Zirvede Bir Gece

Uzan. Tutun. Tırman. Emniyet Al. Karabinayı bolta geçir. Yüksel. Uzan. Tutun.

Yakıcı güneş yüzünden saç diplerimden akan ter alnımdan aşağı süzülüyor, gözlerimin içine giriyor, görüşümü bulanıklaştırıyordu. Amatörlerin uzak durması gereken zorlu bir tırmanışın 1500'üncü metrelerindeydim. Hemen üstümde birkaç metre ileride sahip olabileceğim en iyi hocalardan biri tırmanıyordu. Tek koluyla tutunduğu kayadan aşağı sırıtan bir suratla seslendi.

"Nasıl gidiyor?"

Ne kadar güçlü olduğunu biliyordum elbette ama bu şekilde gözümün önünde canlı kanlı görmek hem içimi heyecanla dolduruyor hem de fiziksel açıdan ondan ne kadar geride olduğumu anlamama sebep oluyordu. Gücümün tükenme sınırında olduğunu belli etmemek için kendi içime homurdandım. Atlas'a doğru kaldırdığım yüzüme geniş bir gülümseme oturttum ve baş parmağımı havaya kaldırdım.

"Herşey yolunda."

Fakat tam da o anda bastığım kaya çıkıntısı bana ihanet ederek yerinden kaydı ve büyük bir hızla aşağı düşmeye başladım. Ani denge kaybı yüzünden çenemi önümdeki göremediğim bir yere sürttüm. Canım çok yandı ama gözlerim aşağıdaki uçuruma kaydığında çenemdeki acıyı önemseyemedim çünkü düşmeye devam ettiğim takdirde daha büyük sorunlarım olacaktı. Güvenlik ipimin sertçe çekilmesiyle havada asılı kaldım. Yüzüm yere dönükken gülümsedim. Kendi kendime "Die another day İpek", diye mırıldandım. Başka gün öl. Yerden binlerce metre yükseklikte boşlukta salınırken gözüme büyüleyici derecede küçücük görünen yüzey şekillerine bakıyordum. En yakın köy kuzey batı tarafında bir başka dağın ardında kalıyordu. Etrafımızda irili ufaklı dağlar, tepeler ve göller vardı. Bir de güneş. İnsanı keskin bir kılıç gibi delercesine parlayan bir güneş. Kendi çevremde yüz seksen derece dönüp yukarıdan aşağı inen sevgilime baktım.

Atlas bizi birbirimize bağlayan emniyet ipini kullanarak saniyeler içerisinde yanıma gelmişti. Beni kollarına çekerek dengemi sağlamama yardım etti. Havada asılı halde yüz yüze durduk. Güneş ışınlarının dans ettiği muhteşem gözlerine kilitlenirken içim yaşam enerjisiyle doldu. O ise endişeli bir ifadeyle çenemi tutuyordu.

"İyi misin?"

Güçlü kollarına, elindeki eldivene, ter içindeyken bile seksi ve havalı görünen saçlarına baktım. Yükseklik değilse bile onun yakışıklılığı her zaman başımı döndürüyordu. Hele ki bana ait olduğunu bilmek...

"İyiyim. İyiyim. Çenemi çok az sürttüm sadece."

Aynı anda Atlas'ın eline bulaşan kanı farkedince göz bebeklerim büyüdü. En son kan gördüğümde olanları ikimiz de hatırlıyorduk. Atlas beni sakinleştirmeye çalışan bir tavırla,

"Evet. Bir şey yok." dedi. Cebinden bir mendil çıkardı, derhal çeneme bastırdı.

"Bunu sıkıca tut ve merak edip bakayım deme. Kamp yapacağımız yere çok az kaldı. Yaranla yukarıda ilgileneceğim."

Uysal bir tavırla kafamı salladım. Gözlerindeki ciddi ifade ansızın yumuşadı. Uzanıp dudağıma minicik bir öpücük kondurdu. Yerde olsak dizlerimin bağını çözebilecek dokunuşunu bilerek kısa tutmuştu. Gülümsedim,

"Senden başka hoca istemezdim."dedim.

"Aynı şeyi öğrencim olman açısından ben de söyleyebilsem keşke."

"Bastığım kaya koptu!"

"Demek ki yanlış yere basıyordun."

Cevap vermek yerine gözlerimi devirdim.

"Çok endişelendim." dedi. "Sana bir şey olursa dayanamam. Sen de biraz olsun endişelenmiş gibi yapamaz mısın?"

"Pekala. Daha dikkatli olacağım."

"Güzel." Mendili çekip yarama baktı. "Kanaman durmuş. Devam etmeliyiz. Bastığım yerlere dikkat et, aynılarına basmaya çalış olur mu? Yorulduğunu biliyorum ama gerçekten az kaldı."

"Tamam."

İşin aslı kollarım titriyordu artık yorgunluktan. Düşme bahanesiyle verdiğimiz kısa mola iyi gelmişti. Mataramdan bir yudum su içtim ve Atlas'ın peşi sıra tırmanışıma devam ettim.

Onu çok az etkileyen bu tırmanış beni bitiriyordu. Elbette aynı kondisyon seviyesinde değildik. Buraya gelmeden önce, bir ay boyunca birlikte yoğun şekilde antrenman yapmıştık. Yine de bir ay benim için büyük bir gelişme sayılmazdı. O da biliyordu bunu. Bu yüzden beni çok zorlamayacağını umduğu bu rotayı seçmişti. Bir gayret yüklendim kol ve bacaklarıma. Bana güvenen Atlas'ı yorulmak gibi bir bahaneyle hayal kırıklığına uğratmak istemiyordum. Yüz metre kadar sonra geniş bir düzlüğe ulaştık. Ayaklarımı nihayet düz zemine basmanın rahatlığına paha biçilemezdi. Derin bir rahatlama soluğu koyverdim ve kendimi toz zemine bıraktım. Atlas az ileride elini beline dayamış, zirveye doğru devam eden yükseltiye bakıyordu. Onu bilemem ama ben bir metre daha tırmanamazdım. Arkasını döndü.

"Burada kamp yapalım diyorum." dedi. Ben hevesle,

"Çok iyi fikir." diye atılınca kocaman sırıttı.

"Çok mu yoruldu benim sevgilim?"

Ufacık tatlı sözüyle pelte kıvamına gelişime inanamıyordum. Sanırım buna alışmam mümkün değildi.

"Yoo nereden çıkardın?" dediğimde sırıtışı daha da genişledi.

"Haydi ilk yardım çantanı çıkar da pansumanını yapalım."

Kayaya sürttüğüm derim pespembe soyulmuştu, için için yanıyordu. Atlas yaraya tentürdiyot sürüp gazlı bezle etrafını kapatırken mırıldandım,

"Tek kelime: Bittim."

Pansumanın üstünden yaralı çenemi öptü.

"Çok iyi dayandın."

"Öyle mi? Ben yetersiz kaldığımı düşünüyordum."

"Tam tersine. Biraz fazla zorladım seni bugün. Bana mısın demedin. Şaşırdım bile."

Mutluluk içime dalga dalga yayıldı.

"Çantam çok ağır. Bu kadar ağır olmasa daha iyi olurdum da."

"Biliyorum ama Pobeda'ya çıkarken bundan daha ağır bir çantayı taşıman gerekecek. Alışman gerekiyor."

"Bugünden sonra Pobeda'yı başarabileceğime inanıyorsun yani?"

Bu kez büyülü küçük öpücüğü dudaklarımda hayat buldu.

"Ben sana her koşulda inanıyorum."

İçimdeki küçük kız çocuğu yüzyıllık uykusundan uyandı, sevinçle gerindi. Küçük yaşlarımda yaptığım tırmanışlarda, bana liderlik eden hocalarım ağırlıkların çoğunu üstlenmişlerdi. Onlar için aralarına alıp koruyup kolladıkları küçük kardeşleri gibiydim. Beni her açıdan idare ettiklerini şimdi Atlas'la tırmanırken çok daha iyi anlıyordum. Atlas'layken sadece ikimiz vardık. Zirve için taşınacak çok malzeme vardı ve bunları mecburen paylaşmak zorundaydık. Ayrıca Atlas bir an önce güçlenmem ve tırmanışın zorluklarına karşı daha çok sorumluluk almam gerektiğine inanıyordu. Onunla tırmanmak işte bu yüzden daha zordu fakat bir o kadar da öğreticiydi.

Birlikte, geceyi geçireceğimiz çadırı kurduk. Kap kacağı çıkardık. Gaz ocağını yaktık ve kendimize dağ koşullarında olabildiğince mükellef bir akşam yemeği hazırladık. Yemek üstüne demlediğimiz çayı içerken gün dağların ardında tatlı bir tembellikle batıyordu. Önümüzde uzanan manzara nefes kesiciydi. Artık günün yorgunluğunu buram buram hissedebiliyordum. Başımı Atlas'ın omzuna yasladım. Geniş ve rahattı. Eliyle saçlarımı okşamaya başladığında daha fazla dayanamadım, orada öylece uyuyakaldım. Uyku arasında bir ara, Atlas'ın yönlendirmesiyle düzgün bir yere uzandığımı hayal meyal farketsem de uyumaya devam ettim.

Uyandığımda hava tamamen kararmıştı. Çadırın içinde yatıyordum. Atlas yanımda yoktu. Dışarıda yanan ateşin çıtırtısını duyabiliyordum, alevlerin yansıması çadırın içine vuruyordu. Fermuarı açıp dışarı çıktım. Ateş başında kitap okuyan sevgilime gülümsedim.

"Çok mu uyudum?"

"Çok değil. Bir iki saat."

Uzanıp kollarının arasına aldığında hiç itiraz etmedim. Ateş başında kucağına sığındım, sırtımı geniş gövdesine yasladım. Atlas kollarını beni saracak şekilde öne doğru uzattı. Bir şiir kitabı okuyordu. Birlikte okumaya devam ettik bir süre. Doğanın sonsuz huzuruyla çevrelenmişti etrafımız. Gecenin karanlığı ay ışığıyla bölünüyordu. Ay bu gece, hilal şeklinden biraz daha geniş bir elma dilimi şeklindeydi.

"İlk dördün." dedi Atlas.

"Efendim?"

"Ayın bu şekline ilk dördün denir. Dünya çevresindeki yaklaşık bir ay süren döngüsünün evrelerinden bir tanesi."

"Ben en çok dolunayı seviyorum."

"Şu an dolunaya bir hafta var."

"Öyleyse dolunay görünene kadar burada kalalım."

Gülümsediğini görmesem de hissedebiliyordum. Yüzünü gömdüğü saçlarımdan öptü.

"Seninle burada sonsuza kadar kalabilirim." diye mırıldandı. İçim yeniden kıpır kıpırdı.

"Ben de." dedim hiç düşünmeden.

Beni affettiği günden beri, geçmişi ve geleceği yok saymış, kalbimi sadece anı yaşamaya adamıştım. Ve kalbim bu adanmışlığa oldukça güzel tepkiler veriyordu. On sekiz yıllık hayatımda ilk defa sorgusuz, sualsiz ve korkusuzca mutluydum. Karanlıklarım beni tüm sinsilikleriyle kuytu köşelerde bekliyordu. Yaşanacak her kehaneti ve sonu onu kaybetmemle bitecek her laneti erteleyebildiğim kadar ertelemeye kararlıydım. Bir geleceğimizin olmadığını bilsem de, bugün varmış gibi, o ve ben sonsuza kadar birlikte ve mutlu olmaya devam edecekmişiz gibi düşünmeyi, bir yalana tüm kalbimle inanmayı seçmiştim.

Bu yüzden ne yarını ne sonrasını düşünmeden arkamı döndüm ve büyüleyici dudaklarına doğru uzandım. Yumuşacık ve sıcacıktı. Her zamanki kadar davetkar ve talepkardı. Bana karşılık vermekte hiç tereddüt etmiyordu. Tırnak uçlarımdan saç tellerime kadar uyuşuyordum ona dokundukça. Kamp ateşimiz sönmeye yüz tuttuğunda, biz bir araya gelen ateşle barut misali tutuşmuştuk çoktan. Beni kucağında geri geri çadırın içine doğru sürükledi. Kucağında oturur haldeyken yukarı uzanıp fermuarı sonuna kadar kapattım. Çadırımız küçücüktü. Normalde dört kişilik bir çadırdı ama Atlas'la birlikte girince fazla yer kalmamıştı. Elbette benim için hiç sorun değildi. Birbirimize daha rahat sokulabilmemiz için bir fırsattı sadece. Elleri kalçalarımı sıkıca kavrayıp kendine doğru bastırdığında aklımı başımdan alan bir tutkuyla tüm bedenimi bedenine yapıştırdım. Ellerimi kalın kazağının içine soktum ve gövdesinde gezdirmeye başladım. Benim istekli halim Atlas'ı eğlendiriyordu. Gözlerindeki keyif parıltılarını yetersiz ışıkta bile görebiliyordum. Bununla beraber, benim kadar kontrolsüz değildi. Dudaklarımızın ayrıldığı ufacık bir aralığı ben kıyafetlerimi çıkarmaya çalışmakla değerlendirince beni durdurdu.

"Burada değil." dedi. "Bu şekilde değil."

"Bekleyecek halim kalmadı Atlas beni reddetme."

Ne günlerden ne günlere gelmiştik. Bir zamanlar eninde sonunda onunla birlikte olacağımı iddia ederken onu tüm varlığımla reddediyordum. Oysa o hep çok emindi kendinden. Ve geldiğimiz nokta düşünülünce çok da haklıydı. Değişenler apaçık ortadaydı. Ben artık tek bir günü bile ziyan etmek istemiyordum. Onunla olan her şey kadar bu birlikteliği yaşamak da benim için önemliydi ve anlamlıydı. Bedenim bedeniyle bütünleşememenin sancısını çekiyordu adeta.

"Bir dağın başında yaşayamayız bunu."

"Bence eşsiz bir anı olurdu." dediğimde gülümsedi.

"Ve yarın zirveye ulaşma hayalimiz son bulurdu."

"Başka zirvelere..." dediğimde erkeksi kahkahası çadırı doldurdu.

"Buna itiraz edecek değilim ama senin ciddi bir sporcu disiplinine girmeye ihtiyacın var."

"Eğlen bakalım. Eğlen." diyerek iç çektim. "Pekala, istediğin gibi olsun."

"Hem de çok eğleniyorum." diye onaylayarak dudağıma yatıştırıcı ufacık bir öpücük bıraktı. "O kadar hırçın bir cadıydın ki bu kadar tatlı ve uysal olacağını tahmin edemezdim."

"Beni sen yarattın. Eserinle gurur duy." diye hayıflandım.

Gözlerimin içine baka baka geriye doğru yaslandı ve beni de kendisiyle birlikte zemine uzanmaya yönlendirdi. Böylesine üst üsteyken yakınlığımız baş döndürücüydü. Benim hissettiklerimi hissetmiş gibi heyecan dolu bir iç çekti.

"Sana tapıyorum. Biliyorsun." Kaşlarını çattı. "Biliyorsun, değil mi?" dedi. Bir an için nefes alma yetimi yitirdim.

"Sen de beni büyülüyorsun. Gözlerine bakarken kolum kanadım tutmaz oluyor."

"Kolun da kanadın da benim çünkü."

"Sensin."

"Sana ta en başında çok az kişinin karşısına çıkacak bir sihire sahip olduğumuzu söylemiştim." dedi büyük elleriyle kollarımı okşayarak. Başımı göğsüne yasladım.

"Ve haklıydın." diye mırıldandım.

"Herşeyin en güzelini sunmak istiyorum sana. En güzelini yaşamak istiyorum seninle birlikte. Senin için çabalamaktan korkmuyorum ben, sen de azıcık sabretmekten korkma."

Gövdesi sıcacık ve huzur dolu bir sığınaktı.

"Sen ne istersen." dedim göğsünden öperek. "Nasıl istersen."


***************


Ertesi gece dağın zirvesine ulaşmıştık. Zirvede manzara büyüleyiciydi. Bu kadar yükseklikten etrafımızdaki daha küçük dağların zirveleri ve şimdi çok uzaklarda kalan bir şehrin ışıkları görülebiliyordu. Ay tepede parlaktı. Gece aydınlıktı. Atlas yerden kalın bir dal alıp zemine dikti. Bileğinden çıkardığı, rengi benim kanımla koyulaşmış mendili dalın üstüne bağladı.

"Bizden bir hatıra." dedi. Mutlulukla gülümsedim.

"İpek ve Atlas. Buradaydılar." dedim. Aynı mutlulukla sarıldı sımsıkı. Saçlarımın arasına doğru,

"Beni çok mutlu ediyorsun sen." diye mırıldandı. İçim titreşti bir an. Göz pınarlarımda öbeklenen hain yaşlara inanamayıp onları geldikleri gibi geri yolladım.

"Duygusallaştırma beni." diyerek dokunuşundan uzaklaştım. "Haydi hatıra fotoğrafı çekelim."

Kafa kafaya verip, fish eye kameranın geniş açısıyla zirve topraklarını, etraftaki görkemli manzarayı ve küçük zaferimizin kanıtı olan kırmızı bayrağımızı içeren bir fotoğraf çektik. Bu aynı zamanda Atlas'la baş başa ilk fotoğrafımızdı.

Tırmandığımız yoldan geri inerek beş yüz metre aşağıdaki kampımıza ulaştık. Geceyi yine burada geçirip ertesi gün dönüş yoluna çıkacaktık. Atlas bir gece önce yaptığı gibi ateşi yakıp kitabını eline aldığında ben de yeniden kollarının arasına oturdum. Rahatını bozmak istemiyordum ama bu şekilde oturmak, onun kokusunu buram buram içime çekmek anlamına geliyordu ve Atlas'ın bu yakınlığında beni heyecanlandırdığı kadar çocuklaştıran bir şey vardı. Bir süredir nedenini düşünüyordum ki bulduğum anda kelimeler hiç düşünmeksizin döküldüler.

"Çocukken, korkudan uyuyamadığım gecelerde babam bana kitap okurdu." dedim. "Çok korkak ya da şımarık bir çocuk değildim. Ama babam evdeyken özellikle yanımda olsun istiyordum. Onun evde olmasının verdiği güven duygusuyla kendimi bırakıyordum sanırım."

Atlas'ın sırtıma dayanan duruşu değişmedi. Beni biraz daha kendine yaklaştırdı sadece.

"Evde olmaz mıydı genellikle?" diye sordu doğru çıkarımı yaparak.

"Sıklıkla şehir dışına çıkmasını gerektiren bir işi vardı." dedim. Benim babamı göremediğim günler ve gecelerde Atlas'ın babamın yanında oluşunu düşünmemeye çalıştım.

"Baban gittikten sonra annenden kitap okumasını istemedin mi hiç? Uyuyamadığın ve panik atağının tetiklendiği gecelerde..."

Yutkundum.

"Babamın ardından oluşan o boşluğu annemle doldurmayı denemek mi?" Acı acı güldüm. "Annemle aramızdaki bağ çok farklı. O daha çok, en az benim kadar, güven duygusuna ihtiyaç duyan biri. Korumasız. Benim babam çok güçlü bir adamdı. Onun varlığı ikimize de güven veriyordu. Babam gittikten sonra ben annem için güçlü olmam gerektiğini düşündüm hep. Onu güvende tutabilmek için güçlü olmak zorundaydım. Hayır annemden benim için kitap okumasını hiç istemedim." dedim gözümden bir damla yaş süzülürken. İçimdeki boşluk çok derindi. Nehirler kadar ağlasam ne fayda. Dolmazdı. İçine kendimi, sevdiğim herşeyi, herkesi atsam yine de dolmazdı. Karanlıkta kaybolup giderdi her biri. Kendi içime bakmaktan ürkerdim bu yüzden. Karanlığım ürkütürdü beni. Zorlukla akan ilk damlanın ardından sessiz gözyaşlarım birbirini izlediler. Atlas'ın elleri yanaklarımda geziniyordu. Yaşları sildiği elini dudaklarına götürüp öptü. Beni yüz yüze bakacağımız şekilde çevirdi. Düşünceliydi bakışları. Islak yanaklarımı öptü. Gözlerimi, burnumu, çenemin üstündeki yarayı öptü.

"Güçlü olma." dedi. "Artık güçlü olmak zorunda değilsin. Sevdiğin biri için kendini güçlü olmaya zorlamak, ruhunu kendi ellerinle kafese hapsetmek gibidir. Kuşandığını sandığın zırh kafesin olur. Nefes alamazsın. Senin yüreğinde özgürlüğe uçup gitmek için çırpınan bir kuş var. Benim yanımdayken güçlü olmak zorunda değilsin. Benim yanımdayken sadece mutlu olmanı istiyorum. Mutlu ve özgür."

Olacağımı biliyordum. Daha şimdiden olduğumu biliyordum. Yüreğim binlerce ton ağırlığın altında ezilirken tüm ağırlıkları bir bir kaldıran bir etkisi vardı sözcüklerinin.

"Seni ömrümün sonuna kadar korumak istiyorum." dedi. "Bu gece uyuyana kadar sana kitap okumamı ister misin?"

Sessiz kalıp kafamı sallarken, bir kez daha Atlas'ı tanımamın başıma gelen en güzel ve en kötü şey olduğunun bilincindeydim.

Yine de bugün dedim, bu gece, ve yarın ve ne kadar sürerse sürsün, onun beni korumak için gerdiği kanatlarının altına sığınacak ve gerisini hiç ama hiç düşünmeyecektim.


Bölüm şarkısı: Jacquie Lee - Broken Ones

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top