I: Yaşama Başlarken

I: Yaşama Başlarken

1632 yılında, York kentinde iyi bir ailede dünyaya gelmişim; gerçi ailem oranın yerlisi değildi; babam İngiltere'ye ilk geldiğinde Hull'de yerleşen, Bremenli bir yabancıydı. Ticaret yaparak mal mülk sahibi olmuş, ardından da işini terk edip York'a yerleşerek oralı iyi bir ailenin kızı olan annemle evlenmiş. Annemin ailesi Robinson adıyla tanındığından bana da Robinson Kreutznaer adı verilmiş, ama İngiltere'de sözcüklerin zaman içinde bozulmasından ötürü artık bize Crusoe diyorlar, biz bile kendimizi böyle adlandırıp adımızı böyle yazıyoruz, dostlarım da beni hep böyle çağırıyorlar.

İki ağabeyim vardı; bunlardan birisi Flandre'da vaktiyle ünlü Albay Lockhart'ın komutasında bulunan bir İngiliz piyade alayında yarbayken İspanyollara karşı verilen savaşta Dunkirk yakınlarında öldürülmüştü. Öteki ağabeyim hakkında bildiklerimse, annemle babamın benim başımdan geçenler hakkındaki bilgisinden daha fazla değil.

Ailenin üçüncü oğlu olarak hiçbir zanaata yönlendirilmediğim için küçük yaşlardan başlayarak kafam saçma sapan düşüncelerle dolmaya başlamıştı. Eski kafalı biri olan babam, evde eğitimle parasız bir devlet okulunun verebileceği kadar doyurucu bir öğrenim görmemi sağlamış ve hukuka yönelmemi istemişti; fakat benim denize açılmaktan başka hiçbir şeyde gözüm yoktu ve bu niyetimin beni babamın iradesine ya da buyruğuna diyelim, annemle öteki dostların tüm girişim ve ikna çabalarına şiddetle karşı koymaya itmesi, talihin cilvesiyle ileride başıma gelecek felaketlerin kehaneti sayılabilirdi.

Görmüş geçirmiş, ağırbaşlı bir adam olan babam, tasarılarımı sezdiğinde bana aklı başında ve paha biçilmez öğütler verdi. Bir sabah beni damla hastalığı yüzünden çakılıp kaldığı odasına çağırdı ve epeyce hararetli bir biçimde bu konuyla ilgili uyarılarda bulundu. Kolay ve keyifli bir yaşam sürdürebilecek, biraz özen ve çaba gösterip iş yaşamına atılarak başarı kazanabilecekken baba ocağımı ve yurdumu avarelik etme niyetim dışında başka hangi nedenlerle terk etmeyi düşünebileceğimi sordu. Yabancı diyarlara macera aramaya gitmenin ya çaresiz kalmış adamlara ya da herkesin gittiği olağan yolun dışında kalan bir kaderin peşinden koşarak atılganlıklarıyla ün ve muazzam bir servet kazanma arzusu taşıyan insanlara göre olduğunu söyleyerek bu tür şeylerin benim için ya çok yükseklerde ya da çok aşağıda kaldıklarını; benim kaderiminse ortalarda bir yerde, olmadı alçakgönüllü bir yaşamın en üst basamağında yer aldığını; epeyce bir deneyimin ardından kendisinin de anladığına göre, yoksulluğa ya da güçlüklere, sıradan insanoğlunun harcadığı emeğe, katlandığı acılara kapalı bulunduğu ve üst düzeydeki kişilerin gururu, lüksü, hırsı ve kıskançlığıyla kirlenmediği için bu dünyada insanın mutluluğuna en uygun durumun da bu basamak olduğunu anlattı. Bu durumun sağlayacağı mutluluğu kolaylıkla değerlendirebileceğimi yani bunun öteki insanların imrendiği bir konum niteliği taşıdığını; kralların bile çoğu kez büyük işler yapmak için dünyaya gelmiş olmanın acınası sonuçlarına dövündüklerini ve alçaklıkla yücelik gibi iki aşırı ucun tam ortasına bırakılmış olmayı dilediklerini; bilgelerin ne yoksul ne de zengin olayım diye dua etmeyi mutluluğunun koşulu saymalarının da işte tam bunun kanıtı olduğunu söyledi.

Bu gerçeği yabana atmazsam, yaşamın felaketlerinin hep insanlığın en üst ya da en alt kesimi arasında paylaşıldığını, ama o orta basamaktakilerin bu yıkımlardan çok azına uğradıklarını ve üst ya da alt kesimdekiler kadar iniş çıkış yaşamadıklarını mutlaka görürmüşüm; yani onlar bir yanda mücadeleyle dolu bir yaşamın, lüks ve aşırılıkların, öte yanda ise çok çalışma, ihtiyaçlarını karşılama isteği ve kötü ya da yetersiz beslenme gibi yaşam tarzlarının doğal sonucunda katlandıkları, gerek ruhsal gerekse bedensel pek çok rahatsızlık ve sıkıntıların uzağındaymışlar; yaşamın orta basamağı her tür erdem ve her tür zevk için biçilmiş kaftanmış; huzur ve bolluk, ortalama bir kaderin hizmetkârlarıymış; ölçüyü kaçırmamak, ılımlılık, sesini çıkartmamak, sağlık, toplumda kabul görmek, makul tüm eğlencelerle arzulanabilecek her türlü haz, yaşamın orta basamağında kalmanın ödülleriymiş; insan bu şekilde ellerini ya da zihnini yormak zorunda kalmadan, günlük tayını için kendisini köle gibi satmadan, başına ruhun ve bedenin huzurunu çalan allak bullak edici işler gelmeden, kıskançlık hırsıyla ya da büyük işler başarmak için gizliden gizliye içini yakan tutkuyla gözü dönmeden, dünyada kolayca, kendi halinde akıp giderek, yaşamın zevklerini acısız tadarak ve mutlu olduğunu hissedip gündelik deneyimleriyle bunu daha akıllıca öğrenerek bu dünyada sessiz ve sakin yaşayıp rahatça da göçüp gidermiş.

Ardından, ağırbaşlı ve en sevgi dolu tavrıyla beni toyluk etmemem, yaradılışımın ve içinde doğduğum yaşam basamağının aksini gösteriyormuş gibi göründüğü mutsuzluklara balıklama dalmamam için uyardı; ekmeğimi kazanmak gibi bir ihtiyacım yokmuş; o benim için en iyisini yapacak ve az önce önerdiği yaşam basamağına rahatça girmem için elinden gelen çabayı gösterecekmiş ve bunlara karşın yine de bu dünyada pek rahat edemez ve mutlu olamazsam, bunu engelleyen ya benim kaderim ya da hatam olurmuş ve eğer beni inciteceğini bildiği şeylere karşı beni uyarma ödevini yerine getirmişse artık bana diyecek bir sözü kalmazmış; kısacası onun istediği gibi evde oturup, orada yerleşirsem benim için epey iyi şeyler yapacakmış ve böylece de çekip gitmem konusunda beni hiç yüreklendirmediği için, başıma gelebilecek talihsizliklerde de payı olmayacakmış; konuyu kapatmak için bana, Çukur Ülkeler savaşlarına katılmasın diye aynı ciddi uyarılarda bulunmasına karşın razı edemediği, gençlik arzularına kapılarak orduya sürüklenen ve orada da öldürülen ağabeyimi örnek gösterdi ve benim için dua etmeyi bırakmayacaksa da, bu aptalca adımı atarsam Tanrı'nın beni kutsamayacağını ve ileride başım belaya girdiğinde yardımıma koşacak kimseyi bulamadığım zaman onun öğütlerine kulak asmadığımı anımsayacak bol zaman bulacağımı söylemesinin ise boynunun borcu olduğunu belirtti.

O sırada ne anlama geldiğini bilmeden söylediğini düşünsem de, öğütlerinin aslında bir kehanet niteliği taşıyan bu son kısmında babamın gözlerinden yaşlar boşandığını gördüm; özellikle de ölen ağabeyimden söz ederken ve pişman olacak zaman bulacağımı, kimsenin yardımıma koşmayacağını söylediği sırada öylesine duygulandı ki öğüt vermeyi kesti ve bana yüreği çok dolu olduğundan daha fazla konuşamayacağını söyledi.

Bu söylevinden gerçekten de çok etkilenmiştim; hem aksi mümkün müydü zaten? Gitme düşüncesini kafamdan atmaya, babamın arzusuna uyarak evde kalmaya karar verdim. Heyhat! Aradan geçen birkaç gün bunların hepsini unutturmaya yetti ve kısa kesecek olursam birkaç hafta sonra, babamın başımın etini yemesini önlemek için sessizce sıvışmaya karar verdim. Ancak ilk kararımın beni dürttüğü gibi hemen eyleme geçmek yerine, annemin her zamankinden daha keyifli olduğu bir anı kollayarak ona dünyayı görme arzumun herhangi bir işin ucundan tutma kararımdan daha baskın çıktığını, babamın beni vazgeçirmek yerine rıza göstermesinin daha iyi olacağını, yaşımın artık on sekize vardığını ve bir zanaatkâra çıraklık ya da bir dava vekiline yazıcılık etmek için geç kaldığımı, böyle yapsam bile zamansız biçimde ustamın yanından kaçıp denizlere açılacağımdan kuşku duymadığımı söyledim. Anneme, babamın bir tek yolculuğa izin vermesi için gönlünü etmesi durumunda, eğer yolculuk hoşuma gitmeyip eve dönersem bir daha hiçbir yere gitmeyeceğime ve iki katı çabalayarak, yitirdiğim zamanı telafi edeceğime söz verdim.

Bu sözlerim annemi küplere bindirdi; kendisiyle böyle bir konuyu konuşmam boşunaymış, çünkü babam, istediğim şeye rıza göstermesinin önünde sonunda incinmeme yol açacağını gayet iyi biliyormuş; babamın bana çektiği söylevden, kullandığı onca iyi ve yumuşak ifadeden sonra nasıl olup da böyle bir şeyi düşünebildiğimi merak ediyormuş; yani kendimi mahvetmek istiyorsam yapabileceği bir şey yokmuş; buna asla rıza göstermeyeceklerinden emin olabilirmişim; kısacası yıkımımı hazırlamak istiyorsam elinden bir şey gelmezmiş ve ben de babamın gönülsüzlüğüne karşın annemin bana rıza gösterdiğini asla söyleyemeyecekmişim.

Annem isteğimi babama iletmeyi reddettiyse de sonradan duyduğuma göre ona bütün konuşmayı aktarmış ve babam da büyük bir ilgiyle dinledikten sonra içini çekerek, "Bu çocuk evde kalırsa mutlu olabilir; ancak denize açılırsa gelmiş geçmiş en mutsuz sefil olacak: Buna razı olamam," demiş.

Bu olayın ardından aşağı yukarı bir yıl kadar süreyle işin ucunu bıraktıysam da bu sürede iş yaşamına atılma tekliflerinin hepsine inatla kulağımı tıkadım ve annemle babamın yapmak istediğimi bildikleri şeye karşı tutumlarından bir an bile geri adım atmamalarına sitem edip durdum sürekli. Fakat bir gün öylesine gittiğim Hull'de, kaçmayı falan da hiç düşünmezken arkadaşlarımdan birisi, babasının gemisiyle Londra'ya gideceğini ve yolculuğun bana bedavaya geleceğini söyleyerek bütün denizcilerin o bildik baştan çıkartıcılığıyla beni de kendileriyle gitmeye özendirdiği için, anne-babama hiç danışmadan ve onlara hiçbir haber göndermeden, nasıl olsa duyacaklarını düşünerek, Tanrı'nın kutsamasını dilemeksizin ya da babamın hayır duasını almaksızın, koşulları ve doğacak sonuçları hiç hesaba katmadan, Tanrı biliyor ya uğursuz bir saatte, 1 Eylül 1651 günü Londra'ya giden bir gemiye bindim. Herhalde hiçbir genç maceracının talihsizlikleri benimki kadar erken başlamamış ya da benimkinden daha uzun sürmemiştir. Gemi daha Humber'dan yeni çıkmıştı ki fırtınanın başlayıp denizin ürkütücü bir biçimde kabarması bir oldu ve daha önce hiç denizde bulunmadığım için bedensel anlamda tarif edilmez biçimde hastalanıp zihinsel anlamda da dehşete düştüm. O anda yaptığım şeyi ve baba evini alçakça terk edip ödevlerimden kaçtığım için Tanrı'nın cezasını nasıl da hak ettiğimi ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım; ebeveynimin bütün güzel öğütleri, babamın gözyaşlarıyla annemin çırpınmaları kafama yeni dank ediyordu ve o sıralarda henüz nasır bağlamamış vicdanımsa beni, öğütlere kulak tıkamak ve Tanrı'yla babama karşı gelmekle suçluyordu.

O zamandan beri gördüklerimin ve birkaç gün sonra göreceklerimin yanında hiç kalsa da, fırtına bu süre zarfında şiddetlenmiş, deniz iyice kabarmıştı. Bu kadarı bile toy bir denizciden başka bir şey olmayan ve bu konuda hiçbir şey bilmeyen beni allak bullak etmeye yetmişti. Her dalganın bizi yutmasını bekliyor, geminin dalgalar arasındaki boşluğa her düşüşünde bir daha doğrulamayacağını sanıyordum. Zihnime üşüşen bu kederler içinde, eğer Tanrı bu yolculuktan sağ çıkmamı ister ve ben de bir kez daha karaya ayak basabilirsem doğruca eve, babama gideceğime, yaşadığım sürece bir daha hiçbir gemiye ayak basmayacağıma, babamın sözünden hiç çıkmayacağıma ve başımı bir daha asla böylesi belalara sokmayacağıma dair yeminler ediyordum. Babamın yaşamın orta basamağına ilişkin gözlemlerindeki doğruluğu, denizin fırtınalarıyla karanın belalarına asla bulaşmayarak günlerini nasıl da kolay ve rahat geçirdiğini artık açıkça görüyor ve tövbe etmiş bir günahkâr gibi eve, babama gitmeyi istiyordum.

Fırtına boyunca, hatta bir zaman sonrasına dek bu olgun ve ağırbaşlı düşünceler devam etti, ama ertesi gün fırtına hızını kesip deniz sakinleşinceye ve ben de biraz alışmaya başlayıncaya kadar ancak. Yine de biraz da deniz tutması yüzünden, o gün boyunca epeyce temkinliydim, ama gece yaklaşırken hava açıldı, fırtına tümüyle dindi ve bunu güzel bir akşam izledi. Güneş muhteşem bir ışıltıyla battı ve ertesi gün de aynı biçimde doğdu. Hemen hiç rüzgâr esmeyişine ve üzerinde güneşin ışıldadığı çarşaf gibi denize bakarak bu manzaranın şimdiye dek gördüklerimin en güzeli olduğunu düşündüm.

Gece iyi bir uyku çekmiştim ve şimdi de deniz tutmasından kurtulmuş, son derece neşe içinde, bir gün önce o kadar sert ve korkunçken hemen ardından bu kadar sakin ve hoş olabilen denize şaşkınlıkla bakıyordum. O anda ettiğim yeminler yavaşça aklımdan çıkarken, beni ayartan arkadaşım yanıma gelip, "Pekâlâ Bob," dedi omzuma bir şaplak atarak, "Şimdi nasılsın? Bahse girerim ki dün gece, şapka uçuracak kadar bir rüzgâr esti diye dehşete düştün değil mi?" "Sen ona şapka uçuracak kadar bir rüzgâr mı diyorsun?" dedim, "Berbat bir fırtınaydı." "Fırtına demek, seni gidi aptal," diye karşılık verdi, "Sen buna fırtına mı diyorsun? Dur hele bu daha hiçbir şey. İyi bir gemiyle manevra alanımız olsun yeter ki, onun gibi bir rüzgârın yaygarası bize vız gelir, ama sen bir tatlı su denizcisisin Bob. Hadi gel gidip bir kâse punç hazırlayalım da bunların hepsini geride bırakalım. Görüyor musun, hava ne kadar güzelleşti şimdi?" Öykümün bu üzücü kısmını kısa kesecek olursam, biz de bütün denizcilerin izlediği o bildik yoldan geçtik; punç yapıldı ve ben de içip çakırkeyif oldum: Bütün pişmanlıklarımı, geçmişe yönelik bütün düşüncelerimi, geleceğe ilişkin bütün kararlarımı o bir tek gecenin cümbüşü içinde boğdum. Kısacası fırtınanın dinmesiyle birlikte denizin çarşaf gibi dümdüz olup sakinliğe kavuşması gibi, benim de düşüncelerimin hızı yavaşlamış, deniz tarafından yutulacağımıza ilişkin korku ve kuruntularım unutulmuştu; eski arzularım yeniden hortlamış, sıkıntı içindeyken ettiğim bütün yeminlerle verdiğim sözler aklımdan tümüyle çıkıp gitmişti. O derin ve ciddi düşüncelerimin ara sıra dönmeye çabaladıklarını fark ettim aslında; fakat bir hastalıktan doğrulurcasına bunların hepsini silkeleyip attım; kendimi içkiye ve sohbete vurarak kısa bir süre sonra o nöbetlerin –onları böyle adlandırıyordum– üstesinden geldim. Beş altı gün içinde her genç adamın arzu edebileceği gibi, vicdanıma karşı beni bir daha rahatsız edemeyeceği biçimde yeniden zafer kazandım. Fakat bunun için vermem gereken bir sınav daha vardı ve buna benzer durumlarda çoğunlukla olduğu gibi Tanrı beni tümüyle mazeretsiz bırakmaya kararlıydı, çünkü bu seferkini atlatmamızı bir kurtuluş gibi görmediysem de bir sonraki olay, içimizdeki en kötü ve kaşarlanmış sefilin bile tehlikesini ve Tanrı'nın merhametini inkâr edemeyeceği türden olacaktı.

Denizdeki altıncı günümüzde Yarmouth Roads'a vardık. Rüzgârın tersine dönmesi ve havanın durgunluğu nedeniyle, fırtınadan beri çok az yol alabilmiştik. Burada demirlemek zorunda kaldık. Rüzgâr yedi-sekiz gün daha tersine yani güneybatıdan esmeyi sürdürdüğü için olduğumuz yerde bekliyorduk. Burası gemilerin Thames Nehri'ne girmek için uygun rüzgârı beklediği ortak bir liman olduğundan biz oradayken Newcastle'dan yığınla büyük gemi de aynı sığınağa gelmişti.

Bununla birlikte burada çok fazla oyalanmayıp akıntıyla ırmağa girmemiz gerekiyordu, ama rüzgâr hâlâ şiddetliydi ve dört beş günlük bekleyişimizin ardından daha da şiddetli esmeye başladı. Yine de Roads'ın bir liman kadar güvenilir, demir attığımız yerin iyi ve çapa donanımımızın çok güçlü olması nedeniyle adamlarımız kaygısızdı ve denizdeki olaydan sonra ufacık bir tehlike endişesi taşımadan zamanlarını dinlenerek, cümbüş yaparak geçirmekteydiler. Ancak sekizinci günün sabahında rüzgâr şiddetlendi ve geminin olabildiğince kolay yüzmesini sağlamak üzere gabya çubuklarını indirmek, kayıp gitmesinler diye her şeyi sağlamlaştırıp yakınlaştırmak için hepimiz işe koyulduk. Öğleyin deniz iyice kabardı ve baş kasaramız birkaç kez su aldı; hatta bir iki kez de demir taradığımızı sandık. Bunun üzerine kaptanımız ocaklık demirin de atılmasını buyurdu; böylece iki demire bindirdik ve zincirler de dibine kadar laçka oldu.

Bu sırada gerçekten de berbat bir rüzgâr esiyordu; artık denizcilerin bile yüzlerinde korku ve şaşkınlık görmeye başlamıştım. Gemiyi korumak için tetikte duran kaptanın, yanımdan geçip kaptan köşküne girip çıkarken kendi kendine birkaç kez yavaşça, "Tanrım sen bize acı, hepimiz öleceğiz! Hepimizin işi bitecek!" gibi sözler mırıldandığını duymuştum. Bu ilk telaş sırasında aptallaşmış olduğumdan kasara altındaki kamaramda yatıyordum hâlâ. Ruh halimi anlatamam: Yüreğimi nasırlaştırarak içimden söküp attığım o ilk pişmanlığımı sürdüremiyordum: Ölümün yakıcılığının geçtiğini ve bunun ilkine benzemediğini sanıyordum; ancak az önce söylediğim gibi kaptanın hepimiz öleceğiz dediğini kendi kulaklarımla duyunca dehşetli bir korkuya kapıldım. Kamaramdan çıkıp etrafa bakındım, ama böylesi korkunç bir manzarayı ömrümde hiç görmemiştim: Her üç dört dakikada bir dalgalar dağ gibi yükselip tepemize iniyordu; ortalığa bir göz atabildiğimde çevremizde kargaşadan başka hiçbir şey göremedim; yakınımızda demire bindirmiş, yüklü iki geminin direklerinin bordasından itibaren kırıldığını fark ettik; adamlarımız bir mil kadar önümüzde demirlemiş bir geminin battığını haykırdılar. Zincirlerinden boşanmış iki gemi daha kaderlerine terk edilmiş ve tek bir direği bile sağlam kalmamış halde sığınaktan denize sürüklenmişti. Yükü az gemiler, denizle fazlaca boğuşmak zorunda kalmadıklarından daha iyi idare ediyordu durumu; ancak iki üç tanesi yalnızca yan yelkenleri rüzgâra açılmış olarak yanımızdan geçip gitti.

Akşama doğru ikinci kaptanla lostromo, kaptana pruva direğinin kesilmesine izin vermesi için yalvardılarsa da beriki buna yanaşmadı; ancak lostromo izin vermezse geminin batacağını söyleyerek isyan ettiğinde razı oldu ve pruva direği kesildiğinde ana direk öyle bir gevşeyip gemiyi sarsmaya başladı ki onu da kesip güverteyi boşaltmak zorunda kaldılar.

Böylesi bir korkuyu daha önce çok az tatmış, benim gibi çaylak bir denizcinin tüm bunların orta yerindeyken nasıl bir duyguya kapıldığımı herkes anlayabilir. Ancak o zaman zihnime üşüşen düşünceleri şimdi tarif etmeye kalkıştığımda, daha önceki inançlarım göz önüne alınırsa, ölümle burun buruna geldiğim ve bu inançlardan günahkârca yüz çevirip kararlar aldığım zamana göre on kat daha fazla bir korkuyla yüzleştiğimi söyleyebilirim; bunlara bir de fırtınanın dehşeti eklendiğinde, öyle bir duruma düşmüştüm ki anlatacak sözcük bulamıyorum. Ancak daha en kötüsü başlamamıştı; fırtına öyle bir kudurmuşlukla sürüyordu ki denizciler bile bundan daha kötüsünü hiç görmediklerini kabul ediyorlardı. Gemimiz iyi olmasına iyiydi de su almış ve denize sürüklenmişti; bu yüzden denizciler arada bir, "gidiyoruz" diye haykırıyorlardı. Etrafımdakilere sorana kadar "gidiyoruz"un ne anlama geldiğini bilmeyişim bir bakıma benim yararıma olmuştu. Bununla birlikte fırtına öyle şiddetliydi ki kaptanın, lostromonun ve içlerinden bazılarının, pek alışılmadık biçimde, geri kalanlara göre daha içten dua ettiklerini ve geminin her an dibi boylamasını beklediklerini gördüm. Gecenin ortasında ve tüm sıkıntılarımızın ağırlığı altındayken, aşağıdaki duruma bakmaya inen adamlardan birisi bir delik açıldığını haykırdı; bir diğeri ise ambarın bir buçuk metreye yakın suyla dolduğunu söyledi. Ardından herkes su boşaltmaya çağrıldı. Bu söz üzerine yüreğim kaskatı kesilip sanki durdu: Kamarada üstünde oturduğum yatağa sırtüstü devrildim. Fakat adamlar beni doğrulttular ve daha önce hiçbir şey yapamamış olsam da ötekiler gibi benim de su boşaltabileceğimi söylediler. Bunun üzerine ayaklanıp tulumbanın başına geçtim ve canı gönülden çalıştım. Bu sırada, fırtınada yol alamayıp denize sürüklendikleri için yakınımıza gelmiş bazı kömür gemilerini gören kaptan, acil durum çağrısı anlamına gelecek şekilde top atılmasını buyurmuştu. Ne kastettikleri hakkında en ufak bir fikrim olmadığından geminin bozulduğunu ya da başka korkunç bir şey olduğunu sandım. Kısacası öylesine şaşırdım ki kendimden geçiverdim o anda. Herkesin kendi canının derdine düştüğü, kimsenin beni ya da başıma ne geldiğini düşünmediği bir andı; başka bir adam öldüğümü zannederek tulumbanın başına geçip beni ayağıyla bir kenara itmiş; oracıkta, kendime gelmeden önce uzun bir süre yatıp kaldım.

Çalışmayı sürdürdük; ancak ambarda su sürekli yükseliyordu, geminin batacağı belliydi ve fırtınanın azıcık dinmeye başlamasına karşın, bizi herhangi bir limana götürecek kadar dayanması olanaksızdı; bu yüzden kaptan yardım için topları ateşlemeyi sürdürdü ve hemen önümüzde seyreden hafif bir gemi, bize yardım etmesi için bir sandal yollamayı göze aldı. Sandal binbir güçlükle yanımıza yaklaştı, ama bizim sandala binmemiz de sandalın geminin yanına yaklaşması da olanaksızdı, adamlar bizim yaşamlarımız uğruna kendilerininkini tehlikeye atarak canla başla kürek çekiyorlardı, sonunda bizimkiler kıçtan ucuna şamandıra bağlı bir halat fırlattılar, sandaldakiler de büyük bir çaba ve tehlikeli bir uğraşın ardından halatı yakalayabildiler; onları geminin kıç tarafına çektik ve hepimiz sandala bindik. Biz sandala bindikten sonra onların gemisine ulaşmaya çalışmamız onlar için de bizim için de anlamsızdı; bu yüzden hepimiz sandalı akıntıya bırakmaya ve becerebildiğimiz ölçüde karaya yönlendirmeye karar verdik; kaptanımız adamlara, sandal karaya ulaştığında parçalanırsa kaptanlarıyla bunu telafi edecek biçimde anlaşacağına söz verdi; böylece kâh kürek çekip kâh akıntıyla kuzeye doğru sürüklenerek Winterton Ness kıyılarına vardık.

Gemimizden ayrılalı henüz çeyrek saat geçmişti ki onun sulara gömüldüğünü gördük ve işte o an, bir geminin denizde batmasının ne anlama geldiğini ilk kez kavradım. Kabul etmeliyim ki denizciler bana geminin sulara gömüldüğünü söylediklerinde, başımı güçlükle kaldırıp bakabildim; sandala binmemden çok beni sandalın içine fırlattıklarını söyleyebileceğim o andan beri, kısmen korkudan kısmen de zihnimin kapıldığı dehşet duygusundan ve başıma daha neler geleceğine ilişkin düşüncelerden ötürü yüreğim durmuş gibiydi.

Adamların sandalı karaya çıkartmak için kürek başında boğuştukları böylesi bir durumdayken sandalımız dalgaların üstüne çıkıp da kıyıyı görebildiğimiz anlarda, yığınla insanın yaklaştığımızda bize yardım etmek için sahile koştuğunu seçebiliyorduk; ancak kıyıya doğru son derece yavaş yol alıyorduk ve Winterton'daki deniz fenerini geçinceye ve sahil, Cromer'e doğru batımıza düşüp kara da fırtınanın şiddetini biraz kırıncaya kadar kıyıya varamadık. Pek kolay olmasa da burada hepimiz sağ salim sandaldan inebildik ve ardından Yarmouth'a doğru yayan yola koyulduk. Orada başımıza gelen talihsizlikten dolayı büyük bir insancıllıkla karşılandık ve kasabanın yöneticileriyle seçkin tüccar ve gemi sahipleri bizi en iyi odalara yerleştirip, her birimizin cebine Londra'ya ya da gerisingeri Hull'e, artık hangisi işimize gelirse, dönmeye yetecek kadar para koydular.

O zaman Hull'e gidecek kadar sağduyum olsaydı ve oradan da eve dönseydim mutlu olurdum ve babam da binip gittiğim geminin Yarmouth Roads'da kaza geçirdiğini işitip benim boğulmadığımı öğrenmesinin üstünden epeyce zaman geçtiğinden, Yüce Kurtarıcımız'ın meselindeki gibi, besili danayı bile keserdi benim için.

Ancak kem talihim geçit vermez bir inatla beni yoluma devam etmeye zorluyordu ve aklımla ondan daha da sakin durumdaki sağduyum, birkaç kez eve gitmem için haykırdılarsa da kendimde bunu yapacak gücü bulamadım. Bunu nasıl adlandırabileceğimi bilmiyorum; gözümüzün önünde durduğu halde bile isteye ona doğru koştuğumuz kendi mahvımızı, yine kendimizin hazırlamasına neden olan, bizi gizlice pençesine almış, bir hükmün varlığını da ileri sürmeyeceğim. Açıkçası sakin akıl yürütmelerime ve kanaatlerime ve ilk girişimimde aldığım, görmezden gelinemeyecek o iki derse beni karşı çıkmaya itebilecek tek şey, kaçınması olanaksız, karşı konulmaz, alnıma yazılı bir mutsuzluk olabilirdi ancak.

Önceleri benim kararlılığımı pekiştirmiş olan kaptanın oğlu yoldaşım, şimdi benden daha kararsız gözüküyordu. Yarmouth'dayken çeşitli yerlere dağıtıldığımız için ancak iki üç gün sonra konuşabildik onunla; dediğim gibi, beni gördüğü anda sesinin tonu değişti, son derece mutsuz bir ifadeyle başını sallayıp nasıl olduğumu sordu ve babasına benim kim olduğumu, bu yolculuğa daha sonraki uzun yolculuklara deneyim kazanmak için çıktığımı anlatınca, babası epeyce ciddi ve ilgili bir ses tonuyla bana dönerek, "Genç adam," dedi, "Artık bir daha hiç denize çıkmamalısın; bunu, denizci olmaman gerektiğinin açık ve somut bir belirtisi saymalısın," dedi. "Neden efendim?" dedim, "Siz artık hiç denize çıkmayacak mısınız?" "O başka," dedi, "Bu benim işim, dolayısıyla da görevim; ancak sen bu yolculuğa denemek için çıktığından bunu sana Tanrı'nın, gitmek için direttiğinde başına ne geleceğini gösterdiği bir deneyim olarak gör. Belki de bütün bunların başımıza senin yüzünden gelmiştir, Yunus'un Tarşiş'e gittiği geminin başına gelenler gibi. Hele sen kimin nesi olduğunu, neden denize açıldığını anlat bakalım." Bunun üzerine ona öykümün bir kısmını anlattım; sonuna geldiğimde, tuhaf bir öfkeye kapıldı, "Ben ne yaptım da," dedi, "Böylesine mutsuz bir sefil benim gemime bindi? Bin pound bile verseler bir daha seninle aynı gemiye ayak basmam." Bu dediğim gibi, aslında kaybı nedeniyle henüz yatıştıramadığı ruhunun gelgitlerinden kaynaklanıyor ve amacını aşıyordu. Yine de daha sonra büyük bir ciddiyetle konuştu benimle, babamın yanına dönmemi ve mahvıma yol açacak şeyler yapmamamı öğütleyerek, Tanrı'nın elinin açıkça bana karşı göründüğünü söyledi. "Genç adam," dedi, "Sözüme güven, eğer dönmezsen, nereye gidersen git, babanın sana söyledikleri gerçekleşinceye kadar felaketler ve mutsuzluklar peşini bırakmayacak."

Bundan kısa bir süre sonra ayrıldık; ona pek az yanıt verdiğim ve sonra da bir daha görmediğim için ne tarafa gittiğini bilmiyorum. Bana gelince, cebimdeki biraz para sayesinde karayoluyla Londra'ya gittim ve yolda olduğu gibi orada da yaşamda hangi yönü tutacağım, denize mi yoksa eve mi gideceğim konusunda kendimle epeyce mücadele ettim.

Eve gitmek söz konusu olduğunda utancım, düşüncelerimi yönlendiren en iyi dürtülere gölge düşürüyor ve komşular arasında nasıl gülünç duruma düşeceğim, yalnızca annemle babamın değil herkesin karşısında nasıl yüzümün kızaracağı geliyordu hemen aklıma; o zamandan beri insanoğlunun, özellikle de gençlerin yaradılışlarının ne kadar da acayip ve akılsızca olduğunu sık sık gözlemlemişimdir; bu tür durumlarda sağduyularının kendilerine yol göstermesi gerekirken, günaha girmekten utanmıyorlar da pişmanlık duymaktan utanıyorlar; kendilerini saygın aptallar durumuna düşüren eylemlerden utanmıyorlar da kendilerini yalnızca bilge kılabilecek geri dönüşlerden utanıyorlar.

Ancak yaşamımın bu anında, ne gibi önlemler alacağım ve yaşamda hangi yolu tutacağım konusunda bir süre kararsız kaldım. Eve gitmekteki karşı konulmaz gönülsüzlüğüm sürdü ve bir süre denizden uzak kaldığım için çektiğim sıkıntıların anısı silindi; bunlar silinirken de dönmek için duyduğum arzu kırıntıları, bunları tümüyle kafamdan atıncaya ve yeni bir yolculuk arayışına girinceye kadar, beraberinde yok olup gitti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top