VI: Hastalanıp Bilincini Yitiriyor

VI: Hastalanıp Bilincini Yitiriyor

Geminin yanına vardığımda, onun garip bir biçimde yer değiştirmiş olduğunu gördüm. Daha önce kuma gömülü duran üst güverte en az iki metre havaya kalkmış ve ben yağmaladıktan kısa bir süre sonra denizin şiddetiyle parçalanıp gövdeden ayrılan kıçı da sanki havaya fırlatılıp bir tarafa düşmüştü. Daha önce o tarafı derin sularda bulunduğundan yüzmeden enkazın yanına çeyrek milden fazla sokulamadığım halde, şimdi kıç tarafının o yanında kumlar yükseliyordu ve sular çekildiğinde yürüyerek ulaşabiliyordum. Başlangıçta buna şaşırmıştım; ancak bir süre sonra bunun depremin marifeti olabileceği kanısına vardım. Gemi o şiddetle eskisinden daha çok parçalanmıştı ve sahile her gün, denizin bulunduğu yerden çözdüğü ve rüzgârla suyun da azar azar karaya doğru sürüklediği yığınla şey vuruyordu.

Bu olay çadırımı başka yere taşıma düşüncelerimi tümüyle geri plana kaydırdı ve özellikle de o gün, geminin içine girebilir miyim diye kendimi zorlu bir biçimde araştırmaya verdim ama geminin içi kumla tıka basa dolduğu için bunun bir yolunu bulamadım. Bununla birlikte hiçbir şeyden dolayı ümitsizliğe düşmemeyi öğrendiğim için oradan alabileceğim her şeyin şu ya da bu biçimde işime yarayacağını düşünerek sökebildiğim her şeyi parça parça almaya karar verdim.

3 Mayıs – Testeremle işe koyuldum ve üst ya da kıç güvertesini bir arada tuttuğunu sandığım bir kirişin bir parçasını kestim. Kesme işi bitince geminin yukarı kalkmış yan tarafındaki kumu elimden geldiğince temizledim ama sular yükselmeye başlayınca o gün için ara vermek zorunda kaldım.

4 Mayıs – Balık avlamaya gittim, ama yorulana dek uğraşmama karşın yemeye cesaret edebileceğim hiçbir şey yakalayamadım. Tam vazgeçmek üzereyken yavru bir yunus yakaladım. Kendime uzun bir halatla olta yapmıştım ama hiç çengelim yoktu; yine de çoğunlukla yemek istediğim kadar balık yakalayabiliyor ve bunları güneşte kurutup öyle yiyordum.

5 Mayıs – Enkazın üstünde çalıştım; bir başka kirişi daha kesip parçalara ayırdım ve güvertelerden üç büyük köknar tahtası çıkararak bunları birbirine bağlayıp sular yükseldiğinde kumsala yüzsünler diye suya bıraktım.

6 Mayıs – Enkazın üstünde çalıştım; birkaç demir sürgüyle başka demir parçaları çıkarttım. Çok çalıştım ve artık vazgeçme düşüncesiyle yorgunluktan canım çıkmış biçimde eve döndüm.

7 Mayıs – Yeniden enkazın başına döndüm; çalışmak gibi bir niyetim yoktu; fakat enkazın kendi ağırlığıyla çöktüğünü ve kirişlerin de kırıldığını fark ettim. Sanki geminin çeşitli parçaları gevşemiş gibiydi ve ambarın içi öylesine açılmıştı ki içeriyi görebiliyordum, ama neredeyse ağzına dek su ve kumla doluydu.

8 Mayıs – Enkaza gittim ve yanımda, artık sudan ve kumdan arınmış halde yatan güvertenin döşemelerini sökmek için demir bir küskü götürdüm. İki tahtayı söküp ayırarak bunları da gelgit ile sahile taşıdım. Demir küsküyü ertesi gün de kullanırım diye enkazda bıraktım.

9 Mayıs – Enkaza gittim ve küskünün yardımıyla gövdeye delik açtım. Birkaç varil fark ettim, bunları küskü ile gevşettiysem de açamadım. Aynı zamanda, silindir halinde İngiliz kurşunu da buldum ve yerinden kımıldattım ama taşınmayacak kadar ağırdı.

10, 11, 12, 13, 14 Mayıs – Her gün enkaza gittim ve yığınla kalas, kereste ya da tahta ile iki üç yüz kilo kadar demir getirdim.

15 Mayıs – Birini köşesine yerleştirip ötekiyle de iterek kurşun silindirden bir parçasını kesebilir miyim diye yanımda iki nacak götürdüm, ama yarım metre kadar suyun içinde yattığından nacağı savuramadım.

16 Mayıs – Gece çok şiddetli esti. Enkaz suyun gücüyle daha da dağılmış görünüyordu, ama ben ormanda yemek için güvercin ararken uzun süre kaldığımdan gelgit benim o gün enkaza gitmemi engelledi.

17 Mayıs – Enkazın bazı parçalarının epeyce ötede, iki mil kadar uzağımda karaya vurduğunu gördüm; yine de gidip bunların ne olduğuna bakmaya karar verdim ve geminin baş kısmı olduğunu anladım; fakat götüremeyeceğim kadar ağırdı.

24 Mayıs – Bugüne kadar her gün enkazın üstünde çalıştım, binbir zahmet ve küskünün yardımıyla bazı parçaları gevşettiğimde, ilk gelgitle birkaç varille iki denizci sandığı yüzerek dışarı çıktı, ama o gün rüzgâr karadan estiği için, kalas parçaları ve içinde tuzlu suyla kumun yenilemeyecek duruma getirdiği biraz Brezilya domuz tuzlaması bulunan bir fıçının dışında başka hiçbir şey karaya vurmadı. Sular çekilince işe koyulabileyim diye yiyecek bulma işini gelgitin yükseldiği zamana denk getirip Haziran'ın on beşine kadar her gün bu işi sürdürdüm ve bu süre içinde, nasıl yapılacağını bilmiş olsaydım iyi bir sandal inşa etmeme yetecek kadar kalas, kereste ve demir parçası buldum. Ayrıca çeşitli zamanlarda ve çeşitli büyüklükteki parçalar halinde kurşun levhanın da yaklaşık yüz kilo kadarını aldım.

16 Haziran – Deniz kenarına indiğimde büyük bir kara ya da su kaplumbağası buldum. Bu benim gördüğüm ilk kaplumbağaydı; daha önce göremeyişim yerin uygunsuzluğu ya da kıtlıktan değil de yalnızca benim şanssızlığımdandı, çünkü sonradan keşfettiğime göre, adanın öteki tarafına gitmiş ve yeterince ilgilenmiş olsaydım her gün yüzlercesini avlayabilirmişim.

17 Haziran – Zamanımı kaplumbağayı pişirmekle geçirdim. İçinde beş düzine yumurta buldum ve o anda, bu berbat yere düştüm düşeli keçi ve kuş dışında et yüzü görmemiş olan benim için, kaplumbağanın eti, ömrümde yediğim en leziz ve hoş et oldu.

18 Haziran – Bütün gün yağmur yağdı, dışarı çıkmadım. Bu kez, yağmurda üşüdüğümü hissettim ki bu enlemde bunun alışıldık bir şey olmadığını biliyordum.

19 Haziran – Çok hastayım ve sanki hava çok soğukmuş gibi titriyorum.

20 Haziran – Gece hiç dinlenemedim; şiddetli baş ağrıları çektim, ateşim çıktı.

21 Haziran – Çok hastaydım; üzücü durumumdan, hasta ve tek başıma oluşumdan duyduğum endişeyle ölümüne korktum. Hull'deki fırtınadan beri ilk kez Tanrı'ya dua ettim, ama kafam kazan gibi olduğundan ne söylediğime ilişkin hiç fikrim yok.

22 Haziran – Biraz daha iyiyim, ama bu hastalık beni dehşetli kaygılandırıyor.

23 Haziran – Yeniden fenalaştım; üşüyüp titriyordum, sonra şiddetli bir baş ağrısı tuttu.

24 Haziran. – Daha iyiceyim.

25 Haziran – Epeyce şiddetli bir sıtma nöbeti; yedi saat sürdü; belli belirsiz terlemelerin izlediği, bir üşüme bir yanma biçiminde gelen nöbetlerdi.

26 Haziran – Daha iyiceydim; hiç erzakım kalmadığından tüfeğimi aldım, yalnız kendimi çok bitkin hissediyordum. Yine de dişi bir keçi vurdum ve binbir güçlükle eve getirip bir kısmını kızartıp yedim. Haşlayıp biraz et suyu elde etmek isterdim ama tencerem yoktu.

27 Haziran – Yine çok şiddetli bir sıtma nöbeti geçirdiğim için bütün gün yataktan çıkamadım; ne bir şey yedim ne de içtim. Susuzluktan ölmek üzereydim, ama öyle güçsüzdüm ki yerimden kalkıp su arayacak gücüm yoktu. Yeniden dua ettim Tanrı'ya, ama zihnim bulanıktı. Açıldığı zaman da ne diyeceğimi bilemeyecek kadar cahildim; elimden tek gelen öylece yatıp haykırmaktı, "Tanrım bana bak! Tanrım bana acı! Tanrım canımı bağışla!" Sanıyorum ki izleyen iki üç saat boyunca hiçbir şey yapmadım; ta ki nöbet geçip uykuya dalana ve gecenin bir yarısında uyanana dek. Uyandığımda kendimi daha bir zinde, ancak zayıf ve aşırı susamış halde buldum. Ancak barınağımda hiç suyum kalmadığından sabaha kadar yattım ve yeniden uyudum. Bu ikinci uyku sırasında şöyle korkunç bir düş gördüm:

Duvarımın dışında, depremin ardından çıkan fırtına sırasında bulunduğum yerde, toprağın üstünde oturuyordum; büyük kara bir bulutun içinden parlak alevler içindeki bir adamın yere süzüldüğünü gördüm. Kendisi de tıpkı alev gibi parladığından ona bakamıyordum; çehresi tarifsiz korkunçlukta, sözcüklerle anlatılamayacak gibiydi. Ayakları yere bastığında yerin tıpkı depremdeki gibi sarsıldığını sandım ve endişe içinde havanın sanki alevlerle aydınlanmış gibi olduğunu gördüm. Yere ayak basar basmaz elindeki uzun mızrak ya da silahıyla öldürmek için hemen bana doğru yöneldi ve biraz uzağımdaki tümseğin üstünde durarak benimle konuştu ya da saldığı korkuyu anlatabilmemin olanaksız olduğu korkunç bir ses duydum. Anladığımı söyleyebileceğim tek şey şuydu: "Yaşadığın onca şey sana pişmanlık vermedi, şimdi öleceksin." Bu sözler üzerine elinde beni öldürmek için taşıdığı mızrağı kaldırdığını sandım.

Bu günlüğü okuyan hiç kimse, bu korkunç görüntü karşısında ruhumun içine düştüğü dehşeti tarif etmemi bekleyemez. Bu bir düş olsa bile bu korkuyu yaşadım, uyandığımda yalnızca bir düş olduğunu anladığım zaman bile iliklerimde hissettiğim o etkiyi anlatabilmem mümkün değil.

Maalesef hiçbir dinsel bilgim yoktu. Babamın nasihatlerinden aldıklarım da, sekiz yıldır benim gibi iliklerine dek zındık, kâfir kişiler dışında hiç kimseyle konuşmamam ve denize açılmakta direterek işlediğim günah yüzünden sessiz sedasız silinip gitmişti. Bütün o süre içerisinde bakışlarımı yukarıya, Tanrı'ya doğru ya da içeriye, kendi yaptıklarımı değerlendiren düşüncelere dikmek dışında bir şey yaptığımı anımsamıyorum; bunun yerine iyilik yapma arzusu olmadan ya da kötülük hakkında kafa yorma bilinci taşımaksızın, bir tür aptallığın pençesine düşmüştüm ve yalnızca bizim sıradan denizcilerin içinde bulunabileceği, ne tehlike sırasında Tanrı korkusu ne de kurtulunca Tanrı'ya şükran duymayı bilen, o duygusuz, düşüncesiz dinsiz yaratıklardan birisine dönüşmüştüm.

Öykümün buraya kadar anlattığım kısmına bakılınca, bugüne kadar başıma gelen çeşitli felaketler sırasında kendini Tanrı'nın ellerinde hisseden birisi olmadığım gibi bunun geçmişteki günahım –babama karşı gelme günahım– ya da hatırı sayılır ölçüde çoğalmış şimdiki günahlarım veya en azından günahkâr yaşamımın geneli için ödenen bir bedel olduğu üzerinde kafa yormadığımı eklersem kimse inanmazlık etmeyecektir. Afrika'nın çorak kıyılarındaki umutsuz yolculuğum sırasında sonumun nereye varacağı üstüne pek düşünen birisi olmadığım gibi, Tanrı'dan beni gideceğim yere yönlendirmesini ya da çevremi kuşatmış görünen vahşi hayvanlarla vahşi insanlardan gelecek tehlikelere karşı korumasını dilemek de aklımdan geçmemişti. Aksine bir Tanrı ya da Yaratıcı bulunduğunu hiç düşünmemiş, doğanın buyruklarına karşı çıkan tam bir vahşi gibi davranmış, yalnızca sağduyumun dediklerini yapmıştım ki ona da sağduyu denilebilirse. Portekizli kaptan tarafından denizden alınıp kurtarıldığımda iyi karşılanmama ve bana yardımsever olduğu kadar onurlu da davranılmış olmasına karşın şükran duymak aklımın ucundan bile geçmemişti. Yine gemim batıp mahvolduğumda ve bu adada boğulma tehlikesi atlattığımda akıllanmanın ya da bunun Tanrı'nın yaptıklarıma karşılık bir cezası olduğunu düşünmenin epey uzağındaydım. Kendime yalnızca şanssız köpeğin teki olduğumu ve her zaman mutsuz olayım diye doğduğumu söyleyip duruyordum.

Burada karaya ayak bastığımda ve benim dışımda geminin tüm mürettebatının boğulduğunu anladığımda, Tanrı'nın lütfuyla gerçek bir şükrana dönüşebilecek bir tür coşku ve bazı ruhsal gelgitler yaşadığım doğru, ama bunlar beni esirgeyen ve benden başka herkes boğulurken benim kurtarılmama karar veren elin yüce cömertliği üzerinde zerrece düşünmeksizin ya da Tanrı'nın neden bana merhamet ettiğini sorgulamaksızın beni yalnızca basit bir sevinçten uçma haline sokarak başladığı gibi bitmişti. Hatta bu sevinç, denizcilerin genellikle bir deniz kazasından sonra sağ salim karaya çıktıklarında bir kâse punçun içinde boğulup olayı anında unuttukları zamankiyle aynıydı ve benim yaşamımın geri kalanı da bundan farksızdı. Sonraları bile, insanoğlunun ulaşamayacağı bu berbat yere, herhangi bir rahatlama umudu ya da kurtuluş beklentisi olmaksızın nasıl düştüğümü yeniden değerlendirdiğimde, ufacık bir yaşam umudu görüp de açlıktan ölmeyeceğime kanaat getirir getirmez durumumu kabullenip bütün dertlerimi savuşturmuş ve yaşamımı koruyup sürdürmem için gerekli işleri yapmaya koyularak kendimi rahatlatmaya başlamıştım. İçinde bulunduğum durumu yukarılardan verilmiş bir ceza ya da Tanrı'nın benden elini çekmesi olarak görmekten çok uzaktım. Bunlar nadiren aklımdan geçen düşüncelerdi.

Günlüğümde söz ettiğim gibi, yerden tahıl bitmesinin başlangıçta üzerimde bir etkisi oldu ve bunda mucizevî bir yan gördüğüm sürece de ciddi biçimde etkilemeye devam etti, ama yine daha önce söylediğim gibi, bu düşünce ortadan kalkar kalkmaz bu etki de beraberinde uçup gitti.

Aynı ölçüde korkunç ya da bu tür şeyleri tek başına yönlendiren o görülmez Güç'ü düşündüren başka hiçbir şey yoksa da depremin yarattığı etki bile, ilk korkum geçer geçmez kayboldu. İçinde bulunduğum durumun yarattığı sıkıntıların Tanrı'nın elinden olması bir yana, Tanrı ya da onun hükümlerine ilişkin fikrim, daha iyi koşullarda yaşasam aklıma getireceğimden daha fazla değildi.

Ancak şimdi, hastalanıp ölümün sefilliği alabildiğince gözümde canlandığında, moralim güçlü bir huzursuzluğun yükü altında bozulduğunda ve bedenim ateşin şiddetiyle bitkin düştüğünde, uzun süredir uykuda olan vicdanım da uyanmaya başladı ve bunun üzerine apaçık, benzersiz günahkârlığımla Tanrı'nın adaletinin bana eşi görülmedik darbeler vurmasına ve benden öcünü alırcasına davranmasına yol açtığım geçmiş yaşamım yüzünden kendimi suçlamaya başladım.

Bu düşünceler, hastalığımın ikinci ya da üçüncü gününde beni pençesine aldı ve o şiddetle, ateş kadar vicdanımın kâbus gibi suçlamaları da beni, dudaklarımdan Tanrı'ya dua etmeye benzer sözcükler dökmeye zorladı. Ancak bu sözcüklerin arzu ve umut dile getiren bir duadan çok korku ve huzursuzluğun sesi olduğunu söyleyebilirim. Düşüncelerim karmakarışıktı, inançlarım zihnimde at koşturuyordu ve böylesi sefil bir yerde ölmenin dehşeti kafamın kazan gibi kaynamasına yol açıyordu.

Ruhumun bu gelgitleri arasında dudaklarımdan ne tür sözcükler döküldüğünü kestiremiyordum ama daha çok şöyle bir haykırıştı: "Tanrım, ne sefil bir yaratığım ben! Hastalanırsam yardıma muhtaç bir halde öleceğim muhakkak. Ne yapacağım ben?" Ardından gözlerimden yaşlar boşandı ve uzunca bir süre konuşamadım.

Bu sırada aklıma, babamın iyi öğütleriyle bu öykünün başında değindiğim öngörüsü geldi; eğer bu aptalca adımı atarsam Tanrı'nın beni bağışlamayacağı ve kurtulmama yardım edecek kimsem yokken öğüdüne kulak tıkadığımı anımsayıp pişmanlık duyacak bol zamanımın bulunacağı yolunda bir şeydi. "Şimdi," dedim yüksek sesle, "Babacığımın dedikleri çıkıyor. Tanrı adaletini gösteriyor bana; ne yardım edecek ne de sesimi duyacak birisi var. Bana merhamet edip, mutlu ve rahat yaşayabileceğim bir duruma ya da yaşam basamağına koyan Tanrı'nın sesine kulak vermedim; bunu kendiliğimden göremediğim gibi ana-babamdan da bunun kıymetini bilmeyi öğrenemedim. Onları benim aptallığımın yasını tutar durumda terk edip gittim ve şimdi de ben bunun sonuçlarının yasını tutuyorum. Beni destekleyecek, her şeyi benim için kolaylaştıracak olanların yardımlarının ve yol göstericiliklerinin değerini bilmedim, işte şimdi doğanın bile baş edemeyeceği kadar büyük sorunlarla boğuşuyorum; ne bir yardım eli, ne bir avuntu ne de bir öğüt var." Ardından haykırdım, "Tanrım bana yardım et, başım büyük dertte!"

Uzun yıllardan beri ettiğim ilk duaydı bu, dua denebilirse elbet. Ama artık günlüğüme dönelim.

28 Haziran – Çektiğim uykuyla biraz zindeleşmiş ve nöbetten de tümüyle kurtulmuş halde kalktım, düşümün yarattığı korku ve dehşetin büyüklüğüne karşın yine de ertesi gün nöbetin tekrarlanacağını ve hastalandığımda yiyip içebileceğim bir şeyler bulmanın tam zamanı olduğunu akıl ettim. Yaptığım ilk iş büyük bir şişeye su doldurup yatağımdan ulaşabileceğim biçimde masama yerleştirmek ve üşüme ya da titreme nöbetine karşı yarım litrelik bir romun dörtte birini suyun içine karıştırmak oldu. Arkasından bir parça keçi eti alıp közün üstünde kızarttım, ancak çok azını yiyebildim. Yürümeye çalıştım ama pek güçsüzdüm, üstelik üzüntü ve yeniden sefil durumuma dönme korkusuyla doluydum. Akşam yemeği olarak külde pişirdiğim üç kaplumbağa yumurtasını kabuklarının içinde yedim ve bu benim bütün yaşamım boyunca anımsayabildiğim, Tanrı'dan kutsamasını dileyerek yediğim ilk yemekti.

Yedikten sonra yürümeye çalıştım, ama kendimi tüfek taşıyamayacak kadar güçsüz hissettim; asla silahsız dışarıya çıkmadığım için pek uzaklaşamadım ve son derece durgun, çarşaf gibi hemen önümde uzanan denize bakarak toprağın üzerinde oturdum. Orada otururken aklımdan şöyle düşünceler geçti:

Bu kadar çok gördüğüm bu yeryüzü ve deniz nedir? Hangi nedenle yaratılmıştır? Peki ya ben neyim ve vahşi ya da evcil, insancıl ya da zalim öteki yaratıklar nedir? Biz niye yaratıldık? Kuşkusuz hepimiz, yeryüzünü ve denizi, havayı ve gökyüzünü meydana getiren gizemli bir Güç tarafından yaratılmışız. Peki kim bu güç? Ardından en doğal biçimiyle, bütün bunları Tanrı'nın yarattığı geldi aklıma. Her şeyi yapabilen Güç her şeyi yönlendirip yönetebileceği için, hepsini ve kendileriyle ilgili her şeyi çekip çeviren ve hükmeden de odur. Eğer böyleyse, yaptıklarının büyük döngüsü içinde onun bilgisi ve rızası dışında hiçbir şey olamaz.

Eğer onun bilgisi dışında hiçbir şey meydana gelmiyorsa burada, bu berbat koşullarda olduğumu da biliyordur ve onun rızası dışında hiçbir şey meydana gelmiyorsa bütün bunlar başıma onun rızasıyla gelmiştir. Yalnız benim başıma gelenler değil dünyada olup biten her şey de onun biricik gücüne bağlı olduğundan beni bu sefil koşullara atan da onun buyruğudur. Ardından kaçınılmaz biçimde şu soru geldi: Tanrı bunu bana niye yapmıştı? Ben bunu hak edecek ne yapmıştım? Bu sorgulama anında vicdanım sanki küfretmişim gibi beni yokladı ve galiba dile gelip benimle konuştu: "SEFİL! Bir de ne yaptım diye mi soruyorsun? Berbat biçimde tükettiğin ömrüne dönüp bir bak ve kendine ne yapmadığını sor. Sor bakalım, çok daha önce yok olmayışının sebebi neymiş? Yarmouth Roads'da niye boğulmadığını; geminin Sale'li korsanlar tarafından ele geçirildiği sıradaki kavgada niye ölmediğini; Afrika sahilinde vahşi hayvanlara niye yem olmadığını ya da senin dışında bütün mürettebatın yok olduğu bu yerde niye boğulmadığını sor." Şaşkınlıktan söyleyecek bir tek söz bulamayan birisi gibi, bu düşüncelerle donakaldım; yok, kendime verecek bir yanıt bulamadım ve oturduğum yerden doğrulup dalgın, hüzünlü bir biçimde sığınağıma döndüm. Yatacakmışım gibi duvardan aştım, ama düşüncelerim beni üzüp huzursuz etmişti ve uyuyacak halde değildim; karanlık çökmeye başladığı için lambamı yakıp sandalyeme oturdum. Hastalığımın döneceği endişesiyle gözüm çok korkmuşken, aklıma Brezilyalıların neredeyse bütün hastalıklarda ilaç yerine tütün kullandıkları geldi. Sandıklardan birinde tümüyle kurutulmuş bir parça tütünle tam kurumamış, yeşil yapraklarım da vardı.

Hiç kuşku yok ki Tanrı tarafından oraya yönlendirilmiştim, çünkü o sandığın içinde yalnızca aradığım tütünü değil gemiden kurtararak orada sakladığım kitapları da bulup daha önce sözünü ettiğim ve o ana kadar bakmaya zaman bulamadığım ya da hiç niyetlenmediğim İncillerden birini aldım. Sonra hem onu hem de tütünü masaya götürdüm. Tütünden hastalığım için nasıl faydalanacağımı da iyi gelip gelmeyeceğini de bilmiyordum, ama şu ya da bu biçimde işe yarayacağını düşünerek çeşitli denemeler yaptım. Önce ağzıma bir parça yaprak atıp çiğnedim; tütün yeşil ve sert olduğundan, ayrıca da pek alışkanlığım olmadığından başlangıçta âdeta beynim uyuştu. Sonra birazını bir iki saat romda beklettim ve yatarken bundan bir yudum almaya karar verdim ve son olarak bir kısmını da közün üstünde bir tavada yaktım ve bayıltıcı sıcağa dayanabildiğim sürece burnuma çektim.

Bu işleri yaparken İncil'i açıp okumaya başladım, ama başım tütün nedeniyle okumaya en azından o sırada dayanamayacağım ölçüde dumanlıydı. Yalnızca kitabı öylesine açtım ve gözüme ilişen ilk sözcükler şunlar oldu, "Sıkıntılı gününde seslen bana, seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin."

Bu sözler tam anlamıyla benim durumuma uyuyorlardı ve diyebilirim ki bunları okuduğum sırada düşüncelerimi biraz etkilemişlerdi, ama kurtarılmak sözcüğü benim için hiçbir anlam taşımadığından sonradan etkisi geçti. Bana o kadar uzak, endişelerimi gidermesi o kadar olanaksızdı ki kendilerine et yiyecekleri vaat edildiğinde, "Tanrı çölde sofra kurabilir mi?" diyen İsrailoğulları gibi ben de, "Tanrı beni buradan da kurtarabilir mi?" demeye başlamıştım. Herhangi bir kurtuluş umudu belirmeden yıllar geçmişti; ancak yine de bu sözler üstümde büyük bir etki bıraktı ve sıklıkla bunlar üzerinde kafa yordum. Artık geç olmuştu ve tütün dediğim gibi kafamı öyle bir altüst etmişti ki uyumaya niyetlendim; gece kalkabilirim düşüncesiyle lambayı mağarada yanar durumda bırakıp yatağa girdim ama uzanmadan önce, ömrümde hiç yapmadığım şeyi yaptım; diz çöktüm ve Tanrı'ya, bir gün başım derde girdiğinde ona seslenirsem beni kurtaracağı vaadini yerine getirmesi için yakardım. Kırık dökük duam bittikten sonra içinde beklettiğim tütünden dolayı epeyce sertleşmiş ve acılaşmış olan romu güçlükle içtim; hemen ardından da yattım. O anda şiddetle başımı döndürdüğünü hissettim; fakat deliksiz bir uykuya daldım ve ertesi gün güneş gözüme girinceye dek de hiç uyanmadım; öğleden sonra üç filan olmalıydı; yok, şu anda, bütün ertesi gün ve gece ve bir sonraki günün öğleden sonra üçüne kadar uyuduğum görüşündeyim; yoksa birkaç yıl sonra ortaya çıktığı gibi, haftanın günlerini kaydederken bir günü gözden kaçırdığımı bilemezdim. Düz çizginin üstüne çarpı atarken yitirmiş olsam kaybım bir günden fazla olurdu; ancak şurası kesin ki hesaplarımda bir gün kayıp ve bunun nasıl gerçekleştiğini asla bilemedim.

Öyle ya da böyle fark etmez. Uyandığımda kendimi epeyce zinde buldum, moralim düzelmiş, neşem yerine gelmişti. Kalktığımda bir gün önceye göre daha güçlüydüm ve midem de daha iyiydi, çünkü karnım acıkmıştı. Kısacası ertesi gün de nöbete girmediğim gibi daha da düzeldim. Bu, ayın yirmi dokuzundaydı.

Doğal olarak 30'u iyi günümdü ve tüfeğimi alıp dışarı çıktım, ama fazla uzaklaşmaya da yeltenmedim. Yaban kazına benzeyen bir iki deniz kuşu vurdum ve eve getirdim, ama bunları pek yemek istemediğimden çok lezzetli olan kaplumbağa yumurtalarından birkaçını yedim. Akşam da dün bana iyi geldiğini düşündüğüm, romda bekletilmiş tütün ilacını yeniledim; yalnız bu kez önceki gibi çok içmedim ve yaprak çiğnemediğim gibi başımı da tütsülemedim; bununla birlikte ertesi gün, Temmuz'un 1'inci günü umduğum kadar iyi değildim. Çünkü bir üşüme nöbeti geçirdim, fakat eskiler kadar kötü değildi.

2 Temmuz – İlacı üç biçimde de yineledim ve ilk defasındaki gibi kafayı bulup içtiğim miktarı da iki misline çıkarttım.

3 Temmuz – Birkaç hafta geçene kadar gücümü tam anlamıyla toparlayamasam da nöbetten temelli kurtuldum. Bir yandan gücümü toplamaya çalışırken düşüncelerim sürekli olarak "Seni kurtarırım," cümlesine takılıyor ve kurtuluşumun olanaksızlığı, kabul etmeye dahi yanaşmaksızın zihnimi kaplıyordu, ama kendimi böylesi düşüncelerle ümitsizliğe düşürürken, kendimi asıl derdime kaptırıp bana sunulan kurtuluşu hiç dikkate almadığımın farkına vardım ve kendime şu soruları sormaya başladım: Olabilecek en sıkıntılı durumdan, beni en çok korkutan hastalıktan hem de mükemmel biçimde kurtarılmamış mıydım? Peki bundan ne sonuç çıkartmıştım? Üstüme düşeni yapmış mıydım? Tanrı beni kurtarmış, ama ben onu yüceltmemiştim, demek ki bunu kurtuluştan saymamıştım; öyleyse daha büyük bir kurtuluşu hangi hakla bekleyebilirdim? Bu yüreğime çok dokundu ve derhal diz çökerek yüksek sesle, beni hastalıktan kurtardığı için Tanrı'ya şükrettim.

4 Temmuz – Sabahleyin Kutsal Kitap'ı elime alıp Yeni Ahit'i bularak ciddiyetle okumaya başladım ve kendimi bölümlerin sayısıyla bağlamadan aklımı verebildiğim sürece her sabah ve akşam okumaya karar verdim. Derinden ve içten biçimde geçmiş yaşamımın günahkârlığından pişmanlık duyduğunu fark edene kadar bu okuma işini ciddiyetle sürdürdüm. Düşümün yarattığı etki yeniden canlandı ve "Yaşadığın onca şey sana pişmanlık vermedi," sözleri zihnime hücum etti. Tam aynı gün, Kutsal Kitap'ı okurken "Ona, tövbeyi kabul edip günahları bağışlasın diye Prenslik ve Kurtarıcılık payesi verildi," sözlerine şans eseri rastladığımda tövbemi kabul etmesi için içtenlikle Tanrı'ya yakarıyordum. Kitabı yere düşürdüm ve ellerim gibi yüreğimi de göğe çevirerek sevinçle, kendimden geçmiş halde yüksek sesle haykırdım, "Yüce İsa, Davut'un oğlu! Yüce İsa, sana Prenslik ve Kurtarıcılık Payesi verildi! Tövbemi kabul et!" Diyebilirim ki, bu benim ömrümde ettiğim, sözcüğün tam anlamıyla ilk duaydı, çünkü artık Kutsal Kitap'ın gösterdiği yolda, Tanrı Kelamı'nın verdiği cesaretle durumumun farkına vararak dua ediyordum ve diyebilirim ki o andan başlayarak Tanrı'nın beni işiteceğini ummaya başlamıştım.

Artık yukarıda sözü geçen "Bana seslen, seni kurtarırım," sözcüklerini öncekinden daha farklı bir anlamda yorumlamaya başlamıştım, çünkü o zaman adına kurtuluş denen şeyden tek anladığım, içinde bulunduğum tutsaklıktan kurtulmaktı, çünkü bu yerde özgür olmama karşın ada benim için açıkça ve dünyadaki en kötü anlamıyla bir hapishaneydi. Ancak artık bunu başka türlü ele almayı öğreniyordum: Şimdi geçmiş yaşamıma öyle bir dehşetle bakıyordum ve günahlarım gözüme o kadar iğrenç gözüküyordu ki ruhum Tanrı'dan, bütün huzurumu kaçıran suçluluk yükünden kurtulmak dışında bir şey istemiyordu. Münzevi yaşamıma gelince, bu hiçbir şey değildi. Bundan kurtulmak için o kadar çok dua etmediğim gibi üzerinde de fazla düşünmüyordum. Ötekiyle kıyaslandığında hiç kalıyordu. Okurlara olayların gerçek anlamını kavradıklarında günahtan kurtulmanın, endişeden kurtulmaktan daha büyük bir nimet olduğunu göstermek için bu bölümü buraya ekledim.

Fakat bunu burada bırakıp günlüğüme dönüyorum.

Durumum artık, yaşam biçimime bakıldığında daha az sefil sayılmasa bile yine de bana daha kolay gelmeye başlamıştı; düşüncelerim de düzenli İncil okumam ve Tanrı'ya dua etmem sayesinde daha yüce şeylere yöneldikçe şu ana kadar yaşamadığım ölçüde bir rahatlama hissediyordum. Sağlığım ve gücüm de yerine geldiğinden, istediğim her şeyi yapmak için harekete geçmiş, yaşam biçimimi olabildiğince düzenli kılmıştım.

Temmuz'un 4'ünden 14'üne kadar çoğunlukla, bir hastalık nöbetinin ardından gücünü toplamaya çalışan birisi gibi, elimde silahım azar azar yürüyerek oyalandım, çünkü ne kadar güçten düştüğüm ve ne biçim bir hastalıkla boğuştuğumu kestirmeniz zor. Yaptığım ilaç tümüyle yeniydi ve belki de ilk kez bir hastalığı iyileştirmişti; bu deneyime dayanarak hiç kimseye de bunu denemesini öneremem. Hastalığımı tedavi etmesine karşın, bir zaman sinirlerimde ve eklemlerimde sıklıkla yineleyen kasılmalara yol açıp benim güçten düşmeme de neden olmuştu. Bundan da kendi adıma çıkarttığım sonuç şuydu; yağmur mevsiminde, özellikle de fırtınalar ve hortumlarla birlikte gelen yağmurlarda açık havada bulunmak sağlığım açısından olabilecek en tehlikeli şeydi, çünkü kurak mevsimi izleyen yağmurlara daima bu tür fırtınalar eşlik ediyordu ve bu yağmurun eylül ve ekimde yağandan daha tehlikeli olduğunu fark etmiştim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top