Özel Sebepler

Vizeler yaklaşıyordu. Kaybetmemem gereken bir bursum olduğu için ipleri daha en başından sıkı tutmam gerekiyordu. Önceki gece geç saatlere kadar ders çalışmıştım. Sabah okula geldiğimde gözlerimi zor açıyordum. Kafe her zamanki gibi kalabalıktı. Bugün hava güzel olduğundan bahçedeki masalarda oturanlar vardı. Benim gibi derse yetişme zorunluluğu olmayanlar keyifle kahvaltılarını yapıyorlardı. Kahvemi alıp, hızla sınıfa gitmeyi planlarken adımın seslenildiğini duydum;

"İpek!" 

Baktığım yönde dağcılık kulübünün tecrübelilerinden oluşan bir grup vardı. Bana seslenen çocuk, şimdi de el sallıyordu.

"Gelsene."

Saatime göz attım. Kabalık olmasın bir selam verip kaçayım diye hızlı adımlarla yanlarına yürüdüm.

"Günaydın."

"Günaydın. Geçen gün tanışma fırsatı bulamadık. Ben Tunç." Sahnedeki bakışlarını net olarak hatırlıyordum Tunç'un.

"Memnun oldum." diye mırıldandım.

"Bunlar da, Mehmet, Ekin, Buket. Otursana, kahvaltı edelim."

"Selam herkese." Yaşça benden büyük, muhtemelen Atlas'ın dengiydiler. Karşılarında dikilirken ilginç bir varlıkmışım gibi bakıyorlardı bana. "Teşekkürler. Derse yetişmem lazım."

"Bu sene hareketli başladı." dedi Mehmet beni işaret ederek. "Her zaman senin gibisine denk gelmiyoruz." Gitmek üzereydim tam, ne demek istediğini anlamaya çalışarak durakladım. İçlerinde bir tek Buket toplantıda yoktu. Keyifli bir tavırla,

"İlk toplantıda Atlas'a laf sokan kız sen misin?" diye sordu.

"Laf sokan mı? Hayır. Ben öyle demezdim." dedim. Gülüştüler. "Bütün salona rezil ettiği kız diyebilirsiniz."

"Yok canım."

"Daha neler."

"Tunç bir daha yapsana o kaşların havalandığı anı."

Tunç, Atlas'ın şaşırma taklidini yapınca masadan kahkaha sesleri yükseldi.

"Atlas, tepkilerini dışa çok yansıtan biri değildir. Olayı kaçırmışım resmen."

"Neyse, yine tekrarlarız bu gidişle." dedim söylenir gibi. Bence gayet soğuk olan bu tavrım onların hoşuna gitmişti. 

"İpek her söylenene kafa sallayacak bir kız değil anladım ben onu." dedi Mehmet diğerlerine tespitte bulunur gibi. "Hepimiz bu sene mezun olup gidiyoruz. Senin gibi tecrübeli yenilere ihtiyacımız var." Tunç da onu destekliyordu.

"Sen bizim ayıya takılma. İlk toplantı diye ciddiyet kastı biraz. Yoksa kötü biri değildir."

Ense tüylerimi diken diken eden sesin sahibini görmeden önce arkamdan yaklaşan adımlarını duydum.

"Ayı mı dedin sen?"

Omzumun üstünden geriye baktığımda ilk olarak bir dağ gördüm. Koyu renkli bir sweatshirt'le sarmalanmış bir dağ. Doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde görüşümü kaplayan geniş gövdesiyle dibime kadar yaklaşmıştı. Gözlerim göğüs bölgesinden yüzüne yükseldi, o tepeden bakışları gördüm önüme döndüm. Tunç bu esnada ayı kelimesini açıklamaya çalışıyordu.

"Ayı mı? Yok canım! Ayıp dedim ben."

"Ayıp tabi." dedi Atlas da.

Ayıptı tabi, koskoca kar leoparıydı kendisi. Muzur çocuklar gibi gülüşürlerken arkadaşının yanına oturdu.

"Neyse konunun içine etmeyin." diye araya girdi Buket. "Nerelisin İpek?"

"Antalya'lıyım."

"Vay be. Çok iyi bir yer. Trekking için harika, kanyonlar, bütün mağaralar o bölgede. Bir kulübe üye miydin?"

"Evet. Doğa Tutkunları kulübü." dedim çabukça. Daha fazla oyalanma lüksüm yoktu. "Bana müsade."

Atlas şimdi karşıma gelecek şekilde bir sandalyeye oturmuş, Tunç'un tabağındaki kahvaltılıklara dalmıştı. Buket'e cevap verdiğim esnada benimle ilgilenmiyordu fakat müsade isteyince kafasını kaldırdı.

"Kalsaydın." Dikkatini üzerimde hissetmekten bir kez daha hoşlanmadım.

"Derse kaçmam lazım."

"Yarınki söyleşiye katılacak mısın?"

"Ne söyleşisi?"

"Kenan Dorukan geliyor." dedi sakince. Babasının adını sanki yabancı birinden bahsedermiş gibi söyleyişi bir yana, o adı duymak bile ciddi bir nefret uyandırıyordu içimde.

Yavaştan gitmek üzere, çantamı sırtımda düzelttim. "Pek sanmıyorum." dedim doğal tutmaya çalıştığım bir ses tonuyla.

"Adam yaşayan efsane İpek. Kaçırma bence." dedi Tunç. Ona hiç bakmıyordum bile. Gözlerim kararıyordu öfkeden. Yaşayan efsane, öyle mi? Sırt çantamın askısını kavrayan elimin tırnaklarını avucuma geçirmiş kanatırcasına sıktığımın farkında değillerdi.

"Bakarız." dedim içime dolan uzaklaşma isteğiyle yanarak. Masaya doğru genel bir "Görüşürüz." dedim ve dakikalar önce gitmem gereken derse girmek üzere fakültemin yolunu tuttum.

***************************

Kenan Dorukan adına dair duyduğum tek his katışıksız bir nefretti. Yüzünü televizyonda ya da dergilerde görmeye tahammül edemiyordum. Söyleşisine gitmeyi ilk olarak reddetme sebebim buydu. Fakat biraz düşününce nefretime kapılıp kendimi geri çekmek hedefime giden yolda yanlış bir hamle olurdu. Ne anlatacaksa anlatır kendiyle böbürlenirken orada olacak ve sahtekar gözlerinin içine bakacaktım. Fakat o bunu bilmeyecekti.

Annemle girdiği adli mücadeleler sebebiyle beni birkaç sene öncesinde görmüştü. Şimdi bir daha yakından görürse kolaylıkla tanırdı. Ona böyle bir fırsat veremezdim. Söyleşinin yapılacağı konferans salonuna olabildiğince erken gidip en arka sıralarda bir yere geçtim. Her zamanki gibi kapüşonum kafamdaydı. Koltuğa da biraz yayılarak oturdum. Ön sıralar tamamen dolduğunda hepten görünmez olmuştum.

Tunç'un yanı sıra kulüpte birkaç yıllık bazı üyeler etrafta hazırlık yapıyorlardı. Atlas görünürde yoktu. Başlama saati geldiğinde, salon tamamen dolmuştu. Kenan Dorukan, tıpkı bir star edasıyla yaklaşık on beş dakika geç çıktı sahneye. Üzerinde pahalı beyaz bir gömlek ve kot vardı. Oğlunun iri fiziksel yapısını babasından almadığı belliydi. Çünkü oğluna göre daha ufak tefekti. Dağınık biçimli kara kaşları, insanı tiksindiren atmaca benzeri keskin bakışları vardı. İlk birkaç dakika salonun enerjisine alışmaya çalışarak ve konuşması esnasında kullanacağı ekranın biraz daha ayarlanmasını isteyerek oyalandı. Tunç resmen hayran bir ifadeyle koşuşuyordu etrafında. Bir zaman sonra beyefendinin nazı bitti, nihayet mikrofona eğildi.  

"Hoş geldiniz arkadaşlar. Tanımayanlarınız için ben Kenan Dorukan." dedi.

Ardından sanki lütfedermiş gibi bir edayla kişisel başarılarını saymaya başladı. Oraya tırmanmış, buraya tırmanmış, Türkiye'deki bilmem ne tırmanış paternini ilk oluşturanmış, vesaireler falanlar filanlar. Bütün bunların hiçbir yerinde babamın adını geçirmemesi, sanki herşeyi tek başına başarmış gibi göstermesi şaşırtıcı değildi. Yine de yüzüne baka baka kusma isteğimi zor zaptediyordum. Artık yaşlandığı için en fazla apartmanın merdivenlerini çıktığından ve tıpkı satranç tahtasındaki bir at gibi her koşulda oğlunu öne sürdüğünden de hiç bahsetmiyordu tabi. Sahibi olduğu dağcılık kulübünde para karşılığı tırmanışlar yaptıranın kendisi değil Atlas olduğunu biliyordum. Doğa yürüyüşlerini, kaya tırmanışlarını veya kanyon gezilerini hep yanında çalıştırdığı genç hocalar gerçekleştiriyordu. Kenan Dorukan ise sadece paraları sayıyordu. Şimdi ve geçmişte bunun farklı geliştiğini düşünmek için bir sebep yoktu. Bu adam hep böyleydi. Varlıklı bir aileden geliyor ve bastığı toprağa para gözüyle bakıyordu. Sadece geçmişte gençliğinin getirisi olarak bazı sportif başarılar elde etmişti. Şimdiyse oğlunun başarıları sayesinde şanını yürüyordu. İkisine de acıyordum.

Yine de iyi gösteriydi doğrusu. Yirmi yıl önce çekilmiş fotoğraflarla, hakkında çıkan övgü dolu haberlerle süslediği iyi bir şovdu. Etrafımdaki şovu izleyen hevesli gençliğin biraz olsun onun gibi olabilme hayali kurduklarını gözlerindeki ilgi dolu bakışlardan görebiliyordum. Nitekim soru cevap kısmına geçildiğinde gelen sorular yanıltmamıştı.

"Bilmem ne zirvesine ilk çıktığınızda ne hissettiniz?"

"Ülkemizi yurtdışında başarıyla temsil etmek nasıl bir duygu?"

"Dağcılığa yeni başlayanlara neler önerirsiniz?"

Özellikle maddiyat içeren sorulara verdiği cevaplar beni benden alıyordu.

"İlk ekspedisyonlarınıza katılırken maddi koşulları nasıl sağladınız?"

"Ailemin durumu iyiydi, onlardan destek aldım. Sonrasında sponsor desteğiyle tırmanmaya başladım."

"Sponsor bulmak kolay mıydı?"

"Tabi ki kolay değildi arkadaşlar. Sponsor firmalar biri gelse de para versek gözüyle bakmıyorlar. Sizin onların adını gerçekten tanıtıp tanıtamayacağınızla ilgileniyorlar. O zirveye çıkabilir misin? Hakkında haber yapılır mı? Buna değer misin? Büyük firmaların bazı zorunlu koşullar gereği ayırdıkları bütçeler var. Kendinizi faydalı bir paket olarak düşünün, bu paketin ederine bakıyorlar. Vereceği paraya değer misin, mesele bu. Evet vaktimiz doldu. Son soruları alayım?"

Son söylediklerinden sonra çıkıp gidesim vardı salondan. Daha da ne diye dinliyordum ki bu adamın saçmalıklarını? Fakat madem bu kadar sabretmiştim, ufak bir ödül istemekten kendimi alıkoyamadım. Yanımda oturan aşırı ilgili genç çocuğa döndüm. Yüzüme utangaç, kırılgan bir ifade vererek,

"Şey, affedersin. Senden bir şey rica edebilir miyim?" diye sordum. Çocuk gözlerime bakarak bir afalladı.

"Tabi."

"Ben de soru sormak istiyorum ama çok çekiniyorum. Benim yerime bir soru sorar mısın?"

"Tabi sorarım."

Sorumu ondan başkası duymasın diye, biraz da bilinçli olarak yaklaştım. Kulağına doğru fısıldadığımda irileşen göz bebekleriyle birlikte hipnoza girmiş gibiydi. Koca elini beş parmak açık şekilde istekle havaya kaldırdı. Kenan Dorukan doğruca onu gördü.

"Buyur genç adam."

"Benim sorum şu... yıllar önce Pobeda zirvesine tırmanırken en yakın arkadaşınız Timur Özgen'i kaybettiğiniz kazayı anlatır mısınız?"

Gergin bir sessizlik oldu. Birçok kişi geriye doğru dönüp soruyu sorana doğru bakmaya başlayınca, zavallı çocuk da gerildi. Terleyen ellerini ovuşturmaya başladı. Bense oturduğum koltuğa iyice gömülerek Kenan Dorukan'ın cevap vermek yerine kasılan suratını izlerken çok eğleniyordum.  

Gözüm sahnenin kenarında yardımcı olmak için dikilen Tunç'a kaydı. O da bir türlü cevap veremeyişini garipsemiş bir ifadeyle Kenan'a bakıyordu. Süper kahramanlar her zaman süper kahraman değillerdir Tunç, dedim kendi içimde. Doğru bildiğiniz yanlışlar var, size hepsini ben öğreteceğim.

"Çok uzun zaman önceydi." diye geveledi Kenan pozunu bozmamaya gayret ederek. Elini kotunun cebine soktu. Rahat edemedi geri çıkardı. "Çok trajik bir olaydı. Kazaydı."

Hipnozlu arkadaşım benden aldığı coşkuyla soruyor da soruyordu.

"Biraz daha detaylandırır mısınız? Sporun iyi kötü tüm yönlerini anlamamız açısından?"

Kenan Dorukan apaçık gergin ve sinirli bir ifadeyle,

"Ölümün nesini anlatmamı istiyorsunuz? Ölüm var bu bir gerçek. Bunu kabullenmek zorundasınız." diye çıkıştı. Şaşkın görünen Tunç'tan peçete istedi. Boncuk boncuk ter biriken alnını sildi. Hırsını alamamış olacak ki devam etti: "Bakın kimsiniz amacınız ne bilmiyorum. Ben o kazada en yakın arkadaşımı yitirdim. Üstüne konuşmak istediğim bir konu değil."

İlginçti. Yıllarca annemle girdiği sözlü ve yazılı kavgaları düşündüm. Şu son iki cümleyi bir kez olsun para pulu konu etmeden anneme kurmuş olsaydı, herşey nasıl da farklı olabilirdi. Bir an için empati kurmak isteyen zihnimi susturdum. En yakınım dediği adamın ailesine düşmanca tavırlar güden bu adam, şimdi şu anda mı gerçek duygularını dile getirecekti? Tanımadığı insanların karşısında olsa olsa rol yapıyor olabilirdi. Bütün bu gerginliği de saklamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu onaylar nitelikteydi.

Soru cevap kısmı bu son soruyla birlikte sona ermişti. Tadı tuzu kalmayan Kenan apar topar salondan ayrılmaya hazırlanırken ben de daha fazla tahammül edemedim. Sahnedeki karışıklık sürerken dikkat çekmeden yerimden kalktım ve yan kapılardan birinden salonu terk ettim.

********************

Oda arkadaşım Sedef'i tanımlamak için fazla cümle kurmaya gerek yoktu. Enerjik bir kızdı. Etkinlik var koş dediğin her yere koşarak giderdi. Ayrıca iflah olmaz bir Teoman fanatiğiydi. O gece okulun büyük salonunda gerçekleşecek Teoman konseri yüzünden yerinde duramıyordu. Bıcır bıcır konuşması yüzünden ne yatıp dinlenebiliyor ne de ders çalışabiliyordum. Hani gitse de kafamı dinlesem diye dakikaları sayar haldeydim.

"Hadi yatma artık. Sen de hazırlan." dedi.

"Sana iyi eğlenceler."

"Öyle bir şey yok. Geliyorsun."

"Dinlenmek istiyorum Sedef. Yarın sabah sekiz buçukta dersim var. Öğleden sonra yine çocuk bakmaya gideceğim. Onlar senin kadar ses yapmıyorlar ya, yine de yorucu olacak."

"Bir daha on sekiz yaşında olmayacaksın. Bu ne mıy mıy uyuyacağım, dinleneceğim filan."

"Ya sınıf arkadaşlarınla gitsene. Beni benimle bırak."

"Bırakmam. Lisede de senin gibi bir en yakın arkadaşla uğraşmakla geçti benim ömrüm. Kalk hadi. Şimdi küfretsen de, sonra teşekkür edeceksin."

Yılmayan ısrarı karşısında öfleye püfleye yerimden kalktım. Kendini süslediği yetmezmiş gibi, beni de güzel giydirmeye takmıştı kafayı. Bana kalsa kot ve kazakla çıkardım. Siyah mini bir elbise seçti, üstüne kendine ait mavi bir ceketi giymem için uzattı. Dediğini yaptım, ayağıma da postal botlarımı geçirdiğimi görünce bıkkın bakışlarla,

"Sen adam olmazsın." diye söylendi. Saçım öylesine salınıktı. Makyaj da yapmamıştım. "Geç kalıyor olmasak seni böyle çıkarmazdım da, dua et, önlerden yer kapmamız lazım."

"Kendi adına konuş." diye mırıldandım arkasından çıkarken. Neyse ki duymamıştı.

Saatler önce gitmemize rağmen salonun önlerinde hatırı sayılır bir kalabalık birikmeye başlamıştı bile. Beni bunaltıyordu böyle karanlık, kalabalık ortamlar. Canım temiz hava çekerdi benim. Uzun süre sıkıntıya gelemezdim. Sedef kırılmasın diye biraz onun yanında takıldım. Şansıma kendi bölümünden birkaç arkadaşına rastlayıp, onlarla laflamaya başlamasını fırsat bildim.

"Ben bira alıp geleceğim."

Tabi ki bahaneydi. Standlar salonun en arka tarafındaydı. İyiden iyiye dolan salonda arkaya giden bir daha öne dönemezdi. Öyle yaptım ben de. Konser vaktinde başlamıştı. Öndekiler ezile ezile izleyedursun, en arka tarafta ferah bir açıklık vardı ve kimsenin koca kafası engel olmaksızın sahne çok daha net görülüyordu. Bir kenarda bariyerlere sırtımı yaslamış, şarkılara tek başıma, keyifle eşlik ediyordum. Tek sorunum biramın bitmesi olabilirdi ancak. Mecburen sıraya girdim. Tam sıra bana gelmişti,

"Ellilik Bomonti." dedim. Aynı anda omzumun üstünden kocaman bir el geçti.

"İki olsun." Görevli kızın aldığı parayı uzatan elin sahibine döndüm. Atlas'ın yanıp sönen ışıklar altında çok garip renklere bürünen gözlerine bakıyordum.

"Ne münasebet?"

"Geçen günkü toplantıda yaşananların özrü diyelim."

"Özüre gerek yok. Alır mısın şu parayı?"

Zorla uzattığım paraya yok muamelesi yaptığı yetmezmiş gibi beni hafifçe iteleyip, görevlinin uzattığı biraları aldı. Sonra benimkini uzattı.

"Senin paranla alınmış bir şeyi istemiyorum." diyerek arkamı döndüm ve onu orada öylece bırakarak az önce dikildiğim keyifli alanıma döndüm. Yüzünde asık bir ifadeyle ağır ağır peşimden geldi. Kolu neredeyse omzuma değecek şekilde yanımda durup konseri izlemeye başladı.

"Seni burada görmeyi beklemiyordum." dedi.

"Aynısını ben de senin için söyleyebilirim."

"Benim son senem. Son fırsatların tadını çıkarıyorum."

"İşletme dört sene diye biliyorum. Üç senedir son seneyi okumak nasıl bir his?"

Birasının köpüklü kısmını içerken önüne bakıyordu. Tepki vermedi.

"Benim başka bir sorum var sana." dedi.

"Neymiş o?"

"Önce şunu al." diyerek elindeki ikinci birayı elime tutuşturdu. Boşluğuma gelmişti resmen, içimde cılız da olsa bir merak ve dolayısıyla zaaf uyandırması tam anlamıyla tepemi attırmıştı. Fakat birayı da almış bulunmuştum artık. Ne soracak diye gözümü dikmiş bakıyordum. Bende uyandırdığı merakı sakince özümsedi. Ardından,

"Profesyonel bir yalancı mısın? Yoksa utangaç bir birinci sınıf mı?" diye sordu.

Aynı sakinlikle bahçeye bir göktaşı düştü şuan okul yanıyor filan da diyebilirdi ve muhtemelen bende aynı etkiyi yaratırdı.

"Nasıl bir soru bu?"

"Soruya soruyla cevap veriyorsun. Zaman kazanmaya çalışmak diye yorumluyorum."

"İstediğin gibi yorumlayabilirsin. Sorduğun soru birden fazla itham içeriyor. Açıklamazsan cevap da alamazsın." dedim. Hak verircesine kafasını eğdi.

"Birkaç kaya tırmanışı, öyle mi?"

İşte şimdi neyden bahsettiğini anlamaya başlamıştım. İçime tarifi güç bir coşku doldu. Hani gülecektim de kendimi çok zor tuttum. Yüzüne aynı suratsızlıkla bakmaya devam ettim.

"Antalya'da üye olduğun kulüpten Ali hocayı tanırım. Bugün yaptığımız hal hatır sorma içerikli bir konuşmada seni sormuş olabilirim. O da bana Kaçkarlar ve Aladağlar tırmanışlarından bahsetmiş olabilir."

Şimdi gerçekten dudağımın kenarında beliren gülümsemeyi zor zaptediyordum. Atlas tam da olmasını umduğum şekilde araştırmıştı beni. Ali abi dağcılık eğitmenimdi, çocukluğumdan beri tanırdı. İstanbul'a geleceğim zaman ona bir gün telefon gelir de beni soran olursa, adımın İpek Öztürk olduğunu tembihlemiştim sıkı sıkı. Herşey ancak bu kadar yolunda gidebilirdi.

"Kaya, taş, tepe. Hepsi aynı." diye mırıldandım biramdan büyük bir yudum alarak.

"610 metre ve üzerindekilere dağ diyoruz malum." dedi. "Toplantıda sorduğumda neden söylemedin?"

Şu şaşkınlığını görme zevkine erişebilmek için demedim. Bunun yerine,

"Aşırı hevesli yeni kız gibi görünmek istemedim." dedim.

"Utangaç birinci sınıfsın öyleyse."

"Bunlar senin tanımlamaların."

"Genelde doğru çıkar benim tanımlamalarım."

"Egonu çeker misin? Atlas'ı göremiyorum."

İlk kez gülümsedi. Öyle bir andı ki ben de tutamadım nihayet dudağımın kenarında beliren bir gülümsenin kırıntısını serbest bıraktım.

"Sen çok farklısın sanki." dedi gözlerini gözlerimden ayırmadan.

Konuyu değiştirme zamanıydı.

"Babanın söyleşisine gelmedin."

"Eğlenceli miydi?"

"Çok. Neden gelmedin?"

Gözlerimin içine usulca dokunan bakışıyla birlikte,

"Özel sebeplerden ötürü." dedi.

"Anladım. Özel sebepler."

"Yarınki kulüp toplantısına geleceğim ama. Bu kadar merak ediyorsan."

Elimi alnıma vurdum.

"Yarındı, değil mi?" Hafifçe kaşları çatılmıştı tepkim karşısında. Yarın öğleden sonra çocuk bakacaktım. "Sanırım geç kalacağım." diye açıkladım.

"Özel sebeplerden ötürü mü?" diye sordu.

"Evet. Özel sebepler." dedim geri adım atmadan.

"Toplantıları bundan sonra her perşembe yapmayı düşünüyoruz."

"Her perşembe geç kalırım öyleyse."

"Kaçta gelebilirsin?"

"Altı buçuğu bulur." Toplantı normalde beş buçukta başlıyordu. Atlas düşünceliydi.

"Yarın için kulüp başkanından sana izin. Geleceğim diye kendini zorlama. Düğümleri filan öğreteceğiz. Senin zaten bildiğin şeyler." dedi.

"Tamam."

"Haftaya bekliyorum ama."

"Peki."

"Görüşürüz o zaman."

"Görüşürüz."

Beni olduğum yerde bırakmış, arkasını dönmüş giderken,

"Birayı kabul ettiğin için teşekkürler." diye seslendi.

"Etmedim aslında." diye söylendim. Duymuş muydu bilinmez. Kalabalığın içinde kızlı erkekli bir grubun arasına doğru yürümüştü çoktan. İlk kez gördüğüm tiplerdi her biri. Ona gözlerinden kalpler çıkarak bakan kıvır kıvır sarı saçlı bir kızın omzuna kolunu atmasını izledim. Kızın hiç tereddüt etmeden başını onun koluna yaslayışını izledim. İçimde bir şeyler kırıldı, döküldü, saçıldı. Özel sebepler diye düşündüm. Herkesin özel sebepleri vardı.

Bir an için çok yakındı. Şöyle şu kadar, parmağımın ucu kadar yakındı. Bir an içinse yüzüme baktırmayan bir kalabalığın içine karışıp gitmişti çoktan.

Elimdeki birayı en yakın çöpün içine atarak salondan çıktım.

Açık hava, oksijen diye çığlık atan ciğerlerime iyi gelir diye düşünmüştüm oysa ki, dakikalardır kampüsün içinde yürümeme ve yüzüm soğuktan kıpkırmızı kesilmesine rağmen ciğerlerimde alev alev bir yangın vardı.

Atlas'ın sevgilisi vardı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top