III: Issız Adaya Düşüş
III: Issız Adaya Düşüş
Bu molanın ardından, hızla azalmaya başlayan erzakımızı oldukça tutumlu biçimde tüketerek ve yalnızca tatlı su gerektiğinde kıyıya çıkarak, on ya da on iki gün boyunca sürekli güneye doğru yol aldık. Aklımda Gambiya ya da Senegal ırmaklarından birisine ulaşmak vardı; Bu da bir Avrupa gemisine rastlamayı umduğum Yeşil Burun civarında bir yer demekti ve bu da olmazsa, adalarda şansımı denemekten ya da oralarda zencilerin elinde yok edilmekten başka daha ne yapabileceğimi bilmiyordum. Avrupa'dan gelen, rotasını Gine, Brezilya ya da Doğu Hint Adaları'na yöneltmiş bütün gemilerin o burna ya da o adalara uğradıklarını biliyordum ve özetlersem, bütün talihimi bu tek noktaya, ya bir gemiye rastlamak ya da yok edilmek olasılığına bağlamıştım.
On gün daha bu kararımı uyguladıktan sonra, karadaki yerleşimler dikkatimi çekmeye başladı; iki üç yerden geçerken kıyıda bizi seyretmek için durmuş insanlar gördük; tümüyle siyah ve çıplak olduklarını da seçebiliyorduk. Bir keresinde kıyıya çıkıp onların yanına gitmeye niyet ettim; fakat Xury benim en akıllı danışmanımdı ve bana, "Hayır, yok gitmek," dedi. Yine de onlarla konuşabileceğim uzaklığa gelinceye kadar kıyıya yanaştım ve kıyı boyunca, iyi niyetle bana doğru koştuklarını gördüm. Birinin elindeki ince uzun bir sopa dışında, hiçbirinin elinde herhangi türden bir silah olmadığını gözlemledim; o da Xury'nin söylediğine göre bir mızraktı ve bunları epeyce uzak mesafeden iyi nişan alarak fırlatabiliyorlardı; bunun üzerine, belli bir mesafeyi koruyarak onlarla becerebildiğim ölçüde işaretlerle anlaşmaya çalıştım ve özellikle de yiyecek bir şeyler istedim: Onlar da işaretle sandalımı durdurmamı ve bize et getireceklerini belirttiler. Bunun üzerine yelkeni indirip yanaştım; içlerinden ikisi köylerine koştu ve yarım saatten az bir sürede geri döndü; yanlarında iki parça kurutulmuş etle biraz mısır getirdiler ki herhalde köylerinde bunlar bulunuyordu, ama ne eti olduğunu anlayamadık; bir sonraki anlaşmazlığımız da bunları nasıl alacağımıza ilişkindi; ben kıyıya onların yanına gitmeyi göze alamıyordum, onlar da bizden çok korkuyorlardı, ama hepimiz için güvenli bir yol buldular, erzakı kıyıya getirip yere bıraktılar ve oradan epeyce uzaklaştılar; biz gidip bunları güvertemize taşıyıncaya kadar da yakınımıza gelmediler.
Karşılığında onlara verecek hiçbir şeyimiz olmadığından teşekkür anlamında el kol işaretleri yaptık, ama tam o sırada onlara minnetimizi harika bir biçimde gösterebileceğimiz bir fırsat doğdu; biz kıyıdayken, birinin (anladığımız kadarıyla) büyük bir öfkeyle ötekini kovaladığı iki muazzam yaratık dağlardan denize doğru koştu; erkeğin dişiyi mi kovaladığını yoksa oyun gereği ya da öfkeden mi koştuklarını ayırt edemediğimiz gibi bunun olağan bir durum mu yoksa alışılmadık bir şey mi olduğunu da bilemedik; fakat ben ikincisi olduğuna inanıyorum; neden derseniz, birincisi bu vahşi yaratıklar gece dışında pek ortaya çıkmazlar ve ikincisi de insanların, özellikle de kadınların bunlardan çok korktuklarını gördük. Mızrak ya da ok taşıyan adam onlardan kaçmadı, ancak geri kalanlar kaçtı; bununla birlikte iki yaratık da doğruca denize koşarlarken zencilerden birinin üstüne çullanmak yerine kendilerini denize atıp birbirini şaşırtmak istercesine yüzmeye başladılar; sonunda birisi beklediğimden daha çok yaklaştı sandalımıza ancak ben de her ihtimale karşı tüfeğimi doldurmuş olduğumdan onu karşılamaya hazırdım ve Xury'ye ötekileri de doldurmasını buyurdum. Ulaşabileceğim yakınlığa gelir gelmez ateş ettim ve onu tam kafasından vurdum; hemen suya battı, ama sanki can çekişiyormuş gibi –ki öyleydi de– batıp çıkarak yeniden doğruldu ve hemen karaya yöneldi; ancak bir yandan ölümcül yarası bir yandan da epeyce su yutması yüzünden kıyıya varamadan öldü.
Tüfeğimin sesi ve ateşi karşısında bu zavallı yaratıkların şaşkınlığını anlatmak olanaksız: Bazıları korkudan ölecek gibi oldu, hatta kendilerini ölmüş gibi yere attılar; fakat yaratığın öldüğünü ve suya gömüldüğünü, benim de kıyıya gelmeleri için işaret ettiğimi görünce yüreklenip sokuldular ve suyun içinde yaratığı aramaya başladılar. Sudaki kan izlerinden onu buldum; etrafına dolayıp çekmeleri için zencilere verdiğim bir ipin yardımıyla onu kıyıya sürüklediler ve bunun az rastlanan türden, benekli, hayranlık uyandıracak ölçüde güzel bir leopar olduğunu fark etmeleri üzerine de onu öldürmek için kullandığım nesneye duydukları hayranlıkla ellerini havaya kaldırdılar.
Ateşin parıltısı ve silah sesiyle ürken öteki yaratık ise kıyıya yüzdü ve doğruca indikleri dağlara doğru koştu; ben de o uzaklıktan onun ne olduğunu çıkartamadım. Zencilerin bu yaratığın etini yemek istediklerinin çabucak farkına vararak, onu benden bir armağan olarak kabul etmelerini istedim; onu alabileceklerini gösteren işaretim üzerine çok sevindiler. Anında hayvanın üstüne üşüştüler ve bıçakları bulunmamasına karşın ucu sivriltilmiş bir ağaç parçasıyla derisini hemen oracıkta, bizim bir bıçakla yapabileceğimizden çok daha çabuk yüzdüler. Etin bir kısmını bana sundular, ama ben kendi payımı da onlara verdiğimi işaret ederek teklifi geri çevirdim; fakat deriyi gösterdiğimde hiç tereddüt etmeden verdiler ve kendi tayınlarından da bol miktarda getirdiler; ne olduklarını bilmesem de kabul ettim. Ardından da onlara, küplerimizden birini ters çevirip boş olduğunu ve doldurulmasını istediğimi gösterdim. Hemen arkadaşlarını çağırdılar ve iki kadın, topraktan yapılmış ve güneşte pişirildiğini tahmin ettiğim büyük toprak bir kazan getirerek tıpkı önceden yaptıkları gibi yere koydular. Xury'i küplerimizle kıyıya gönderip üçünü de doldurttum. Kadınlar da erkekler gibi anadan doğma çıplaktı.
Hiç olmazsa köklerden ve mısırdan oluşan erzakımla suyum vardı artık; dost canlısı zencilerimi geride bırakarak kıyıya hiç uğramaksızın, kara dört beş fersah önümde denize doğru uzanıncaya dek, on bir gün daha yol aldım, deniz de sakin olduğundan bu çıkıntıyı dolaşmak için iyice denize açıldım. Karaya iki fersah kala, öteki yanında denize doğru uzanan kara parçasını açık seçik görüyordum; bunun üzerine buranın Yeşil Burun Adaları'na adını veren Verde Burnu olduğundan emin oldum. Ancak epeyce uzağımızdaydılar ve yapmam gereken en doğru hareketin ne olduğunu kestiremiyordum, çünkü eğer şiddetli bir rüzgâra kapılacak olursam hiçbirine ulaşamayabilirdim.
Bu ikilem içinde, dümeni Xury'ye bırakıp kamaraya girmiş epeyce dalgın biçimde oturuyordum ki aniden delikanlı haykırmaya başladı: "Efendi, efendi, yelkenli bir gemi!" Aptal çocuk aklı başından gitmiş halde bunun, efendisinin bizim peşimizden yolladığı gemilerden birisi olduğunu sandı; fakat ben onların ulaşabileceklerinden çok daha uzaklarda olduğumuzu biliyordum. Kamaradan fırladım ve yalnızca gemiyi görmekle kalmayıp hemen bunun bir Portekiz gemisi olduğunu da anladım ve Gine sahiline, zencilere gittiğini düşündüm. Fakat rotasını biraz daha gözleyince, bir süre sonra, başka tarafa yol aldıklarını ve kıyıya yaklaşmak gibi bir niyetleri olmadığını fark ettim ve eğer olanak bulursam onlarla konuşmaya kararlı biçimde elimden geldiğince açık denize doğru yöneldim.
Yelkenimi ne kadar açsam da ben onların yoluna çıkamadan ve onlara hiçbir işaret veremeden uzaklaşmış olacaklarını fark etmiştim: Büyük bir gayret gösterdikten sonra umudum kırılmaya başlamışken dürbünleriyle sayesinde bizi fark ettiler ve kayıp bir Avrupa gemisinin sandalı sanmış olacaklar ki yaklaşmamı beklemek üzere yelkenlerini indirdiler. Bu durumdan yüreklendim ve yanımızda bulunan patronumuzun sancağını acil durum sinyali olarak salladım ve bir el ateş ettim; ikisini de fark etmişlerdi; sonradan anlattıklarına göre silah sesini işitmemişler ancak dumanı görmüşlerdi. Bu sinyaller üzerine durup beni beklemeye başladılar, yaklaşık üç saat sonra onların yanına vardım.
Portekizce, İspanyolca ve Fransızca kim olduğumu sordular, fakat hiçbirini anlamadım; ancak en sonunda gemide bulunan İskoç bir denizci bana seslenince ona yanıt verdim ve bir İngiliz olduğumu, Sale'deki Mağribîler'in elinde tutsakken kaçtığımı anlattım; o zaman büyük bir yakınlık gösterip güverteye davet ederek beni ve tüm eşyalarımı aldılar.
İçinde bulunduğum ve benim gözümde böylesine sefil, neredeyse ümitsiz olan bir durumdan kurtarıldığım için, hiç kimsenin yadırgamayacağı, anlatılamaz bir sevinç içindeydim ve neyim var neyim yoksa hepsini kurtarılışımın karşılığı olarak geminin kaptanına sundum; o ise yüce gönüllülükle, benden hiçbir şey almayacağını, Brezilya'ya vardığımızda her şeyin noksansız biçimde bana geri verileceğini söyledi. "Çünkü," dedi, "Kendim kurtarıldığımda nasıl mutlu olacaksam sizin yaşamınızı da aynı duygularla kurtardım: Şu ya da bu zamanda ben de kendimi aynı durumda bulabilirim. Ayrıca elinizdekileri alırsam, sizi ülkenizden çok uzaklardaki Brezilya'ya götürdüğümde orada açlıktan ölürsünüz ve böylece kurtardığım canı bu kez de ben almış olurum. O yüzden olmaz. Seignior Inglese (Bay İngiliz), sizi oraya hayır için götüreceğim, eşyalarınız orada karnınızı doyurmanıza ve evinize dönmenize yarayacak."
Teklifinde hayırseverlikle davrandığı gibi, denizcilere sahip olduğum hiçbir şeye dokunulmamasını buyurarak sözünü de harfiyen tuttu: Bunun ardından, tüm eşyalarımı kendininkilerin yanına koyarak bana, üç toprak küpüme varıncaya kadar hepsinin tam bir dökümünü gösteren bir makbuz verdi.
Sandalıma gelince, oldukça iyi durumdaydı ve bunu görünce gemisinde kullanmak için satın alabileceğini söyleyerek sandala ne kadar istediğimi sordu. O ana kadar bana her bakımdan çok cömert davrandığı için sandala herhangi bir fiyat biçemeyeceğimi ve bunu tümüyle kendisine bıraktığımı söyledim: Bunun üzerine bana Brezilya'da ödemek üzere 80 gümüş İspanyol sikkesi karşılığı senet vereceğini söyledi; oraya vardığımızda, fazlasını veren çıkarsa aynı tutarda ödeme yapacaktı. Bana Xury için ayrıca 60 gümüş İspanyol lirası teklif ettiyse de bunda gönülsüz davrandım; kaptanın onu almasını istemediğimden değil de kendi özgürlüğüm için bana o kadar sadakatle yardım etmiş zavallı delikanlının özgürlüğünü satmak hoşuma gitmediğinden. Bununla birlikte ona nedenimi anlattığımda, kaptan bana hak verdi ve şöyle bir orta yol önerdi: Eğer Hıristiyanlığa dönmeyi kabul ederse on yıl sonra onu özgür bırakacaktı. Bu teklif ve Xury'nin de onunla gitmek istediğini söylemesi üzerine kaptanın onu almasına razı oldum.
Brezilya'ya dek çok iyi bir yolculuk yaptık ve yirmi iki gün sonra Todos los Santos ya da Tüm Azizler Körfezi'ne vardım. Yaşamın zorlukları içinde en sefillerinden birinden daha kurtulmuştum; bundan sonra kendim için ne yapacağımı düşünmem gerekiyordu.
Kaptanın bana gösterdiği cömert davranışı asla unutamam: Yolculuğum için benden beş kuruş almamış; leopar postu için yirmi, aslan postu için de kırk duka altını vermiş; gemideki tüm eşyalarımın eksiksiz olarak bana teslim edilmesini sağlamış ve içki kasası, silahlarımdan ikisi ve yaptığım mumlardan artakalan balmumu topağı gibi, satmak istediğim her şeyi benden almıştı: Özetle, eşyalarımın tümünden 220 gümüş İspanyol lirası elde etmiştim ve Brezilya'da sahile işte bu sermayeyle çıktım.
Beni, oralarda dedikleri gibi, bir Ingenio (bir plantasyon ve şeker rafinerisini ifade ediyor) sahibine, kendisi gibi namuslu bir adama tavsiye ettiğinde, oraya varışımızın üstünden fazla zaman geçmemişti. Bir süre bu adamın yanında yaşadım ve şeker kamışı dikimiyle şeker üretim yöntemleri hakkında bilgi edindim. Çiftlik sahiplerinin ne kadar iyi yaşadıklarını ve ne kadar çabuk zenginleştiklerini görerek eğer orada oturma izni alabilirsem ben de çiftlik sahibi olmaya karar verdim. Bir yandan da Londra'da bıraktığım paramı getirtmenin bir yolunu bulmayı kafama koymuştum. Bu amaçla bir tür yerleşim belgesi edinerek paramın yettiği kadar ıslah edilmemiş toprak satın aldım ve çiftliğimle evim için bir plan oluşturdum; İngiltere'den geleceğini umduğum parayla gerçekleştirebileceğim bir plan.
Portekizli bir komşum vardı, Lizbon'da ama İngiliz ana babadan doğmuştu: Wells adındaki bu adam, benimle aynı durumdaydı. Komşum diyorum, çünkü onun toprağı benimkinin yanında uzanıyordu ve birbirimizle iyi anlaşıyorduk. Benim sermayem de onunki kadar azdı ve iki yıl kadar daha çok karnımızı doyurmak için dikim yaptık. Bununla birlikte ürünümüz artmaya ve toprağımız düzene girmeye başladı; böylece üçüncü yıl biraz tütün ektik ve gelecek yıl şeker kamışı dikmek için ikimiz de büyük birer tarla hazırladık. Ancak her ikimizin de yardıma ihtiyacımız vardı ve o an anlıyordum ki benim oğlanı, Xury'i bırakmakla hata etmiştim.
Heyhat! Doğru bir iş yapmamak, hep yanlışı seçmek benim açımdan hiç de şaşılacak bir şey değildi. Devam etmek dışında bir çarem yoktu: Aklımın hiç basmadığı ve keyif aldığım bir yaşama tümüyle ters düşen bir işe kalkışmış, bu uğurda baba ocağını terk etmiş ve tüm iyi öğütlerini kulak ardı etmiştim. Yalnız bu da değil; babamın daha önce bana öğütlediği ve eğer sözünü tutup evde kalsaydım, şimdiki gibi kendimi tüketmeyeceğim o orta basamağa ya da düşük yaşamın üst basamağına doğru yol alıyordum ve kendime sık sık, bunu beş bin mil uzağa gidip yabancılarla vahşilerin içinde, ıssız bir yerde ve beni zerre kadar tanımadıkları, dünyanın herhangi bir yerinden sesimin duyulmayacağı kadar uzak bir ülkede yapmak yerine, pekâlâ İngiltere'de dostlarımın arasında da yapabileceğimi söylüyordum.
Bu ruh haliyle içinde bulunduğum duruma pişmanlıkların en büyüğüyle bakıyordum. Malum komşum dışında arada sırada sohbet edebileceğim kimsem yoktu; yaptığım işin el emeği kullanmaksızın yapılması mümkün değildi ve başka kimsenin bulunmadığı ıssız bir adaya düşmüş bir adam gibi yaşadığımı kendime yineleyip duruyordum. Fakat tam bir yalıtılmışlık içindeki ıssız ada yaşamını, o sıralarda sürdüğüm ve sürmeye devam etsem muhtemelen ziyadesiyle bolluk ve zenginliğe kavuşacağım böylesi yalnız bir yaşamla insafsızca kıyaslayan ben, öyle bir yere düşmeyi ne kadar da hak ediyordum; demem o ki, herkes içinde bulunduğu durumu daha kötüsüyle kıyaslayıp durduğunda, Tanrı da ikisinin yerini değiştirip yaşattığı deneyimlerle önceki mutluluklarını aratabiliyor.
Yükünü boşaltmak ve yolculuğa hazırlanmak için gemisini yaklaşık üç aylığına limanda demirlemiş iyi dostum, beni denizden kurtaran kaptan gelmeden önce çiftliğimi iyi kötü yoluna koymuş, bir ölçüde koşullarıma alışmıştım; kendisine Londra'da ardımda bıraktığım ufak sermayeden söz ettiğimde, bana dostça ve içtenlikle şöyle salıkta bulundu: "Seignior Inglese," dedi (beni hep böyle çağırırdı), "Londra'da paranızı çalıştıran kişiye bunu, Lizbon'da benim yönlendirdiğim kişilere yollamasını isteyen bir mektup yazıp vekâletinizle birlikte bana verirseniz, Tanrı'nın izniyle dönüşümde size, bu ülkeye uygun araç gereçleri getiririm; fakat insan ilişkileri daima değişikliklere ve felaketlere uğradığından, size, sermayenizin yarısı olan 100 poundu riske atmanızı ve o kadarını göndermeleri için buyruk vermenizi öneririm; böylece, bu para güvenli biçimde gelirse kalanını da aynı yollardan isteyebilirsiniz; yok eğer işler ters giderse işinizi görmek için öteki yarısı elinizde kalır."
Bu öyle aklı başında ve dostça bir tavsiyeydi ki beni, buna uymaktan daha iyisi olmadığına inandırmıştı; böylece paramı bıraktığım iyi yürekli kadına gerektiği biçimde mektup yazıp Portekizli kaptana da istediği vekâleti verdim.
İngiliz kaptanın dul eşine başımdan geçen tüm maceraları, tutsaklığımı, kaçışımı ve denizde bu Portekizli kaptanla nasıl karşılaştığımızı, onun insanca davranışını ve şu an içinde bulunduğum durumu anlatıp paramla ilgili gereken tüm direktifleri verdim. Bu namuslu kaptan Lizbon'a vardığında, oradaki bazı İngiliz tüccarlar aracılığıyla yalnızca mektubumu değil öykümün tüm ayrıntılarını da Londra'daki bir tüccara ulaştırmanın bir yolunu bulmuş ve o da bunları kadıncağıza aktardığında, kaptanın eşi yalnızca paramı vermekle kalmayıp Portekizli kaptana insanlığından ve bana yardımlarından dolayı kendi kesesinden gayet güzel bir hediye de göndermiş.
Londra'daki bu tüccar, aynen kaptanın kendisine yazdığı gibi bu yüz poundla İngiliz malları alıp doğruca Lizbon'a göndermiş ve o da bunların hepsini hiçbirine bir zarar gelmeden Brezilya'ya, bana getirmişti. Bu mallar arasında ben ısmarlamadığım halde (bu işte böyle şeyleri akıl edemeyecek kadar yeni olduğumdan) çok işime yarayan çeşitli aletler, demir gereçler ve çiftliğim için gerekli pek çok eşyayı da getirmeyi unutmamıştı.
Mallar geldiğinde yaşadığım sevincin şaşkınlığıyla talihimin döndüğünü düşündüm. Her an yardımıma koşmaya hazır olan kaptan, dostumun kendisine hediye alsın diye gönderdiği beş poundu da bastırıp altı yıllığına hizmet etmesi için bir de uşak satın alıp bana getirmiş ve tüm bu zahmetlerine karşılık, kendi üretimim olduğu için zorla kabul ettirdiğim biraz tütün dışında benden hiçbir şey almamıştı.
Hepsi bu kadar da değildi; giysiler, eşyalar, keçe ve bu ülkede özellikle değerli ve revaçta olan şeylerin tümü İngiliz imalatı olduğundan, bunları oldukça kazançlı biçimde satmanın yollarını bulmuştum. Böylece diyebilirim ki, gelen malların bedelinin dört katından fazlasına sahip olmuştum ve artık zavallı komşumun kesinlikle çok ötesindeydim, yani çiftliğimin gelişmesi bakımından, çünkü ilk yaptığım iş, kendime bir zenci köleyle bir de Avrupalı uşak satın almak olmuştu; kaptanın bana Lizbon'dan getirdiğinin yanında bir tane daha demek istiyorum.
Fakat insanın başarısıyla şımarması çoğunlukla en büyük sıkıntılarının da kaynağıdır ve benim için de aynen böyle oldu. Ertesi yıl da çiftliğimde büyük bir başarıyla yoluma devam ettim: Kendi toprağımdan komşularımın ihtiyaçları için ayırdığımdan başka elli büyük balya tütün kaldırmıştım ki hepsi de iyi kurutulmuş, her birisi yüz kilodan fazla çeken bu balyalar filonun Lizbon'dan dönüşünü beklemekteydi. İşimi ve servetimi büyütürken kafam yine gerçekleştiremeyeceğim proje ve girişimlerle dolmaya başlamıştı ki elbette çoğu kez iş âlemindeki pek çok parlak kişiye yıkım getirmiş türdendi bunlar. O an bulunduğum orta basamakta yaşamayı sürdürmüş olsaydım, babamın son derece açık biçimde ortaya koyduğu ve son derece mantıklı biçimde orta basamağın insana bolca sunduğunu anlattığı o sessiz sakin yaşamın içinde her türlü mutluluğa sahip olacaktım. Gelgelelim aklım yine öteki düşüncelere kaymıştı ve ben hâlâ kendi sefaletimin gönüllü vekili olmaktan vazgeçmemiştim. Arka arkaya hata yapmama ve kendimle ilgili düşüncelerimi derinleştirmeme (ki ileride çekeceğim üzüntüler içinde bunu yapmaya bol zaman bulacaktım) yol açan bu başarısızlıklar, özellikle de başka ülkelerde dolaşmak biçimindeki aptalca niyetime eşlik eden apaçık dikbaşlılığımın eseriydi; doğanın ve Tanrı'nın birbirleriyle uyum içinde bana sunup ödevim kıldıkları yaşamın gereklerine uyup kendimi adil ve yalın bir çabayla bu yaşamın beklentilerine adayacağıma işte bunların peşine düşmüştüm.
Daha önce de ana babamdan kaçarak yaptığım gibi şimdi de tatmin olamıyordum. Gitmeli ve eşyanın doğasının izin verdiğinden daha hızlı yükselmek gibi sabırsız ve aşırı bir arzunun ardına düşmek için, yeni çiftliğimdeki zengin ve başarılı adamın mutlu görüntüsünü ardımda bırakmalıydım; böylece de ya kendimi bir kez daha insanın düşüp düşebileceği en derin sefalet kuyusuna daldıracak ya da sağlıklı bir biçimde yaşamaya uyum sağlayacaktım.
Neyse, öykümün bu bölümünün ayrıntılarına geri döneyim. Tahmin edebileceğiniz gibi artık dört yıldır Brezilya'da yaşıyor olmamın ve çiftliğim sayesinde başarılı ve zengin birisine dönüşmemin sonucunda, yalnızca dillerini iyi öğrenmekle kalmamış benim gibi çiftlik sahipleri ve limanımız olan Saint Salvador'daki tüccarlar arasından tanıdıklar da edinmiştim. Onlarla konuşmalarım sırasında sıklıkla Gine sahiline yaptığım iki yolculuğun öyküsünü anlatıyordum: Orada zencilerle yapılan ticaretin usulünden ve kıyıda boncuk, oyuncak, bıçak, makas, nacak, cam parçaları ve bunlar gibi ıvır zıvır karşılığında yalnızca altın tozu, Gine tahılları, fildişi ve benzerlerini, değil Brezilya'daki hizmet işlerinde kullanılmak üzere çok sayıda zenci satın almanın kolaylığından da söz ediyordum.
Bu konudaki gevezeliklerimi, ama özellikle de zencilerin alım satımına ilişkin söylediklerimi ilgiyle dinliyorlardı. O zamanlarda henüz başlamış zenci ticareti pek ilerlememişti ve yalnızca İspanya ve Portekiz krallarının izni ya da anayurtla sömürgeler arasında yapılmış anlaşmalar çerçevesinde yürütülüp kamu tekelinde tutulduğu için, tüccarların çok pahalı olan zencileri satın alabilmesi zordu.
Tanıdığım bazı tüccar ve çiftlik sahipleriyle düşüp kalkmam ve bu tür şeylerden açıkça söz etmemin sonucunda, ertesi sabah üçü bana gelip bir gece önce kendilerine anlattıklarım üzerinde düşündüklerini ve bana gizli bir teklif yapmaya geldiklerini söylediler. Bunun aramızda kalmasını tembihledikten sonra, Gine'ye gidecek bir gemi donatmaya karar verdiklerini, hepsinin de benim gibi çiftçiler olduklarını ve işçi sıkıntısı çektiklerini söylediler. Fakat bunun bir ticaret olarak düşünülemeyeceğini, çünkü zencileri getirdiklerinde satmaları yasal olmadığından yalnızca tek bir sefer yapıp zencileri gizlice kıyıya çıkartmayı ve kendi aralarında paylaşmayı planladıklarını eklediler. Özetle Gine sahilindeki alışveriş kısmına göz kulak olmam için onların gemisinde vekâleten gidip gidemeyeceğimi soruyorlardı; bana da gereken sermayeye katılmadan zencilerden eşit ölçüde pay vermeyi teklif ettiler.
Doğrusunu söylemek gerekirse, göz kulak olunması gereken ve giderek büyüyüp iyi bir hasat vaat eden bir çiftliğiyle, kurulu bir düzeni olmayan herhangi birisine önerilmiş olsa iyi bir teklifti bu, ama bana gelince, durumum tam da yukarıda söylediğim gibi olduğundan, iki üç yıl daha bu şekilde devam etmekten ve o sıralarda İngiltere'deki yüz poundumu da getirtince üç ya da dört bin gümüş sterlin tutacak servetimi artırmaktan başkaca bir şey düşünmemesi gereken bendenizin böyle bir yolculuğa kalkışması, bu durumda işleyebileceğim en budalaca suç anlamına gelirdi.
Fakat varlık nedenim kendi yıkımımı gerçekleştirmek olduğundan, babamın öğütlerini boşa çıkarttığım zamanki ipe sapa gelmez ilk tasarılarıma ne kadar direnebildiysem bu teklife de ancak o kadar karşı koyabildim. Yokluğumda çiftliğimle ilgilenip başarısız olmam durumunda ise servetimi belirteceğim biçimde dağıtacaklarına söz verirlerse seve seve gideceğimi söyledim onlara. Hepsi de öyle yapacaklarına söz verdiler ve sözlerini yerine getireceklerini yazıyla kayıt altına aldılar. Ben de ölümüm halinde çiftliğimin ve mallarımın elden çıkartılmasını belirten resmi bir vasiyetname hazırlayıp yaşamımı kurtaran kaptanı tek mirasçı gösterdim ve fakat onu da ürünün yarısını kendisine ayırıp kalanını Londra'ya göndermekle yükümlü tuttum.
Uzun sözün kısası, servetimin korunması ve çiftliğime göz kulak olunması için mümkün olan tüm önlemleri aldım. Kendimi kollamak ve neyi yapıp neyi yapmamam gerektiği konusunda bir yargıya varmak için de bunun yarısı kadar sağduyu göstermiş olsaydım serpilip büyüyen bir işin olası sonuçlarını arkamda bırakarak, asla bu kadar budalaca bir yükümlülüğün altına girmez ve bütün bilinen tehlikeleri göze alıp deniz yolculuğuna çıkmazdım herhalde; katlanmak zorunda kaldığım, kendi kaderime özgü talihsizliklerin sözünü bile etmiyorum.
Fakat kendimi kaptırmış ve sağduyum yerine hayal gücümün buyruklarına körlemesine uymuştum. Bu yolculuktaki ortaklarımla yaptığımız anlaşmaya uygun biçimde gemi ayarlandı, yüklemesi yapıldı ve ben yine uğursuz bir saatte, Hull'de ana babamdan uzaklaşmak ve onlara baş kaldırıp kendi çıkarlarımı hiçe saymak için yaptığım gibi sekiz yıl öncesiyle aynı günde, 1659 yılının 1 Eylül'ünde gemiye bindim.
Gemimiz yaklaşık yüz yirmi ton ağırlığındaydı, kaptan, kamarot ve benim dışımda on dört adamla altı top taşıyordu. Yanımızda, zencilerle alışveriş etmemize yarayacak boncuklar, cam parçaları, deniz kabukları gibi ıvır zıvırla küçük aynalar, bıçaklar, makaslar, nacaklar ve benzeri ufak tefek eşyadan başka yük bulunmuyordu.
Gemiye bindiğim gün, o günlerde âdet olduğu üzere ekvatorun kuzeyindeki enleme on ya da on iki derece yaklaştığımızda Afrika sahiline uzanmayı tasarlayarak kendi kıyılarımızdan kuzeye doğru yol alacak biçimde yelken açtık. Hava çok güzeldi, kendi kıyılarımızdan Saint Augustino Burnu'na varıncaya kadar süren aşırı sıcağı saymazsak; oradan da iyice denize açılmamızla kara görüş alanımızdan çıktı ve kuzeydoğu-kuzey rotasını izleyip adaları doğumuzda bırakarak dümeni Fernando de Noronha'ya doğru kırdık. Bu yönde giderek on iki günde ekvatoru geçtik. Şiddetli bir hortum ya da kasırga çıkıp da bizi hiç bilmediğimiz yerlere sürüklediğinde, son gözlemimize göre kuzey enleminin yedi derece yirmi iki dakika uzağında bulunuyorduk. Fırtına güneydoğudan başlayıp kuzeybatıya geçerek kuzeydoğuda karar kıldı; o yönden berbat bir biçimde esmeyi sürdürdüğünde ise on iki gün boyunca yola devam etmekten başka bir şey yapamadık ve önünde hızla sürüklenerek kendimizi kadere ve fırtınanın öfkesine teslim ettik. Bu on iki gün boyunca her gün sulara gömülmeyi beklediğimi söylemem gereksiz; zaten gemideki hiç kimse de canını kurtarabileceğini ummuyordu.
Fırtınanın yarattığı korkunun yanı sıra, içinde bulunduğumuz bu sıkıntı içinde adamlarımızdan birisi güneş çarpmasından öldü, bir diğeriyle kamarotu da güverteden dalgalar alıp götürdü. On ikinci gün civarında, hava bir parça düzelirken kaptan elinden geldiğince gözlem yaptı; anlayabildiği kadarıyla kuzey enlemine on iki derece uzaktaydık, ama Saint Augustino Burnu'na da yirmi iki derece boylam farkı vardı. Bunun üzerine Guyana sahili ya da Brezilya'nın kuzey kısmında, Amazon'un ötesinde, yaygın biçimde Büyük Irmak diye bilinen Oronoque Irmağı'na yakın bir yerlerde olduğumuzu fark etti ve bana hangi yönü tutturacağımız hakkında danıştı; gemi yara aldığı ve yola devam etmesi zor olduğu için doğruca Brezilya sahiline dönmek niyetindeydi.
Ben buna kesinlikle karşı çıktım. Amerika'nın deniz kıyıları haritalarına birlikte bakarak Karayip Adaları'na varıncaya dek gidebileceğimiz başka hiçbir yerleşim yeri bulunmadığı kanaatine vardık ve bu yüzden yönümüzü Barbados'a çevirmeye karar verdik; böylece akıntıya kapılıp Meksika Körfezi'nin içine sürüklenmemek için açık denizden uzak durarak, umduğumuz gibi on beş günlük bir yolculukla bunu kolayca gerçekleştirebilirdik. Oysa gemimiz ve kendimiz için yardım almadan Afrika sahiline aynı yolculuğu yapmamız neredeyse olanaksız sayılırdı.
Bu tasarıyla yönümüzü değiştirdik ve yardım alabileceğimizi umduğum bazı İngiliz adalarına ulaşmak için kuzeybatı, batı yönüne dümen kırdık. Fakat kader yolculuğumuzun başka türlü olmasına hükmetmişti, çünkü on iki derece on sekiz dakika enlemindeyken bizi aynı şiddetle batıya doğru sürükleyen ikinci bir fırtına patladı ve bizi bütün ticari güzergâhlardan öyle bir uzağa attı ki canımızı denizden kurtarsak bile, kendi ülkemize dönemeden yamyamlar tarafından yenilme tehlikesi altındaydık.
Bu sıkıntılı durum içinde, fırtına hâlâ şiddetini sürdürürken, adamlarımızdan birisi sabahın köründe "Kara!" diye haykırdı. Dünyanın neresinde bulunduğumuzu görmek için tam kamaradan dışarı fırladığımız sırada geminin bir kum tepesine çarpması ve anında durmasıyla dalgaların üstümüze inmesi bir oldu ve hepimiz o anda mahvolmayı bekledik. Kendimizi denizin köpük ve dalgalarından korumak için derhal en kuytu köşelere sığındık.
Benzeri bir durumu yaşamamış birinin, bu koşullar altındaki insanların düştüğü dehşeti anlatması ya da kavraması kolay değildir. Nerede olduğumuza ya da hangi topraklara, bir adaya mı yoksa bir anakaraya mı sürüklendiğimize, burada insan yerleşimi bulunup bulunmadığına ilişkin hiçbir bilgimiz yoktu. Baştakine göre biraz azalsa da fırtınanın öfkesi hâlâ sürerken, bir tür mucize gerçekleşip fırtına hemen yön değiştirmedikçe, geminin parçalara ayrılmadan uzun süre dayanabileceğine dair pek umudumuz kalmamıştı. Kısacası birbirimize bakarak oturuyor ve her an ölmeyi bekliyorduk. Yapılacak hiçbir şey olmadığından her birimiz öbür dünyaya hazırlanıyorduk. O andaki tesellimiz, daha doğrusu tek tesellimiz, beklentimizin tersine geminin henüz batmaması ve kaptanın fırtınanın dinmeye başladığını söylemesiydi.
O sırada fırtınanın biraz dindiğini düşünsek bile gemimiz kum tepesine çarptığı ve oradan çekip çıkartmayı umut edemeyeceğimiz kadar hızla çakılıp kaldığından, aslında durumumuz hiç de parlak sayılmazdı ve canımızı kurtarmayı düşünmekten başka yapacak bir şey yoktu. Fırtınadan hemen önce kıç tarafında bir sandalımız vardı, fakat önce geminin dümen yelpazesine çarparak parçalanmış ve ardından da ya batmış ya da açık denize sürüklenmişti. Başka bir deyişle, ondan bize hayır yoktu. Güvertede bir başka sandalımız daha vardı ama onun da denize nasıl indirileceği kuşkuluydu. Fakat geminin her an parçalara ayrılabileceğinden korktuğumuz için tartışmaya zaman yoktu. Kaldı ki kimileri zaten parçalandığını söylüyordu.
Bu ümitsizlik içindeyken, gemimizin lostromosu sandalı arayıp buldu ve geri kalan adamların yardımıyla geminin yanı başına fırlattı. Hepimiz sandala doluşarak yola çıktık ve on bir kişi kendimizi Tanrı'nın insafına ve vahşi denize bıraktık, çünkü fırtına dikkate değer ölçüde hız kesmiş olsa da deniz ürkütücü biçimde kıyıyı dövüyordu. Hollandalıların fırtınalı denizi adlandırdıkları gibi, buna den wild zee de denilebilirdi.
Deniz çok dalgalı olduğundan sandalın buna dayanamayacağını ve kaçınılmaz biçimde boğulacağımızı hepimiz açıkça anladığımız için durumumuz epeyce ümitsizdi. Yelken açmak derseniz, bir tane bile yoktu; zaten olsaydı bile hiçbir işimize yaramazdı. Bu yüzden idama götürülen mahkûmlar gibi ağırlaşmış yüreklerimizle karaya doğru küreklere asıldık, çünkü tek bildiğimiz, sandal kıyıya yaklaştığında dalgaların yüksekliği nedeniyle bin parçaya ayrılacağıydı. Yine de canlarımızı içtenlikle Tanrı'ya emanet ettik ve fırtına bizi kıyıya doğru sürerken karaya doğru becerebildiğimiz en iyi biçimde kürek çekerek felaketimizi kendi ellerimizle hızlandırdık.
Kıyı nasıldı, kayalık mı kum mu, sarp mı sığlık mı, hiçbir fikrimiz yoktu. Bize ufacık bir beklenti kırıntısı veren şey, bir koy ya da körfez ya da büyük bir şans eseri sandalımızı yöneltebileceğimiz bir ırmak ağzı bulabilir ya da karanın rüzgâr kesen etkisine sığınabilirsek belki durgun sularda seyredebileceğimiz umuduydu. Fakat buna benzer hiçbir şey görünmediği gibi kıyıya yaklaştıkça kara, denizden de korkunç gelmeye başladı bize.
Bir buçuk fersah kadar kürek çektikten, daha doğrusu sürüklendikten sonra tahmin ettiğimiz gibi kudurmuş bir dalga dağ gibi yükselerek üstümüzde patlayıp bizi sandalın kıçına fırlattı ve öldürücü darbeyi beklememize yol açtı. Bizi öyle bir öfkeyle savurdu ki sandal anında devrildi ve bizi birbirimizden olduğu kadar sandaldan da kopararak bir dakikanın içinde sulara gömmeden önce hiçbirimize "Ah Tanrım!" diyecek zaman bile bırakmadı.
Suya battığım anda yaşadığım kargaşayı hiçbir şey açıklayamaz, çünkü çok iyi bir yüzücü olmama karşın, dalga beni kıyıya doğru atıncaya ya da taşıyıncaya kadar nefes almak için bile epey bir süre kendimi dalgalardan kurtaramadım; beni sürükleyen dalga kıyıda kırılıp geriye çekildi, beni de neredeyse kupkuru bir yere ama yuttuğum sulardan dolayı yarı ölü biçimde orada bıraktı. Aklım oldukça başımdaydı, anakaraya beklediğimden daha yakın olduğumu kavrayınca kalan nefesimin gücüyle ayağa kalktım ve bir başka dalga gelip beni gerisingeri götürmeden gidebildiğim kadar kıyıya doğru ilerlemeye çabaladım, ama bunun imkânsız olduğunu hemen anladım çünkü denizin arkamdan büyük bir tepe kadar yüksek, mücadele etmek için hiçbir aracımın ya da gücümün kalmadığı bir düşman kadar öfkeli biçimde geldiğini gördüm. Tek yapabileceğim soluğumu ve becerebilirsem kendimi suyun üstüne tutmaktı; böylece yüzerek, soluğumu tutarak ve kendimi kıyıya yönelterek, geldiğinde beni kıyıya doğru atacak dalganın yeniden denize yöneldiğinde beni geri götürmesini engelleyebilirdim.
Üstüme gelen dalga beni anında içine çekip altı ila dokuz metre derine gömdü, muazzam bir gücün beni hızla epeyce uzaktaki kıyıya doğru götürdüğünü hissettim; yine de soluğumu tutarak olanca gücümle ileriye doğru yüzmeye çabaladım. Yükselmeye başladığımı hissettiğimde soluğumu tutmaktan ciğerlerim artık patlamak üzereydi; bir anda kafamın ve ellerimin suyun üstüne çıktığını anladım ve kendimi iki saniyeden fazla bu şekilde tutamadıysam da bu kadarı bile beni çok rahatlattı, soluk almama ve cesaretimi toplamama fırsat verdi. Yeniden epeyce bir süreliğine sulara gömüldüm, ama bu kez direnebileceğim kadar kısa sürdü ve dalganın kırılıp geri döndüğünü anlayınca dalgaların aksi yönüne doğru atıldım ve yeniden ayağımın yere bastığını hissettim. Birkaç saniye kadar soluğumu düzeltmek için sular üstümden akıncaya dek kımıldamadan durdum ve ardından olanca gücümle tabana kuvvet kıyıya doğru koştum. Fakat bu da beni peşimden köpürerek gelen denizin gözü dönmüşlüğünden kurtaramadı ve iki kez daha dalgalara kapılıp kıyıdan epeyce uzağa sürüklendim.
Bu ikisinden sonuncusu, deniz beni önceki gibi aceleyle sürükleyip bir kaya parçasının üstüne bıraktığında, daha doğrusu çarptığında soluksuz bırakan ve tüm umudumu kıran, neredeyse ölümcül bir dalgaydı, çünkü beni böğrümden ve göğsümden kayaya çarpınca bütün nefesim kesilmişti ve hemen o anda dönmüş olsaydı mutlaka boğulurdum; fakat dalgaların dönmesinden kısa süre önce kendime gelmiş, yeniden sulara gömüleceğimi anlayınca dalga yeniden gelene kadar kayaya sıkıca sarılmış ve olabildiğince nefes almıştım. Artık dalgalar öncekiler kadar yüksek olmadığından, dalga sönene kadar tutunmayı sürdürdüm ve kıyıya da yakın sayıldığım için ikinci bir koşu tutturdum. Kıyıya yaklaştığımda, bir sonraki dalga üzerimden aşsa da beni sürükleyip götürecek kadar suya gömemedi. Bir başka koşu daha tutturarak anakaraya ulaşıp kayalıkların üstüne tırmandım ve suyun ulaşabileceğinden tamamıyla uzakta, tehlikesiz bir yere çöküp kaldım.
Artık sağ salim karadaydım ve başımı göğe kaldırıp hiçbir umuda yer bırakmayan bir durumdan beni çıkartıp canımı bağışladığı için Tanrı'ya şükretmeye başladım. Basbayağı mezarın eşiğinden bu şekilde kurtarılmış bir yaşam karşısında ruhun coşku ve taşkınlıklarını anlatabilmek olanaksız. Boynuna yağlı urgan geçirilmiş bir caninin tam asılmak üzereyken cezasının ertelendiği bildirilince, şaşkınlığından yüreğinin durmasını önlemek üzere biraz kanını alması için bir de cerrah getirilmesi geleneği beni artık şaşırtmıyor.
"Acılar gibi, ani sevinçler de önce sarsar insanı."
Ellerimi havaya kaldırıp kumsalda yürüdüm, tüm benliğimi kurtuluşuma ilişkin derin düşünceler kaplamıştı sanki; anlatması olanaksız bin türlü jest ve hareket yaparak, boğulan tüm yoldaşlarımı gözümün önüne getirerek benden başka kurtulan olmadığını düşünüyordum, çünkü sonradan hiçbirini görmediğim gibi üçünün şapkası, bir takke ve birbirine uymayan iki ayakkabı teki dışında izlerine de rastlamadım.
Gözlerimi karaya oturmuş gemiye çevirdim, deniz öyle dalgalı, öylesine köpürmüştü ki onu güçlükle seçebiliyordum; Tanrım, o kadar uzaktaydı ki! Nasıl olmuştu da kumsala çıkabilmiştim?
Zihnimi durumumun iyi yönüyle avuttuktan sonra ne tür bir yerde bulunduğumu ve bundan sonra ne yapabileceğimi anlamak için çevreme bakınmaya başladım ve kısa sürede avuntum azaldı çünkü tek sözcükle berbat bir kurtuluştu bu: Sırılsıklamdım, değiştirebileceğim giysilerim, açlığımı ve susuzluğumu giderecek yiyecek ya da içecek hiçbir şeyim yoktu; tek öngörebildiğim ya açlıktan ölmek ya da vahşi hayvanlara yem olmaktı ve beni en çok kaygılandıran da yaşamımı sürdürmek için herhangi bir yaratık avlayıp öldüreceğim ya da kendi yaşamını sürdürmek için beni öldürmek isteyecek yaratıklara karşı kendimi savunabileceğim bir silahımın bulunmayışıydı. Kısacası üstümde bir çakı, bir pipo ve bir kutunun içindeki az bir tütünden başka hiçbir şeyim yoktu. Bütün malım mülküm bunlardan ibaretti ve bu durum beni öyle bir üzüntüye sürükledi ki bir süre delirmiş gibi koşup durdum. Gece yaklaşırken, sıkıntıyla, o ülkede aç vahşi hayvanlar varsa, avlanmak için gece ortaya çıkarlarsa halim nice olur diye düşünmeye başladım.
O esnadaki düşüncelerim arasında bulabildiğim tek çare, yanı başımdaki köknara benzeyen ancak dikenli, sık yapraklı ağaca çıkıp bütün gece üstünde oturmak ve ertesi gün hangi biçimde öleceğimi düşünmekti, çünkü hiçbir yaşama umudu göremiyordum. İçme suyu bulup bulamayacağımı görmek için kumsaldan iki yüz metre kadar içeri yürüdüm ve bulunca da çok sevindim. Susuzluğumu giderince açlığımı bastırmak için ağzıma bir parça da tütün atarak ağacın yanına gittim ve üstüne çıkarak, uyuklarsam düşmeyeceğim biçimde yerleştim. Kendimi savunmak için sopa niyetine kullanabileceğim bir dal parçası kestikten sonra pansiyonuma yerleştim ve tam anlamıyla bitkin düştüğüm için hemen uykuya daldım. İnanıyorum ki, benim durumumdaki çok az kimsenin becerebileceği kadar rahat bir uyku çektim ve sanıyorum öylesi koşullarda olabileceğinden çok daha iyi dinlenmiş biçimde uyandım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top