II: Tutsaklık ve Kaçış
II: Tutsaklık ve Kaçış
Beni yabani ve düşüncesiz bir biçimde talihimi kovalama dürtüsüyle, ilkönce alelacele baba ocağını terk etmeye, bütün iyi öğütlere ve babamın girişimlerine, hatta buyruğuna kulağımı tıkamam için pençesine düştüğüm kibre sürükleyen o uğursuz etki, bütün maceralar içinde en bahtsız olanları serdi gözlerimin önüne ve kendimi Afrika sahiline ya da bizim denizcilerin kabaca adlandırdıkları gibi Gine'ye doğru yola çıkan bir geminin güvertesinde buldum.
Gemiye, olağandan biraz fazla çalışmamı gerektirse bile hiç olmazsa bir tayfanın görev ve sorumluluğunu öğrenebileceğim ve zamanla kaptan olamasam bile kendimi ikinci kaptan ya da yüzbaşı olarak yetiştirebileceğim biçimde girmeyişim, bütün bu maceralardaki en büyük şanssızlığımdı. Fakat her zaman en kötüsünü seçmek kaderim olduğundan burada da aynısını yaptım; cebimde param ve sırtımda da iyi giysiler bulunduğundan gemilere hep bir beyzade edasıyla biniyordum ve bu yüzden de gemide ne bir işim oldu ne de bir iş öğrenebildim.
O zamanlarda benim gibi gevşek ve yanlış yola sapmış gençlerin pek erişemeyecekleri bir şansım varmış ki Londra'da oldukça iyi dostlar arasına düşmüştüm; oysa Şeytan benim gibi gençler için daha işin başında bir tuzak kurmadan edemez. Önce Gine sahilinde bulunmuş ve elde ettiği başarı üzerine oraya yeniden gitmeye karar vermiş bir gemi kaptanıyla tanıştım. Dünyayı gezmeye niyetlendiğimi söylerken beni duyan ve yaşıma göre hiç de fena sayılmayacak konuşma tarzımdan hoşlanan bu kaptan, onunla yolculuğa çıkarsam hiçbir masrafa katlanmayacağımı söyledi bana; onun sofra ve yol arkadaşı olmalı ve eğer yanımda bir şeyler götürebilirsem ticaretin izin verdiği ölçüde bundan yararlanmalıydım; belki bu beni yüreklendirebilirdi de.
Teklifine dört elle sarıldım ve sıkı bir dostluk kurduğum, dürüst, açık tavırlı bir adam olan bu kaptanla yola çıktım. Yanımda ufak miktarda mal da götürdüm ve dostum kaptanın çıkar kaygısı gütmeyen dürüstlüğü sayesinde bana aldırttığı 40 poundluk oyuncak ve süs eşyası ile kayda değer bir sermaye sağladım. Bu 40 poundu iletişimde bulunduğum bazı akrabaların yardımıyla bir araya getirmiştim ve sanırım onlar da babamı ya da en azından annemi ilk serüvenime ufak da olsa bir katkı sağlamaya ikna etmişlerdi.
Bütün maceralarım içinde tek başarılı yolculuğun bu olduğunu söyleyebilirim ki onu da dostum kaptanın aklı başında ve dürüst bir insan olmasına borçluyum; sayesinde matematik ve denizcilik kuralları hakkında doyurucu bilgiler edindim, gemi seyir defterinin nasıl tutulacağını, nasıl gözlem yapılacağını, kısacası bir denizcinin bilmesi gereken bazı şeyleri öğrendim; bana öğretmekten keyif aldığı için ben de öğrenmekten keyif aldım; özetle sattığım malların karşılığında dönüşümde bana Londra'da 300 pound kazandıran üç kiloya yakın altın tozu getirdiğim için, bu yolculuk beni hem bir denizci hem de bir tüccar yaptı ve bu kazanç aklımı, gözümü boyayıp sonraları yıkımıma yol açan, o göz kamaştırıcı düşüncelerle doldurdu.
Bu yolculukta bile şanssızlıklar yakamı bırakmamıştı; özellikle alışveriş yaptığımız başlıca bölgenin kıyıda, ekvatorun yalnızca on beş derece kuzeyinde bulunması nedeniyle aşırı sıcak iklimin yol açtığı şiddetli bir tropikal humma yüzünden hastalıktan başımı alamadım.
Artık bir Gine tüccarı olma yolundaydım ve Londra'ya dönüşümüzden kısa bir süre sonra dostumun ölümü en büyük bahtsızlığımdı; aynı yolculuğa yeniden çıkmaya karar vermiştim ve önceki yolculuğumuz sırasında dostumun ikinci kaptanı olan kişinin şimdi kumandayı ele aldığı aynı gemiye bindim. Bu bir insanın yapabileceği en uğursuz yolculuktu, çünkü yeni kazanılmış servetimin 100 pound kadarını üstüme alıp 200 poundunu dostumun bana karşı dürüst davranan dul eşine emanet ettiysem de en berbat şanssızlıklara uğramaktan kurtulamadım. İlki şuydu: Gemimiz Kanarya Adaları'na doğru ya da daha ziyade o adalarla Afrika kıyıları arasında bir yerlerde yol almaktayken, sabah gün ağarırken Sale'li bir Türk korsan gemisinin yelkenlerini fora ederek peşimize düştüğünü görünce şaşırdık. Kaçmak için serenlerimizin ve direklerimizin taşıyabileceği kadar yelken doldurduysak da korsanların arayı kapatmakta olduğunu ve en geç birkaç saat içinde bize yetişeceğini anlayınca dövüşmeye hazırlandık; bizim gemimizde on iki, korsanlarda ise on sekiz top vardı. Öğleden sonra üç sularında bizi yakaladı ve niyetlendikleri gibi gemimizin kıçın tersi yerine yanlışlıkla kıç omuzluğunun tersine alabanda edince toplarımızın sekizini o tarafa sürdük ve üstlerine yaylım ateşi açtık; top ateşimize karşılık verdikten ve güvertesindeki yaklaşık iki yüz adam da üstümüze saçma yağdırdıktan sonra yeniden uzaklaştı. Fakat adamlarımızın hepsi birbirine yakın durduğundan bir tekinin bile burnu kanamadı. Onlar yeniden saldırmaya biz de kendimizi savunmaya hazırlandık. Ancak bizi diğer omuzlukta bırakıp öteki yandan saldırarak, derhal yelkenlerimizi ve halatlarımızı kesip parçalamaya girişen altmış adamı güvertemize çıkardılar. Onlara saçma, süngü ve patlayıcılarla karşılık vererek iki kez güverteden geri püskürtmeyi başardık. Yine de bu üzücü öyküyü kısa kesersek, gemimiz ele geçirildi, adamlarımızdan üçü öldürüldü, sekizi yaralandı ve teslim olmak zorunda kaldık; hepimiz tutsak alınıp Mağribîlerin elinde bulunan liman kenti Sale'ye götürüldük.
Orada karşılaştığım muamele baştan endişelendiğim kadar korkutucu değildi; adamlarımızın geri kalanı gibi imparatorun sarayına götürülmek yerine, korsan gemisi kaptanının olağan ödülü olarak alıkonuldum, gençliğim ve çevikliğim nedeniyle işine yarayacağımı düşünüp beni kendisine köle yaptı. Tüccarlıktan sefil bir köleye dönüştüğüm bu beklenmedik değişiklikle tümüyle bozguna uğramıştım; o anda geriye dönüp, sefil olacağımı ve beni kurtaracak kimsenin bulunmayacağını söyleyen babamın kehanet gibi söylevini düşünüyordum; o an için bundan daha kötüsünün başıma gelemeyeceğine, Tanrı'nın beni cezalandırdığına ve hiçbir kurtuluş umudu olmaksızın işimin bittiğine gerçekten inanıyordum; heyhat! Bu öykünün devamında da görüleceği gibi başıma gelecek felaketin yalnızca tadımlık kısmıydı bu.
Yeni patronum ya da efendim beni evine götürürken, onun günün birinde İspanyol ya da Portekizli bir savaş gemisine yenilmesinin kaderinde yazıldığı ve böylece benim de özgürlüğüme kavuşacağım inancıyla, yeniden denize açıldığı zaman beni de yanında götüreceği umudundaydım. Fakat bu umudum bir süre sonra kayboldu, çünkü denize açıldığında küçük bahçesiyle ilgilenmem ve evindeki kölelerden beklediği olağan angaryalarla uğraşmam için beni geride bıraktı ve yeniden eve döndüğünde de kamarada yatıp gemiye göz kulak olmamı buyurdu.
Burada kaçışımdan ve bunu gerçekleştirmek için hangi yönteme başvuracağımdan başka hiçbir şeye kafa yormadım; ancak içinde ufacık bir umut barındıran tek bir yol, düşüncesini bile mantıklı kılan tek bir şey bulamadım, çünkü bunun üzerinde tartışacağım ve benimle kaçacak benden başka tek bir köle arkadaşım, tek bir İngiliz, İrlandalı ya da İskoç yoktu; böylece kendimi sık sık bunun hayaliyle avutmama karşın, iki yıl boyunca kaçış eylemini yaşama geçirtecek tek bir yüreklendirici umudum olmadı.
İki yıl kadar bir zaman geçtikten sonra, özgürlüğüme kavuşmak için girişimde bulunmaya yönelik o eski düşünceyi yeniden kafama sokan tuhaf bir olay gerçekleşti. İşittiğim kadarıyla efendim, gerekli parayı bulamadığından gemisine bakım yaptıramıyordu; bu yüzden daha uzun süreyle evde kalmıştı ve geminin sandalıyla haftada bir iki kez, hatta havalar iyiyse daha da sık balığa çıkıyor, genç Maresco ile beni de kürek çekelim diye hep yanına alıyordu; biz de onu eğlendiriyorduk; hatta balık yakalamakta son derece usta olduğum ortaya çıkmıştı; hatta öyle ki, bazen beni akrabası olan bir Mağribî ve oralarda dedikleri gibi Maresco ile balık tutmaya yolluyordu.
Bir keresinde sakin bir sabah balığa çıktığımızda öyle yoğun bir sis bastırdı ki kıyıdan yarım fersah bile uzaklaşmadığımız halde karayı göremez olduk; nereye nasıl kürek çektiğimizi bilemeden bütün gün ve bütün bir gece uğraşıp durduk ve sabah olduğunda kara yerine denize doğru küreklere asıldığımızı ve karadan en azından iki fersah uzaklaştığımızı fark ettik. Yine de büyük bir çabayla, sabah rüzgârı son derece şiddetli estiği için biraz da tehlike atlatarak dönebildik; fakat açlıktan da ölüyorduk.
Ancak bu felaketi kulağına küpe yapan patronumuz, bundan böyle daha dikkatli olmaya karar vermiş ve bizim İngiliz gemisinden ele geçirdiği sandalı bu amaçla ayırıp yanına bir pusula ve biraz yiyecek içecek almaksızın bir daha balığa gitmemeyi koymuştu kafasına; böylece kendisi de bir İngiliz köle olan gemi marangozuna, sandalın ortasına, bir mavnadakine benzer özel bir kamara, kamaranın arkasına dümeni ve uskuta halatını idare edebilecek, önüne de bir-iki kişinin ayakta durup yelkenleri idare edebileceği bir yer yapmasını buyurdu. Sandalın yelkeni kırlangıç kanadı denilen türdendi ve epeyce dar ve alçak olan bumba da bu kamarayla uyum içindeydi; kamara bir iki köleyle birlikte uzanıp yatabileceği, içmeye değer bulduğu birkaç şişe içkisi, ekmeği, pirinci ve kahvesini koymak için birkaç küçük çekmecesi bulunan ve üstünde yemek yiyeceği bir masanın sığabileceği büyüklükteydi.
Sık sık bu sandalla balık avına çıkıyordu ve balık tutmakta en usta kişi ben olduğum için asla bensiz gitmiyordu. Oranın ileri gelenlerinden iki üç Mağribî'yi de alıp sandalda keyif çatmak ya da balık tutmak üzere sözleşmiş ve bu kişileri ağırlamak için olağandışı hazırlık yapıp sandala bir gece öncesinden her zamankinden çok yiyecek içecek göndermiş ve bana da bir yandan balık tutup bir yandan da kuş avlamayı tasarladıkları için saçma ve barut hazırlamamı buyurmuştu.
Her şeyi buyurduğu gibi hazır ettim; ertesi sabah sandal yıkanmış, sancağı ve süsleri asılmış ve konuklarını ağırlamak için gereken her şey yapılmış olarak bekledim; patronum sonradan tek başına çıkageldi ve konuklarının son anda işlerinin çıktığını söyleyerek bana adam ve çocukla birlikte sandalı alıp balığa çıkmamı, dostları kendisine akşam yemeğine gelecekleri için biraz balık tutar tutmaz evine getirmemi buyurdu; ben de buna hazırdım zaten.
O anda kendimi küçük bir teknenin kumandasında bulduğumdan eski kurtuluş düşlerim yeniden kafama hücum etmişti ve efendim artık gitmiş olduğundan kendimi balık avlamak değil de bir yolculuğa çıkmak için hazırlamaya başladım; üzerinde o kadar düşünmediğim için nereye dümen kıracağımı bilmesem de tek arzum beni oradan uzaklaştıracak herhangi bir yere gitmekti.
İlk numaram, kendisine, koruyucumuzun ekmeğini yemeye kalkışmamamız gerektiğini söyleyerek, şu Mağribî'yi denizdeyken yiyeceğimiz bir şeyler getirmeye kandırmak oldu. Bana hak vermişti; dolayısıyla da sandala bir büyük sepet dolusu peksimet ya da bisküviyle üç küp tatlı su getirdi. Patronumun İngilizlerden ganimet olarak kaldırdığı besbelli olan şişe kasalarının durduğu yeri de biliyordum ve Mağribi sahildeyken, sanki önceden patronumuz için getirmişim gibi yapıp bunları sandala aktardım. Neredeyse elli kilo ağırlığındaki bir balmumu topağıyla bir makara sicimi, özellikle de mum yapımında kullandığımız balmumu gibi sonradan çok işe yarayacak bir nacağı, bir balta ve bir çekici de sandala taşıdım. Hiçbir şeyden kuşkulanmadan yuttuğu bir numara daha çektim Mağribî'ye: Adı İsmail'di, ama onu Muley ya da Moely diye çağırırlardı, bu yüzden ben de ona, "Moely," dedim, "Patronumuzun silahları sandalda; Biraz barutla saçma getirir misin? Topçunun cephanesini gemide saklıyor çünkü. Belki kendimiz için bir iki ördek vururuz." "Olur, gidip getireyim," dedi ve üç kilo kadar saçmayla birkaç merminin bulunduğu bir torbayla beraber içinde yarım kiloyu aşkın barut bulunan deri bir torba getirerek hepsini sandala koydu. Aynı sıralarda ben de kasadaki büyük şişelerden boşalmaya yüz tutmuş bir şişeyi başka bir şişeye boşaltarak, efendimin kamarasında bulduğum biraz barutla doldurmuştum ve böylece gereken her şeyi yanımıza almış olarak balık tutmak için limandan ayrıldık. Limanın tam ağzında yer alan kaledeki nöbetçiler bizim kim olduğumuzu bildiklerinden bize dikkat bile etmediler; yelkenimizi toplayıp balık avlamaya başladığımızda limandan bir milden fazla uzaklaşmıştık. Rüzgâr istediğimin tersine kuzey-kuzeydoğudan esiyordu ki güneyden esseydi rotamızı İspanya sahillerine doğrultabilir, en azından Cadiz Körfezi'ne varabilirdik; ancak hangi yönden eserse essin bu iğrenç yerden bizi götürsün yeter, diye düşünüyordum, gerisini kadere bırakmıştım.
Bir zaman balık avlamakla uğraştım; Mağribî oltama gelen balıkları çekmediğimin farkına varmadığından ona, "Böyle olmayacak; patronumuza böyle hizmet edemeyiz; daha açığa gitmeliyiz," dedim. Aklına hiçbir kötülük gelmediği için kabul etti ve sandalın başında o durduğundan yelkenleri açtı, ben de dümeni idare ederken sanki balık tutacakmışım gibi sandalı bir fersah daha ileriye götürdüm; dümeni çocuğa bıraktıktan sonra Mağribî'nin bulunduğu tarafa adım attım ve sanki arkasındaki bir şeyi yerden alacakmışım gibi eğilerek aniden kolumla belinden kavradım ve onu sandaldan denize attım. Şişe mantarı gibi yüzdüğünden hemen suyun yüzüne çıktı ve nereye gidersem gideyim peşimde tüm dünyayı dolaşabileceğini söyleyerek kendisini sandala almam için yalvardı. Sandalın ardından öyle hızlı yüzüyordu ki rüzgâr çok hafif estiğinden bize yetişmesi an meselesiydi; bunun üzerine kamaraya girip kuş avında kullandığımız tüfeklerden birini alarak ona doğrulttum ve kendisine hiçbir kötülüğüm dokunmadığını, sesini çıkartmazsa bundan sonra da dokunmayacağını söyledim. "Ancak," dedim, "Kıyıya ulaşabilecek kadar iyi yüzüyorsun, deniz de sakin; kıyıya dön yüzünü, sana bir şey yapmayacağım ama sandala yaklaşırsan kafana sıkarım, çünkü özgürlüğüm uğruna her şeyi yaparım," böylece kıyıya doğru yüzmeye başladı; kusursuz bir yüzücü olduğu için kıyıya ulaşmayı başardığından hiç kuşkum yok.
Bu Mağribî'yi yanıma alıp çocuğu da oracıkta boğsam daha iyi olurdu, ama ona güvenmeyi göze alamazdım. O gittikten sonra Xury diye çağırdıkları çocuğa döndüm ve ona, "Xury, eğer bana sadık kalırsan seni büyük adam yaparım; ancak bana bağlı kalacağına dair yüzünü sıvazlamazsan –bu Muhammed ve babasının sakalı üstüne yemin etmekti– seni de denize atmak zorunda kalırım." Çocuk yüzüme gülümseyip öyle masumane konuştu, bana sadık kalacağına ve peşimi hiç bırakmayacağına öyle bir yemin etti ki ona güvenmezlik edemedim.
Kıyıya doğru yüzen Mağribî hâlâ görüş alanımın içindeyken, boğazın çıkışına gittiğimizi sansınlar diye (ki kafası çalışan birisi öyle yaptığımızı düşünürdü) sandalı açık denize, daha ziyade rüzgârın yönüne doğrulttum: Çünkü güneye, tam anlamıyla barbarların kıyılarına yöneldiğimizi düşünecek birisi orada bütün zenci kavimlerin kanolarıyla bizi kuşatıp yok edeceğini; sahile çıkmak yerine vahşi hayvanlar ya da onlardan da vahşi insanoğlu tarafından yenilip yutulacağımızı bilirdi.
Ancak akşam karanlığı iner inmez yönümü değiştirdim ve karaya koşut ilerleyebileceğim biçimde yönümü biraz daha doğuya çevirip dümeni güneye kırdım; uygun, şiddetli bir rüzgâr esintisiyle dümdüz, sakin bir denizde yola öyle bir devam ettim ki ertesi gün öğleden sonra üç sularında kara ilk kez göründüğünde, Sale'nin en az yüz elli mil güneyinde olduğumuzdan ve ortalıkta kimseyi görmediğimizden Mağrip imparatorunun ya da oralardaki herhangi bir kralın topraklarının epeyce ötesine vardığımızdan emindim.
Yine de Mağribîler'den öylesine korkuyor, yeniden onların eline düşmekten öyle endişeleniyordum ki ne durabildim ne karaya çıkabildim ne de demirleyebildim; bu ruh haliyle beş gün boyunca yol alırken rüzgâr da uygun yönde esmeyi sürdürdü; ardından rüzgâr güneye dönmeye başladığında, peşimize düşmüş gemiler varsa bile artık ümidi kesecekleri kanaatine vardım; bu yüzden karaya çıkmayı göze alıp nerede, hangi enlemde, hangi ülkede, hangi devlette olduğunu bilmediğim küçük bir ırmağın ağzında demirledim. Ne bir insan gördüm ne de görmek gibi bir arzum vardı; tek istediğim biraz tatlı suydu. Irmağın ağzına akşamüstü varmıştık, karanlık basar basmaz da kıyıya yüzüp keşfe çıkmaya karar vermiştim; ancak iyice karanlık çöktüğünde türlerini çıkartamadığımız vahşi yaratıkların havlayarak, kükreyerek ve uluyarak çıkarttıkları korkunç sesleri duyduk; zavallı çocuk korkudan ölmek üzereydi ve gün ağarana dek kıyıya gitmemem için bana yalvardı. "Peki Xury," dedim, "Gitmeyeceğim ama belki gündüz de o aslanlar kadar kötü insanlarla karşılaşırız." "O zaman biz de onlara saçma atmak," dedi Xury gülerek, "Onları kaçırmak." Xury'nin İngilizcesi biz kölelerin aramızda konuştuğumuzdan öğrendiği kadardı. Ancak çocuğun neşelendiğini görmekten hoşnuttum ve onu daha da neşelendirmek için bir yudum içki (patronumuzun şişelerinden) verdim. Sonuçta Xury'ninki iyi bir öneriydi ve ben de buna uydum; demir atıp bütün gece sessizce bekledik; sessizce diyorum, çünkü gözümüze hiç uyku girmedi; iki üç saat içinde çeşit çeşit yığınla iri yaratığın (onları nasıl adlandıracağımızı bilmiyorduk) deniz kıyısına inip suya koşarak serinlemenin zevkiyle yuvarlandıklarını gördük. Öyle çirkin uluma ve kükreme sesleri çıkartıyorlardı ki böylesini hiç duymamıştım.
Xury ölümüne korkmuştu ki doğrusu ben de farklı sayılmazdım; ancak ikimiz de asıl korkuyu bu güçlü yaratıklardan birisi yüzerek sandalımıza doğru geldiğinde yaşadık; onu göremiyorduk, ancak homurtularından kocaman ve öfkeli bir canavar olduğunu anlayabiliyorduk. Xury bunun bir aslan olduğunu söyledi, belki de öyleydi bilmiyorum; ancak zavallı Xury demir alıp kaçalım diye haykırdı; "Hayır Xury," dedim, "Şamandırayla birlikte halatımızı kaydırıp denize gidebiliriz; bizi o kadar uzun süre izleyemezler." Bunu daha yeni söylemiştim ki yaratıkla (artık her ne idiyse) aramızda iki kürek boyu mesafe kaldığının şaşkınlıkla farkına vardım; hemen silahıma davranıp kamaranın kapısına vardım ve ateş ettim; bunun üzerine anında geri döndü ve yeniden kıyıya doğru yüzdü.
Bu yaratıkların daha önce hiç işitmediklerine inandığım silah sesi yüzünden, kıyıda olduğu gibi karanın içlerinde de yükselen o berbat sesleri, o iğrenç haykırış ve ulumaları anlatmak olanaksız: Bu da gece o sahile gitmemek konusunda beni ikna etmeye yetti; gündüz gitmeyi nasıl göze alacağımız da ayrı bir sorundu, çünkü vahşilerden birinin eline düşmek, aslanlarla kaplanların eline düşmek kadar kötüydü; en azından bunun tehlikesinden de aynı oranda korkuyorduk.
Sandalda bir damla bile su kalmadığından, her ne olursa olsun su için bir yerden kıyıya çıkmak zorundaydık; sorun, nereden nasıl çıkacağımızdaydı. Xury küplerden birisiyle kıyıya gitmesine izin verirsem su olup olmadığına bakacağını ve bulursa bana getireceğini söyledi. Niye gitmek istediğini sordum ona. Neden o sandalda kalıp da ben gitmiyordum? Çocuk kendisini ondan sonra hep sevmeme yol açan bir sevecenlikle yanıtladı sorumu. Şöyle diyordu, "Eğer vahşi adam gelir, o zaman var beni yemek, sen de kaçmak." "Pekâlâ Xury," dedim, "İkimiz birlikte gideceğiz ve eğer vahşiler gelirlerse onları öldüreceğiz, hiçbirimizi yiyemeyecekler." Böylece Xury'ye bir parça peksimetle, patronumuzun, daha önce sözünü ettiğim kasasındaki şişelerden bir yudum verdim; sandalı yeterli olduğunu düşündüğümüz kadar kıyıya yanaştırdık ve yanımıza silahlarla su doldurmak için iki küpten başka bir şey almadan karaya çıktık.
Vahşilerin ırmak boyunca kanolarıyla gelivermeleri korkusuyla, sandalı gözümün önünden ayırmayı göze alamıyordum, ama çocuk karanın bir mil kadar içinde alçak bir yer görüp oraya doğru seğirtmişti ve bir süre sonra bana doğru koştuğunu gördüm. Bir vahşi tarafından kovalandığını ya da vahşi bir hayvandan korktuğunu düşünerek yardım etmek için ona doğru koştum; ancak yaklaştığımda omuzlarında asılı bir şey gördüm; vurduğu bir yaratıktı bu, yaban tavşanına benzemekle birlikte rengi farklıydı ve bacakları daha uzundu; fakat bundan çok hoşnut kalmıştık, eti de pek lezzetliydi; ancak zavallı Xury'nin getirdiği en sevindirici haber iyi su bulduğunu ve hiçbir vahşiyle karşılaşmadığını söylemesi oldu.
Fakat daha sonra sular çekildiğinde, bulunduğumuz ırmak ağzının biraz yukarısında akan tatlı su bulunca su yüzünden bu kadar sıkıntıya katlanmamıza gerek olmadığını anladık; böylece küplerimizi doldurduk, çocuğun avladığı tavşanla kendimize ziyafet çektik ve ülkenin o kesiminde herhangi bir insanoğlunun ayak izlerine rastlamadığımızdan yolumuza devam etmeye hazırlandık.
Bu kıyılara daha önce de bir kez yolculuk yaptığımdan, Kanarya Adaları gibi Yeşil Burun Adaları'nın da kıyıdan çok uzakta olmadığını gayet iyi biliyordum. Fakat bizim hangi enlemde yol aldığımızı ölçecek hiçbir gerece sahip olmadığımdan, oraların da hangi enlemde yer aldıklarını kesin biçimde bilemediğimden, en azından anımsamadığımdan, o adaları nerede arayacağımı ya da ne zaman onlara yaklaşacağımı da bilemiyordum; yoksa şimdi bu adalardan bazılarını kolayca bulabilirdim. Fakat ticareti genellikle deniz yoluyla yapan İngilizlerin alışveriş ettikleri kesime ulaşıncaya kadar bu kıyı boyunca ilerlersem birkaç İngiliz gemisi bulacağım ve bizi kurtarıp yanlarına alacakları umudundaydım.
Hesaplayabildiğim kadarıyla şu an bulunduğumuz yer, Mağrip İmparatorluğu'nun saltanat sürdüğü yerler ile zencilerin bölgesi arasında ve vahşi hayvanlar dışında kimsenin yaşamadığı, bomboş uzanan topraklardı; zenciler burasını Mağribîler'in korkusuyla terk edip daha güneye gitmişler, Mağribîler de çoraklığı nedeniyle yerleşmeye değmeyeceğini düşünmüşlerdi ve sonuçta her iki toplum da burada konaklayan bol miktardaki aslan, kaplan, leopar ve başka vahşi yaratıklar yüzünden bu topraklardan vazgeçmişti; onun için burayı yalnızca Mağribîler, her defasında iki üç bin adamlık bir orduyla gittikleri bir avlanma yeri olarak kullanmaktaydılar ve aslına bakarsanız, neredeyse yüz mil boyunca bu kıyılarda biz de gündüzleri bomboş uzanan topraklardan başka bir şey görmemiş, gece de vahşi hayvanların ulumaları ve kükreyişlerinden başka bir şey işitmemiştik.
Gündüzleri bir iki kez, Kanarya Adaları'ndaki Teneriffe Dağı'nın en yüksek tepesi Pico'yu gördüğümü sanmış ve oraya ulaşma umuduyla girişimde bulunmayı kafama koymuş, fakat iki denemeden sonra ters rüzgârlar bana engel olmuştu; deniz de benim küçük teknem için epeyce yükselmişti; böylece ilk tasarıma dönmeye ve kıyı boyunca seyretmeye karar verdim.
Oradan ayrıldıktan sonra pek çok kez tatlı su için karaya çıkmak zorunda kaldım; özellikle birinde, sabahleyin erkenden epeyce yüksek bir tepenin altında demir attık ve gelgitin yükselişi sırasında hâlâ içeri girmeye çalışıyorduk. Gözleri benimkinden daha keskin olduğu anlaşılan Xury, bana yavaşça seslenerek kıyıya çıkmamamızın iyi olacağını söyledi; "Bak," dedi, "Korkunç bir hayvan uzanmak uyumak o küçük tepenin altında." Gösterdiği yere baktım ve gerçekten de korkunç bir canavar gördüm; kıyıda, sanki ondan az bir şey daha büyükmüş gibi görünen tepenin gölgesinde, kocaman bir aslan yatıyordu. "Xury," dedim, "Kıyıya çıkıp onu öldüreceksin." Xury, korkuyla yüzüme baktı ve şöyle dedi, "Ben mi! Bir ağızda yiyecek o beni!" Beni bir lokmada yer demek istiyordu. Ancak çocuğa başka bir şey demeyip ses çıkarmamasını buyurarak neredeyse bir alaybozan tüfeği çapındaki en büyük tüfeğimizi alarak iki kurşun ve tıkabasa barutla doldurup yere koydum; ardından başka bir tüfeğe iki fişek yerleştirdim ve üçüncüsüne de (çünkü üç tüfeğimiz vardı) beş küçük fişek koydum. İlk tüfekle hayvanı kafasından vurmak için elimden geldiğince nişan aldım, ama bacağını burnunun üstüne kaldırmış halde yattığından kurşunlar diz çevresinden bacağına gelip kemiğini kırdı. Önce hırıldayarak ayağa kalkmaya uğraştı, ancak bacağı kırıldığından yeniden yere serildi; ardından üç bacağının üstünde doğrularak ömrümde duyduğum en iğrenç biçimde kükredi. Onu kafasından vuramadığım için biraz şaşırmıştım; ancak hemen ikinci tüfeği de aldım ve uzaklaşmaya başlamasına karşın yeniden ateş ettim ve kafasından vurdum; düşerken cılız bir ses çıkarttığını ve can çekişerek yere serildiğini görerek sevindim. Derken Xury yüreklendi ve kıyıya çıkmasına izin vermemi istedi. "Pekâlâ git bakalım," dedim: Böylece delikanlı suya atladı ve bir elinde küçük bir tüfekle kıyıya yüzdü, yaratığa yaklaştığında tüfeğin namlusunu kulağına dayayıp bir el daha ateş ederek işini tümüyle bitirdi.
Aslına bakarsanız bu gerçekte bizim için bir oyundu, ama yiyecek anlamına gelmiyordu ve hiçbir işimize yaramayacak bir hayvanı vuracağız diye üç atımlık barut harcadığımıza pek üzülmüştüm. Bununla birlikte Xury bir kısmını alacağını söyledi; bu yüzden güverteye gelip benden nacağı istedi. "Ne için, Xury?" dedim. "Ben onun kafasını kesecek," dedi. Bununla birlikte Xury kafasını kesemediyse bile bir ayağını kesti ve yanında getirdi; müthiş derecede kocaman bir ayaktı bu.
Kendi kendime, postunun şu ya da bu biçimde işimize yarayabileceğini düşündüm ve becerebilirsem derisini yüzmeye karar verdim. Böylece Xury ile birlikte bu işi halletmeye gittik; fakat nasıl yapılacağını hemen hiç bilmiyordum; Xury ise bu işte benden çok daha ustaydı. Sonuçta yüzme işi tam bir günümüzü aldı, ancak sonunda başardık ve kamaramızın üstüne serdik, güneş deriyi iki günde güzelce kuruttu ve sonra üstüne uzanabileceğim bir post oldu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top