Pobeda 2 (1. kısım)

Bölüm Şarkısı: Katy Perry - Rise

2. kısım yakında...

Her bireyin payına düşen yaşam döngüsü günün birinde ölümle tamamlanıyordu. Hangi yoldan yürürsek yürüyelim eninde sonunda aynı yere varıyorduk bu yüzden hepimiz eşittik. Yaşamak kadar kaçınılmaz olan doğumda ve ölümde eşitleniyorduk.

Fakat gerçek hayat böyle bir şey miydi? Benim babam ölmüştü, Atlas'ın babası ölmek üzereydi. Neden herşey bu iki değerde eşitlenmiyordu? Neden hiçbir şey bu kadar basit değildi? Neden seçtiğimiz ya da seçemediğimiz yollar bizi birbirimize çıkarmıyordu?

Bir zamanlar, başlarına ne gelirse gelsin, kendi sonsuzluğunda kavuşacağına söz veren iki insanken şimdi neden yan yana fakat fersah fersah uzaktık birbirimizden?

Hayat düz bir çizgiden ibaret değildi ve başkalarının yargılarıyla açıklanmıyordu.

Bilinmezliğe hareket etmek üzere olan bir uçağın içinde kalkış saatini bekliyorduk.

Çok yorgundum, tarifi güç derecede bitkindim ve umut etmenin lüks kabul edileceği bir durumun içerisindeydim. Buna rağmen içimde yatışmayan kasvetli bir heyecan vardı. Tüm yaralarıma ve yaraladıklarıma rağmen içimde yeni başlayan bir şeylerin telaşı vardı. Umut değildi bu. Elimde de değildi. Nefes aldığım sürece yaşıyordum ve içimdeki yaşam enerjisini kontrol edemiyordum.

Yanı başımda Atlas, ifadesiz ve sessizdi. Biletlerimizi alıp pasaport kuyruğundan geçene kadar buram buram hissedilen gerginliği uçağa bindiğimiz anda dinmiş gibiydi. Beni cam kenarına oturtup kendisi de yanıma oturduktan sonra uzun ve derin bir soluk koyverdi. Koltuğunu geriye yaslayarak olabildiğince rahat bir konum aldıktan sonra kollarını göğsünde kavuşturarak gözlerini kapadı. Aramızdaki iletişim seviyesi bu derece yerle yeksandı. Oysa bilmiyordu, öylece mermer bir anıt gibi yanı başımda uyurken bile benim kalbim onun varlığıyla çarpıyordu. Yüzünün her bir detayını sanki ilk kez görür gibi inceliyor ve ilk günkü kadar çok beğeniyordum. Bilmiyordu. Kalbime saplanan birer ok gibi kirpiklerini tek tek sayarak her birinin ucuna umutsuzca yenilenen dileklerimi astığımı... koluma değen koluyla kalbimin temposunun nasıl bir hal aldığını, soluk alışını dinlediğimi, verişini dinlediğimi, bir tek onun yanında kendimi güvende hissettiğimi bilmiyordu.

O, bu zorunlu yolculuğun bizim adımıza söylenecek son sözlerden ibaret olacağına inanıyordu. Şimdi uyuyordu, uyanacak, düşünecek, bizim için kendince uygun göreceği daha az acılı bir ayrılık yolu önerecekti. Ve ben de bir yerde zayıf düşerek kabul edecektim.

Gece boyunca sürecek uzun bir yolculuktu. Uçağın içi soğuktu. Beş dakikada ne bulursam içine attığım devasa bir tırmanış çantasıyla evden çıkmıştım. Kışlık giysilerim kargoya verdiğim bu çantanın içinde kalmıştı. Üzerimde ise alelade bir kot ve tişört vardı. Atlas'ı uyandırmamak için yerimden bile kıpırdamıyorken iki kez yanımdan geçen hosteslere sesimi duyurup da battaniye isteyemedim. Saatler ilerledikçe ısı daha da düşüyor gibiydi. Ayaklarım birer buz kütlesiydi artık. Uyuyarak üstesinden gelmeye çalıştım. Üşürken uyunmuyordu da. Nihayet yemek servisi başladı. Midem soğuktan taşlaşmış gibi hissettiğim için herhangi bir şey yiyemeyecektim. Görevliye,

"Yemek istemiyorum. Bana sadece battaniye bulabilir misiniz?" diye ricada bulundum.

"Tabi." diyen kız baş üstlerinde benim için battaniye aramaya koyulurken Atlas fısıltıma rağmen uyanmıştı.

Yüzündeki ifadesiz tavır değişmeksizin,

"Üşüdün mü?" diye sordu.

"Yok, çok sıcakladım. Hazır yanıyorken biraz daha fenalık geçirebilmek için istedim battaniyeyi."

Öyle sakin bir tonda söylemiştim ki engel olamadığı gülüşü o güzel dudaklarından fırladı. Yüzünde artık sabitlendiğini sandığım soğuk ifadesinden sonra bu gülüş bana iyi gelmişti. Vücut sıcaklığım artmış bile olabilirdi.

"Neden söylemiyorsun?" diye söylenerek yerinden kalktı. Baş üstündeki sırt çantasından kendine ait bir hırka çıkardı. Onun hırkası bana yorgan gibiydi. Dahası fena halde onun kokusuna bulanmıştı. Isınacaktım o kesin, bu kez gerçekten biraz fazla ısınacaktım üstelik.

"Uyuyordun."

Kısa süreli de olsa kabinde iri yarı endamıyla dikilirken üstüne topladığı bakışların farkında değildi. Ne zaman olmuştu ki? Benim yemek istemeyişime ithafen,

"Bir şeyler yemelisin." dedi.

Yerine oturup yeniden yanımızda biten hostesin benim için uzattığı battaniyeyi ve kendisi için uzattığı yemek tepsisini aldı. Kızın ona alt tarafı içecek olarak ne istediğini sorarken biraz fazla gülücük saçtığı dikkatimden kaçmamıştı.

"Alayım o zaman ben de! Yemeğimi!" diyerek muhabbetlerini böldüm.

"Tabi." dedi kız. Tavrı az öncekine oranla daha zoraki bir nezaket içeriyordu. "Önce beyefendinin içeceğini vereyim müsadenizle."

Alenen üfleyip püfledim. Göz ucuyla içeceğini alan Atlas'a baktım. Önüne dönmüştü, dudakları düz bir çizgi halini almıştı. Gülmüyordu.

"Tavuk mu? Köfte mi?" diyen hostesin sesiyle yeniden hiç ilgilenmediğim konuya döndüm.

"Farketmez." dedim ters ters. Nasılsa yemeyecektim.

"Ne içersiniz?"

"Kahve alayım."

"Sıcak içecek servisimiz ana yemek servisinden sonra başlıyor hanımefendi."

"Neden? Yemeğin yanında veremiyor musunuz?"

"Henüz hazır değil."

"Toz kahveden yapıyorsunuz, bilmiyoruz sanki."

"İpek." diyerek müdahale etme gereği duyan Atlas'tı. Ne kadar sivrildiğimi o ana dek farketmemiştim bile. Birdenbire irkilerek kendime dışarıdan baktım ve çok utandım. Ne yazık ki doğru şekilde geri adım atamayacak kadar hararetlenmiştim.

"Bir şey istemiyorum. Tamam." dedim. Gerçekten çok kabaydım. Hostes ya sabır dercesine bir nefes soluyarak yanımızdan uzaklaştığında Atlas o ciddi ifadesiyle yeniden bana döndü.

"Neyin var senin?"

"Hiç."

"Kahveyi getirmeyi kabul etseydi tükürecekti içine. Bil diye söylüyorum."

Bu kez gülmeyen bendim.

"Öyle aşırı bir kahve isteğim yoktu aslında. Ne istediğimi sordu, ben de söyledim."

"Neyin var senin diye sorayım mı bir daha?"

"Sorma bence."

Neyim olduğunu gayet iyi anladığını biliyordum fakat o buna gerek olmadığını söylemeyecekti, bu yüzden ben de açıkça dile getirmeyecektim.

Üstelemeyişi ayrı bir iç sızısıydı. Yemeyi yemediğimi farketmesine rağmen önündeki ekranla benden daha fazla meşguldü. Yarım saat kadar sonra hostes tepsilerimizi toplarken hiç haketmediğim halde gönül almaya çalışırcasına bana kahve uzattığında bu kez gerçekten yerin dibine girdim.

"Çok teşekkürler." dedim kızın uzattığı kahveyi alarak. "Az önce kaba davrandığım için afedersiniz. Tavrımın sizinle bir ilgisi yoktu."

"Önemli değil. Herkesin kötü günleri oluyor." diye cevap verdi. Uçağın kapısını açıp kendimi aşağı atabilir miydim acaba? Önündeki ekrana bakar gibi yaparken bizi dinleyen Atlas'ın yüzünde şimdi belli belirsiz bir gülümseme vardı.

"Özür dilerim gerçekten."

"Afiyet olsun."

Kız yanımızdan uzaklaştığında,

"Kendini daha iyi hissediyor musun?" diye sordu.

Sıcak kahvemden bir yudum alırken gülümsedim,

"Tükürmemiştir değil mi içine?"

O da gülümsedi.


*****************

Günün çok erken bir saatinde nefes kesici dağların arasından Alma Ata havaalanına indiğimizde hava serindi. Çantama ulaşır ulaşmaz ilk işim içinden kendime ait bir kazak çıkarıp, benim gibi tişörtle duran Atlas'a hırkasını geri vermek oldu. Bütün çabamı izlerken kılını bile kıpırdatmadı. Uzattığım hırkayı aldı ve sorgulamadan giydi.

"Şimdi ne yapıyoruz?" diye sordum. Yüzünde sanki hüzünlü bir ifade vardı bana bakarken. Elleri kotunun ceplerinde omuz silkti.

"Herhangi bir plan yok. Burada kalabiliriz bir iki gün." dedi.

"Sen ne istiyorsun?" diye sordum.

"Ben mi? Asıl sen ne istiyorsun?" dedi.

"Burada kalmamız çok masraf olacaksa..." dedim. Sonuçta benim param yoktu. Harcamalar ona aitti. Düşüncem onu şaşırtmıştı.

"Para kısmını düşünme." dedi. Nasıl düşünmezdim? Ben hep işin para kısmını düşünen kişi değil miydim?

"Neyi düşüneyim Atlas?" diye sordum. Yüzündeki hüzünlü ifade bir an olsun değişmeksizin tek elini cebinden çıkarıp yerde duran çantasının askılarına uzandı. Alandan çıkmak üzere yürümeye başladığında onu takip ettim.

"Biliyorsundur... Milattan yüzyıllar önce Mısırlıların başlattığı daha sonra da Romalıların sürdürdüğü bir ticaret hareketi var. Doğudan Batıya gelişen bu harekette binlerce kilometrelik kervanlar çok eski çağlardan beri kullanılmakta olan bir yoldan faydalanmışlar ve o yola ticaretini yaptıkları en değerli ürünün adını vermişler." dedi. Kapının önüne çıkmıştık şimdi. Durdu. Anlayıp anlamadığımı ölçercesine bana baktı. "İpek Yolu." dedi sonra. Kalbim, göğüs kafesimin içinde çaresizce tepindi. "İpek, eski çağlardan beri birçok milletin hayatında çok önemli bir yer tutmuş ve Doğu'nun Batı kültürü tarafından tanınmasına sebep olmuş. Yani İpek Yolu, Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bir ticaret yolu olmasının ötesinde bölgede yaşayan kültürlerin, dinlerin, ırkların izlerini taşıyan hem tarihsel hem de kültürel bir değer."

Şimdi, tam şu anda bana neden İpek Yolu'ndan bahsettiğini anlayamayarak yüzüne bakıyordum.

"Biliyorsundur sanmıştım." dedi. "Baban, İpek Yolu üzerinde yer alan bu şehre henüz üniversitede okurken gelmiş, bu kültüre ilk görüşte vurulduğu için sana bu adı vermiş."

Sözlerini sindirmemi istercesine bir kez daha durakladı. Fakat sindirebileceğimi sanmıyordum. Alma Ata'nın İpek Yolu üzerinde yer alan bir şehir olduğundan da, babamın bana adımı burada hissettiklerinden dolayı verdiğinden de haberim yoktu. Böylesi bir anlam aramamıştım hiç kendimde. Böylesine bir anlam atfetmemiştim adıma. Babam öldüğünde küçüktüm henüz. Belki de bana anlatacak fırsatı olmamıştı. Atlas'a anlatmıştı ama.

Atlas sözlerinin bende bir etki yaratacağını biliyordu mutlaka ama bırakmayı umabileceğinden çok daha fazlaydı bu etki. Bakışlarındaki hüznün sebebini daha iyi anlayabiliyordum şimdi. İncinmiş hissediyordum herşeyden önce, çokça örselenmiş. Aşabildiğimi sandıkça başa dönüyor gibiydim. Sevdiğim adamsa bu kabusu asla aşamayacağımızın tek kanıtlayıcısı olmayı sürdürüyordu. Ölü bir adamın kızıydım ben ve ölümüyle hayatını kurtardığı bir oğlan çocuğunu sevmenin vicdan azabını çekiyordum.

"İstersen eğer burada bir iki gün kalmamızda bir sakınca yok." diye tamamladı sözlerini.

Sessiz kalıp kafamı salladım sadece. Bakışlarımı ondan öteye, önce boşluğa sonra bulutsuz gökyüzünde uçan kuşlara çevirdim. Uçsam gitsem şimdi, uçsam bir kuş gibi gitsem...kendimden gitmediğim sürece nereye gidebileceğim?

Baba...baba neredesin? Ben seni çok özledim.

Körlemesine birkaç adım yürüdüm. Bu kez Atlas benim peşimden geldi.

"İpek..."

Ona yeniden dönebilmem için tuzlu gözyaşlarımı rüzgarın kuruttuğu birkaç adım daha atmam gerekti. Nihayet yüzüne bakabildiğimde,

"İyi değilim ben." dedim yutkunarak.

"Biliyorum." dedi.

"Kalalım, farketmez. Gidelim, o da farketmez. Nereye gideceğiz?" diye sordum.

"Çok yorgunuz ikimiz de. Sinirlerimiz çok yıprandı. Kalacak temiz ve düzgün bir yer bulalım. Sonrasına bakarız."

Bir taksinin camından izlediğim şehir kalabalık, büyük ve moderndi. Merkezi görünen bir muhitte, adı duyulmuş otel zincirlerinden birinin önünde araçtan indik. Resepsiyonda kaydımızı yaptırırken Atlas, önce bana sordu.

"Maddiyatı düşünme, ayrı odalarda kalmak istersen?"

Keşke böylesine kolay kırılan bir kalbe sahip olmasaydım.

"Tek bir oda alalım."

Kafasını sallayarak beni onayladı, ardından resepsiyoniste döndü ve işlemleri tamamladı. Kağıt üzerinde hala karı kocaydık ve pasaportlarımıza bakılırsa hala aynı soyadını taşıyorduk. Ben bir Dorukan'dım.

Otelin on dördüncü katındaki odamızda panoramik şehir manzarası vardı ama benim gözüm herşeyden önce geniş ve konforlu görünen yatağa bakıyordu. Güneş artık gözlerimi acıtmaya başlamıştı. Perdeleri kapatıp karanlığı bir an önce içeriye doldurmak istiyordum.

Atlas banyo kapısının ardında gözden kaybolurken çantamı bir kenara bırakıp yatağın üstüne oturdum. Sırtımı yatak başlığına yasladım. Banyodan duş sesi gelmeye başladı. Kollarım göğsümde bağlanmış haldeydi. Gözlerimi bir an için kapadım. Rahatsız bir oturuştu bu fakat uyku çok çekici bir girdaptı.

Gözlerimi karanlık bir odaya açtığımda ne kadar zamandır uyuduğumu tahmin edemiyordum. Birkaç saniye karanlığa alışmayı bekledim. Yavaş yavaş etrafımdaki öğeler seçilir hale geldi. Odanın perdeleri benim yapmayı düşündüğüm şekilde kapatılmıştı, sadece açık kalan bir köşesinden içeri cılız şekilde gün ışığı sızıyordu. Dışarıda hala gündüz olduğuna göre çok uzun uyumuş olamazdım. Bedenim hala yorgundu ve daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyordu. Oturur halde uyuduğumu hatırlıyordum, oysa şimdi yatakta rahat bir şekilde uzanıyordum.

Yavaşça diğer tarafa döndüm. Atlas yanımda, yatağın adeta ucunda, bana arkası dönük ve dokunmamaya özen gösterir şekilde uyuyordu. Derin nefes alışverişini dinledim. Saçlarının mis kokusunu alabiliyordum. Normalde olsa onu kendime doğru çeker, daha rahat yatmasını sağlar ve kolunun altına sızarak ona iyice sokulurdum. Normal geçmişte kalmıştı. Bu yüzden kendi payıma yayıldığım kısımdan feragat ederek bir miktar geri çekildim. Olur ya, uykusunda dönerse filan bana dokunmak zorunda kalmayacaktı. Yorgun gözlerim bir kez daha kapandı.

Yeniden uyandığımda Atlas yanımda yoktu. Sadece yanımda değil, görünen o ki odada bile yoktu. Yataktan kalkıp odanın perdelerini açtım. Nihayet gece olmuştu. Bütün günü uyuyarak geçirdiğim için sersem gibiydim. O an için Atlas'ın nerede olduğu fazla endişelendirmiyordu beni. Daha sonra ve uzun uzun endişelenebilirdim istersem. Öncelikle bir duş alıp kendime gelmem gerekiyordu.

Çantamın içi karman çormandı. Gerçekten elime geçeni atmıştım içine. Buna rağmen günlük hayatta ihtiyaç duyduğum şeyleri almamıştım yanıma. Otel şampuanıyla yıkadığımda saçlarım kazık gibi oldu. Kurutmaya kalktığımda dalgalanıp iyice birbirine dolaştılar. Tarayarak açmaya çalışmak faydasız bir çabaydı. Eninde sonunda dağa gideceğimiz ve orada uzun süre kalacağımız düşünülürse bu konforsuzluğa bir an önce alışsam iyi olacaktı. Saçlarımla mücadele etmeyi bırakıp aynadaki görüntüme takılı kaldım. Babamdan hatıra bir çift yeşil gözden ibaret yansımam bana gerçekte kim olduğumu hatırlatıyordu. Çıplak boynumda hiç çıkarmadığım ince kolyenin ucunda ise ömrümü adadığım bir adamın yüzüğü duruyordu. Altın daireyi parmaklarımın arasına aldım. Everest'ten dönmesini beklerken her gece yüzüğü öperek uyuyakaldığım zamanları hatırlamak içimi acıtıyordu. Çünkü o adam bana, ona bu gözlerle baktığım sürece umudun canlanması imkansız cansız bir alevden ibaret olduğunu kanıtlıyordu.

Üzerimde havluyla banyodan çıktığımda Atlas'ı odada yatağın üstünde oturur halde buldum. İrkildim bir an.

"Dönmüşsün." diye sayıkladım. Bakışları bir an boynumdaki kolyeye takılır gibi oldu. Gözlerini kaçırdı. Kendi yüzüğünü hala taşıyor muydu, bilmiyordum. Belki de çoktan çıkarmıştı.

"Uyandığımda oda çok küçük ve karanlık geldi. Biraz hava almak istedim. Resepsiyona indim. Yakınlarda geç saate kadar açık restoran var mı onu sordum."

"Var mıymış?"

"Evet. Ama lokal bir yer. At eti, kımız filan var. Sever misin bilemedim."

"Farketmez."

"Alışkın değilsin. Dokunmasın sonra."

"Sen sevmemiştin. Ben de sevmeyeceğim muhtemelen. Yine de denemek istiyorum." dedim gülümseyerek.

Dalgın dalgın baktı.

"Konuşmuş muyduk bu konuda? Hatırlayamıyorum."

"Konuşmamıştık." dedim. Şimdi dalgın bakmıyordu. "Konuşuruz elbet." dedim omuz silkerek.

Onun bildikleri ve anlatacakları olduğu kadar benim de bildiklerim ve anlatacaklarım vardı. Yüzündeki kafası karışmış ifadeye rağmen üstelemedi.

"Sabah hava baya serindi. Herhalde serindir hala?" diye fikir yürüttüm.

"Evet. Sıkı giyin."

Restoran, otelden çıkınca on dakika yürüme mesafesindeydi, hava gerçekten de serindi. Işıl ışıl parkların, bahçelerin yanlarından geçtik. İleri bir saat olmasına rağmen insanlar sokaklardaydı. Restoran da şaşırtıcı derecede kalabalıktı. Koyu renk saçlı, çekik gözlü Kazak insanları kadın erkek çoluk çocuk, masaları doldurmuş, yemek yiyor, sohbet ediyorlardı. Ben bünye olarak ufak tefek sayılıyordum da Atlas girdiği her yerde fazlasıyla dikkat çekiyor, bakışları üstümüze topluyordu. Farklıydık, insanlar farklı olanı hemen seçiyorlardı.

Garsonla yarı türkçe yarı ingilizce konuşarak lokal yemeklerden sipariş verdik. Bu esnada biraz neşemiz yerinde sayılabilirdi. Ben kımız denerken Atlas yüzünde eğlenen bir ifadeyle gözlerini dikmiş beni izliyordu. İlk yudumda yüzümü buruşturdum.

"Mayalı... ekşi tadını sevmedim." diyerek bardağı bıraktım. Beni izlerken farketmeksizin kendisi de yüzünü buruşturmuştu. Ne kadar sevimli göründüğünün farkında değildi.

"Ben de sevmemiştim. Ayran söyleyelim mi? Ayranı güzel yapıyorlar."

Atlas'ın kımız sevmediğini anlatan babamın görüntüsü canlanmıştı gözümün önünde. Mola yerinde kımız içtik, daha doğrusu denedik. Ben sevmedim. Hafif alkollü ekşi ayran gibi bir tadı var. Atlas da içemedi. Kenan sevdi. Atlas'ınkini de içti.

"Olur."

Diğer yemekleri sevmiştik. Özellikle plov adını verdikleri etli pilav oldukça başarılıydı. Bana o ve ayran yetmişti. Günlerin uykusuzluğunu giderdikten sonra yediğim doğru düzgün bu ilk yemek sayesinde moral katsayım gözle görülür oranda artmaya başladı. Başkaları ne düşünürdü bilmiyordum ama güzel bir yemeğin kesinlikle mutlulukla ilişkisi vardı. Atlas,

"İlk izlenimin nasıl?" diye sordu.

"Doğrusu umduğumdan modern bir şehir buldum." dedim.

"Kesinlikle... Sosyalist sovyet rejimi yıkılmadan önceki zamanlarda çok farklıymış burası. Aslına bakarsan babanın ilk geldiği zamanlardan çok farklı şimdilerde. Benim ilk geldiğim zamanlardan bile farklı. Her gelişimde ne kadar geliştiğini görüp hayret ediyorum."

"Sosyalist rejim ülkenin gelişmesine engel mi oluyormuş?"

"Özünde öyle bir sistem değil. Sosyalizmde herkes çalışır herkes eşittir. Bu mantığa göre doğru orantılı olarak gelişmek gerekir. Ama tabi kitleleri etkisi altına alan birçok ideolojide olduğu gibi, teoride ve pratikte olaylar farklı işliyor. Sistem kurulduktan ve bünyesindeki ülkeler işleyişini oturttuktan sonra birileri sistemin açıklarını kullanıyor ve şaşırtıcı olmayan şekilde kendi menfaatlerini gütmeye başlıyor."

"Yönetimlerdeki kişiler..." dedim yorumlayarak. Gülümsedi. "Hiç şaşırtıcı değil." dedim.

"İnsanın doğasıdır belki de. Her zaman birileri daha güçlü olmanın bir yolunu buluyor. Birileri eziyor, birileri eziliyor." dedi.

"Sen sosyalizme inanmıyorsun."

"Fikir güzel ama uygulanabilir değil. Ben herkesin eşit şartlarda yaşadığı bir düzenin sadece teoride mümkün olduğuna inanıyorum. Büyüklere masallar misali..."

"Tutkulu genç kalpleri inciten bir söylem oldu bu."

"Beni bilirsin, düşündüğümü söylerim." dedi.

Anıların gölgesi döküldü yüzüme, gülümsedim.

"Bilirim." dedim. "Fazla da düşünmezsin."

O da gülümsedi.

"Üstlerindeki baskının kalktığı aşikar. Ne yaşamışlarsa bugün bu noktaya geldiklerini görmek güzel." diye tamamladım konuyu.

"Yine de bir eski Türkiye havası var fark ediyorsun, değil mi?"

"Evet sanki çocukluğumun Anadolu şehirleri gibi."

"Yarın gündüz gözüyle gezeriz. Daha da net farkedersin benzerlikleri."

"Olur."


Çin'e yakın olan konumu nedeniyle başkent ünvanını yakın geçmişte Astana'ya kaptıran Alma Ata görüp görebileceğim en yeşil şehirlerden biriydi. Etrafını çevreleyen dağlardan ötürü kışlar soğuk, yazlar kurak ve serin geçiyordu. Haziran ayının başlarını yaşadığımız o tarihlerde güneşli bir günde bile üzerimde ince bir hırkayla dolaştım şehri.

Şehirde hala hissedilen sovyet etkilerinin iyi yönleri de vardı. Cetvelle çizilmişçesine düzgün sokakları, yolları, parkları hayranlıkla dolaştım. Birçok önemli etkinliğin gerçekleştiği Cumhuriyet meydanını gezdik, ardından teleferiğe binerek şehri tepeden gören şahane manzarasıyla Kök-Töbe yani namı diğer Yeşil Tepe'ye ulaştık. Burada pek çok kafe, restoran ve çocuklar için oyun parkları vardı. Güzel havanın fırsatını bilen insanlar çimenlerin üzerine yayılmış, manzaraya karşı piknik yapıyorlardı. Bazı yerleri kanı çekerdi insanın, Alma Ata'nın da bende böyle bir etkisi vardı.

Akşam çökmeden şehrin en önemli alışveriş noktası sayılan Yeşil Pazar'ı dolaştık. İki katlı, üstü kapalı bir pazar yeriydi burası. Kalabalıktı. Açık tezgahlarda her türlü sebze, meyve, baharatlar ve şifalı otlar sergileniyordu. Satıcılar tatmak istediğimiz herşeyi tattırıyor, yabancı yüzlerimizdeki tepkileri gülümseyerek izliyorlardı. Beğendiğimiz bazı meyvelerden satın alırken buralarda adet olduğu üzere sıkı pazarlıklar yaptık. İçimden çıkan pazarlık canavarını ben bile tanıyamazken, halim tavrım Atlas'ı güldürüyordu. Onun tamam diyeceği miktar her neyse müdahale ederek onun üzerinden bile fiyat kırmayı beceriyordum. Boşuna bir insanı tanımak için birlikte alışveriş yapmalı, komşuluk etmeli ya da yola çıkmalı dememişlerdi. Biz de içinde bulunduğumuz negatif koşullara rağmen yarattığımız bir garip zaman diliminde hem kendimizi hem de birbirimizi bir kez daha tanıyorduk.

Hareketli geçen günün ardından önceki günküne benzer şekilde yerel bir restoranda yemek yedik. Odaya döndüğümüzde ben ciddi anlamda yorulmuş bir haldeydim. Atlas'ın balkonda oturup bira içerek zaman geçirdiği sürede hızlı bir duş alıp balkonda ona katıldım. Yanına gittiğimde sessizdi. Önünde duran şişeye uzanıp kafama diktiğimde de sesini çıkarmadı. Tatlı tatlı esen bir rüzgarın altında aynı şişeden bira içtik, pazardan aldığımız kuruyemişlerden atıştırdık. Bir aradaydık ama hala farkedilir şekilde ayrıydık. Bu ayrılık gündüz şehri gezerken, hareket halindeyken ve etrafımızdaki insanlarla meşgul olurken o denli hissedilmiyordu. Fakat yalnız başımıza kaldığımızda reddetmesi imkansız bir hal alıyordu. Aramıza giren husumetlere bir an olsun yaşanmamış gözüyle bakamayan bir Atlas'ın tutuk tavrı kuşatıyordu ikimizi de. Ben tam olarak ne hissediyordum? Nerede duruyordum? Ona odaklanmaktan kendimi mantıklı şekilde analiz edemiyordum.

"Çok yoruldun mu bugün?" diye sordu.

"Odaya girene kadar fazla anlamamıştım. An be an vuruyor sanki."

"Hızlı hareket ettik. Garip bir zamanlama kullanıyoruz. Saat farkı da cabası."

Türkiye ile Kazakistan arasında üç saat fark vardı. Bulunduğumuz yer üç saat ilerideydi.

"Üzerimden atamadığım sersemlik ondan demek ki."

"Evet. Birkaç gün sürüyor alışmak. İstersen bir gün daha kalalım burada."

"Farketmez. Gidebiliriz de... yolumuz uzun."

"Çok da uzun değil aslında."

"Karakol'a Bişkek üzerinden gitmeyecek miyiz?"

"Neden böyle bir şey yapalım? Buradan doğruca sınıra inip Karkara'dan geçebiliyoruz."

"Ama..." dedim, sustum. Kafasını hafifçe yana eğdi.

"Ne ama?" diye sordu.

Derin bir soluk koyverdim. Bu konudan bahsetmek istemiyordum. Şişeye uzanıp içinde kalan son yudumu kafama diktim.

"Boşver. Sen daha doğrusunu biliyorsundur mutlaka." dedim.

Bu kez peşini bırakmayacaktı.

"İpek, aklından geçeni söyler misin?"

"Yok bir şey."

"Bana hiç öyle gelmedi."

"Gerçekten yok."

"Bişkek üzerinden gitmek istiyorsan gidebiliriz. Daha uzun ve zahmetli bir yolculuk olur. Ama neden bunu istediğini bana söylemen gerekiyor."

"İstemiyorum."

Burnundan soludu.

"Tuttu yine inadın."

Kafamı iki yana salladım. Bakışlarını üzerimden çekti. Elini çenesine dayayıp öfkeli bakışlarla manzaraya baktı bir süre. İkimizin de ağzını bıçak açmadı.

Bir zaman sonra,

"O piçin etkisi var mı bunu istemende?" diye sordu. Şaşkına dönmüştüm.

"Ne diyorsun sen?"

"Tunç'un ne kadar etkisi var üzerinde? Onunla mı konuştunuz bu yolları? Bir planınız vardı da ben mi böldüm?"

Yeniden buz kesmiştim.

"Allah aşkına Atlas! Tunç'un ne işi var şimdi bu konuda? Burada? Aramızda?"

"Aramızda diyorsun. Hiç olmayan aramızda diyelim biz ona."

Öfkeyle soludum.

"Ben, senin üzerinden bir plan yaptığım ilk günden beri Pobeda'ya seninle gelmeyi istedim."

"Onu da merak ediyorum doğrusu ya. Ne yapacaktın benimle Pobeda'ya gelip? Geldik işte."

Elinin körü dememek için kendimi çok zor tuttum.

"Babamın nasıl öldüğünü öğrenmek istiyordum. Gerisini biliyorsun zaten. Ortağım olduğunu iddia ettiğin kişi Kaya'yla yaptığım konuşmayı ifşa ederek gizli saklı bırakmadı." dedim.

Ne söylediğimi hatırlamaması imkansızdı.

Biraz zaman alacak. Ama ölümün asıl gerçekleşme biçimini öğreneceğim. Sonra da herkesin öğrenmesini sağlayacağım. Büyük bir etkinlik planlıyorum. Atlas benimle Pobeda'ya tırmanmayı kabul etti. Sponsorları var. Beni bu hedefi gerçekleştiren ilk kadın dağcı olarak duyuracaklar. Medya haber yapacak. Ben de çıkan gürültüden faydalanarak gerçeği açıklayacağım.

Yutkundu.

"Herşey ne kadar da değişti." diye mırıldandı.

Ben onu bile söyleyemedim. Atlas'ın Tunç takıntısı içimi parça parça ediyordu. Konu yine dönüp dolaşıp babamın ölümünde düğümleniyordu ama bundan daha derin bir alt yapısı vardı. Atlas söylediğim ya da söylemediğim her sözde Tunç'un etkisini sorguluyordu. Ve biz asıl bunu aşamıyorduk.

Belki de asla aşamayacaktık.

"Bana bir video izletti." dedim sonu nereye varacaksa varsın, dürüst olmayı seçerek. "Babamla birlikte yaptığınız Pobeda yolculuğu esnasında çektiğiniz videoların kaydı var onda."

Atlas'ın gözleri şaşkınlıkla açıldı birdenbire. Bunu beklemediği çok açıktı.

"Nasıl ele geçirmiş bunu ben bilemem. Sen Everest'te zirve yolundaydın. Beni tehditleriyle kendisine mecbur bıraktı. Evine gittim bir gün." Atlas'ın yüzünde şimdi an be an artan bir dehşet ifadesi vardı. Yine de bu beni anlatacaklarımı anlatmaktan alıkoymadı. "Hedefi hep senmişsin aslında. Artık çok daha net görebiliyorum bunu. Beni mükemmel şekilde kullanmasındaki amaç bile hep senmişsin."

"Ne yaptı sana?" diye soruşundaki dehşet, gerilmiş bedeni ve yüz hatları doğruca bana olana odaklandığını ve ona dair söylediklerimi hiçe saydığını gösterir şekildeydi.

"Fiziksel anlamda bir şey yaptı diyemem. İnsanın beynine sızmak gibi bir yeteneği var malum."

"Ne yaptı?!" diye sordu bir kez daha.

"Babamın ölümünde senin kasti bir etkin olabileceğini ima etti. Bir an için inandım buna üstelik. Öyle ki, bununla yaşayamayacağımı düşünüp kendimi öldürmeye kalkıştım. Bileğimdeki morlukları sormuştun ya döndüğünde... onlar beni kendimden korumaya çalıştığı esnada, bir arbede olmuştu aramızda, o esnada oldu."

Atlas, bu duyduğundan sonra duramadı yerinde. Önümüzde duran sehpayı üzerindekilerle birlikte devirerek fırladı yerinden. Ağza alınmayacak küfürler eşliğinde atamadığı hırsı ve öfkesiyle birlikte odanın içerisinde dört dönmeye başladı. Bağırdı, çağırdı, vurdu, döktü.

"Bu iş bir bitsin;" dedi sonunda, alev saçan gözlerle, "bu iş bir bitsin de ben ülkeye geri döneyim, kendi ellerimle öldüreceğim onu!"

Hedefi ben değildim ama parmağını tehditkar bir biçimde benim üzerime doğrultmuştu. Korkmuştum, yine de buz gibi bir soluk soluyarak,

"Yapmayacaksın." dedim.

Bağırmadı da kükredi adeta, daha çok küfür küfür küfür... adeta delirmişti. Korkudan ellerimi kulaklarıma kapatmış, bulunduğum yere pısmış kalmıştım. Sesinin bulunduğumuz odayı aşıp yan odalara, koridora hatta belki de alt ve üst katlara kadar ulaştığından emindim. Eline geçen herşeyi attı, savurdu, kırdı, parçaladı. Ve bunca sözün arasında en çok şunu tekrarladı:

"Öldüreceğim!"

Çöktüm sonunda yere, ağır geldi herşey. Dinmek bilmeyen bu öfke, bitmek bilmeyen kabus çok fazla geldi. Atlas'ın birini öldürebileceğini düşünmek... Atlas'ın Tunç'u öldürebileceğini düşünmek... İçimi çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ellerim kafamda, etrafımda uçuşan cam parçaları, Atlas'ın öfkesi, benim hıçkırıklarım birbirine karıştı. Odanın kapısı güvenlik görevlileri eşliğinde açıldığında ne kadar zaman geçmişti bilmiyordum. İçinde bulunduğumuz koşullarda zaman kavramı anlamsızdı.

Göz ucuyla içeri girenleri gördüğümde Atlas'ın gözüne inen perdenin de kalktığını farkettim. Neye uğradığını şaşırarak içeri giren kalabalığa doğru yürüdü. Görevlilerden biri Atlas'a silah doğrultmuştu. Birileri bağırıyordu. Birileri de bana ulaşmaya çalışıyordu. Sanki yardıma ihtiyacım varmış gibi. Oysa ben asıl Atlas'a doğrultulan silahı gördüğümde çığlık atmaya başladım.

"Yapmayın! Yapmayın!"

"Hanımefendi, sakin olun. Herşey geçti. İyi olacaksınız."

"Ben iyiyim, iyiyim, iyiyim, bakın iyiyim! Silaha gerek yok!"

Birileri Atlas'a ellerini kaldır, yere çök gibi komutlarla bağırıyorlardı. Bildiğim kadarıyla otel güvenliklerinin polise eş bir kelepçeleme ya da gözaltı yetkisi yoktu, yine de bulunduğumuz ülkede kanunlar nasıl işliyordu, bunu bilmiyordum.

Atlas da bilemiyor olacak ki, söz dinleyip elleri havada bir şekilde yere çökmüştü.

Bense daha çok saçmalayarak,

"Silahı bile yok onun. Benim kocam suçsuz. Biraz öfkelendi sadece." gibi cümlelerle feryat etmeyi sürdürdüm.

Ortamın ilk kargaşası dindiğinde, Atlas hala yerdeydi ve sakin cümlelerle durumu açıklamaya çalışıyordu. Bense, aynı şekilde, daha sakin bir şekilde olanların bir yanlış anlaşılmadan ibaret olduğunu, kocamın bana değil bambaşka bir şeye öfkelendiğini ve kendimi tehdit altında hissetmediğimi açıkladım.

Ben yaralı ya da şikayetçi değildim, kanunen evli bir çifttik ve tehdit unsurunun silahı yoktu. Dolayısıyla bizi daha fazla göz hapsinde tutmaya ya da sorgulamaya gerek görmediler. Güvenliklerin silahları ortadan kaldırıldığında Atlas derhal yanıma gelip yaprak gibi titreyen bedenimi herhangi bir yara bere olmadığını anlamaya çalışırcasına hızla gözden geçirdi ve hemen ardından beni kollarının arasına aldı. Nereye kadar dayanacaktım? Bir kez daha hıçkırıkları koyverdim.

"Özür dilerim." diye fısıldadı saçlarımın arasına. "Özür dilerim. Sıçtım batırdım. Özür dilerim."

"Tamam...Geçti." dedim kendimi zaptetmeye çalışarak. "Bir şey yok."

Birbirimizden ayrıldığımızda görevliler rahatsız bir tavırla etrafımızda dikiliyorlardı hala. Bense sorun olmadığını vurgulamak üzere Atlas'ın elini tuttum. Elbette bu görüntü izleyenlere bir şey söylüyordu.

"Pekala," dedi yaka kartına bakılırsa gece müdürü olduğunu öğrendiğimiz adam. "size göre bir sorun olmaması, bize göre de olmadığı anlamına gelmiyor. Polis çağırmayacağız. Ama otelimizde konaklayan diğer misafirlerimizden çok sayıda şikayet aldık. İnsanların huzuru bozuldu ve otel mobilyalarına zarar verdiniz. Bu konuları çözmemiz gerekiyor."

Benim anladığımı elbette Atlas'da anlıyordu.

"Bu konuyu ofisinizde görüşebilir miyiz?" diye sordu. Adam dünden razıydı.

"Elbette. İsterseniz hemen inelim. Kat görevlisi arkadaşlarımız da odayı temizlesinler."

"Olur."

Olayın polise intikal etmemesi karşılığında Atlas'ın oldukça yüklü bir miktar ödemesi gerekmişti. Ayrıca otelden en kısa sürede ayrılmamızı istiyorlardı. Bunun için sabaha kadar süre istedik. Gün ağarınca nihai istikametimize doğru yola çıkabilecektik.

Odaya döndüğümüzde cam kırıkları toplanmış, dökülen saçılan yiyecekler temizlenmiş, yatak çarşafları bile değiştirilmişti. Kimse az önce bu odada kıyametin koptuğunu söyleyemezdi. Fakat biz biliyorduk. İçimizdeki kırıklar odada olduğu şekilde kolay temizlenmeyecekti.

Sadece birkaç saat için uzanacağımız ve muhtemelen pek iyi uyuyamayacağımız yatağa yan yana uzandık. Ellerimi yastığın altında birleştirdim, kıvrıldım, küçücük oldum. O ise kolunu yastığın üstüne yasladı. Yüz yüzeydik ama aramızda mesafe vardı. Göz gözeydik ama aramızda çok büyük sorunlar vardı.

"Seni korkuttuğum için özür dilerim." dedi. "Çok dolmuştum. Orospu çocuğunun sana zarar verdiğini öğrendiğimde olan kontrolümü de yitirdim." dedi.

Derin bir nefes aldım.

"Önemli değil. Böyle olmasını bekliyordum bir yerde. Çok fazla şey duydun son birkaç günde. Onunla ilgili, benimle ilgili, babanla ilgili... çok fazla şey öğrendin ve hepsini birdenbire sindirmen gerekti. Çok sustun. Oysa normal bir insan gibi patlaman gerekiyordu. Bir yerden gelecekti bu... sadece nerede olacağını kestiremiyordum."

"Sorun tam olarak bu bile değil. Kontrolüm gitti. Akıl sağlığım gitti. Net düşünemiyorum. Ya sen? Sen de hiç iyi değilsin. Sırayla dağılıyoruz ama hiç toplanmıyoruz. Görüyorsun ya İpek, çok fena sıçmış haldeyiz. Bizim bunu aşmamız imkansız."

"Şimdi bize dair konuşmayı hiç istemiyorum." diyerek yorgun gözlerimi kapattım.

"Ne kadar ertelersek erteleyelim...kaçınılmaz olan yere ulaşacağız: Sonumuza." dedi, yumuşacıktı ses tonu, son zamanlarda olmadığı kadar şefkat doluydu. Elleri dokunmuyordu hiç ama sözleriyle dokunuyordu ruhuma. Ne kadar yaralayıcı konuşursa konuşursun, yaralarımı üfleyen, dindiren bir yanı vardı. Hiçbir akla, mantığa, tarife sığmayan bir şeydi bu. Açıklanası değildi. Açıklayamıyordum.

Gözlerimi açmadım. Uykuyla uyanıklık arası bir yerde, zor seçilmiş sözcükler mırıldandım.

"Tunç'un bana izlettiği videoda... babamla birlikte çıktığınız o yolculukta... Karakol'da vize problemi çıktığı için uçağa binemeyip... kampa Bişkek üzerinden gitmek zorunda kaldığınızı... bu yüzden ben de... o yoldan... tıpkı babamla beraber yaptığınız gibi..."

Uyuyakalmıştım.

Yanağımı okşayan parmaklarının dokunuşunu hissettim. Bence bu sadece bir rüyadan ibaretti.




Selamlar... Pobeda 2 kısım 1. Neden? Çünkü yazar 10 bin kelimeyi bulacak bir bölüme ulaşana kadar beklemek ve sizi de daha çok bekletmek yerine bu haliyle paylaşmayı seçti. Sizi sevdiğimi biliyorsunuz.

Neler oluyor? Yorumlarda buluşalım!

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top