V: Kendine Ev Yapıyor - Günlük

V: Kendine Ev Yapıyor - Günlük

30 Eylül 1659 – Enginlerde seyrederken korkunç bir fırtınada gemisi batmış ben, zavallı sefil Robinson Crusoe, "Ümitsizlik Adası" adını verdiğim bu berbat, uğursuz adada karaya çıktım; gemimde kim var kim yok hepsi boğuldu, ben de neredeyse ölüyordum. Günün geri kalanını, içine düştüğüm feci koşullar nedeniyle kendime acıyarak geçirdim; şöyle ki, ne yiyeceğim, ne evim, ne giysilerim, ne silahım, ne de gidecek bir yerim vardı ve kurtuluşa ilişkin hiç umudum olmaksızın beni bekleyen tek şey ölümdü; ya vahşi hayvanlara yem olacak ya vahşiler tarafından öldürülecek ya da yiyecek bulamadığım için açlıktan ölecektim. Gecenin yaklaşması üzerine, vahşi yaratıklardan korkumdan bir ağacın tepesinde yattım, bütün gece yağmur yağmasına karşın da deliksiz uyudum.

1 Ekim – Sabahleyin büyük bir şaşkınlıkla, geminin gelgitle sürüklenip adanın yakınında sahile vurduğunu görünce bir bakıma içim rahatladı; parçalara ayrılmadan, henüz ayaktayken, fırtına dindiğinde güverteye çıkıp oradan biraz yiyecek ve işime yarayacak şeyler alabileceğimi düşündüm, ama bir yandan da, eğer hepimiz gemide kalmış olsaydık belki gemiyi kurtarabileceğimizi ya da en azından şimdi olduğu gibi hepsinin birden boğulmayabileceğini, belki de geminin enkazından bizi dünyanın başka bir yerine taşıyacak bir sandal yapabileceğimizi düşününce, yitirdiğim yoldaşlarım için duyduğum acı tazelenmişti. Bugünün büyük bir kısmını kafamı bu tür şeylere yorarak geçirdim; en sonunda geminin neredeyse tümüyle kuru kaldığını görerek kumun üzerinden olabildiğince yakınına gittim ve sonra yüzerek gemiye çıktım. Bu gün de yağmur yağmayı sürdürdü; ancak artık hiç rüzgâr yoktu.

Ekim'in 1'inden 24'üne kadar – Bu aradaki günlerin tamamını, gemiden alabileceklerimin hepsini alıp denizin her yükselişinde sallarla karaya taşıdığım seferler düzenlemekle geçirdim. Bu günlerde epey yağmur yağmasına karşın havanın belirli aralıklarla düzeldiği de oldu, ama anlaşılan o ki buraların yağmur mevsimiydi.

20 Ekim – Salım ve onunla birlikte üstündeki bütün eşyalar alabora oldu; ancak sular sığ ve eşyalar da epey ağır olduklarından kaybolup gitmediler ve sular çekildiğinde çoğunu kurtardım.

25 Ekim – Bütün gece ve gündüz ara sıra şiddetlenen bir rüzgâr eşliğinde yağmur yağdı; rüzgâr güçlü estiğinden bu sırada gemi de parçalandı, artık enkazı dışında seçemiyorum; o da yalnızca sular çekildiği zaman. Bugünü gemiden kurtardığım eşyaları yağmurdan zarar görmesinler diye üstlerini örtüp korumaya almakla geçirdim.

26 Ekim – Bütün günüm barınağımı kuracağım bir yer bulmak için kumsalı arşınlayarak geçti; en büyük derdim, geceleyin vahşi hayvanlardan ya da insanlardan gelebilecek saldırılara karşı kendimi güvene almaktı. Geceye doğru bir kayanın altında düzgün bir yer buldum ve konaklayacağım yeri bir yarım daire çizerek belirleyip, burayı içeriden aralarına halat çektiğim, dışarıdan ise çimle sıvadığım iki sıralı kazıktan oluşan bir duvar ya da korunakla güçlendirmeye karar verdim.

Ayın 26'sından 30'una kadar, zamanın bir kısmında sağanak biçiminde yağmur yağmasına karşın tüm eşyalarımı yeni barınağıma taşımak için didindim.

31'i sabahında silahımı alıp yiyecek aramak ve çevreyi kolaçan etmek için dışarı çıktığımda bir keçi vurdum, oğlağı da beni eve kadar izledi; oğlak hiçbir şey yemediği için sonradan onu da öldürdüm.

1 Kasım – İçine hamağımı asabileceğim iki kazık çakılabilecek kadar büyük yaptığım çadırımı kayanın altına kurdum ve orada ilk gecemi geçirdim.

2 Kasım – Bütün sandıklarımı, tahtalarımı ve sallarımı yaptığım kalas parçalarını sıraladım ve bunlarla korunağım olarak belirlediğim yerin iç kısmında çevreme bir çit oluşturdum.

3 Kasım – Tüfeğimi alıp çıktım ve ördeğe benzer, etleri son derece lezzetli iki kuş vurdum. Öğleden sonra kendime bir masa yapmak için işe koyuldum.

4 Kasım – Bu sabah çalışacağım, tüfeğimle avlanmaya gideceğim, uyuyacağım ve oyalanacağım zamanları düzenlemeye başladım, şöyle ki: Yağmur yağmazsa her sabah tüfeğimi alıp iki üç saat yürüyordum; ardından yaklaşık on bire kadar kendimi işe veriyor, sonra da elimde bulunanlardan bir şeyler yiyordum. O saatlerde hava aşırı sıcak olduğundan on ikiden ikiye kadar yatıp uyuyordum ve ardından da, akşamüstü yeniden çalışmaya başlıyordum. Aynı koşullarda kim olsa bir süre sonra aynı hüneri edineceğine inandığım gibi, zaman ve ihtiyaçlar, beni de sonraları tam anlamıyla doğal bir zanaatkâra dönüştürdüyse de, henüz çok beceriksiz bir işçi olduğum için bu günle bir sonraki günümün çalışma saatleri hep masamı yapmakla geçti.

5 Kasım – Bugün silahım ve köpeğimle birlikte dışarılarda geçti ve vahşi bir kedi vurdum; postu oldukça yumuşaktı, ama eti beş para etmezdi; öldürdüğüm her yaratığın postunu yüzüp kurutuyorum. Yeniden deniz kenarına geldiğimde ayırt edemediğim türlerde bir sürü deniz kuşu gördüm; fakat ben ne olduklarını anlamaya çalışarak bakınırken iki üç tane fokun denize dalıvermesiyle şaşkına dönüp biraz da korktum.

6 Kasım – Sabah yürüyüşümün ardından masam üzerinde çalışmayı sürdürdüm ve pek beğenmediysem ve çok geçmeden tamir etmeyi öğrenmek zorunda kaldıysam da bitirdim.

7 Kasım – Artık havalar düzelmeye başlamıştı. 7'sinde, 8'inde, 9'unda, 10'unda ve 12'sinin bir bölümünde (11'i pazar olduğundan çalışmadım) kendimi tümüyle sandalyenin yapımına verdim ve büyük zahmetlerle iyi kötü biçimlendirdim, ama hiçbir zaman hoşuma gitmedi ve daha yaparken bile birkaç kere parçalara ayırdım.

Not: Bir zaman sonra pazar günlerimin hesabını tutmaya boş verdim, çünkü haçın üzerinde onları işaretlemeyi atlayınca hangisinin hangisi olduğunu unuttum.

13 Kasım – Bugün yağmur yağdı; beni oldukça ferahlatıp toprağı da serinletti ama eşliğindeki berbat fırtına ve şimşekler, barutum yüzünden beni fazlasıyla korkuttu. Fırtına diner dinmez, barut stokumu tehlikeden uzak tutacak biçimde olabildiğince küçük paketler haline getirmeyi kafaya koydum.

14, 15, 16 Kasım – Bu üç günü yarım, en fazla da bir kilo barut alacak küçük kare sandık ya da kutular yapmakla geçirdim ve böylece barutu içlerine koyduğumda bunları olabildiğince birbirinden uzak ve güvenli yerlerde saklayabilecektim. Bu günlerden birinde adını bilmediğim, ama eti yenebilen bir kuş vurdum.

17 Kasım – Bugün yer kazanıp rahat edeyim diye çadırımın arkasını kayanın içine doğru kazmaya başladım.

Not: Bu iş için özellikle şu üçünü istiyordum; bir kazma, bir kürek ve bir el arabası ya da sepet; böylece işi bırakıp bu ihtiyacımı nasıl karşılayacağımı ve kendime bazı aletler yapmayı düşünmeye başladım. Kazma yerine, ağır olmakla birlikte yeterince işe yarayabilecek demir küsküleri kullanabilirdim; ancak geriye bir kürek ya da bel kalıyordu ki bunlardan hiç olmazsa birisi son derece gerekliydi; hatta bu olmaksızın hiçbir şey yapamazdım, ama nasıl bir şey yapacağımı da bilmiyordum.

18 Kasım – Ertesi gün ormanda araştırma yaparken, aşırı ölçüde sert olması yüzünden Brezilya'da demir ağacı dedikleri ya da ona benzeyen bir ağaç buldum. Bu ağaçtan büyük bir emekle ve neredeyse baltamı körelterek bir parça kestim ve çok ağır olduğundan aynı güçlükle eve getirdim. Ağacın aşırı sertliği, benim de çaresizliğim yüzünden, buna ufaktan ufaktan bir kürek ya da bel biçimi vermem epey bir zamanımı aldı. Sapına tam da bizim İngiltere'de kullandığımız biçimi vermeme karşın alttaki geniş kısmının boğazına demirden bir basamak geçiremediğim için uzun süre dayanmazdı. Bununla birlikte ihtiyacımı görecek kadar işe yaradı, ama inanıyorum ki hiçbir kürek ne bu biçimde yapılmış ne de yapımı benimki kadar uzun sürmüştür.

Hâlâ eksiğim vardı, çünkü bir sepet ya da el arabası gerekiyordu bana. Sepet örmek için esnek dallara benzer malzemem olmadığından, en azından şimdilik böyle bir malzemeye rastlamadığımdan sepeti hiçbir biçimde yapmam mümkün değildi; el arabasına gelince, tekerlek dışında geri kalanını yapabileceğimi umuyordum, ama tekerlek işini nasıl çözeceğime ilişkin hiçbir fikrim olmadığı gibi bunun nasıl becerileceğini de bilmiyordum. Kaldı ki tekerleği döndürmesi için dingile geçirecek demir çubukları yapmanın bir yolu yoktu; bu yüzden buna boş verip mağaradan kazdığım toprağı taşıyıp atmak için kendime, ırgatların duvarcı ustalarına harç taşırken kullandıklarına benzer tekne gibi bir şey yaptım.

Benim için bu, küreği yaparkenki kadar güç olmadı, ama yine de tekneyle küreğin yapımı derken bir de el arabası yapmak için boşa giden uğraşım en az dört günümü aldı. Çok az aksattığım silahlı sabah yürüyüşlerim ve ondan da az aksattığım eve yemeye elverişli bir şeyler getirme işini hariç tutarak demek istiyorum.

23 Kasım – Bu aletleri yaparken ara verdiğim öteki işime aletleri bitirdikten sonra devam ettim ve gücümle zamanım elverdiğince çalışarak mağaramı, eşyalarımı koymaya yetecek ölçüde genişletip derinleştirme işine tam on sekiz gün harcadım.

Not: Bütün bu süre boyunca bu oda ya da mağarayı bana bir eşya ya da erzak deposu, bir mutfak, bir yemek odası ve bir kiler görevi görecek biçime getirmeye uğraştım. Oturma mekânım olarak yine çadırı kullanıyordum; yılın yağmur mevsimi hariç; o zaman yağmur öyle şiddetli yağıyordu ki kendimi kuru tutmam mümkün olmuyordu; bu yüzden de sonradan, barınağımın içini kayaya kiriş biçiminde dayadığım uzun sırıklarla kaplayıp üstlerini saz bir çatıya benzer biçimde taşlar ve büyük ağaç dallarıyla doldurdum.

10 Aralık – Tepesinden bir yanına aniden büyük bir toprak yığını iniverdiğinde (belli ki gereğinden büyük kazmıştım) ben de artık mağaramın ya da mahzenimin bittiğini düşünmeye başlamıştım; öyle ki bu beni çok korkuttu; haksız da sayılmam, altında duruyor olsaydım bir mezar kazıcıya asla ihtiyacım kalmazdı. Şimdi her şeyi baştan almak için epeyce iş çıkmıştı başıma; kayan toprağı dışarı taşımak zorundaydım ve de en önemlisi, yeniden toprak kaymayacağından emin olabilmem için tavanı payandalamam gerekiyordu.

11 Aralık– Bu gün sorunu çözmeye giriştim ve yere iki payanda çakarak üstlerine yassı birer tahta parçası koydum; bu işi ertesi gün bitirdim ve üstlerine tahta yerleştirerek daha çok direk dikmek suretiyle bir hafta kadar bir zaman içinde çatıyı sağlamlaştırdım. Sıralı halde duran direkler de evi bölümlere ayırmak için paravan görevi gördüler.

17 Aralık – Bu günden başlayıp 20'sine kadar rafları yerleştirdim ve asılabilecek her şeyi asmak için direklere çiviler çaktım. Artık içeride iyi kötü bir düzen sağlamıştım.

20 Aralık – Artık her şeyi mağaraya taşıyıp evimi döşemeye başladım ve üstüne erzakımı koymak için birkaç tahta parçasını bir büfeye dönüştürdüm; fakat tahtalar epeyce azalmaya başladı. Kendime başka bir masa daha yaptım.

24 Aralık – Bütün bir gece ve gündüz sürekli yağmur yağdı. Hiçbir yere kıpırdayamadım.

25 Aralık – Bütün gün yağmur yağdı.

26 Aralık – Yağmur yok ve toprak her zamankinden daha serin, daha hoş.

27 Aralık – Körpe bir keçi öldürdüm, bir diğerini yaraladım. Bu şekilde onu yakalayıp iple bağlayarak eve getirdim. Eve vardığımızda kırılan bacağını sarıp tahtayla destek yaptım.

Önemli Not: Yaşaması için çok özen gösterdim ve bacağı iyileşip her zamankinden güçlü hale geldi, ama bakım işi epey uzun sürdüğünden evcilleşti ve kaçmaya hiç yeltenmeden evimin önündeki yeşilliklerde otlamayı sürdürdü. Aklımdan ilk kez, birkaç evcil hayvan besleyip barutum ve saçmam tümüyle tükendiğinde yiyecek bir şeylere sahip olabileceğim düşüncesini geçirdim.

28, 29, 30, 31 Aralık – Aşırı sıcak ve hiç esinti yok; bu yüzden de akşamüstü avlanmak dışında dışarıya hiç adım atmadım. Bu zamanı evin içindeki eşyalarıma çekidüzen vermekle geçirdim.

1 Ocak – Hava yine çok sıcak, ama sabah erkenden ve akşam geç saatte silahımı alıp çıktım ve gün içinde de uzanıp yattım. Bu akşam adanın ortasına doğru uzanan vadilerde ilerleyince oralarda yığınla keçi bulunduğunu fark ettim; ancak son derece ürkektiler ve yanlarına yaklaşmak zordu; yine de köpeğimi de getirip onları avlamayı denemeye karar verdim.

2 Ocak – Kararım doğrultusunda ertesi gün köpeğimle gittim ve onu keçilerin üstüne saldım, ama yanılmışım, çünkü hepsi bir olup onun karşısına dikildiler. O da tehlikeyi anlayıp yanlarına sokulmadı.

3 Ocak – Hâlâ birilerinin saldırısına uğrayabileceğim korkusuyla oldukça kalın ve sağlam duruma getirmeyi kafama koyduğum çitimi ya da duvarımı örmeye başladım.

Önemli Not: Bu duvardan daha önce söz ettiğim için günlükte söylediklerimi kasıtlı olarak kısalttım; kayanın bir ucundan yarım daire biçiminde diğer ucuna uzanan ve ortada, ardında mağara kapısının bulunduğu bu çitin uzunluğu yirmi dört, genişliği de sekiz metreden fazla değilse de ocağın ikisinden nisanın on dördüne dek, bütün zamanımı bu duvarı yapmaya, bitirmeye ve kusursuzlaştırmaya verdiğimi söylemem yeterli sayılır.

Bütün bu süre boyunca günler, hatta haftalarca yağmur beni engellese de bu duvar bitene dek asla yeterince güvende olmayacağımı düşündüğümden çok çalıştım. Yine de anlatılmaz zahmetlerle ortaya çıktığına insanları inandırmak zor olur, hele de kazıkların ormandan getirilip yere çakılması işine, çünkü bunları gereksindiğimden çok daha büyük yapmışım.

Bu duvar bittikten sonra dışarıdan iki kat halatla çevrilip, bir de çimden bir duvarla kaplanınca kıyıya çıkan birisinin buranın bir barınak olduğunu anlayamayacağını fark etmiştim; böyle yapmamın da çok yerinde olduğu burada geçecek, gayet ilginç bir olaydan da anlaşılabilir.

Bu süre boyunca yağmur izin verdiğinde ormanda gezinti amaçlı yürüyüşlerimi sürdürüyor ve şu ya da bu biçimde işime yarayacak pek çok yeni keşifte bulunuyordum; özellikle de koru güvercinleri gibi bir ağaca değil de, daha çok ev güvercinleri gibi kayalardaki oyuklara yuva kuran bir tür yabani güvercine rastladım ve yavru olanlardan birkaçını alıp bunları evcilleştirmeye giriştim ve başardım da, ama büyüdükleri zaman, ilk başta belki de kendilerine verecek hiçbir şeyim olmadığından karınlarını doyurmak amacıyla uçup gidiyorlardı. Bununla birlikte sık sık yuvalarını buluyor ve eti çok lezzetli olan yavrularını alıyordum. Artık ev işlerimi yoluna koyarken, başta yapabileceğimi hiç sanmadığım yığınla şeye ihtiyacım olduğunu anladım, bunların bir kısmını yapmaksa gerçekten olanaksızdı. Mesela asla bilezikli bir varil yapmayı beceremedim. Daha önce değindiğim gibi bir-iki küçük fıçım vardı, ama haftalarca uğraşmama karşın bunlarla bir tane varil yapamadım; ya başını yerleştiremiyor ya da tahtaları birbirlerine içinde su tutabilecekleri biçimde tutturamıyordum. Bu yüzden bu işe de boş verdim. Ayrıca muma şiddetle ihtiyacım vardı; öyle ki genellikle saat yedi civarında güneş batar batmaz yatağa girmek zorunda kalıyordum. Afrika maceram sırasında mum yaptığım balmumu topağı geliyordu aklıma, ama şimdi zerresi yoktu bunun; tek çarem, bir keçi vurduğumda kilden yapıp güneşte fırınladığım toprak bir tabağa yağını koymak ve buna üstüpüden yapılma bir fitil ekleyerek kendime bir lamba yapmak oldu. Bir mum gibi berrak, kalıcı bir ışık vermese bile yine de aydınlatıyordu. Eşyalarımı karıştırırken, daha önce de sözünü ettiğim, bu yolculuktan değil de sanırım geminin Lizbon dönüşünden kalma, tavukları beslemek amacıyla küçük bir torbaya konulmuş tahılı buluşum tam da bu işlerin ortasında gerçekleşti. Torbanın içinde kalan azıcık tahılın tamamını fareler mideye indirmişti ve torbanın dibinde kapçık ve tozdan başka bir şey göremedim. Torbayı başka bir amaçla, sanırım şimşekten korktuğum sırada böldüğüm barutumu koymak için ya da benzeri bir işte kullanırım diye içindeki kapçıkları korunağımın kıyısından aşağıya, kayanın altına silkeleyiverdim.

Bu kalıntıları fırlatışım, yağmur mevsiminin hemen öncesiydi ve bir ay ya da ona yakın bir zaman sonra yerden daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir bitki olabileceğini sandığım birkaç yeşil sap çıktığını gördüğümde o zamana dek oraya bir şey attığımı bile anımsamamış, dikkat bile etmemiştim. Fakat kısa bir süre daha geçtikten sonra tümüyle Avrupa'dakilerle aynı cinsten, yok, bizim İngiliz arpamızın cinsinden yeşil arpadan başkası olmayan on ya da on iki kadar başak verdiğini görünce apışıp kaldım.

Bu olayın üstümde yarattığı şaşkınlığı ve kafa karışıklığını anlatmam olanaksız. Bu zamana kadar pek dini inançlara göre davranmışlığım yoktu; aslına bakarsanız kafamda dine ilişkin şeyler hep belli belirsiz yer aldığı gibi başıma gelen her şeyi de şansa ya da gelişigüzel ağzımızdan çıktığı gibi Tanrı'nın isteği diye düşündüğüm şeylere bağlıyor, bu tür şeylerde Tanrı'nın varlığının kanıtını ya da dünya işlerinin akışına ilişkin düzenini pek sorgulamıyordum. Fakat tahıl üretimine elverişsiz diye bildiğim bir iklimde arpanın yetişmesi ve özellikle de oraya nasıl geldiğine akıl erdiremeyişim yüzünden beni tuhaf biçimde sarstı ve Tanrı'nın mucizevî biçimde, tohum dikilmeksizin oradan arpa bitmesini sağladığını, bunun da doğrudan benim o vahşi, sefil yerde yaşamımı sürdürmem için olduğunu düşünmeye başladım.

Bu da bir parça yüreğime dokundu ve gözlerimden yaş getirdi; sonra da kendimi, doğanın bu bereketini benim için gerçekleştirdiği zannıyla kutsadım. Kayanın kenarı boyunca pirinç sapları olduğu anlaşılan başka saplar da çıktığını görerek daha da şaşırdım; pirinci tanıyordum, çünkü Afrika sahilindeyken orada pirinç yetiştiğini görmüştüm.

Bunların Tanrı'nın benim işime yarasınlar diye gönderdiği ürünler olduğunu düşünmekle kalmayıp daha fazlasının da bulunduğundan kuşku duymaksızın bunları bulmak için adanın önceden bildiğim o kısmında köşe bucağı ve her kayanın altını yokladıysam da hiçbir şey bulamadım. Sonunda oraya tavuk yemi torbasını silkelediğim geldi aklıma ve böylece mucize ortadan kalktı. İtiraf etmeliyim ki, bütün bunların olağan sayılacak bir durumdan başka bir şey olmadığını keşfettiğimde Tanrı'nın hikmetine şükran duygum da azalmaya başladı. Yine de böylesine tuhaf ve görülmedik bir hikmete, sanki bir mucizeymişçesine şükran duymam gerekirdi, çünkü benim açımdan bu gerçekten de Tanrı'nın işi olmalıydı; farelerin tümüne zarar verip de on ya da on iki tahıl tanesini bırakmaları sanki gökten düşmüşe benzeyen bir olaydı. Ayrıca benim de onları tam yerine, yüksek bir kayanın gölgesine silkeleyişimle onların oradan bitivermeleri de bir mucizeydi; yoksa ben bunları o sırada herhangi bir yere fırlatıp atmış olsaydım hepsi kuruyup giderdi.

Tam mevsiminde, haziranın sonuydu, bu tahılın başaklarını dikkatle toplayıp sakladığımdan hiç kuşkunuz olmasın; zaman içinde ekmeğimi sağlamaya yetecek miktara ulaşmak için hepsini yeniden ekmeye karar verdim. Fakat tahılın tanelerini yemeye başlamam dördüncü yıldan önce kısmet olmadı ki o zaman bile bunları esirgeyerek yedim, çünkü doğru zamanlama yapamadığımdan, tam kurak mevsimin başında ektiğimden ilk ektiğim tohumları tümüyle yitirmiştim. Bu yüzden de hiçbirisi çıkmadı, ama bunları sırası gelince anlatacağım.

Bu arpanın yanı sıra, yukarıda değindiğim yirmi otuz pirinç sapı da vardı. Bunları da aynı özen ve amaçla korudum; kendime ekmek ya da daha doğrusu yemek yapmak için, çünkü bunu fırınlamadan pişirmenin yollarını bulmuştum; kaldı ki bir süre sonra fırınlamayı da becerdim. Fakat artık günlüğüme dönelim.

Bu üç ya da dört ay boyunca duvarımı bitirmek için çok çalıştım ve 14 Nisan'da, dışarıdan barınağıma ilişkin bir iz görülmesin diye içeriye bir kapıdan değil, duvarın üzerinden bir merdivenle girilecek biçimde kapattım.

16 Nisan – Merdiveni bitirdim; böylece merdivenden yukarı çıktıktan sonra arkamdan çekiyor ve içeriye koyuyordum. Bu benim için tam bir kapanmaydı, çünkü içeride yeterince yerim vardı ve dışarıdan hiçbir şey, önce duvarımı aşmadıkça içeri giremezdi. Bu duvarın bitmesinin hemen ardından, ertesi gün, az kalsın bütün emeğim çöpe gidiyor ve ben de ölüyordum. Olay şöyle gerçekleşti: Ben içeride, çadırımın ardındaki mağaramın tam girişinde bir şeylerle uğraşıyorken korkunç, şaşırtıcı bir şey nedeniyle feci şekilde korktum, çünkü aniden mağaramın çatısından ve tepenin yanından aşağı doğru toprak indi ve mağaranın içine çaktığım iki direk ürkütücü bir biçimde çatırdadı. Gerçekten çok korkmuştum ama bunun gerçek nedenini düşünmek yerine, yalnızca mağaramın tavanının önceki gibi göçtüğünü düşündüm ve oracıkta gömülmek korkusuyla merdivenime doğru koştum; orada da kendimi güvende hissetmeyip tepeden kopan parçaların üstüme düşebileceği korkusuyla duvardan atladım. Yere ayak basar basmaz bunun korkunç bir deprem olduğunu anladım, çünkü yer sekiz dakika içinde üç kez daha sarsıldı; öyle şiddetli sarsıntılardı ki yeryüzündeki en sağlam binayı yerle bir edebilirdi. Benden yarım mil uzakta, deniz kıyısındaki bir kayanın tepesinden kopan bir parça da ömrümde hiç işitmediğim bir gürültüyle aşağı yuvarlanmıştı. Denizin de deprem yüzünden şiddetle hareketlendiğini gördüm ve sanırım su altındaki sarsıntılar adadakilerden de güçlüydü.

Benzerini hiç yaşamadığımdan ya da yaşamış birisiyle hiç karşılaşmadığımdan bu olaydan şaşkın durumda, ölü gibi kalakalmış, afallamıştım ve yerin sarsıntısı deniz tutmuşçasına midemi bulandırmıştı ama kayanın gürültüsü beni kendime getirdi ve içinde bulunduğum şaşkın durumdan çıkartarak dehşete kapılmama sebep oldu. O anda tepenin çadırımla bütün eşyamın üzerine inip anında yerin dibine gömeceğinden başka bir düşüncem yoktu ve bu da ikinci kez bıçak gibi içime saplandı.

Üçüncü şok da geçtikten sonra ve bir süre başka bir sarsıntı da hissetmeyince cesaretimi toplamaya başladım, ama diri diri gömülme korkumdan ötürü henüz yeniden duvardan içeriye girecek yüreklilikte değildim. Epeyce üzgün ve umutsuz bir biçimde, ne yapacağımı bilemeden yerde oturup kaldım. Bütün bunlar olurken kafamdan herkesin dediği "Tanrım, bana acı!" cümlesi dışında en ufak dinsel bir düşünce geçmemişti ve deprem sona erdiğinde o da unutulup gitti.

Bu halde otururken, gökyüzünün yağmur yağacakmışçasına kararıp bulutlanmaya başladığını fark ettim. Bundan kısa bir süre sonra rüzgâr yavaştan şiddetlendi ve yarım saatten az bir zamanda en korkuncundan bir kasırga patladı. Deniz aniden köpükler ve kabarcıklarla kaplandı; dalgaların çarpmasından kumsal görülmez oldu, ağaçlar köklerinden söküldü; işte böylesine berbat bir fırtınaydı bu. Üç saat kadar böyle sürdü, ardından dinmeye yüz tuttu ve iki saat kadar epeyce sakin geçen bir sürenin ardından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bütün bunlar olurken ben ürkmüş ve karamsar biçimde yerde oturmayı sürdürdüm; derken birdenbire bu fırtına ve yağmurun depremin sonucunda ortaya çıktığı, depreminse tümüyle sona erdiği, dolayısıyla da mağarama yeniden girmeyi göze alabileceğim aklıma geldi. Bu düşünceyle moralim düzelmeye başladı ve yağmur da beni ikna ettiğinden içeri gidip çadırımda oturdum. Fakat yağmur öyle şiddetliydi ki çadırım da onunla birlikte aşağı inmeye hazırdı; bu yüzden tepeme inivermesi korkusuyla ürkek ve huzursuz biçimde de olsa mağarama gitmek zorunda kaldım. Bu şiddetli yağmur beni yeni bir işe zorlamıştı: Mağarama dolacak suyun akıp gitmesi için yeni korunağımdan dışarıya bir gider deliği açtım. Mağaramda biraz zaman geçirdikten ve depremin artçı sarsıntılarının da kesildiğini anladıktan sonra biraz daha kendime gelmeye başladım. Artık neşemin yerine gelmesi için –ki bunu çok istiyordum– küçük kilerime gidip ufak bir yudum rom aldım. Bununla birlikte o zaman ve her seferinde de yaptığım gibi, elimdeki bittiği zaman bir daha hiç içemeyeceğimin bilinciyle son derece tutumlu davrandım. O gecenin tamamında ve ertesi günün büyük bir bölümünde yağmur devam etti; bu yüzden de dışarı çıkamadım. Ancak aklım biraz daha başıma geldiğinden, adada bu depremler sık yaşanıyorsa bu durumda bir mağarada yaşamamın söz konusu olamayacağını ve kendime açık arazide, burada yaptığım gibi yine duvarla çevirebileceğim, böylece kendimi vahşi hayvanlara ya da insanlara karşı güven altına alabileceğim küçük bir kulübe inşa etmem gerektiğini ve yapabileceğim en iyi şeyin ne olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü burada kalırsam şu ya da bu zamanda diri diri gömüleceğimden emindim.

Bu düşüncelerle tam tepenin aşağı eğilmiş biçimdeki başının altında duran ve bir kez daha deprem olursa altında kalacağı muhakkak olan çadırımı, bulunduğu yerden başka bir yere taşımaya karar verdim ve izleyen iki günü, Nisan'ın 19'u ile 20'sini, barınağımı nereye ve nasıl taşıyacağımı araştırmakla geçirdim. Diri diri gömülme korkusuyla hep huzursuz uyuyordum ama çevremde hiçbir çit olmaksızın dışarıda uyumanın da bundan pek farkı yoktu, ama hâlâ çevreme bakıp her şeyi nasıl bir düzene koyduğumu, ne kadar iyi saklanmış olduğumu ve tehlikelerden ne kadar uzak bulunduğumu gördükçe taşınma fikri hiç de hoşuma gitmiyordu. Bu sırada, bunu yapmamın bana çok zamana mal olacağı geldi aklıma ve kendime bir kamp yeri oluşturup taşınabileceğim biçimde güvenli hale getirinceye dek, bulunduğum yerde kalma riskini de göze almam gerekiyordu. Böylece bu düşünce beni bir süreliğine yatıştırdı ve daha öncekine benzer, bir çember biçiminde, kazık ve halatlarla kendime bir duvar daha yapıp bittiği zaman da çadırımı oraya taşımak için hızla işe koyulmaya karar verdim, ama bu duvar bitip taşınmaya elverinceye kadar da bulunduğum yerde kalmayı göze alacaktım. Bu kararı verdiğimde ayın 21'iydi.

22 Nisan – Ertesi sabah bu kararımı uygulamaya koyma yollarını gözden geçirmeye başladım; alet bakımından çok eksiğim vardı. Üç büyük baltam ve Hintlilerle değiş tokuş ederiz diye yanımıza aldığımız bol miktarda nacağım vardı, ama sert ağaçları kesip yontmaktan hepsi de çentiklerle doluydu ve körelmişlerdi; bileğitaşım vardı ama çeviremediğim için aletlerimi de bileyemiyordum. Bu iş, önemli bir siyasi konuya kafa yoran bir devlet adamı ya da bir insanın yaşamasıyla ölmesine karar verecek bir yargıç örneğindeki gibi kafa yormamla sonuçlandı. Sonunda ayağımla çevirirken ellerimi serbest bırakabilen, ip bağladığım bir tekerlek icat ettim.

Not: İngiltere'de buna benzer hiçbir şey görmemiştim ya da en azından nasıl yapıldığının farkında değildim; hoş, sonradan gördüğümde bunun orada da son derece yaygın kullanıldığını fark ettim. Ayrıca benim bileğitaşım epeyce hantal ve ağırdı. Bu makineyi mükemmelleştirmek tam bir haftamı almıştı.

28, 29 Nisan – Bu iki günün tamamında aletlerimi biledim; bileğitaşımı çevirmek için icat ettiğim makinem mükemmel işledi.

30 Nisan – Ekmeğimin epey zamandan beri azalmaya başladığını fark edince elimde kalanları sayıp tayınımı günde tek peksimete indirdim; bu da yüreğimi bunalttı.

1 Mayıs – Sabahleyin deniz tarafına doğru bakınırken, suların çekildiği kumsalda olağanın ötesinde büyüklüğe sahip bir şeyin yattığını gördüm; sanki bir fıçıya benziyordu. Yanına vardığımda küçük bir varille son kasırgada sahile sürüklenmiş geminin enkazından kalma bir iki parça buldum, ama enkazın bulunduğu yere doğru baktığımda, öncekine göre daha çok suyun üstüne yükselmiş gibi göründü. Varili bir süre inceleyince bunun bir barut fıçısı olduğunu anladım, ama su almış ve barut taş gibi topaklaşmıştı; bununla birlikte fıçıyı kumsalın iç kısmına doğru yuvarladım ve daha fazlasını görür müyüm diye kumların üstünde ilerleyerek olabildiğince geminin enkazına yaklaştım.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top