uzun dallar çıkartmıştı. Bu kazıkları kestiğim ağaçları ne diye adlandıracağımı bilemiyordum. Bir yandan şaşırmış, bir yandan da yeni ağaçlar büyüdüğünü görünce sevinmiştim ve bunları birbirine benzer biçimde büyümeleri için becerebildiğim kadar budadım. Üç yıl içinde oluşturdukları manzaranın güzelliği inanılır gibi değildi; böylece, duvar yaklaşık yirmi beş metre çapında bir çember oluşturmasına karşın ağaçlar, artık bunlara ağaç diyebilirdim, kısa bir süre sonra duvarı kapladı ve bütün kurak mevsim boyunca konaklamaya yetecek tam bir gölgelik oluşturdu. Bu da beni, biraz daha kazık kesip duvarımın (ilk evimin duvarını kastediyorum) çevresine de bir yarım çember içinde benzer bir çit yapmaya yöneltti, öyle de yaptım ve ağaçları ya da kazıkları ilk duvardan yaklaşık sekiz metre uzaklığa yerleştirince hemen büyüdüler ve barınağım için öncelikle bir gölgelik oluşturdular, sonra da yeri geldiğinde anlatacağım bir savunma görevi üstlendiler.
Artık mevsimlerin, Avrupa'da olduğu gibi yaz ve kış biçiminde değil de yağmur mevsimi ve kurak mevsim biçiminde birbirlerinden genel anlamda ayrılabildiklerini fark etmiştim; bu da aşağı yukarı şöyle gerçekleşiyordu:
Şubat'ın yarısı,
Mart,
Nisan'ın yarısı,i
y
tYağmurlu, güneş dönencede ya da ona yakın.Nisan'ın yarısı,
Mayıs,
Haziran,
Temmuz,
Ağustos'un yarısıi
y
tKurak, güneş ekvatorun kuzeyinde.Ağustos'un yarısı,
Eylül,
Ekim'in yarısıi
y
tYağmurlu ve güneş geri geliyor.Ekim'in yarısı,
Kasım,
Aralık,
Ocak
Şubat'ın yarısıi
y
tKurak ve güneş ekvatorun güneyinde.
Yağmur mevsimi, rüzgârın durumuna göre bazen uzun bazen de kısa sürebiliyordu, ama bu benim yaptığım genel bir gözlemdi. Yağmurda dışarı çıkmanın kötü sonuçlarını deneyimle anlayınca dışarı çıkmak zorunda kalmamak için erzakımı önceden sağlıyor ve yağmurlu aylar boyunca olabildiğince içeride oturuyordum. Bu kez işim çok oluyordu ve benim için gerekli ama büyük emek ve yakın ilgi isteyen pek çok şeyi yapma fırsatı bulduğumdan zamanlama da iyi denk düşüyordu. Özellikle de kendime sepet yapmak için pek çok yol deniyordum, ama bu amaçla getirdiğim ince dalların hepsi de kırılgan çıktığından bir işe yaramıyorlardı. Çocukken babamın yaşadığı kasabadaki sepetçide saz örme sanatını zevkle izlememin bana büyük yararının dokunduğu şimdi anlaşılıyordu ve çocukların genellikle yaptığı gibi benim de yardım etmek için işgüzar davranmam, yapım yöntemleri konusunda sıkı bir gözlemci olmam ve kimi zaman da işe el atmam sayesinde işin püf noktaları hakkında iyi bilgi edinmiştim. Kazıkları kestiğim o ağacın dallarının İngiltere'deki keçi söğüdü, sepetçi söğüdü gibi ağaçlar gibi gergin olabilecekleri aklıma geldiğinde tek gereksindiğim şey malzemeydi, bunları denemeye karar verdim.
Böylece ertesi gün kır evim diye adlandırdığım yere gittim; ince dallardan bazılarını kestiğimde bunların amacım için beklediğimden iyi olduğunu gördüm. Bunun üzerine, bir sonraki sefer bunlardan bir miktar kesmek için nacak da getirdim ve bir süre sonra kıyamet kadar çok olduklarını fark ettim. Bunları çemberimin ya da duvarımın içinde kurumaya bıraktım, kullanılmaya hazır hale geldiklerinde de mağarama taşıdım. Burada da bir sonraki mevsim boyunca, fırsatım varken, toprak atmak, her türlü şeyi taşımak ya da saklamak için bir yığın sepet yapmaya koyuldum; bitirdiklerim pek düzgün olmasalar bile yine de amacıma hizmet etmeye yeterliydiler. Bundan böyle, artık sepetim yok diye dert etmedim ve sepetlerim çürüdükçe yenilerini yaptım; özellikle de yeterince tahıl hasadı kaldırdığımda ürünümü çuval yerine bunların içine koymak üzere sağlam ve derin sepetler ördüm.
Bu güç işte ustalaştıktan ve bu işe dünyanın zamanını harcadıktan sonra iki ihtiyacımı karşılama konusunda harekete geçtim. İçleri tamamen rom dolu iki fıçı ve bazıları bildiğimiz büyüklükte, diğerleri de su ve içkiyle dolu kare şişelerin dışında sıvı koyabileceğim, örneğin çorba yapabileceğim ya da bir parça et haşlayabileceğim bir kabım yoktu gemiden kurtardığım bir kabın dışında, o da istediğimden çok büyüktü. Sıkıntısını çektiğim ikinci şey de bir tütün piposuydu; bunu yapmak benim için olanaksızdı ama onun yerine kullanabileceğim bir şeyi sonunda buldum.
Tahminimden daha fazla zaman harcamama neden olan başka bir iş çıkana kadar, bütün yaz ya da kurak mevsim boyunca kendimi ikinci sıra kazıkların çakılması ve bu sepet örme işine vermiştim.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top