Sorgulamalar
Son baktığımda saat akşam sekize geliyordu. Atlas en son beni almaya geleceğini söylediğinden beri saatler geçmişti, ne aramış ne de mesaj atmıştı. Bir şeylerin yolunda gitmediğinden endişelensem de çok heveslisiymiş gibi görünmek istemediğimden bir türlü arayamıyordum.
Kendime oyalanacak bir iş aradım ama gözüm dakika başı telefona kayıyordu sonunda dayanamayıp, "Herşey yolunda mı?" diye mesaj attım. Ardından pişman olarak telefonu odada bıraktım ve makineye attığım çamaşırlarımı almak üzere çamaşırhaneye indim. Yıkananları kurutucuda kurutup odaya döndüğümde saat dokuz olmuştu.
Telefonumda beş tane cevapsız arama vardı. Beşi de Atlas'tandı. Henüz elime yeni almışken altıncı kez aradı. Umrumda değilmişçesine rahat bir tavırla,
"Selam. Naber?" diye yanıtladım. Atlas'ın sesi soğuktu.
"Neredesin? Arıyorum, açmıyorsun."
"İşim vardı. Asıl sen neredesin saatlerdir?"
"Benim nerede olduğumu biliyorsun. Ne demek işim vardı?" Sesi çok ters geliyordu, tırmandırmak istemedim.
"Çamaşırhaneye inmiştim."
"Bir daha telefonunu da yanına alırsan sevinirim. Ciddi anlamda meşgul olduğun bir sebebin yoksa telefonlarımı duy İpek. Kafam zaten çok yoğun. Bir de bunu düşünmek istemiyorum."
Ben tırmandırmamak için uğraşırken onun benimle bu şekilde konuşması yüzünden kan beynime sıçradı.
"En fazla bir saat olmuştur arayıp da ulaşamayalı. Ben saatlerdir senden haber bekliyorum. Bu kadar terslenmedim." diye çıkıştım. Fakat asla geri adım atmadı.
"Sen saatlerdir benim kimle ve nerede olduğumu biliyorsun." dedi kora kor giderek. "Ben sana sorunca işim vardı diyebiliyorsun. Kendini haklı çıkarmaya çalışma."
"Bu hükümdar tavrından hoşlanmıyorum."
"Hükümdar davranmadım. Şu an gayet kibarım hatta."
"Sana öyle geliyor olabilir. Ya bak açtığımdan beri beni tetikliyorsun. Annenle ne konuştunuz onu bile soramadım."
"Sen tetiklenmeye meyillisin."
"Atlas."
"Neyse, söylenecek bir şey yok. Gerçekten merak etsen telefonunu yanına alırdın."
"Cidden gereksiz uzatıyorsun."
"Uzatan benim tamam. İyi geceler." dedi. Ayak tırnaklarımdan saç diplerime kadar vuran, içimden dışıma taşan bir öfke ve küçük düşmüşlük hissi içinde kıvrandım.
"İyi geceler mi? Sana iyi geceler! Hıncın kimeyse çıkarıp rahatlamışsındır umarım. Kapatıyorum."
"Kapat."
Sanırım aynı anda kapatmıştık. Hayatımda ilk kez insanların neden telefonlarını duvarlara fırlattığını, öfkeden hat parçaladıklarını anlayabiliyordum. Sedef saatler önce sınıf arkadaşlarıyla buluşmak üzere gittiğinden beri dönmemişti. Onunla da dertleşemeyince hırsımı atamadım. Yirmi metrekarelik odada bir aşağı bir yukarı yürüyüp yine de baş edemeyince ayağıma spor ayakkabılarımı, üstüme de montumu geçirip yurttan fırladım. Sahile doğru ipini koparmış gibi koşmaya başladım. Yarım saat geçmedi telefonum yana yakıla çalmaya başladı. Biliyordum ki arayacağını. Ekrandaki ismini görünce iyice sinir bastı.
"Ne var?" diye açtım.
"Neredesin yine? Beş dakika yerinde durmuyorsun."
Aslında o an anlamam gerekirdi ama beyin ağız koordinasyonumu biraz yitirmiştim sanırım. Durup düşünmek yerine ağzıma geleni saymaya başladım.
"Ya sen benim başıma bekçi misin? Sana ne, neredeysem neredeyim?"
"Bekçiyim amına koyayım. Neredesin diyorum?"
"Yokum. Yok."
"İpek beni daha fazla delirtme."
"Ne yaparsın?"
"Ne mi yaparım?"
"Evet soruyorum ne yaparsın?"
"Yurda dön, göstereceğim sana ne yapacağımı."
"Yurda mı geldin?!"
Aslında en başından belli olanı anlamamakta direnişim takdire şayandı resmen. Ağzımdan çıkanı duymayan kulaklarım gibi ayaklarım da şuurunu yitirmiş ve beni adım adım yurda geri getirmişti. Karşısına çıkmama sadece bir duvar mesafe kaldığını farkettim. Ne olacaksa olsun deyip köşeyi döndüm. Yurda giriş kapısının birkaç metre uzaklığında, her zamanki duvar dibinde, her zamanki gibi motorun üstündeydi.
Sokak lambasının hemen altında, ışığın aydınlattığı güzel yüzünü gördüm. Ne olduysa oldu tüm sinirim buhar olup uçtu birden. O da beni gördü. Sanırım benim aksime aynı şekilde sakinleşemedi. Telefonu kapattı. Kafasını eğdi ve adım adım ona doğru yaklaşmamı izledi.
Bir adım yaklaştım. Bir adım daha. Bir adım kala durdum. Montumun kenarından tuttu iyice yakınına çekti. Bacağım motordan yana uzanan dizine değdi. Yüzlerimizin arasında santimlerle mesafe kaldı. Ben nefes verdim o nefes aldı.
"Korkutuyorsun beni." dedim. Çatık çatık baktı yüzüme.
"Kork." dedi.
"Sana çok kızgınım."
"Ben de sana çok kızgınım."
"Beni tehdit etmeye hakkın yok."
"Neyle tehdit ediyormuşum seni?"
"Bilmem. Yurda dönünce gösterecektin ya hani."
Zaptetmeye çalıştığı gülümsemesi dudağının kenarında belirdi. Işıkları yanan odaların camlarına doğru üstünkörü bir bakış attı.
"Yok. Burada gösteremezmişim. Ortam müsait değil."
"Göster göster. Güvenlik diye bağırayım da gör gününü."
"Eve gidelim hadi." dedi.
İçim kıpır kıpır olmuştu çoktan. Ne bende öfke kalmıştı ne onda. Yine de,
"Gelmiyorum." dedim.
"Ne olur sadece bir kere ya bir kere itiraz etmesen, senden istediğim bir şeyi itiraz etmeden yapsan?" diye sitem etti.
"Sen düzgünce istemiyorsun ki hiçbir şeyi. Hep bir emrivaki, hep bir ben istersem olur tavırları."
Taktik değiştirip, "Düzgünce sorsam vazgeçer misin bu gururundan?" diye sordu. Bir kaldım bunu deyince. Gururundan vazgeçmek... pek benlik bir durum değildi. O zaten veremediğim cevabı almıştı. "Vazgeçmezsin. Bana karşı hep bir hattı savunma içindesin. Varsın olsun. Böyle de kabul. Sen de beni böyle kabul et. Olsun bitsin."
"Gururumdan vazgeçmem. Ama daha uyumlu olmayı deneyebilirim. Seni olduğun gibi kabullenmeyi deneyebilirim. Ben öğreniyorum. Senin için adım atıyorum. Sen de çabala benim için."
Gözlerinde beliren ışıltılar yüzünden bir yangındır başladı yeniden. Her defasında aynı diye düşündüm. Ben onu zorluyorum o da beni zorluyor.
"Rica etsem benimle eve gelir misin acaba?" diye sordu. Eh ne denir, çabalamadım diyemezdi. "Yurt önlerinde değil, evde devam edelim bu konuşmaya."
"Sen aradığında sahilde koşuyordum. Ter içinde kaldım, üstümü değişip duş almam lazım."
"Giysilerini yanına al. Duşu evde alırsın."
"Tamam." dedim uzatmayıp. Hızlıca yukarı çıkıp çantamı hazırladım. Yurtta imza saatiydi. İmzamı attım. Kargaşadan istifade güvenlikçiye, sınıf arkadaşıma ders notu verip döneceğimi söyleyerek kapıya çıktım. Atlas'ın motorunun arka koltuğunda oradan uzaklaştım.
Kurallara karşı gelmenin, risk almanın heyecan verici yönleri vardı. Tıpkı Atlas gibi... onun da heyecan verici yönleri vardı. Evin kapısını açıp, önden girmem için geri çekildi. Beni izlediğini bile bile yanından geçip, botlarımı çıkardım. Karanlık salona doğru yürüdüm. O da peşimden geldi. Elim daha ışığa ulaşmadan, salonun girişinde, sokak lambalarından evin içine sızan loş ışıkta sırtımı göğsüne yasladı. Eli sweatshirtümün altından tenime ulaştı. Nefesim kesildi bir an. Tepeden tırnağa kasıldım. Elimi lambadan çektim. Sweatshirtün içinde karnımda gezinen eline tutundum. Boynumdan öptüğünde istem dışı şekilde ona müsade edercesine kafamı diğer yana yatırdım.
"Sana karşı nereden kaynaklandığını anlayamadığım bir ihtiyaç duyuyorum." diye mırıldandı. "Öfkeden delirtsen de, kendinden uzaklaştırmak için elinden geleni yapsan da gidemiyorum senden. Aksine daha çok artıyor ihtiyacım. Bu neyin nesi İpek? Tanımıyorum ben bu hisleri."
Dokunuşundan daha etkili olan sözleri yüzünden uyuştu beynim. Ben beni yitirdim o an, tüm benliğimle ona doğru çekildim. Korkunç güçlü bir girdaptı. Bu kez kimse savaşmadı. Olduğum yerde arkamı döndüm. Yüz yüzeydik sadece bir an için. Bir an sonra kollarının arasındaydım. Ben onu öptüm. O da beni öptü. Ayaklarımın yerden kesildiğini anladığım anda bacaklarımı beline doladım. Sıkıca kucakladı ve soluğu en kısa mesafe olan salon koltuğunun üzerinde aldık.
Uzanıyordum ama bacaklarım hala beline sarılıydı. Duruşumu sabitleyip, üzerime doğru çıktı. Dudaklarımız birbirine kenetliyken ellerim saçlarında, yüzünde gezindikten sonra aşağılara inerek ceketine tutundu. Beklentiyi algılayarak kendini geri çekti ve ceketten kurtuldu. Durmak bilmeyen ellerimi tişörtünün altına uzattım. Sımsıkı ve sıcak bir teni vardı. Sadece ona dokunmak istedim. Ötesini düşünecek halde değildim. Beni uğraştırmadı. Tişörtünü de hızlıca çıkarıp attı. Loş ışıkta gözlerimin önüne sunulan kaslardan ibaret gövdesine hayranlıkta baktım. Tüm kıvrımların üzerinde parmağımı gezdirmek istedim.
Benim ona duyduğum çekimin aynısını o da hissediyordu, hissedebiliyordum çünkü bu hisler elektrik akımı gibi iletkendi. Birbirimizi çarpıyor ama bu çarpışmalardan kaçınamıyorduk. Akım öylesine yoğundu ki şimdiden beynimdeki sigortaların yarısı atmıştı. Kalanı da Atlas'ın elleri üzerimdeki sweatshirtü çıkarmak üzere uzandığında attı. İkimiz de tam anlamıyla yarı çıplak hale geldiğimizde o güzel başını eğdi, kulağımın altından başlamak üzere aşağı doğru öpücüklerden ibaret bir yol izlemeye başladı. Tutamadım kendimi adını sayıkladım. O da tutamadı kendini,
"İpek..." dedi. "Beni öldürüyorsun."
"Atlas."
"Kadife gibi yumuşacık tenin. Dokunduğum yer yanıyor. Sonuna kadar gitmek istiyorum. Nerede duracağım bana sen söyle."
Durma diye haykırmak istesem de herhangi bir şey söyleyemedim. Nefes darlığı çekermişçesine kesik kesik nefesler alıyordum. Bir, göğüslerim civarında gezinen başına baktım. Bir de tavana baktım. İçimden, Allahım bana yardım et, dedim. Küçük bir ısırığın etkisiyle irkildiğimde ellerim serbestçe gezindiği saçlarını sertçe kavradı. Canını yakmış olmalıydım çünkü kafasını yukarı kaldırıp yüzüme baktı. Yüzündeki tutkuyla karışık eğlenen o ifadeyi gördüm. Bense bitmiş bir haldeydim. Saçını acımasızca çeken elimi tuttu, avcumun içine bir öpücük bıraktı. Dokunduğu her yerim gerçekten de yanıyordu. Tekrar kafasını eğdi, kaldığı yere döndü ve adım attığı topraklara izini bırakmak isteyen bir komutan misali aşağılara ilerleyişini sürdürdü. Göbek deliğimin biraz altında, eli eşofmanımın belini kavramışken, artık ya hep ya hiç noktasındaydık ve tam o noktada kaybettiğim sesimi buldum.
"Dur, dur, dur."
Anında durdu. Çenesini karnıma yasladı, gözleri bir kez daha gözlerimle buluştu.
"Durmak istemiyorum." dedi birkaç saniye sonra. İkimiz de aynı şekilde etki altındaydık fakat benim aksime o, tecrübe sahibi olandı. Şahsen kendi irademin yetersizliğinden acayip derecede korkuyordum. İlginçtir ki, ondan yana hiçbir korkum yoktu. Ne söylerse söylesin, istemediğim hiçbir şeyi yapmayacağını biliyordum, hissediyordum. Daha fazla cümle kuracak halde olmadığım için kafamı iki yana salladım. Derin bir nefes aldı. Bir süre sakinleşebilmek için başını karnıma yasladı.
Orada, başını karnıma yaslamış haldeyken, sandım ki kalbim büyüdü, göğüs kafesime sığmaz oldu. Sandım ki, oracıkta patlayıp gideceğim. Fakat geçen saniyeler beni de yatıştırdı. Elimi yanağına uzattım. Elimi tutarak yattığı yerden kalktı. Kocaman gövdesi bir kez daha göze zevk bir halde görüş alanımı kaplarken dudağıma minicik bir öpücük bıraktı. İyi ki ortam loştu yoksa tam şu anda yüzüne bakabilmeme imkan yoktu. O ise çok rahattı. Ben koltuğa gömülmüş halde kıpırtısız kalırken, ayağa kalkıp,
"Kahve içer misin?" diye sordu. Kahve neydi, nasıl bir şeydi, içilen bir şeydi herhalde?
"Hı? Yok."
"Ben bir tuvalete gideyim öyleyse."
O tuvalete gidiyor diye ben niye ölüyordum utançtan orası başlı başına bir muammaydı. Gözlerim kim bilir nereye savurduğumuz kıyafetlerimi aramaya başlamıştı bile.
"Ben de duşa gireceğim. Fazla oyalanma." diye seslendim.
"Aynı yere gidiyoruz, istersen eşlik edeyim." diyerek cevabı yapıştırdı.
"İstemez, bekleme yapma."
Herkes işlerini bitirdiğinde yine salonda koltukta dip dibe bir halde oturuyorduk. O, her zamanki gibi french press'te demlediği kahvesini içiyor, bense buzdolabında bulduğum bir elmayı yiyordum. Televizyonda son zamanların en popülerlerinden bir yabancı dizi oynuyordu. Gözüm ekrandaysa da aklım başka yerdeydi.
"Annenle ne konuştuğunuzu anlatmayacak mısın?" diye sordum. En koyusundan bir iç çekti.
"İpek seninle bir sürü şey yapmak istiyorum ama bu akşam ailem hakkında konuşmayı hiç istemiyorum." dedi.
"Bu akşam beni aradığındaki gerginliğinin sebebini merak ediyorum."
"Haklıydın. Sebebi sen değildin, ben senden çıkardım."
"Sorun değil. Anlayabiliyorum. İnsan doluyor bazen."
"Sadece dolmak da değil. Karman çorman haldeyim. Bir karar vermem lazım ama kafamın içi bok gibi."
"Paylaşmayı dene. Belki bir yardımım dokunur."
Konuşurken bir yandan saçlarımla oynadığı için uykum gelmeye başlamıştı ve anlatırsa eğer duyamadan uyuyakalırım diye kolunun altından çekildim. Yüz yüze bakacağımız şekilde oturuşumu değiştirdim. Gerçekten dinlemek istediğimi anlayınca o da anlatmaya karar verdi.
"Babamla ilgili." dedi.
"Tahmin etmiştim."
"Sen babanla on yaşından beri görüşmediğini söylediğinde bir düşündürmüştün beni. Ben de benimkiyle görüşmeyeli sekiz sene olmuş."
Ortak olduğumuzu düşündüğü konunun tamamen bana ait bir yalan oluşu içimi sızlatıyordu. Fakat sekiz sene meselesi ilgi çekiciydi. Benim babam sekiz sene önce ölmüştü ve Atlas babasıyla sekiz senedir görüşmüyordu. Esas ortak noktamız muhtemelen burada gizliydi, sadece henüz ne olduğunu göremiyordum.
"Hiç mi görüşmüyorsunuz? Onun kulübünde çalıştığını söylemiştin çünkü."
"Mecburiyetler dışında hiç. Para biriktiriyorum. Eninde sonunda kendi kulübümü açıp tamamen bağımsız olacağım ondan. Sıkıntı şu ki, hep benim için adım atan o oldu. İpleri koparansa benim. Örneğin şu an istesem sorgusuz sualsiz para verir kendi işimi kurmam için ama ben onun parasını istemiyorum."
"Peki ne oldu da kopardın o ipleri?"
"Bu gerçekten çok uzun bir mesele ve bugünün konusu değil."
Gözlerimin içine çok yoğun, keder ve hüzün dolu bakışlarla bakıyordu. Bir yaşanmışlığın izi, geçmişin tünellerinde kaybolmuş bir oğlan çocuğu gördüm gözlerinde. Daha da çok merak ettim. Sadece babam için değil, ilk kez kendim için öğrenmek istedim Atlas'ı üzen bu sırrı. İlk kez ona dair bir şeyi gerçekten merak ettim. Bu da beni karıştırdı, hatta karman çorman etti.
"Bugünün konusu nedir?" diye sorduğumda tekrar içini çekti. Ardından keşke hiç duymasaydım dediğim o sözcükleri sarfetti.
"Babamı affedip affedemeyeceğim." dedi.
************
Perşembe günü, kulüp toplantısına Atlas'la beraber gelmiştik. Her ne kadar göze sokmak istemeyerek, birbirimizden ayrı durmaya çalışsak da artık kulüpteki herkes birlikte olduğumuzu biliyordu. Özellikle de Tunç'un bildiği ortadaydı. Çünkü Atlas'a da bana da bariz olarak tepkili davranıyordu. Açıkçası hiç umrumda değildi. Sadece Atlas'ın ters bir tepki göstermesinden çekiniyordum.
Dağda ilkyardım konulu teorik dersi her zaman olduğu gibi Atlas'la dönüşümlü olarak anlatıyorlardı. İkidir Tunç, Atlas'ın sözünü kesiyor ve kaba bir şekilde yanlışını düzeltiyordu. Üstelik bunu yapma biçimi dışarıdan hiç de iyi niyetli görünmüyordu. Atlas şimdilik sabrediyordu. Gerginlik büyümesin diye müsait bir zamanda Tunç'la konuşmaya karar verdim.
Hafta sonu ilk kez gidilecek kaya tırmanışı etkinliğiyle ilgili son detaylar paylaşıldıktan sonra kulüp dağıldı. Atlas, okulun sağlık biriminden aldığı örnek malzemeleri geri götürürken benden salonda beklememi istedi. Onu beklerken kapının önüne çıktım. Az ilerideki bir kafenin dış masalarından birinde Tunç'u yalnız başına bir şeyler atıştırırken gördüm. Yanına doğru yürüdüm.
"Müsait misin?" Şaşırmış görünüyordu.
"Bir arkadaşım gelecek ama müsaitim." dedi boş sandalyeyi işaret ederek.
"Seninle baş başa konuşmak istiyorum. Kısa sürecek." dedim oturarak.
"Buyur, konuşalım."
"Derdin ne senin?" diyerek bodoslama konuya girdim. "Bütün kulübün önünde beni tersliyorsun, Atlas'ı aşağılamaya çalışıyorsun. Belli ki rahatsızlık duyduğun bir şeyler var. Açık konuşalım, uzamasın."
Sıkıntıyla öfleyip, arkasına yaslandı.
"İpek sana geziye gittiğimiz gün Atlas'la ilgili bazı şeyler söyledim. Buna rağmen onunla çıkıyorsun. Garip bir durum gerçekten. Yakın zamana kadar sana saygı duyuyordum. Bunu kendi davranışlarınla yok ettin, kusura bakma."
"Senin saygı duyup duymaman hiç ilgilendirmiyor beni. Sadece şunu bilmeni istiyorum, Atlas da bir şeyler anlattı bana ve ben ona inanmayı seçtim."
Alaycı bir şekilde güldü.
"Ne diyebilirim ki, tebrikler. Çok mutlu olursunuz inşallah."
Nedense o söyleyince hakaret gibi geliyordu kulağa.
"Teşekkürler." dedim inadına.
Bir süre sinir olmuş biçimde birbirimize baktık.
"Bu anı kaçıncı kez yaşıyorum bilmiyorum." dedi o buruk ve alaycı tavrını sürdürerek. "Yine de yardım etmeye çalışmaktan kendimi alamıyorum. Aptallık bende." diye devam ettirdi.
"Ne demeye çalışıyorsun?"
"Bu konuşmayı yaptığım ilk kız değilsin demek istiyorum. Senin farklı olduğunu düşünmüştüm. Değilmişsin, o biraz hayalkırıklığı yarattı sadece."
İyiden iyiye sinirleniyordum artık.
"Pisliğin teki gibi davranmasan, belki arkadaş olabilirdik. Gerçekten. Çünkü ilk tanıştığımızda ben de saygı duymuştum sana. Özel bir şeyler hissetmesem de sevmiştim bile bir nevi. Şu kafede masanıza çağırdığınız gün, ne kadar canayakın biri diye düşünmüştüm. Oysa götün tekiymişsin, o da bende biraz hayal kırıklığı yarattı sadece."
Yerimden kalktım. Atlas gelmeden, her zaman motorunu park ettiği park yerine doğru gidip onu orada beklemeye karar verdim. Tunç arkamdan seslendi.
"İpek." Geriye döndüm. "Umarım haklı çıkmam ama çıkacağımı biliyorum. Eğer ki, bu ilişki üç ayı geçerse gelip özür dileyeceğim senden."
"Ne konuda haklı çıkacakmışsın?" diye sordum cevabı bilmek istemesem de.
"Tek olmadığın konusunda." dedi dimdik gözlerimin içine bakarak. "Atlas, farklı bakar olaylara. Siz kızlar anlamıyorsunuz bunu, onu ehlileştireceğinizi filan sanıyorsunuz. Kimse için değişmedi bu adam, kimse de onun için tek olamadı bugüne kadar ve sen tek olmamayı kabullenecek bir kız değilsin."
"Haklısın." dedim. "Değilim. Ve sen yanılacaksın."
"Umarım." diye tekrarladı. "Çünkü bir kez daha değer verdiğim birinin gözyaşlarını silen taraf olmak istemiyorum."
İçimde anlamsız bir kıymıkla ve mide bulantısına çok benzeyen bir hisle beraber uzaklaştım yanından. Açık alanın arkasında, içinden geçtiğim binanın da arkasında kalan park yerine ulaştım.
Ve orada o, herşeyden habersiz, kusursuz güzel yüzüyle, yüzümdeki ifadesiz ifadeyi çözmeye çalışan bakışlarla birlikte motorun üstünde beni bekliyordu.
"İyi misin?" diye sordu.
Onun için ilk olmadığımı biliyordum. Bu kabullenmem gereken şeylerden sadece biriydi, kabullenmesem de farketmezdi, çünkü değiştirilemezdi. Benden beş yaş büyüktü, çekiciydi, özgüvenliydi, sosyaldi kısacası gayet normaldi. Hatta sağlıklı olandı yaşadıkları. Kendi duygularımı yok saymaktan ve ona yapacaklarımdan ötesini düşünmezken, benden öncesi hakkında da fazla kafa yormamıştım bugüne kadar. Ama şimdi geriye doğru bir özet çıkarmanın peşindeydi zihnim.
İlişkilerini yaşama biçimiyle ilgili oldukça dürüst davranmıştı ta en başında. Yediği içtiği ayrı gitmeyen, her gün mıç mıç görüşülen ilişkilerden nefret ederim, demişti. Her ne kadar kendine has o mesafesini hissetsem de bu tanıma pek uymuyorduk biz, çünkü neredeyse her gün görüşüyorduk. Hatta açılmayan telefonlar hakkında ufak bir tartışma bile yaşamıştık!
Bununla beraber, benim ilişki kelimesinden anladığımla diğer insanlarınki aynı olmuyor da demişti. Sanırım Tunç'un onunla ilgili kastettiği de buydu. Buradayken buradayız, yanımda olan yanımdadır, mutluysak mutluyuz. Ben böyleyim demişti. Ona direndiğimde, biz birlikte olmamalıyız'a dair sebepler sıraladığımda karşı tezlerle savuşturmuştu hepsini. Fakat gecenin sonundaki cümlelerimizi çok net hatılıyordum. Vaatlerden, söz vermekten, gelecekten korkmayan bir sevgili istiyorum, demiştim. Peki o ne cevap vermişti? Vaatler ve sözlerden bahsetmek için çok erken.
Ve şimdi, Tunç'u haklı kılabilecek kadar gizemli ela gözlerine bakıyordum. Yüreğimi kanatlandıran bakışlarındaki bilinmezlik, gelecekte alacağım hasarın boyutlarını düşündürüyordu. Çok güçlüydü. Hem fırtınalı bir deniz, hem de sığınacak güvenli bir liman hissi uyandırıyordu. Öyle bir kaplıyordu ki insanın hayatını, öylesine sarıp sarmalıyordu ki, ona bağlanmak kaçınılmazdı. Kaç kalbi kırmıştı bu şekilde? Kaç kızı daha benim gibi en baştan uyarmış sonra beklentiler artınca bırakıp gitmişti? Gerçekten söylediği gibi farklı mı hissediyordu benimle? Yoksa ben de eninde sonunda diğerleri gibi herhangi biri mi olacaktım?
"İyiyim." dedim ifadesizliğimi koruyarak. Elindeki benim için tuttuğu kaskı alarak kafama geçirdim. "Beni yurda bırakır mısın? Yoruldum biraz bu gece erken uyumak istiyorum."
"Tamam." dedi, tüm sorgularına rağmen sorgulamamayı seçti. Gözünü bile kırpmadı. Motoru çalıştırdı ve rotayı yurda giden ağaçlık yola çevirdi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top