IV: Adadaki İlk Haftalar
IV: Adadaki İlk Haftalar
Uyandığımda güneş çoktan yükselmişti, hava açıktı ve fırtına dinmişti; yani deniz önceki gibi öfkeyle kabarmıyordu. Fakat beni en çok şaşırtanı, geminin gece deniz yükseldiğinde yattığı yerden doğrulmuş ve neredeyse daha önce sözünü ettiğim dalganın beni çarpıp da yaralanmama yol açtığı kayanın yakınına kadar sürüklenmiş olmasıydı. Bu da bulunduğum kumsala yaklaşık bir mil uzaklık demekti ve gemi dik konumda göründüğünden en azından bana fayda sağlayacak bir şeyler kurtarabilmek için güvertesinde olmayı diledim.
Ağacın üstündeki evimden aşağı indiğimde yeniden çevreme bakındım ve gördüğüm ilk şey, sağda, iki mil kadar uzağımda, rüzgâr ve denizin karaya fırlattığı sandal oldu. Ona ulaşmak için kumun üzerinde epeyce yürüdüm; fakat aramızda bir boğaz ya da su geçidi vardı; böylece o an için geri döndüm; mevcut koşullarda varlığımı sürdürmeme yarayacak bir şeyler bulma umuduyla gemiye gitmek daha öncelikliydi.
Öğle saatlerinden az bir zaman sonra deniz çarşaf gibi olmuş ve sular öyle uzağa çekilmişti ki geminin çeyrek mil yakınına kadar sokulabildim. Orada acımı tazeleyen bir şeyin farkına vardım; açıkça gördüm ki eğer gemide kalsaymışız hepimiz kurtulacakmışız; başka bir deyişle, hepimiz sağ salim kumsala çıkabilirmişiz ve ben de, şu anki gibi her tür rahatlıktan uzak ve kimsesiz biçimde bir başıma, sersefil kalmayabilirmişim. Bu düşünceyle yeniden gözlerime yaşlar hücum ettiyse de artık bunun bir yararı olmadığından, eğer becerebilirsem gemiye çıkmaya karar verdim. Böylece havanın aşırı sıcaklığı yüzünden giysilerimi çıkarıp suya daldım. Fakat gemiye yanaştığımda güverteye nasıl çıkacağımı bilememek hâlâ en büyük sorunumdu, çünkü karaya oturduğundan ve suyun da epeyce üstünde olduğundan elimin yetişip tutunabileceği hiçbir yer yoktu. Çevresinde iki kez yüzdüm ve ikincisinde daha önce neden göremediğime şaşırdığım ön zincirlerden sarkan küçük bir ip parçasını fark ederek büyük bir güçlükle ona tutundum ve ipin yardımıyla geminin üst güvertesine tırmandım. Orada geminin dışa doğru bel verdiğini, ambarına epey su dolduğunu fark ettim, ama yana doğru bir kayanın ya da kumluğun ya da daha doğrusu toprağın üzerine öyle bir yatmıştı ki kıç tarafı havaya kalkarken baş tarafı da neredeyse suyun içine girecek kadar aşağı eğilmişti. Bu sayede kıç tarafı tümüyle serbest ve kuruydu; ilk işimin, neyin zarar görüp neyin sağlam kaldığını araştırmak olduğu anlaşılmıştır sanırım. Öncelikle geminin bütün erzakının kuru kaldığını, su değmemiş ve yenilebilecek durumda olduğunu gördüm. Ekmek dolabına gidip ceplerimi peksimetle doldurdum ve yitirecek zamanım olmadığından öteki eşyalara bakınırken bunları yedim. Büyük kamarada, koca bir yudum aldığım ve sayesinde beni bekleyen şeyleri göğüsleyebilmem için yüreklendiğim birazcık rom da buldum. Artık işime yarayacağını tahmin ettiğim şeyleri doldurmak için bir sandaldan başka hiçbir şey istemiyordum.
Hiçbir şey yapmadan oturup olmayacak bir şeyi dilemek boşunaydı ve bu da beni hemen harekete geçirdi. Gemide, hiç kullanılmamış birkaç sırık, iki üç büyük kereste ve bir iki yedek seren direğimiz vardı. Bunlarla işe koyulmaya karar vererek her birini dağılıp gitmesinler diye iple bağlayıp kaldırabildiklerimi güverteden aşağı fırlattım. Bu iş bittikten sonra geminin yanına indim ve bunları kendime çekerek her iki ucundan dört tanesini bir sal biçiminde birbirine bağladım ve iki üç küçük tahta parçasını çaprazlamasına koyup üstünde yürüyebildiğimi gördüm, ama tahtalar çok hafif olduğundan fazla ağırlığa dayanamazlardı. Böylece çalışmayı sürdürdüm ve bir marangoz testeresiyle seren direklerinden birini üç eşit parçaya bölüp büyük bir zahmet ve ıstırapla bunları da salıma ekledim. Fakat gerekli şeyleri sağlama umudu beni, başka bir durumdayken yapabileceklerimin çok ötesine geçmem için yüreklendirmişti.
Salım artık kararınca bir ağırlığa dayanabilecek kadar güçlüydü. Bundan sonraki kaygım, sala neleri dolduracağım ve üstüne koyduklarımı denizde nasıl koruyabileceğimdi; fakat üzerinde fazla düşünmem gerekmedi. Önce bulabildiğim bütün tahta ve keresteleri üstüne koydum ve en çok istediğim şeyleri saptayıp kırarak açıp içlerini boşalttığım, denizcilerin sandıklarından üçünü salıma indirdim; bunlardan ilkini ekmek, pirinç, üç parça Hollanda peyniri, gemide çoğu kez yediğimiz kurutulmuş keçi etinden beş parça ve denize açılırken yanımıza alıp sonradan kestiğimiz tavuklardan arta kalan Avrupa mısırı gibi erzaklarla doldurmuştum. Gemide biraz arpa ve buğday da vardı, ama sıçanların bunların hepsini yediğini ya da yenilmez hale getirdiklerini üzüntüyle gördüm. İçkiye gelince, kaptanımıza ait, içlerinde çeşitli likörler bulunan, tamamını beş altı galonluk fıçıya doldurduğum birkaç kasa dolusu şişe bulmuştum. Bunları, sandığa koymaya gerek olmadığından, zaten içinde yer de kalmadığından ayrı koydum. Denizin epeyce durgun olmasına karşın ben bu işlerle uğraşırken gelgitin başladığını fark ettim ve kıyıda kumun üstünde bıraktığım ceket, gömlek ve yeleğimin suda yüzüp uzaklaştığını hayal kırıklığı içinde gördüm. Dizlerime kadar gelen keten pantolonuma gelince, suya onunla ve çoraplarımla girmiştim. Bu durum beni yalnızca giysi aramaya yöneltti ve yeterince de buldum; fakat başka şeylere, özellikle de kıyıda işime yarayacak aletlere göz koyduğum için o an gerekenden fazlasını almadım. Benim için o anda altın yüklü bir gemiden daha değerli, en işe yarar ödül sayılacak marangoz sandığını, uzun aramalarımdan sonra buldum. İçindekilere dair iyi kötü bir fikrim olduğundan, bakmak için hiç zaman yitirmeden onu öylece salıma indirdim.
Bundan sonraki işim biraz cephaneyle silah bulmaktı. Büyük kamarada oldukça iyi iki av tüfeğiyle iki tabanca vardı. Bunları öncelikle birkaç barutluk, küçük bir kese saçma ve iki eski paslı kılıçla birlikte bir tarafa ayırdım. Gemide üç varil barut bulunduğunu biliyor, ama topçunun bunları nereye koyduğunu bilmiyordum; ancak epeyce bir aramadan sonra ikisini iyi durumda ve kuru, üçüncüsünü ise su almış halde buldum. O ikisini silahlarla birlikte salıma yerleştirdim. Artık yeterince yüklendiğime karar verdiğimden, yelkensiz, küreksiz ve bir dümenden bile yoksunken bunlarla karaya nasıl ulaşacağımı düşünmeye başladım. Azıcık bir rüzgâr bile bütün seyrimi altüst etmeye yeterdi. Güvendiğim üç şey vardı; birincisi çarşaf gibi dingin deniz; ikincisi, gelgitin yükselip kıyıya doğru ilerlemesi ve üçüncü olarak da, o andaki hafif rüzgârın karaya doğru esmesi. Bu durumdayken, sandala ait iki üç kırık kürekle sandıktaki aletlerden başka, iki testere, bir balta ve bir de çekiç bularak bu yükle denize açıldım. Salım bir mil boyunca oldukça iyi yol aldı; yalnızca daha önce çıktığım yerin biraz daha uzağına doğru gittiğini fark ettim. Bundan dolayı da karaya doğru biraz akıntı olduğunu anladım, yükümle birlikte karaya çıkmamı sağlayacak bir rıhtım niyetine kullanabileceğim, hiç olmazsa bir dere ya da ırmak bulmayı ummaya başlamıştım.
Tahminim doğru çıktı. Önümde küçük bir açıklık belirdi ve gelgitin güçlü bir akıntısıyla oraya doğru ilerledim; böylece salı derenin ortasında tutarak elimden geldiğince idare etmeye çalıştım. Fakat burada da ikinci bir deniz kazasına uğruyordum az kalsın; başıma bir de bu gelseydi kalbim kırılırdı doğrusu; kıyıyı hiç tanımadığımdan salım bir ucundan bir sığlığın üzerinde karaya oturdu ve öbür ucu havaya kalktığından bütün yüküm o tarafa doğru kayıp suya düşecek gibi oldu. Sırtımı sandıklara verip olanca gücümle onları yerli yerinde tutmaya uğraştım, ama tüm gücümü bu işe verdiğimden ne sandalı itebildim ne de bulunduğu yerden kıpırdayabildim. Suyun yükselmesi beni bir parça dengeye getirinceye dek, sandıkları elimden geldiğince tutup yarım saate yakın o şekilde durdum ve bundan kısa bir süre sonra, su yükselmeyi sürdürürken salım yeniden yüzmeye başladı ve elimdeki kürekle onu kanalın ağzına ittim. Ardından yukarı doğru yol alarak sonunda, her iki yakasında da kara bulunan ve güçlü bir gelgit akıntısının olduğu bir koya vardım. Kıyıya çıkmak için düzgün bir yer bulmak amacıyla iki yana da baktım, çünkü denizde birkaç gemi görme umuduyla, dereden yukarı fazla ilerlemek istemiyordum ve bu yüzden kıyıya olabildiğince yakın bir yerde yerleşmeye karar verdim.
En sonunda, derenin sağ kıyısında, salımı binbir güçlükle yönlendirdiğim küçük bir girintiye rastladım ve sonunda küreğim yere değdiğinde iyice yanaşıp salı içeri sokabildim. Fakat burada da bütün yüküm denizin dibini boylayacak gibi oldu; kıyı eğimli olduğundan epeyce sarp biçimde uzanıyordu ve karaya çıkacak bir yer yoktu; salımın bir ucundan karaya çeksem öteki ucu havaya kalkacak ve daha önceki gibi suya batacaktı ki bu durum yükümün tehlikeye girmesine yol açardı. Bütün yapabileceğim, küreğimi zincir gibi kullanıp salın kenarını düzlük bir zeminde, suyun üstünden akması umuduyla kıyıya bağlı tutarak suların yükselmesini beklemekti; beklediğim gibi de oldu. Yeterince su bulur bulmaz –çünkü salım yaklaşık otuz santimlik bir suyun üstünde duruyordu– hemen onu o düzlüğe ittim ve iki kırık küreğimi her iki yanından yere saplayarak onu orada sabitledim; böylece sular çekilene kadar bekledim ve hem salımı hem de tüm yükümü zarar görmeden kumsala çıkarttım.
Sonraki işim, çevreyi kolaçan edip konaklayacak ve eşyalarımı gelebilecek her türlü beladan uzak tutacak düzgün bir yer araştırmaktı. Anakarada mı, bir adada mı, nerede bulunduğumu, üstünde kimseler yaşıyor mu, vahşi hayvan tehlikesi var mı, henüz bilmiyordum. Bulunduğum yere bir mil uzakta, epeyce sarp ve dik biçimde yükselen, öteki tepelerden daha yüksekmiş gibi duran ve sırtını kuzeye vermiş uzanan bir tepe vardı. Av tüfeklerinden ve tabancalardan birisiyle bir kese barut aldım ve bu şekilde silahlanmış olarak keşif için o tepenin doruğuna yollandım. Güçlükle zirvesine çıktıktan sonra büyük bir üzüntüyle kaderimi gördüm: Her taraftan denizle kuşatılmış bir adada bulunuyordum; epeyce ötede uzanan birtakım kayalıklarla üç fersah kadar batıda bulunan, daha küçük iki ada dışında ufukta hiçbir kara parçası gözükmüyordu.
Ayrıca bulunduğum ada çoraktı ve henüz hiçbirine rastlamasam da, varlıklarına inanmak için gayet iyi nedenler gördüğüm vahşi hayvanlar dışında kimsenin yaşamadığı bir yer olduğunu anlamıştım. Bununla birlikte sayısız kuş da gördüm ama türlerini çıkaramadım; birkaçını öldürsem de etlerinin yenip yenmeyeceğini anlayamazdım. Geri dönüş yolunda büyük bir korunun yanındaki bir ağaçta otururken gördüğüm kocaman bir kuşu vurdum. İnanıyorum ki bu, dünya kurulalı beri orada atılan ilk silahtı. Ateş eder etmez korunun her yanından, her birisi kendi dilinde şaşkın çığlıklar atarak çeşitli türlerde sayısız kuş havalandıysa da hiçbirisi benim bildiğim türlerden değildi. Rengi ve gagası benzediğinden, onu bir tür şahin saymıştım, ama bildiklerimize kıyasla ne pençesi ne de tırnağı bulunuyordu. Eti de leş gibiydi; hiçbir işe yaramadı.
Bu keşfimle yetinerek salımın yanına döndüm ve yükümü karaya çıkartmak başladım ki bu da günümün geri kalan kısmını aldı. Vahşi bir canavarın beni midesine indirmesinden korkuyor, geceleyin ne yapacağımı da nerede yatacağımı da bilmiyordum; gerçi sonradan bu korkularım boşa çıkacaktı ama o anda bundan haberim yoktu. Yine de sandık ve kıyıya çıkartmış olduğum tahtalarla, becerebildiğim kadarıyla kendimi korumaya aldım ve o gece yatmak için bir tür kulübe yaptım. Yiyecek konusuna gelince, kuşu vurduğum yerde korudan koşup kaçan yaban tavşanına benzer üç yaratık görmem haricinde, henüz bu sorunu nasıl çözeceğimi bilmiyordum.
Artık gemiden işime yarayabilecek pek çok şeyi daha, özellikle de halatlar ve yelkenler gibi karada gerekebilecek şeyleri getirebileceğimi düşünmeye başlamıştım ve eğer mümkün olursa, geminin güvertesine bir sefer daha yapmaya karar verdim. Çıkacak ilk fırtınada parçalara ayrılacağını bildiğimden gemiden alabileceğim her şeyi alana kadar geri kalan her işi bir kenara bırakacaktım. Derken danışma kurulunu –zihnimdeki düşünceleri demek istiyorum elbette– toplantıya çağırdım: Salla mı gitseydim acaba? Fakat bu pek uygun gözükmüyordu; bu yüzden de tıpkı önceki gibi sular çekildiğinde gitmeye karar verdim ve öyle yaptım; ancak bu kez kulübemden ayrılmadan önce, üstümde damalı bir gömlek, keten bir külot ve ayaklarımda da bir çift pabuç kalana dek soyundum.
Aynı önceki seferdeki gibi gemiye çıktım ve ikinci bir sal hazırladım. Önceden deneyim kazandığım için, bu defakini heyula gibi kocaman yapmadığım gibi o kadar çok da yüklemedim; yine de bana çok faydası dokunabilecek yığınla şey getirdim: İlkindeki gibi, marangozların depolarında iki üç çuval dolusu çivi ve enser, büyük bir burgu, bir iki düzine nacak ve hepsinden de önemlisi adına bileğitaşı denilen şeyi buldum. Bütün bunları, topçuya ait birkaç nesneyle, özellikle de iki üç demir küskü, iki varil dolusu misket fişeği, yedi misket tüfeği, başka bir av tüfeği, bir miktar daha barut ve büyük bir torba dolusu ufak saçmayla birlikte bir tarafa ayırdım. Bir de büyük bir kurşun levha bulmuştum, ama öyle ağırdı ki geminin küpeştesinden aşağı atamadım. Bunların yanı sıra adamların bulabildiğim tüm giysilerini, yedekte duran büyük bir top yelken bezini, bir hamağı ve birkaç yatak takımını da alarak ikinci salımı bunlarla doldurdum ve hepsini büyük bir rahatlıkla, hiçbirine zarar gelmeden, kıyıya getirdim.
Yokluğum sırasında, en azından erzakımın mideye indirilmiş olabileceği endişesine kapılmıştım: Fakat geri döndüğümde hiçbir ziyaretçi izine rastlamadım; yalnızca ben üstüne doğru gittiğimde biraz öteye kaçıp sonra hareketsiz duran, sandıklardan birinin üstünde oturmuş, yabani bir kediye benzeyen bir yaratıkla karşılaştım. Kendinden pek emin ve umursamaz bir biçimde oturuyor ve benimle tanışmakta kararlıymış gibi doğrudan yüzüme bakıyordu. Silahımı üstüne doğrulttum, ama bu hareketten bir şey anlamadığı için tümüyle kayıtsız kaldı ve kaçmaya yeltenmedi. Bunun üzerine ona bir parça peksimet attım; bu arada, peksimetim savurganlık edebileceğim kadar çok sayılmazdı; yine de bir parçasını ona feda ettim ve o da peksimetin yanına gidip kokladı, yedi ve sanki memnun olmuşçasına gerisini bekledi ama daha fazlasını gözden çıkartamayacağım için ona hiç yüz vermedim: O da çekip gitti.
Barut fıçılarını çok ağır olduklarından açıp parça parça getirmek zorunda kalmama karşın, ikinci parti yükümü de kıyıya çıkartarak yelken bezi ve bu amaçla kestiğim birkaç direkle kendime küçük bir çadır yapmaya koyuldum. Bu çadırın içine, sudan ve güneşten bozulacağını bildiğim her şeyi taşıdım ve bütün boş sandıklarla fıçıları, insan ya da hayvandan gelebilecek ani bir saldırıya karşı korunmak amacıyla çadırın çevresine sıraladım. Çadırı bitirdikten sonra, giriş yerini, içerden birkaç tahta ve ters çevirdiğim boş bir sandıkla emniyete aldım. Yataklardan birini yere serip, başucuma iki tabancayı ve ulaşabileceğim uzaklığa da tüfeğimi koyup ilk kez bir yatağa girdim; bir gece önce pek az uyuduğum, gün boyu bütün bu şeyleri gemiden toplayıp kıyıya çıkartmaya uğraştığım için epeyce yorgun, bitkin bir halde olduğumdan bütün gece dingin bir biçimde uyudum.
Sanıyorum ki bir tek kişinin sahip olabileceğinden çok daha fazla ve her çeşitten malzemem vardı, ama henüz gözüm doymamıştı. Gemi hâlâ ayaktayken oradan alabileceğim her şeyi getirmeyi kafama koymuştum; böylece, her gün sular çekildiğinde gemiye gidiyor ve şunu ya da bunu getiriyordum, ama özellikle de üçüncü seferimde, halatlardan olabildiğince çoğunu getirdim. Beraberinde de bulabildiğim ufak ipleri ve sicim yumaklarını, gerektiğinde yelkenleri yamamakta kullanılan yedek yelken bezi parçasını ve bir varil ıslak barutu da aldım. Kısacası ilkinden sonuncusuna kadar tüm yelkenleri getirdim; yalnız, artık yelken olarak işe yaramayacaklarından ve ancak bez niyetine kullanılabileceklerinden olabildiğince çoğunu götürebilmek için bunları parçalara ayırmıştım.
Fakat beni en çok rahatlatanı, bunlar gibi beş altı sefer daha yaptıktan sonra, artık gemide işgüzarlık etmeme değecek hiçbir şey kalmadığını düşünüyorken, kısacası bütün aldıklarımdan sonra, büyük bir tekne dolusu ekmek, üç fıçı rom, bir sandık şeker ve bir çuval iyi cins un bulmamdı. Bu benim için şaşırtıcıydı, çünkü suyun zarar verdiklerinden başka erzak bulma umudundan artık vazgeçmiştim. Ekmek teknesini kısa sürede boşalttım ve bunları yelken parçalarına sarıp paketledim. Uzun sözün kısası, bütün bunları da sağlamca kıyıya çıkarttım.
Ertesi gün bir sefer daha yaptım ve artık gemide taşınabilir ve uygun durumda ne varsa o ana kadar talan etmiş olduğumdan bu kez de halatları sökmeye koyuldum. Kıyıda bir palamarla iki halatım vardı, uzun halatları taşıyabileceğim büyüklükte parçalara ayırıp bulabildiğim bütün demir işlerini bir kenara toplayıp yan yelken direğini, mizana direğini ve bulabildiğim her şeyi keserek bunlarla büyük bir sal yaptım, buna bütün bu ağır eşyaları yükledim ve yola çıktım. Fakat şansım artık tersine dönmeye başlıyordu. Önceki eşyaları karaya çıkarttığım küçük girintiye girdiğimde, bu seferki çok hantal ve tıkabasa yüklü olduğundan salı öncekiler gibi idare edemedim; devrilerek beni ve tüm yükümü suya düşürdü. Kendi açımdan, kumsala yakın oluşum nedeniyle pek sorun olmamıştı, fakat yükümün büyük bir kısmı, özellikle de çok işime yarayacağını umduğum demir işleri kayboldu. Bununla birlikte gelgit çekildiğinde halatların büyük bir kısmıyla demirlerin birazını kıyıya çıkarttım; ancak binbir zahmetle, çünkü onları bulmak için suyun dibine dalmam gerekiyordu ki bu da beni bitkin düşürdü. Bunun ardından her gün gemiye çıktım ve alabildiğim her şeyi getirdim.
Artık karaya çıkışımdan bu yana on üç gün geçmişti ve gemiye her defasında bir çift elin tek başına getirebileceği kadar şey getirdiğim on bir sefer yapmıştım ve inanıyorum ki eğer güzel havalar sürmüş olsaydı bütün gemiyi de parçalara ayırıp taşıyabilirdim. Fakat on ikinci kez gemiye gitmeye hazırlanırken rüzgârın hızlanmaya başladığını fark ettim: Yine de sular çekildiğinde güverteye çıktım ve kamaranın altını üstüne getirdiğimi, artık hiçbir şeyin kalmadığını düşünüyordum ki içinde çekmeceleri bulunan bir dolap keşfettim. Çekmecelerin birinde iki üç jilet, büyük bir makas, on tane ya da bir düzine kadar çatal bıçak; bir diğerinde, bazısı Avrupa bazısı da Brezilya sikkesi, İspanyol lirası, biraz altın ve biraz gümüş biçiminde otuz altı pound eşdeğerinde madeni para buldum.
Bu parayı görünce gülümsedim: "Ah, lanet olasıca!" dedim yüksek sesle, "Ne işe yararsın ki sen? Benim gözümde hiçbir değerin yok; hayır, eğilip yerden almaya bile değmezsin; şuradaki bıçaklardan bir teki bile bu para yığınından daha değerli; seni kullanabileceğim hiçbir yer yok, o halde olduğun yerde kal ve canı hiçbir değer taşımayan bir yaratık gibi denizin dibini boyla." Ancak ikinci kez düşününce, parayı da aldım ve bunları da beze sarıp başka bir sal daha yapmayı düşünmeye başladım. Fakat ben bunu hazırlarken gökyüzünün karardığını, rüzgârın sertleşmeye başladığını fark ettim ve bir çeyrek saat sonra karadan doğru esen şiddetli bir fırtına koptu. Rüzgâr karadan eserken sal yapmanın anlamsızlığı ve gelgit başlamadan önce karaya çıkmam gerektiği o anda kafama dank etti. Aksi takdirde kıyıya varamayabilirdim. Bu düşünceyle kendimi sulara bıraktım ve gemiyle kumların arasındaki kanalda yüzdüm. Hem üstümdeki şeylerin ağırlığı hem de rüzgârın çok hızlı esip sular tam yükselmeden fırtınaya dönüşmesi nedeniyle denizin hırçınlaşması yüzünden bu bile başlı başına bir güçlüktü.
Çevrem bütün servetimle kuşatılmış, güven içinde uzanıp yattığım yuvama, küçük çadırıma geri döndüm. Gece fırtına öyle şiddetli esmişti ki sabah baktığımda gemiden eser yoktu! Biraz şaşırdım, fakat bana yararı dokunabilecek her şeyi hiç zaman yitirmeden, hiç tembellik etmeden aldığımı düşününce keyiflenip rahatladım. Hem biraz daha zamanım olsaydı bile orada getirebileceğim pek bir şey de kalmamıştı. Artık gemiye de, oradan alınabilecek şeylere de boş verip enkazından karaya nelerin vurabileceğine kafa yordum. Sonradan çeşitli parçalar karaya vurduysa da bunlar benim pek işime yarayacak türden değillerdi.
Düşüncelerimi artık, karşıma çıkabilecek vahşilere ya da adada bir yerlerde varsa eğer, vahşi hayvanlara karşı kendimi sağlama almak üzerinde yoğunlaştırmıştım ve bunu nasıl yapacağıma, barınağımı toprağın altında bir mağara kazarak mı yoksa bir çadır kurarak mı yapacağıma dair çeşitli düşünceler içindeydim; uzun sözün kısası en sonunda ikisini de yapmaya karar verdim ki bunun hikâyesini anlatmam da yersiz kaçmaz.
Kısa sürede bulunduğum yerin yerleşmek için uygun olmadığına kanaat getirdim, çünkü denize yakın, alçak ve bataklık bir yerdeydi ve özellikle de yakınlarda tatlı su bulunmayışıyla pek sağlıklı olmadığını düşündüm. Böylece daha sağlıklı ve elverişli bir yer bulmaya karar verdim.
Durumu pek çok açıdan gözden geçirip kendime uygun düşeceğini sandığım yönlerini ele aldım: Birincisi, sağlık ve az önce sözünü ettiğim tatlı suydu; ikincisi güneşin yakıcılığından korunmaydı; üçüncüsü insan ya da hayvan her türlü saldırgana karşı güvenlikti; dördüncüsü de deniz manzarasıydı. Tanrı'nın görüş alanım içine bir gemi göndereceği beklentisini henüz kafamdan atmaya hazır olmadığımdan hiçbir kurtuluş olanağını kaçırmamalıydım.
Buna uygun bir yer ararken, yüksek bir tepenin yan tarafında ufak bir düzlük buldum; bu tepenin düzlüğe bakan ön yüzü bir evin yan duvarı gibi dimdik aşağı uzanan bir kayaydı; böylece üstüme yukarıdan aşağı hiçbir şey inemezdi. Kayanın bir tarafında, bir mağara girişine benzeyen, oyulmuş kuytu bir yer vardı, ama gerçekte ne bir mağara ne de kayanın içine giden bir yoldu burası.
Çadırımı, tam bu kuytuluğun önündeki yeşil düzlüğe kurmaya karar verdim. Bu düzlüğün eni yüz metre ya var ya yoktu; boyu da bunun iki katıydı ve kapımın önündeki bahçe gibi uzanıyordu; bittiği yerde de her yönden düzensiz biçimde deniz kenarındaki alçak zemine doğru iniyordu. Tepenin kuzey-kuzeybatı cephesine düştüğünden ve yalnızca buralara özgü biçimde batıdan ve güneyden akşam güneşi aldığından gündüzleri sıcaktan korunacaktım.
Çadırımı kurmadan önce kuytuluğun önüne, kayaya kadar yarıçapı yaklaşık on, başıyla sonu arasında da çapı yaklaşık yirmi metre olan bir yarım daire çizdim. Bu yarım dairenin içine, sütun gibi dik duruncaya kadar yere gömdüğüm iki sıra sağlam kazık çaktım; kazıkların toprak üstünde kalan kısımlarının yerden yüksekliği bir buçuk metreydi ve uçlarını da sivriltmiştim. İki sıranın arasındaki uzaklık on beş santimden fazla değildi.
Ardından gemiden kestiğim halat parçalarını alıp bu iki sıra kazığın arasına alttan yukarıya doğru birbiri üstüne gerdim. Öteki kazıkları da yaklaşık yetmiş beş santim yükseklikte ve dıştakilere yaslanacak biçimde, kolon payandası gibi iç kısma çaktım. Bu çit öyle sağlam oldu ki ne arasından ne de üstünden ne insan ne de hayvan girebilirdi. Bu iş, özellikle de ormandan kazık kesilmesi, düzlüğe taşınması ve toprağa çakılması bana epeyce bir zamana ve emeğe patladı.
Buraya yaptığım giriş bir kapı değil, yukarı çıkmak için kısa bir merdivendi ve ben içeriye girdiğimde arkamdan yukarı çekiyordum ve yuvamı böylece tam da istediğim gibi, bütün dünyayla bağımı kesip gece rahat uyuyacağım biçimde tümüyle çitle kuşatıp sağlamlaştırmış oldum. Başka türlü de içim rahat etmezdi zaten, yine de sonradan ortaya çıktığına göre tehlike geleceğinden endişelendiğim düşmanlara karşı bu kadar önlem almamın gereği yokmuş.
Bütün servetimi, erzakımı, cephanemi ve yukarıda saydığım eşyalarımı binbir zahmetle bu çitin, daha doğrusu kalenin içine taşıdım ve yılın bir mevsiminde bu kesimde son derece şiddetli yağan yağmurlardan beni korusun diye de büyük bir çadır yaptım; çadır iki taneydi, içteki küçük ve onun üstündeki daha büyüktü ve tepesini de yelkenlerin arasından kurtardığım katranlı muşambayla örttüm.
Şimdi artık kıyıya çıkarttığım yatakta değil, geminin ikinci kaptanına ait oldukça iyi durumdaki bir hamakta yatıyordum.
Bu tentenin içine bütün erzakımı ve yağmurdan etkilenebilecek her şeyi taşıdım. Bütün mallarımı bu şekilde içeri koyduktan sonra o ana kadar açık duran girişi kapatarak bundan böyle giriş çıkışlarımı, daha önce sözünü ettiğim, kısa bir merdiven aracılığıyla yapmaya başladım.
Bunlardan sonra kayanın içini oymaya başladım ve buradan kazdığım bütün toprak ve taşları çadırımın dışına, çitimin içine taşıyarak bir tür teras yaptım ve bu sayede zemin yerden yarım metre yükselmiş oldu. Artık çadırımın hemen arkasında, evimin kileri vazifesini gören bir mağaram olmuştu.
Her şeyi belirli bir kusursuzluğa eriştirmek epeyce bir emeğimi ve günlerimi aldı; bundan böyle artık düşüncelerimi meşgul eden öteki işlere bakmalıydım. Yoğun, kara bir buluttan bir yağmur fırtınasının başlaması, ani bir şimşeğin çakması ve peşinden de bunların doğal sonucu olan muazzam bir gök gürültüsünün patlamasıyla çadırımı kurup mağarayı oyma planlarımı oluşturmam aynı ana denk geldi. Şimşek çaktığında zihnimde de şimşek hızıyla bir ışık çakmasında şaşılacak bir yan yoktu: Eyvah, barutum! Bunu düşündüğümde yüreğim duracak gibi oldu, bir patlayışla bütün barutum yok olabilirdi ki yalnızca savunmam için değil, yiyeceğimi sağlamak için de tümüyle ona bağımlıydım. Öte yandan, barut ateş almış olsa, canımın tehlikeye düşeceği ve kim vurduya gidebileceğimse aklımın ucundan bile geçmedi.
Bu benim üstümde öyle bir etki yaratmıştı ki, fırtına geçtikten sonra bütün inşaat ve sağlamlaştırma işlerimi bir yana bırakıp barutu bölmek, başıma ne gelirse gelsin hepsinin birden ateş almaması için ufak miktarlarda saklamak ve böylece birinin ötekileri de ateşe vermemesi umuduyla birbirinden ayrı muhafaza etmeye yarayacak torbalarla kutular yapmaya koyuldum. Bu işi yaklaşık iki haftada bitirdim: Hepsi yüz kilonun biraz üzerinde çeken barutum, sanırım en az yüz pakete bölünmüş oldu. Islanmış olan fıçıya gelince onun herhangi bir tehlike yaratacağından endişem yoktu; bu yüzden onu, mutfağım diye adlandırdığım yeni mağarama koydum. Geri kalanları ise, yerlerini dikkatlice işaretleyip kayaların arasındaki oyuklara ıslanmayacakları biçimde gizledim.
Bu işleri yaparken ara verdiğim zamanlarda oyalanmak amacıyla, yenecek bir şey vurabilir miyim diye görmek için her gün en az bir kez tüfeğimle dışarı çıkıyor ve yavaş yavaş adanın nimetleriyle tanışıyordum. Dışarı ilk çıkışımda, hemen adada keçilerin bulunduğunu keşfederek buna çok sevindim, ama hemen ardından da işin zorluğunu gördüm; yani öyle ürkek, kurnaz ve öylesine ayağına tezdiler ki onları yakalamak dünyanın en güç işiydi. Fakat bundan gözüm yılmadı, her an bir tane vurabileceğimden hiç kuşkum yoktu ve bu da kısa süre sonra gerçekleşti. Uğrak yerlerini bulduktan sonra beklemeye koyuluyordum: Beni vadide görüp görmediklerini izliyordum; beni görmüşlerse, kayaların üstünde olmalarına karşın ödleri patlamışçasına kaçıyorlardı. Fakat vadide otluyorlarsa ve ben de kayaların üstündeysem bana dikkat etmiyorlardı ki bundan da, görüş açılarının konumu nedeniyle gözleri yere dikildiğinden üstlerindeki nesneleri anında göremedikleri sonucunu çıkarttım ve bundan böyle de bu yöntemi izledim. Her zaman önce kayalıklara tırmanıyor ve çoğunlukla hedefi bulacak biçimde nişan alıyordum. Bu yaratıklara ilk kez ateş ettiğimde, yanında emzirdiği bir oğlağı bulunan ve bu yüzden de içimi sızlatan dişi bir keçiyi vurdum. Anası vurulup düştüğünde oğlak, ben gidip onu alana dek yanından ayrılmadı. Yalnızca bu da değil, yaşlı keçiyi omuzlayıp götürdüğümde oğlak barınağıma kadar beni izledi; bunun üzerine keçiyi yere bırakıp oğlağı kollarıma aldım ve onu besleyip evcilleştirme umuduyla çitimden içeri taşıdım. Fakat hiçbir şey yemedi; bu yüzden de öldürüp ben onu yemek zorunda kaldım. Bu ikisi uzun süre et ihtiyacımı giderdi, çünkü erzakımı, özellikle de ekmeğimi becerebildiğim kadar tutumlu yiyordum.
Yerleştikten sonra ateş yakacak bir yer ve yakacak şey bulmamın elzem olduğunu anlamıştım; bunun için yaptıklarımı, ayrıca mağaramı nasıl genişlettiğimi ve yaşamımı nasıl kolaylaştırdığımı yeri geldiğinde ayrıntısıyla anlatacağım, ama şimdi kendimden, yaşama dair pek de az sayılmayacağını tahmin edebileceğiniz düşüncelerimden söz açmam gerek.
Durumuma ilişkin beklentim iç karartıcıydı; şiddetli bir fırtına tarafından, niyetlendiğimiz yolculuğun ve ticari rotaların epeyce uzağındaki, hatta yüzlerce fersah denilebilecek kadar ötesindeki bu adaya atılmakla kalmamıştım yalnızca; ıssız bir yerde yapayalnız bir biçimde yaşamımın sonuna dek kalmamın Tanrı'nın bir kararı olduğuna inanmak için de çok haklı nedenlerim vardı. Bunlar aklıma geldikçe yanaklarımdan aşağı acı gözyaşları süzülüyor ve bazen kendi kendime, Tanrı'nın kullarını niye tamamen mahvettiğini ve onları niye böyle sefil kıldığını soruyor; bu kadar umarsız, terk edilmiş, böylesine sıkıntı içindeyken bu tür bir yaşam için şükretmenin mantıksızlığını düşünüp sitem ediyordum.
Fakat içimdeki bir şey, beni daima bu düşüncelerimi hızla gözden geçirmeye yöneltip kınıyordu. Özellikle de bir gün, deniz kenarında elimde silahım, içinde bulunduğum durum üzerine derin düşüncelere dalmış yürürken sağduyum bana bir de öteki türlü sitem etti: "Tamam, yalıtılmış bir durumdasın, doğru, ama anımsa bakalım, geri kalanlarınız nerede şimdi? Sandalda on bir kişi değil miydiniz? Öteki on kişi nerede? Onlar niye kurtulmadı da bir tek sen sağ kaldın? Sen niye seçildin bir tek? Orada mı olmak daha iyi, burada mı?" Ve ardından denizi işaret ettim. Bütün kötülerin içinde, ne kadar kötülük ederlerse etsinler, iyi bir taraf mutlaka vardır derler.
Derken yaşamımı sürdürmek için ne kadar çok şeye sahip olduğum geldi aklıma ve eğer gemi ilk karaya oturduğu yerden sürüklenip kıyının, bütün o şeyleri oradan alabilmeye zaman bulacağım kadar yakınına gelmeseydi –ki bu yüz binde bir ihtimaldi– halimin nice olacağı... Karaya ilk ayak bastığım zamanki gibi, yaşamam için gerekli şeyler ya da onları sağlayıp saklayabileceğim koşullar olmaksızın yaşamak zorunda kalsaydım halim nice olurdu? "Özellikle de," dedim yüksek sesle (kendi kendime elbet), "Silahsız, cephanesiz, herhangi bir şey yapabilmemi sağlayacak aletler olmaksızın, giysisiz, yataksız, çadırsız ya da üstümü örtecek bir şey olmaksızın ne yapardım ben?" ve şu anda bütün bunlara yeterli miktarda ve cephanem bittiğinde silahsız da yaşayabilmemi sağlayacak biçimde sahiptim. Böylece yaşadığım sürece başka hiçbir şey istemeden geçinip gidebileceğim görüşüne vardım, çünkü başından beri, yalnızca cephanem bittiğinde değil sağlığımın bozulup gücümün azalacağı zamanlarda ortaya çıkabilecek durumlarla nasıl başa çıkacağımı da hesaplıyordum.
Cephanemin tek bir patlamayla yok olup gitme fikrinin şakasına bile dayanamadığımı itiraf edeyim; yani, barutuma yıldırım düşmesini kastediyorum. Az önce de anlattığım gibi, şimşek çakıp gök gürlediğinde bu düşünce beni müthiş bir şaşkınlığa uğratmıştı.
Dünyada daha önce hiç duyulmamış biçimde sessiz bir yaşamın melankolisine kapılmak üzere olduğum şu anda, her şeyi başından alıp sırasıyla devam edeceğim. Hesabıma göre, yukarıda sözünü ettiğim biçimde bu berbat adaya düşüşüm, bizim oralarda güneşin sonbahar dönencesine girmişken burada tam tepemde bulunduğu 30 Eylül'deydi, çünkü ekvatorun kuzeyinde, dokuz derece yirmi iki dakika enleminde bulunduğumu gözlem yoluyla çıkartmıştım.
On ya da on iki gündür burada bulunuyorken, defter, kalem ve mürekkepsizken zaman hesabımı şaşıracağım, hatta Kutsal Pazar günlerini bile unutabileceğim aklıma geldi. Ben de bunu önlemek için, bıçağımla büyük bir tahtanın üstüne büyük harflerle, "30 Eylül 1659'da burada karaya çıktım," yazarak bir kazığa çaktım ve bunu bir haç biçiminde kıyıya ilk ayak bastığım yere diktim. Kare biçimli bu kazığın kenarlarına bıçağımla her gün bir çentik atıyordum ve her yedinci çentikle her ayın ilk gününü geri kalanlardan daha uzun çiziyordum; bu şekilde takvimimi ya da haftalık, aylık ve yıllık zaman hesabımı tutuyordum.
Bundan sonraki adım, yukarıda sözünü ettiğim gibi gemiye yaptığım çeşitli seferlerde oradan aldığım, ancak daha önce açıp bakmadığım, daha değersiz ama daha faydasız sayılmayacak şeyleri incelemekti. Bunların içinde isteyip istemediğimden emin olmadığım için tümünü rastgele bir araya topladığım, özellikle kalemler, mürekkep ve kâğıt, kaptana, topçuya ve marangoza ait çeşitli paketler; üç dört pusula, bazı matematik gereçleri, kadranlar, büyüteçler, haritalar ve denizcilik kitapları da bulunuyordu. Bana İngiltere'den gönderilen kargonun içinden çıkan ve yola çıkarken eşyalarımla birlikte paketlediğim üç tane oldukça iyi durumda İncil ile bazı Portekizce kitaplar bulmuştum. Bu kitapların içinde iki üç tane Katolik dua kitabıyla özenle güvence altına aldığım birkaç başka kitap vardı. Gemide, başlarına gelenlere yeri geldikçe değineceğim iki kediyle bir köpeğimiz bulunduğunu da söylemeliyim. İki kediyi de karaya çıkartmıştım beraberimde; köpeğe gelince, gemiden atlamış, ilk yükümü karaya çıkarttığımın ertesi günü yüzerek bana gelmiş ve yıllarca büyük bir bağlılıkla bana hizmet etmişti. Bana bir şeyler getireceğine, eşlik edeceğine benimle konuşmasını istemiştim hep ama böyle bir şey olmazdı elbet. Daha önce belirttiğim gibi kalem, mürekkep ve kâğıt da bulmuş, onları olabildiğince dikkatli kullanmıştım. Mürekkebin yettiği sürece olup biteni titizlikle kaydettim, ama bitince aklıma gelen hiçbir yöntemle mürekkep yapmayı başaramadığımdan yazmayı sürdürmem de mümkün olmadı.
Bundan da gemiden topladıklarımdan başka yığınla şeye ihtiyacım olduğunu akıl ettim. Bunlar içinde mürekkep başta geliyordu; toprağı kazmak ve sonra da atmak için bir bel, kazma ve kürek de gerekiyordu; dikiş iğnesi, toplu iğne ve iplik de yoktu; beze çaputa gelince, bir süre sonra fazla güçlük çekmeden bundan vazgeçmeyi öğrendim. Bu aletlerin yokluğu, yaptığım her işi ağırlaştırıyordu; küçük barınağımı tümüyle bitirip çevresini düzenlemem neredeyse bir yılımı aldı. Zorla kaldırdığım ağır direk ve kazıkların ormandan kesilip hazırlanması ve hele de eve götürülmesi epeyce sürüyordu; bu yüzden bazen iki günümü bu kazıklardan birini kesmeye ve eve getirmeye ayırıyor, üçüncü günü de toprağa çakmakla uğraşıyordum. Başlangıçta kazıkları çakmak için ağır bir kütüğü kullanıyordum ama sonunda bu işi demir küskülerden birisiyle yapmayı akıl edebildim; yine de o direk ve kazıkları çakmak epeyce emek isteyen, yorucu bir işti.
Fakat yapmak zorunda olduğum bir işin yoruculuğuna, bu işi yapmak için bolca zamanım varken kafamı yormama gerek var mıydı? Ayrıca bu işler bitseydi bile, her gün yaptığım gibi yiyecek bulmak için adayı dolaşmak dışında başka işimin olmadığının da farkındaydım en azından.
Artık durumumu ve çakılıp kaldığım koşulları ciddi biçimde düşünmeye başlamıştım. İçinde bulunduğum durumu yazmaya koyuldum; pek mirasçım olacak gibi gözükmüyordu, peşimden buraya geleceklere bırakmak için değil de her gün zihnime üşüşüp bana acı veren düşüncelerden kurtulmak için; sağduyum artık moral bozukluğumu alt etmeye başladığında kendimi elimden geldiğince avutmaya ve durumumu daha kötüsünden ayırt edebilirim diye kötünün karşısına iyiyi koymaya başladım. Bir borçluyla alacaklısı gibi, katlandığım sıkıntıların karşısına, tarafsız bir biçimde keyfini sürdüğüm nimetleri koydum; böylece şunlar çıktı ortaya:
Kötü:
1) Her türlü kurtuluş umudundan yoksun bir şekilde ıssız bir adaya düştün.
2) Sanki mutsuz olayım diye özellikle seçilip bütün dünyadan ayrı düşürüldüm.
3) İnsanoğlundan ayırdılar beni; bir münzeviyim; insan toplumundan sürgün edilmiş birisi.
4) Sırtıma giyecek hiç giysim yok.
5) Savunmasızım, insan ya da hayvandan gelebilecek saldırılara direnebileceğim hiçbir şey yok elimde.
6) Konuşabileceğim ya da beni avutabilecek bir tek insan yok.
İyi:
1) Ama hayattayım; geri kalan tüm mürettebat gibi boğulmadım.
2) Ama ölümden dönmek için bütün bir mürettebatın içinden de seçildim; hem beni mucizevî bir biçimde ölümden kurtaran Tanrı, bu koşullardan da kurtarabilir.
3) Ama açlık çekmiyor ve yaşamımı sürdürmek için hiçbir şeyin bulunmadığı çorak bir yerde telef olmuyorum.
4) Ama giysilerim olsa bile onları giyemeyeceğim kadar sıcak bir iklimdeyim.
5) Ama Afrika sahilinde gördüklerim gibi, bana zarar verecek hiçbir vahşi hayvana rastlamadığım bir adaya düştüm; ya gemim oralarda batsaydı ne yapardım?
6) Ama Tanrı, hem ihtiyaçlarımı karşılamam hem de neredeyse ölünceye dek yaşamımı sürdürmeme yarayacak şeyleri alabilmem için mucizevî bir biçimde gemiyi kıyıya yakın bir yere gönderdi.
Bir bütün olarak bakıldığında, dünyada bunun kadar üzücü bir durumun az bulunacağının kuşku götürmez bir kanıtıydı bunlar, ama yine de içinde şükredilecek, hem olumsuz hem olumlu bir şeyler vardı; varsın bu da, yeryüzündeki en sefil durumlardan birine düşmüş birisinin deneyimlerinden çıkarttığı, içinde her zaman kendimizi rahatlatacak bir şeyler bulabileceğimiz ve iyiyle kötüyü tanımlarken hesabın gelir hanesine koyabileceğimiz bir açıklama olarak kalsın.
Kendimi artık durumumdan keyifli sonuçlar çıkartmaya alıştırıp, bir gemi görebilir miyim diye denizi gözlemekten vazgeçerek, yani bu tür şeyleri bir yana bırakarak yaşam biçimimi düzenlemeye ve elimden geldiğince işleri kolaylaştıracak yollar bulmaya vermiştim.
Sağlam kazıklar ve halattan yapılma bir çitle çevirdiğim, bir kayanın dibinde kurduğum bir çadırdan ibaret barınağımı zaten anlatmıştım, ama artık bu çitten duvar diye söz edebilirdim, çünkü dışına çim keseklerinden oluşturduğum, yarım metre kalınlıkta bir tür duvar daha çekmiştim ve sanırım bir buçuk yıl kadar bir zaman sonra bunlar da büyüyüp kayaya yaslanan kirişler biçimini aldılar; yılın bazı zamanlarında epeyce şiddetli olabilen yağmurdan korunmak için de bunları ağaç dallarıyla kapladım.
Bütün eşyalarımı bu sığınağın ve arka tarafa yaptığım mağaranın içine nasıl getirdiğimden de söz etmiştim. Fakat başlangıçta bu eşyalar hiçbir düzene sokulmadığı, karmakarışık bir yığın halinde durdukları için her yeri kapladıklarını da söylemem gerek. Dönecek yerim kalmamıştı; bu yüzden mağaramı genişletmeye koyuldum ve toprağın içinde ilerledim. Gevşek, kumlu bir kaya olduğundan harcadığım emeği boşa çıkartmıyordu; böylece vahşi hayvanlara yem olmayacağımı anlayınca yanlara doğru da ilerledim. Sağ tarafta kayanın içine doğru kazarak yeniden sağa dönüp tümüyle dışarı çıktım ve kendime, barınağımın ya da kalemin dışına çıkabileceğim bir kapı açtım.
Bu da çadırıma ve kilerime bir arka yol ve benim için de bir giriş çıkış olanağı yaratmakla kalmayıp eşyalarımı saklamam için yer de kazandırdı.
Şimdi kendimi bir sandalye ve bir masa gibi, en çok ihtiyaç duyduğumu anladığım şeyleri yapmaya verdim. Çünkü bunlar olmaksızın bu dünyada sahip olduğum pek az zevkin bile tadını çıkartamazdım; masasız, o kadar büyük bir zevkle yazamaz ya da yemek yiyemez, bir sürü şeyi yapamazdım.
Böylece işe koyuldum. Yeri gelmişken söylemeliyim ki mantık matematiğin özü ve temeli olduğu için, her şeyi mantığa uygun biçimde belirleyip birbiriyle bağdaştırarak ve nesneler hakkında en mantıksal kanaatlere vararak herkes zamanla her tür mekanik zanaatta ustalaşabilir. Ömrümde elime hiç alet almamıştım; yine de zamanla, emek, özen ve buluşla sonunda her istediğimi yapacak hale geldim, hele de gereken aletlerim varsa. Bununla birlikte hiçbir alet kullanmadan da yığınla şey yaptım; kimini de bir keser ve bir nacak dışında bir şeye gerek duymaksızın becerdim ki belki de daha önce onları kimse bu şekilde ve bunca zahmetle yapmamıştır. Mesela bir tahta levha yapmak istiyorsam bu işin, bir ağaç kesip bir kütüğün üstünde önüme koyarak baltamla her iki yanı da düzleşinceye ve bir kereste inceliğine ulaşıncaya kadar yontmaktan, ardından da keserimle düzeltmekten başka bir yolu yoktu. Bu yöntemle koca bir ağaçtan ancak tek bir tahta yapabilmiştim, ama bir kereste ya da bir tahta yapmamın bol miktarda zaman ve emek harcamak, sabır göstermek dışında da bir yolu yoktu ki. Zaten zamanımın ya da emeğimin pek az değeri vardı ve şöyle ya da böyle harcanacaktı.
Bununla birlikte yukarıda söz ettiğim gibi, ilk iş olarak kendime bir masayla sandalye yaptım; bu iş için gemiden salıma yükleyip getirdiğim kısa tahtaları kullandım. Fakat bu tahtalardan bir kısmını yukarıdaki şekilde işlemeye başlayınca, mağaranın bir duvarı boyunca bütün aletlerimi, çivilerimi ve demirlerimi üzerine koyabileceğim, yarım metre genişlikte, üst üste raflar da yaptım; yani uzun sözün kısası, her şeyi yerli yerince koyduğum için aradığımda kolaylıkla bulabiliyordum. Silahlarımı ve asılabilecek öteki şeyleri asmak için de kayanın duvarına çiviler çakmıştım; böylece mağaramı gören birisi gerekli her türlü şeyin bulunduğu bir ambar sanabilirdi ve her şey öylesine elimin altındaydı ki bütün eşyalarımın son derece düzen içinde olduklarını görmek bana büyük bir zevk veriyordu. En keyiflisiyse aradığımı hemen bulmaktı.
Her gün yaptıklarımı kaydettiğim bir günlük tutmaya başlayışım işte bu sıralardaydı, çünkü başlangıçta doğrusunu söylemek gerekirse telaş içindeydim; yalnızca çalışma telaşı da değildi bu, kafam kaygılarla doluydu ve günlüğüme pek çok can sıkıcı şey yazabilirdim; mesela şöyle bir şeyler diyebilirdim: "30'u – Boğulmaktan kurtulup karaya çıktıktan sonra sağ kaldığım için Tanrı'ya şükredeceğime, önce mideme bolca dolmuş tuzlu suyu kusup kendimi biraz toplayınca da ellerimi yumruk yapıp kafama gözüme vurarak üzüntüden kumsalda koşmaya başladım ve 'Bittim ben, bittim!' diye yorulup tükeninceye dek bağırdım. Dinlenmek için yere uzanmak zorunda kaldım, fakat vahşi hayvanlara yem olma korkusuyla uyumayı göze alamadım."
Bundan birkaç gün sonra, gemiye gidip taşıyabildiğim her şeyi almamın ardından yine de küçük bir dağın üstüne çıkıp belki bir gemi görürüm umuduyla denizi gözetlemekten kendimi alıkoyamıyordum; derken uzaklarda bir yelken gördüğümü hayal ederek kendimi bunun umuduyla avutuyor ve âdeta kör oluncaya kadar hiç durmadan ardından baktıktan sonra görüntüyü yavaşça yitirdiğimde oturup küçük bir çocuk gibi ağlayarak aptallığım yüzünden üzüntümü daha da artırıyordum.
Fakat bu gibi şeylerin belli ölçüde üstesinden gelip evimi ve barınağımı düzene soktuktan, kendime elimden geldiğince güzel bir masayla sandalye yaptıktan sonra günlüğümü tutmaya başladım; mürekkebim kalmayınca bırakmak zorunda kaldığım yere kadar, daha önce çoğunun üzerinde durduğum için tekrar olsa da bir kopyasını buraya aktaracağım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top