Köprü

Rekor uzunlukta bir bölüm. Sanırım bugüne kadar yazdığım en uzun bölüm. Okurken yüzlerinizde oluşan ifadeleri görmeyi çok isterdim. 🙊

Şarkı: Billie Eilish - Six Feet Under

"Hoşgeldin oğlum."

Kenan Dorukan, dikkat çekici kuzguni bakışların kapladığı yüzünde apaçık bir gururla övündüğü oğluna sarıldığında bir yumruk misali sıkıldı midem. Az öncesine kadar gülen yüzümde plastik, suni bir ifade yapıştı kaldı. O ikisini bir arada ve gülen yüzlerle görmek her zaman ileriye itelediğim gerçeğimle bir yüzleşme anı gibiydi. Bütün hikaye başa sarmıştı adeta ve ben ciğerlerimi dolduran hava gibi nefreti soluyordum.

Tunç'un onlara bakışındaki çözülmez sandığım ifade birdenbire çözülmüştü sanki. Birdenbire üçüncü gözüm açılmış gibi, herşeyi çok iyi anlar olmuştum. Tunç, Atlas'tan da Kenan'dan olduğu kadar nefret ediyordu ve benim aksime o ikisini çok daha fazla bir arada görmek zorunda kalmıştı. İnsan tiksindiği birine bakarken o tiksinti yanı başındakilere de bulaşmaz mıydı? Biraz daha onlara bakarsam hissettiğim tiksinti bana bile bulaşacaktı.

Atlas, babasıyla tanışmamı zaten istediği için Kenan'ın bugün burada oluşunun benim üzerimdeki etkisini önemsemeyeceği ortadaydı. Hatta belki de bu zoraki karşılaşmadan mutlu bile olacak, üstümüzden attığımızı düşünecekti. İçimde usul usul tutuşan bir öfkenin tüm yakıcılığını hissettim. Kenan denilen insan artığının en son hatırladığım halinden ne kadar zayıf ne kadar yorgun göründüğünü farketmek bile umrumda olmadı. Aylardır oğlunu temizlemeye mecbur kıldığı pisliği biraz olsun kendisini hırpalamışsa ne olmuş? Atlas'ın onunla yakın oluşunu bir türlü hazmedemiyordum. Tam karşımda şu an Kenan'a yönelen nefretimin Atlas'ı da kuşatmasını istemediğim için bakışlarımı onlardan başka yöne çevirdim.

Yiyeceklerin dizildiği masaya doğru yürüyüp kalabalığın görüş açısından uzaklaştım. Birileri şen şakrak şakalar yapıyordu. Bense sanki bulunduğum odada tüm hava emilmiş de nefes alamıyormuş gibi hissediyordum. Masa camın hemen önündeydi. Karaköy'ün tarih kokan eski binalarının kiremit çatılarından birinde eşiyle koklaşan bir çift kumruya görmeyen gözlerle baktım. Tam arkamda, fısıltıya yakın bir kısıklıkta,

"Buradan hemen gitmek ister misin?" diye soran sesle ürperdim.

"Sorma bile." dedim tereddütsüz.

"Hadi gel." diyerek beni önüne kattı. Bunca kalabalığın içinde sanki görünmezmişim gibi hissederek hemen yanına gölgesine sığındım. Diğerleri rahatça oturup laflayabilecekleri büyük dersliğe doğru ilerlerken heyecan dolu cümleleri birbirini eziyordu.

"Fotoğrafları göster fotoğrafları. Paylaşıma yüklemişsin hepsini. Yemin ederim birlikte izleyelim diye açıp bakmadım."

"Ana kamptayken hallettim o işi. Ama sponsorlar için Dia gösterisi hazırlamam lazım. Bana yardım edersiniz."

"Ederiz. Ederiz."

"Durun adam önce bir kendine gelsin ya."

"Anlat neler oldu? Nasıl geçti?"

"Anlatacağım hepsini. İpek nerede?"

"İpek kim?"

Sonuncusu Kenan'ın sesiydi. Onun sesini duyunca hepten gerildim. Atlas çağırır çağırmaz kolunun altında bitmemi bekliyorsa daha çok beklerdi. Bu emrivaki kaldırabileceğimin ötesindeydi. O arkadaşlarıyla gülüşmekle meşgul oladursun, ben Tunç'un eşliğinde seri adımlarla kapıya doğru yürüyordum. Baya kalabalıktı. Kaç kişi toplanmıştı bugün? Gelenlerin hepsi kulüpten simalar değildi. Tanımadığım yüzler vardı.

"Everest'te uzun zamandır bu kadar başarılı geçen bir yıl olmamış."

"Oksijensiz kaç metreye kadar çıktın?"

"Ekibinden biri akciğer ödemi geçirmiş diye duyduk."

"Ya anlatacağım anlatacağım da İpek nerede?"

Bense şu an onun yüzünü görmek istemiyorum. Kapıya ulaştığımda yine de arkamı dönüp bakmaktan kendimi alamadım. Tunç'un açtığı sokak kapısı bile Atlas'a hayran kalabalığın dikkatini çekmemişti. Sözümona beni bulmaya çalışan ama güzel yüzü gördüğü ilgiden dolayı mutlulukla aydınlanan Atlas'ın bile. Ve ben o uğursuz anda, Atlas yerine, Tunç'un omzunun gerisinden kapıya bakan tek kişi olan Kenan Dorukan'la göz göze geldim.

Bakışları genel olarak kılıç gibi keskin bir adamdı. Anlamsız bakarken bile huzur bozabilme etkisine sahipti. Kısa zaman önce okuldaki konferansında bu bakışlara maruz kalmıştım. Elbette o zaman o beni görmemişti. En son gören gözlerle birbirimize baktığımız zamanı çok net olarak hatırlıyordum.


************


Adliye koridorları mutsuz ve kasvetiydi. Hastanelerden rahatsız olan insanlar bir de adliyeleri görmeliydi. Mübaşir annemle Kenan'ı içeri çağırdığından beri kolumdaki saate göre yirmi yedi dakika geçmişti. Fakat hissedilen her dakika bir ömür gibi uzun sürüyordu. Duruşma salonunun dışında, siyah demir trabzanlara dayanmış huzursuz bir şekilde bekliyordum. Merdivenlerden inenleri, çıkanları, konuşmaları dinliyordum.

Nihayet kapı açıldı. Annem, hissettiği öfke ve gurur kırıklığı gözlerinden yaş olmuş akarken dışarı çıktı. Gözlerini sildi, bakışları beni buldu, yanına çağırdı. "Gel yavrum gidiyoruz." Annemin ardından avukatlar çıktı. Annem kendi avukatının elini dahi sıkmadı, vedalaşmadı. Bizi savunması gereken avukatımızın Kenan'ın avukatıyla kurduğu medeni iletişim beni bile rahatsız etmişti. Annemin yanında hızlı adımlarla yürürken ardıma dönüp bakmaktan kendimi alıkoyamamıştım. En son Kenan çıktı. Keyifli bir ifadeyle avukatların elini sıktı. İkisinin birden... ve sonra elini dostane bir tavırla bizim avukatımız olacak adamın omzuna koydu. İçimde soğuk rüzgarlar esti birdenbire bir şeyler kopup gitti. Haksızlığa uğramışlık hissini iliklerime kadar hissettim. Durdum apansız. Arkama dönüp onlara doğru yürümeye başladım. Annem telaşla seslendi,

"İpek! Buraya gel."

Annemi dinlemeden, öfkeden kararmış gözlerle üstlerine yürüdüm. Üçü de bana bakıyorlardı şimdi. Üçü de benden uzundu. Üçü de üç karanlık silüetti karşımda ama benim içimde gittikçe büyüyen karanlık hepsini yutardı. Bir adım kala durdum, katı kararlılık ve nefrete bulanmış bakışlarımı Kenan'ın kuzguni bakışlarına diktim. İşaret parmağımı bir ok gibi hedefine doğrulttum. Onu aslında o an orada öldürdüm. O bilmedi.

"Bedelini ödeyeceksin." dedim. "Çok uzun sürse de bir gün yaptıklarının bedelini ödeyeceksin."

Hiç cevap vermemişti. Gülmemişti. Dalga geçmemişti. Dostlarını değilse de düşmanını iyi bilen bir adamdı. Yüzümü unutmamak üzere hafızasına kazımak istercesine bakmıştı sadece. Tam üç sene önceydi.

Annemin açmaya gücünün yettiği ve kaybettiği son davaydı.


**************


Kenan'ın gözleri gözlerime çok kısa bir an değdi. Tunç hemen boşluğu kapatıp onun beni görmesini engellemişti. Bense hissettiklerimin etkisiyle öylesine rahatsızdım ki sadece buradan derhal uzaklaşmak istiyordum. Arkamı dönüp basamakları inmeye başladığımda,

"İpek." diye seslenen Tunç'a döndüm. Gözlerimin tam içine baktı, içimi okur gibi, öyle derin, içimde yaşattığım karanlığı gören tek insandı. Hissettiklerimin basit bir öfke olmadığını anlayan tek insandı. Görmesine ben izin vermiştim elbette ama yine de herkesin yapamayacağı bir incelikle görüyordu. Ben kendimi unutmuşken bile o gerçek beni tanıyordu, biliyordu. Defalarca kez hatırlamam gerektiğini söylediğinde haklıydı, gösterdikleri göremediğim gerçeğimdi benim. Çok daha iyi anlıyordum artık. Ben bugün Atlas'ı babasıyla birlikte görmüştüm ve içimde bir şeyler bir daha asla eskisi gibi olamayacaktı.

Tunç'un ruhumu okuyan bakışlarından kaçınmadım.

"Herşey yoluna girecek." dedi.

"Biliyorum." dedim. "Atlas'a gittiğimi söylersin."

Kafasını sallayıp kapıyı kapattı. Atlas gittiğimi ne zaman farkederdi bilemiyordum. Şimdilik etrafını kuşatan hayranlıktan keyif aldığı ortadaydı. Bunu ondan alamazdım. Hızlı adımlarla apartmanın merdivenlerini inip sokağa çıktım. Açık havaya ulaştığımda gri bulutlarla kaplı gökyüzüne baktım. Griydi, kasvetliydi, yine de temiz havaydı. Derin bir nefes alıp rahatlamaya çalıştım.

Adımlarım beni sokağın başına ancak ulaştırmıştı ki telefonum çalmaya başladı. Atlas arıyordu.

"Neredesin sen?" diyen sesi sitemliydi.

"Duramadım orada. Duramazdım."

"Neredesin şimdi?"

"Atlas benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var."

"Neredesin İpek?"

"Şu an değil." dedim boğazımdaki düğümü yutmaya çabalayarak. "Bana biraz zaman tanı. Lütfen."

Asırlar gibi süren birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra,

"Tamam." dedi. Ses tonu o çok tanıdık soğuk ifadesizliğe bürünmüştü.

"Oradaki işin bitince ararsın, olur mu?" dedim. İçi içini yiyordu biliyorum, nefret ediyordu şu anki tavrımdan ama bana bu kadarlık alan tanıyacaktı. Daha sonra sormak, gerekirse hesap sormak ve ne istiyorsa almak üzere. Ve ben hep yenilecektim onun karşısında. Bunca zaman, bunca olay derken yaşayarak öğrenmiştik artık birbirimizi.

"Tamam." dedi bir kez daha ve hemen sonra telefonu kapattı.

Körlemesine ilerleyen adımlarla birkaç ara sokak dolaştım. Duvarlara çizilmiş grafittilere baktım. Yeni açılan mekanlarda oturan kendi telaşında bir kalabalık vardı. Benim hayatım yıkılmak üzereydi. Kimse bilmiyordu. Bunca kalabalığın arasında kendimi yapayalnız, ıssız, eski bir sokakta terkedilmiş harabe bir ev gibi hissediyordum. İçimi dökeceğim kimsem kalmamıştı. Gerçekten tam da şu an beni anlayacak tek insanın Tunç oluşuna kahrediyordum. Bu yol nasıl bir yoldu? Yürüdükçe tükenmiştim. Puslu havada eski şehrin kalıntılarını takip ederken adımlarım beni sahile ulaştırdı. Sahil çok daha kalabalıktı. Balıkçı restoranları, hediyelikçiler, turistler, vapurlar vardı ve martılar. Bir de ben vardım. Bir adım ötesini bilemeyen bir İpek... ve artık gözümün gördüğü hiçbir şeye tahammül edemez haldeydim.

Herhangi bir sebeple hissedilen mutluluğa, bir yerden bir yere yetişme telaşı duyan insanlara, restoranlar dolusu yemek yiyenlere, geçimini sağlamak için bir şeyler satmak zorunda olanlara... yaşamaya, kısacası ben artık yaşamaya tahammül edemiyordum. 

Kaç saat geçmişti bilmiyordum. Atlas aradığında içim iyice sıkıldı. Hava daha bir karardı sanki içim kasvetle doldu.

"Neredesin?" diye sordu. Bu hikayenin seni kaybetmek istemediğim yerindeyim, demedim. Gözüme değen fazla kalabalık olmayan bir kahve dükkanının ismini söyledim.

"Geliyorum." deyip kapattı. Ben de içeri girip en dipte duvar kenarı bir masaya oturdum. Boşluğa daldı gözlerim. Ayağa kalksam sanki bir daha yürüyemeyecektim. İçim çekilircesine bir bitkinlik sarmıştı vücudumu. Başım da ise çatlarcasına bir ağrı vardı.

Tüm heybetiyle kafeden içeri girdiğinde beni bulan bakışlarında bencilce bir öfke görmeyi bekliyordum. Fakat öyle olmadı. Tam tersiydi gördüğüm. Sitemliydi belki biraz ama asla öfkeli değildi o bakışlar. Şefkat doluydu. Öylesine görmeyi beklemediğim bir tepkiydi ki afalladım.

Büyük adımlarıyla kolayca yanıma ulaştı.

"Buraya gel." dedi, beni kararlılıkla kollarının arasına aldı ve ben yaprak gibi titremeye başladım. Saniyeler kadar kısa sürede, içimdeki kuyuların ipi çekilmiş gibiydi, bir çeşme misali akan gözyaşlarına boğuldum. Ellerimi yüzümde birleştirdim. Yüzümü ise gövdesine yasladım. Etraftaki muhtemel meraklı birkaç bakışı umursamayarak Atlas'ın kolları arasında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. O ise, sakince ve sabırla sırtımı okşadı. Biraz olsun yatışabildiğimde az önce tek başıma oturduğum duvar kenarındaki geniş koltuğa yan yana oturduk. Hala gözyaşlarımı siliyor, saçlarımı seviyordu.

"Üzme güzelim kendini. Yıpratma böyle. Gözyaşlarına kıyamıyorum." dedi.

Bense artık bu yalanı yaşamaya dayanamıyordum.

Her şeyden habersiz beni sevmesine dayanamıyordum.

Beni kollarının arasına çekip kafamı öpmesinden duyduğum ızdırabı kelimelere dökemiyordum.

"Atlas..." diye cümleye başladım.

"Sana fazla geldiğinin farkındayım." diyerek konuşmamı engelledi. "Babamın orada olacağını ben de bilmiyordum. Gelmemesi lazım normalde...ama işte, özel bir gün bugün diye gelmiş. Bir emrivakinin içine düştün, özür dilerim."

"Atlas." dedim burnumu çekerek. "Sorun babanın bugünkü varlığı değil. Sorun daha derin."

"Böyle düşünme. Ben anlıyorum senin için aile meselesinin yarattığı ağırlığı. Yansıtmamaya çalışıyorsun ama çok hassas senin yüreğin. Güçlüyüm deyip de güçlü kalmaya kendini o kadar zorlamış, o alıştırmışsın ki...canın yanıyor, gizliyorsun, fazla geliyor artık çok belli bu."

"Anlamıyorsun." dedim isyanları kuşanarak. "Anladığını sanıyorsun. Beni tanıdığını da sanıyorsun, tanımıyorsun." Yine gözyaşlarına boğuldum ama bu kez susmayacaktım. "Sana anlatmam gereken şeyler var." dedim.

Burada mı dedi içimde bir ses. Bunca aylardan, bunca olaylardan sonra burada mı? Onun çok hakedilmiş bir zaferini kutladığı şu mutlu gününde mi? İnsanların kahve içip boş sohbetler yaptığı bu kafede mi? Burada mı? Şimdi mi? Burada mı?

Oysa her geçen gün her geçen saniye aleyhime işliyordu ve ben adım adım akıl sağlığımı yitirdiğimi hissedebiliyordum. İçimdeki o korkunç oyukla, git gide derinleşen bir karanlık kuyudan bakıyordum devam eden gerçekliğe. Herkesin günlük telaşlarını yaşaması bile beni öldürüyorsa artık buraya kadardı. Atlas'ın sevincini paylaşamamak kahrediyordu beni. Buraya kadardı. Dayanamıyordum. Dayanamıyordum. Artık dayanamıyordum.

Düşüncelerimi okurmuş gibi gözlerimi okuyan gözbebekleri hızla hareket ederken, elleri yüzümde kalakaldı bir an. Derin nefesler alırken inip kalkan göğsüne odaklandı bakışlarım. Ben de derin derin nefesler almaya çabaladım. Gözlerine bakamadım.

"Gözlerimin içine bak." dedi. Derin nefes. Al. Ver. Al. Ver. Gözlerimi gözlerine kaldırdım. Şimşekler çaktı. Yüzünün masum ifadesi canımı yaktı. Benim tarafımdan incitilmekten ürken ama ne duyacaksa duymaya kararlı bir adamın gözlerine baktım.

"Sana çok yalanlar söyledim." dedim fısıldarcasına. "Gerçekte kim olduğumu hiç söylemedim."

Derin nefes al. Derin nefes ver. Al. Ver. Al. Ver.

Kayalıklar büyüktür. Kayalıklar güçlüdür. Kayalıklar kahverengidir. Kayalıklar gridir. Denize değen yüzeyleri siyah yosunlarla kaplıdır. Derin deniz dalgaları tuzlu gözyaşları gibi güçlü kayalıklara çarpar, çarpar, çarpar. Aşındırır, yüzeylerini keskinleştirir, parçalar koparır, gider gelir, gider gelir. Martılar uçar üstlerinde. Korkunç çığlıklar ata ata bir yükselip bir alçalarak, bu parçalanışın yasını tutarlar.

"Kimsin sen?" diye sordu.

Kimim ben? İpek Öztürk değilim orası kesin. Ne kadar yalancıyım? Ne kadar gerçekçiyim? Bunu ben de bilmiyorum. Birbirine geçiyor düşüncelerim, anılarım, çocukluğum ve bugünüm birbirine geçiyor. Sevgilerim ve nefretlerim birbirine geçiyor. İnsanlar, renkler, sesler birbirine geçiyor.

Beynim artık ağrıdan ikiye ayrılıyormuş gibiydi. Gözlerim yanıyordu. Tüm gücümü veriyor ama bakışlarımı odaklayamıyordum. Atlas dışında her yere bakıyordum. Sanki zemin ayaklarımın altından çekiliyordu. İçimde birlerce ses vardı sanki ve beni bayıltacak kadar artan bir koşuşturmaca sürüyordu. İçimdeki telaş artarken kocaman açtığım gözlerimle ben öylece duruyordum. Ne garipti herşey, hareket eden insanlar, renkler, silüetler...Gözlerim dağılıyor dağılıyor sanki irisleri eriyip akıyordu. Kör olmaktan çok korktum ansızın. Yerimden kalkmaya çalıştım. Benimle beraber ayaklanan Atlas'ın endişeli sesi çok uzaklardan geliyordu.

"İpek iyi misin?"

Elleri yüzümde, yanaklarımda, alnımda dolaşıyordu. Görüyordum şimdi ama pek emin değildim gördüklerimden. Elleri ne kadar soğuktu. Gözleri ne kadar kaygılı bakıyordu. Midem çok ama çok bulanıyordu. Beyin damarlarımdaki kanın sızım sızım sızlayarak çekildiğini hissediyorum. Çekilme tüm vücuduma yayıldı. Yaşam sıvısı, tıpkı savaş meydanını terkeden binlerce asker gibi sıralı düzende çekiliyordu bedenimden. Akreple yelkovan tersine dönüyordu. İnsanlar geri geri yürüyordu. Nehirler kızıl renkte akıyordu.

Bir klima borusundan aşağı süzülen bir damla su pıt dedi yere düştü. Değer değmez geri yükseldi. Bir yerlerde zaman durdu. Bir yerlerde ilerledi. Bembeyaz bir odadaydım, önüm, arkam, sağım, solum, gözümün gördüğü her yer beyazdı. Atlas'la yüz yüzeydik. 

"Babanı tanıyorum ben, baban da beni tanıyor." dedim. Sesim dalga dalga yayıldı odanın içinde.

Gözlerimi açtım.

Bir yerde yatıyordum, götürülüyordum, gökyüzüne bakıyordum Atlas'ı görüyordum. Atlas benim gökyüzümdü. Hayal mi görüyordum? Beni götüren tekerleklerin tıkır tıkır sesini duyabiliyordum. Başka insanlar da vardı. Bir şeyler söylüyorlardı. Ben sadece Atlas'a bakıyordum. Her şey ne kadar karmaşıktı.

Atlas bana "Sakin ol." diyordu. "Yorma kendini. Konuşmaya çalışma."

Hala yatıyor olmama rağmen etrafımdaki elektronik cihazları görebiliyordum. Koluma bağlanan tansiyon aletini. Kapılar kapandı, götürülüyordum. Gözlerim telaşla yeniden Atlas'ı aradı. Atlas hala yanımdaydı. Derin bir nefes aldım.

Konuşmam gerekiyordu. Konuşmak zorundaydım. Fakat bip bip bip sesi dikkatimi dağıtıyordu. Doğrulmaya çalıştım. Birileri omuzlarımdan bastırdı. Atlas beni sakinleştirmeye çalışıyordu.

Gözlerinin içine yalvarırcasına baktım, beni dinle dercesine, beni dinle, beni dinle, beni dinle.

Tek bir sözüm vardı söylenecek ve onu söylemeden karanlığa teslim olmayacaktım.

Dudakları kapandı. Sonunda o da kıpırdamadan sadece gözlerimin içine baktı.

"Babandan nefret ediyorum." dedim.

Ve sonra huzurla gözlerimi kapattım.


****************


Gözlerimi özel oda denilemeyecek kadar küçük, yataktan başka bir şey bulundurmayan bir hastane odasında açtığımda kolumda damar yolu açılmış, serum bağlanmıştı. Gözlerimi kırpıştırdım. Gözlerimin etrafı kurumuştu, çapaklar batıyordu. Ayrıca dudaklarım da kurumuştu. İçim yanıyordu.

"Su." diyebildim sadece. Hemen yanı başımda birinin ayağa kalktığını duydum. Kafamı çevirdim, odanın bana göre ayakucu tarafında kalan kapısına doğru yürüyen uzun boylu silüetiyle Atlas'ı gördüm. Kapıyı açıp koridora çıktı ve benim göremediğim birilerine,

"Hasta uyandı. Su verebilir miyim?" diye sorduğunu duydum. Birileri cevap verdi ama ne cevap verildiğini duyamıyordum. Göremediklerim ve duyamadıklarım sinirimi bozmaya başlıyordu. Atlas hemen yanıma gelsin istiyordum. Yanında hemşireyle beraber geldi.

"Uyandınız!" dedi hemşire mutluluk saçan bir ifadeyle fakat nedense saçılan o mutluluk bana pek ulaşmıyordu. Atlas'a da pek ulaşmıyor gibi görünüyordu çünkü hemşirenin yanında duvar gibi bir suratla dikiliyordu.

Hemşire benden en fazla üç dört yaş büyük, genç bir kızdı. Serumu kontrol ettikten sonra,

"Çok susadıysanız pamukla su damlatabiliriz ağzınızın kuruluğunu alsın diye ama serum bitene kadar su içmeniz doğru değil." dedi.

"Neden?" diye sordum. Sağlık sektöründe çalışan bir çok insan gibi bana yeterli gelmeyen bir cevap verdi;

"Bir sürü ilaç aldınız, bir şey yiyip içmeniz doğru değil."

Neden bir sürü ilaç almıştım, ne kadar zamandır uyuyordum ve bana bir sürü ilaç verirken acaba bana sormuşlar mıydı? Bir bardak su bile içemiyor oluşum çok saçmaydı. Kız, geri kalan tahliller için doktorun uğrayacağını söyleyerek odadan ayrıldı.

"Geri kalan tahliller mi?" diye sordum Atlas'a. Yatağın ayakucunda mesafeli bir tavırla dikiliyordu.

"Sanırım çoğu bitti azı kaldı." dedi bir tespitte bulunur gibi. Dikkatli bakınca çok yorgun göründüğünü farkettim. Yüzü süzülmüş, gözleri küçülmüştü. En son hatırladığımda gündüzdü. Odada hiç cam olmadığı için gecede miyiz yoksa hala gündüz mü anlayamıyordum.

"Kaç saattir buradayız?" diye sordum alacağım cevaptan korkarak. Komaya giren insanların aylarca hatta yıllarca uyuduğu oluyordu. Ben tabi komaya girsem bu kadar sakin bir uyanma tepkisi beklemezdim. Biraz daha heyecanlı ve coşkulu olurdu hiç değilse, değil mi? Düpedüz saçmalıyordum. Komaya filan girmemiştim.

"Birkaç saat oldu." cevabıyla rahatladım. Sırada asıl soru vardı.

"Neler oldu?"

Atlas gözlerini ovuşturup ellerini ağrıyormuşçasına kafatasından geçirdikten sonra, aynı ellerini ayakucumdaki düz yatak desteğine yasladı. Keyifsiz bir ifadeyle,

"Kafede konuşuyorduk sonra sen fenalaştın." dedi.

Konuşuyorduk...ne konuşuyorduk...herşeyi ne çabuk unutuyordum.

"Nasıl fenalaştım? Buraya geldiğimize göre bayıldım herhalde." diye sordum. Çünkü kafede Atlas'ın kollarında ağladığım dışında pek birşey hatırlamıyordum. Neden ağladığımı dahi hatırlamıyordum.

Gözlerimin içine derin derin baktı. Ne çok şeyler söyledi o uzun bakışta. İçimi ürperten bir soğukluğu vardı fakat nedendi, anlayamıyordum. Dudaklarının kenarını kemiriyordu tereddütle. Bende tedirgindim bu tavrı yüzünden. Epey süre öylece baktıktan sonra,

"Ben sana bir soru sordum. Sen o sırada fenalaştın." dedi. Ellerini dayandığı yerden çekti. Bir elini beline dayadı, bir elini yüzüne kapattı. Benden başka tarafa dönerek düpedüz duvara baktı. Düşünüyor gibiydi.

"Atlas." diye seslendim. Dalgın bakışları yeniden bana döndü. Sorumun cevabını vermediğini o da farketmişti.

"Kafeye girdiğimden beri iyi değildin zaten de...birdenbire yüzünün rengi çekildi. Bir tür kriz geçiriyor gibiydin. Bilincin gitti, yüzün kireç gibi oldu, gözlerin açık boşluğa bakıyordun. Seni tutmaya çalıştığımda kollarımın arasına yığıldın." Derin bir nefes aldı. "Dakikalarca ayılmadın. Ben ambulansı ararken etrafta toplananlar arasında bir doktor vardı. İlk anda senden nabız alamadığını söyledi. Sonra birden ayıldın ve acayip bir hızla kusmaya başladın. O zaman beyin kanaması geçiriyor olabileceğini söyledi. Offf..." Sıkıntılı bir nefes koyvererek tekrar yatağın ayakucuna geldi. "Aklım başımdan gitti, öyle korktum ki..." diye söylendi.

"Ama geçirmiyormuşum?" dedim. Kafasını iki yana salladı.

"Daha önce buna benzer bir şey yaşadın mı?" diye sordu.

"Hayır." dedim. "Neyim varmış?"

"Herşeye bakıyorlar işte. Beyin tomografisi çekildi sen baygınken, ekg, kan tahlilleri. Bir atak geçirdiğin kesin ama neye dayalı o anlaşılamadı henüz."

"Seni korkuttuğum için üzgünüm." dedim. Avuç içlerini yeniden gözlerine bastırdı.

"Sen iyi ol." dedi.

"Çok yorgun görünüyorsun."

"Fiziksel değil." dedi mırıldanırcasına. Hala dudaklarını kemirirken gözlerini benden kaçırdı.

"Ne konuştuğumuzu hatırlayamıyorum." dedim. Onu yoran bensem bunu ne söyleyerek yaptığımı bilmiyordum. Ama her ne sorduysa onun bendeki krizi tetiklemiş olması mümkündü, bu yüzden onun bir şeyler söylemesi şu an daha faydalı olurdu.

Fakat uzayan bakışmaya bakılırsa herhangi bir şey söylemeye gönüllü değildi.

"En son kulüpten çıktığımı hatırlıyorum." dedim onu teşvik etmeye çalışarak. "Sahilde dolaştım biraz sonra senin gelmeni beklerken bir kafeye geçip oturdum. Sonrası çok muallak. Bölük pörçük bazı şeyler hatırlıyorum sadece."

"Bana söylediğin herhangi bir şeyi hatırlıyor musun?"

Babandan nefret ediyorum.

Aklımda bir tek bu cümle yankılanıyordu, bunu demiş miydim sahiden? Kulağımın dibinde yankılanan bip bip bip sesiyse eşleşiyordu bu anı.

"Ambulanstayken yanımdaydın, değil mi?" diye sordum. Kederli bir ifadeyle gözlerini kapadı, açtı.

"Evet." dedi.

"O esnada konuştum mu hiç?" diye sordum. Yanağını şişirip indiren sıkıntılı bir nefesi koyverdi.

"Ben bir kahve alacağım kendime. Sen dinlen." dedi konuşmanın sonunun geldiğini belirtircesine. Odadan çıkmak üzere kapıya doğru döndüğünde kanımı donduran bir sakinlikle ekledi. "Bu konuyu nasılsa daha sonra konuşacağız."


*********************


Acilde geçirdiğim ilk gecenin ardından dahiliyeye sevk edildim ve hastanenin dördüncü katında bana verdikleri odada tahlillerim sürer ve değerlerim izlenir halde iki gün daha geçirdim. Atlas sakinleştirici etkisiyle yarı uyur yarı uyanık halde olduğum ilk gecenin ardından gün ağarınca beni ziyaretime gelen Buket'e emanet ederek eve gitti. Neden gittiğini bilmiyordum, ne zaman döneceğini de. Gün boyu iki kez beni telefonla aradı. Soğuk tavrı telefondan taşıyor hala etki gücü yüksek bir şekilde beni ürpertiyordu. Yapılan kontrollere dair basitçe bilgi alıp telefonu kapatıyordu.

Gün içinde sırayla Buket ve ablası daha sonra da Sedef ziyaretime geldi. Sedef gece yanımda kalmak konusunda o kadar ısrar etti ki, benim tüm reddedişime karşılık Atlas'ı aradı ve benim yerime onu ikna etti. Atlas'ın canına minnet gibiydi adeta. Neredeyse benimle konuşmadan telefonu kapatmak üzereydi ki Sedef'in elinden çekip alarak zorlukla yetiştim.

"Atlas." dedim. "Sen gelmiyor musun?"

"Biraz işlerim var." dedi.

"Ama hiç uğramadın bile bugün." Cümlenin sonuna doğru kırılan sesim çatallaşmıştı. 

"Sen dinlenmene bak." dedi. "Aklını başına topla."

"Neyle yargılıyorsun beni?" diye sitem ettim.

"Bir şeyle yargılamıyorum. İyileş bir an önce. Hatırla olan biteni. Konuşuruz."

"Neyi konuşacağız?" Sesim istemsizce yükseliyordu.

"Neyi konuşacağımızı anladığında zaten iyileşmiş olacaksın." dedi soğuk tavrını hiç bozmadan. "Fırsat bulunca uğramaya çalışırım. İyi geceler."

Ve sonra kapattı. Gecenin sessizliğinde, Sedef bütün konuştuklarımızı duymuştu.

Çıt çıkmaz halde birbirimize baktık bir süre.

"Bir şekilde yoluna girer." dedi sonunda. "Öyle ya da böyle."

"Neyin yolundan çıktığını dahi bilmiyorum ki ben!"

"Ağır bir kriz atlatmışsın. Her neyse bu senden kıymetli değil. Belki de saçma bir kavga ediyordunuz. Vakti gelince konuşursunuz." İçim çekiliyordu hala. Uyudukça uyuyacak bir haldeydim. "Annene haber vermemiş Atlas. Benim haber vermemi ister misin?"

"Hayır, telaşlanır şimdi. Gerek yok. Önemli bir şey yok." dedim.

"Sen bilirsin." dedi. Gözlerim kapanıyordu.

"Çok uykum var." diye sayıkladım.

"Uyu tatlışım." dedi Sedef ellerini saçlarımda gezdirerek. İtirazsızca gözlerimi kapadım.


Gözlerimi açtığımda, uyumadan önce Sedef'in oturduğu koltukta Tunç'u görerek irkildim.

"Burada ne arıyorsun?" diye sordum. O da bana,

"Nasıl oldun?" diye sordu.

"İyiyim ama çok kötü hissediyorum." dedim. Şefkatli bakışları bir anlık değip yok olmuştu yine. Gözlerini yere eğip, önünde birleştirdiği ellerinin tırnaklarıyla oynarken bana bir an olsun bakmadan konuştu;

"İki üç dakika boyunca bilinçsiz kalman ve bir yerden bir yere taşınırken bile ayılmaman düşündürücü. Basit bayılmalarda ayılırmış insan çünkü. Aile dostumuz var, beyin cerrahı, o da sorduğumda beyinde pıhtı atmış olabilir, klinik ortamda incelemek lazım, dedi. Ciddi bir şey çıkmamasına seviniyorum."

"Ben de." dedim imalı bir ses tonuyla. "Ben ölsem plan yatardı."

Bakışlarını eğdiği yerden doğrultup beklenmedik şekilde gözlerime sabitledi.

"Herşey plana dahil değil." dedi.

"Ne demek şimdi bu?"

"Atlas'a bir şey söylemişsin." dedi bilinçli bir şekilde konuyu değiştirerek. "Ne söylediğini hatırlaman gerekiyor."

"Atlas mı söyledi bunu sana?"

"Atlas şu an, spor dergi ve gazetelerine röportaj verip zafer turları atmakla meşgul. İki gün sonra ana sponsorunun düzenlediği büyük bir konferansın sunumuna hazırlanıyor. Hayır Atlas söylemedi. Akşamüzeri siz Atlas'la konuşurken Sedef duymuş, ben Sedef'in anlattıklarını yorumladım."

"Her zamanki gibi kaynaklarını sonuna kadar kullanıyorsun." dedim. Bu söylediğimle ilgilenmedi.

"Atlas'a ne söylediğini hatırlaman gerek." dedi. "Buradan çıktığında sana o soracak. Şimdi hatırlaman senin yararına olur."

"Senin de yararına olur. Yani aslında herşey plana dahil." diye hatırlattım. Bence lafı yerine oturtmuştum ama öyle olduğu diğer zamanlardaki gibi hakkımı vererek gülümsemedi.

"Kenan senden şüphelendi." dedi. "O gün kulüpten çıktığını gördü, bana senin kim olduğunu sordu."

Kenan dediği anda kalbim bir gümbürdedi.

"Üzme güzelim kendini. Yıpratma böyle. Gözyaşlarına kıyamıyorum."

"Anlamıyorsun. Anladığını sanıyorsun. Beni tanıdığını da sanıyorsun, tanımıyorsun."

"İpek iyi misin?"

"Babandan nefret ediyorum."

Ellerimi yüzüme kapadım.

"Ne hatırladın?" diye sordu. Kafamı iki yana salladım. "İpek bana anlatırsan sana yardımcı olabilirim."

"Söylenecek bir şey yok." diye sayıkladım. "Atlas'a bir şeyler söylediğimi biliyorum evet ama ne söylediğimi hatırlayamıyorum." Hatırladığımı Tunç'a anlatmak istemiyordum. Bütün herşey yerli yerine oturana kadar olmazdı. Tunç yüzüme sıkıntıyla bakarken birdenbire kapının girişinde upuzun bir gölge belirdi. Ardından Atlas'ı görerek şaşkınlığa düştüm.

"Gelmeni beklemiyordum." dedim. Atlas'ın bakışları benim üzerimde fazla oyalanmayıp Tunç'a takıldı ve ona gayet kaba bir tavırla,

"Sen burada ne arıyorsun?" diye sordu. Tunç cevap vermek üzere ağzını açtığı anda Sedef de odaya girdi.

"Beni görmeye geldi." dedi. "İpek uyuyordu geldiğinde. Ben de o gelince İpek'i Tunç'a emanet edip, iki dakikalığına sigara içmeye indim aşağıya."

Atlas kabalığını Sedef'e karşı sürdürmedi.

"Teşekkürler bu saate kadar kaldığın için. Benim işlerim bitti. Daha fazla kalmana gerek yok."

"Olur mu hiç? Bu gece ben kalacağım diye anlaşmıştık."

"Geldim ben Sedef. Sen git uyu. Müsait olursan yarın gündüz yine gelirsin. Belki de çıkarız yarın onu da bilmiyorum ya. Haberleşiriz duruma göre."

"Doktor uğradı bir saat önce. Yarın bir iki değere daha bakacakmış. Bir sorun olmazsa öğleden sonra gibi çıkarsınız." dedi.

"Bu güzel haber." dedi Atlas. Oysa benim mideme kramplar giriyordu.

Tunç tamamen sessizdi bu esnada. Hakkımda konuşulanlara karşı kayıtsız kalmak istemedim.

"Yanımda kimsenin kalmasına gerek yok. Hemşireler çok güzel ilgileniyorlar zaten ben de iyiyim. Herkes evine gitsin. Sabah gelirseniz gelirsiniz." dedim. Beni kaale bile almadılar.

"Hadi Tunç sen Sedef'i de al, gidin." Tunç itirazsız ayağa kalktı. Onun kalktığı refakatçi koltuğuna Atlas otururken, Sedef ve Tunç iyi geceler dileyip çıktılar. İçeride ikimizin kaldığı anlar aramızdaki  gerginlik sanki gözle görülür bir hal alıyordu. Sırf bu yüzden bile Atlas'ın kalmasını istememiştim. Bir süre sonra oturduğu yerde öne doğru eğilerek,

"Nasılsın?" diye sordu.

"İyiyim." dedim incecik bir kesik gibi sızlayan soğukluğundan ürkerek.

"Hafızan nasıl?"

"Bunu sorup duruyorsun ama ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum."

"Henüz bir şey sormadım bu konuda sana." dedi sakin sakin. Devamı vardı sanki cümlenin ama getirmedi. Orada bıraktı. Bunun yerine ben ona,

"Günün nasıl geçti?" diye sordum.

"Kulüpteydim hep. Sunum hazırlıyordum. Dergiden geldiler. Bir de gazeteden. Röportaj yaptık öyle kısa. Yarın da bir şeyler vardı erteledim. Senin durumuna göre bakacağız artık."

"Sunumu yetiştirebildin mi?"

"Yok bitmedi daha. Artun bir şeyler yapıyor şimdi benim yerime."

"Yarın benimle kalmana gerek yok. İyiyim ya zaten. Hastaneden kendim çıkarım. Sen işlerini hallet."

"Niye?" dedi. "Sen benim karım değil misin?" Yüreğime bir ağırlık oturdu bunu söyleyişiyle. Zaten kendisi de büyük sevgi bağıyla söylememişti o an, hafif bir kinaye vardı sesinin tonunda. Elini çenesine dayamış, inceleyen bakışlarını yüzüme dikmişti. Kalbim duruyordu bakışlarının etkisiyle. Gördüklerinden hoşlanmayacağını bildiğimden gözlerimi kapattım.

"Öyleyim." dedim.

"İpek." diye seslendi gözlerimi açmamı istercesine. "Yeni uyumuşsun. Şu an uyumak istemediğini biliyorum."

"Çok yorgun hissediyorum."

"Ben de, inan." dedi. "İki gün önce bana bir şeyler söyledin. O günden beri ben kendime gelemiyorum."

İçim üzüntüyle titrerken gözlerimi açtım. Beni böyle bilmesini istemiyordum. Artık herşeye ağlıyordum. Şu an ağlamak istemiyordum.

"Pek bir şey hatırlamıyorum." dedim ve kesinlikle söz üstüne de söz eklemiyordum.

"Ambulansta yanında olup olmadığımı sordun."

"O kısımla ilgili bir şeyler hatırlar gibiyim."

"Bilincinin en yerinde olmadığı anlar ambulansta olduğumuz anlardı. Ambulansı hatırlıyorsun da geri kalanını hatırlamıyor musun gerçekten?"

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyordum.

"Buraya gelmeden önce bugün seninle görüşen psikiyatristle konuştum." dedi. "Fizyolojik bir rahatsızlığın yok. Ama beyin çok güçlü bir uyuştucudur, diyor." Yaptığımız konuşmanın stresinden o da baş parmağının kenarını kemiriyordu farketmeksizin. Kanamaya başlamıştı. "Konuştuklarımızı hatırlamıyorsan eğer hatırlamak istemediğin içinmiş. Ne söylediğini ben biliyorum. Hatırladığını ama aynı zamanda korktuğunu ve kaçmaya çalıştığını düşünüyorum. Bunu geriye alamayız. Sana açıkça söylemek istedim. Benden korkmana gerek yok. Kendimi en kötüsüne hazırladım ben. Sadece dürüst olmana ihtiyacım var."

"En kötüsü ne ki?" diye sordum gözümün kenarından bir damla yaş süzülürken. Hani neredeyse Atlas da ağladı ağlayacak gibi görünüyordu. Burun deliklerini küçültüp genişleten bir nefes alıp verdi. Gözleri puslanmıştı. Kafasını hafifçe yana eğdi. Öylesine güzeldi ki, bu bakışıyla içimi eritiyordu. Allah belamı versindi ki onu kaybetmek istemiyordum.

Cevap vermeyecekti, bu yüzden,

"Hatırlamıyorum." dedim ısrarla. Dudaklarını birbirine bastırdı. Baktı baktı baktı.

"Kafanı toplaman için sana iki gün veriyorum." dedi. "Ben de kendimde değilim şu lanet sunumu yapıp bitireceğim. Çünkü buna mecburum. Sana bu kadar süre. Sonra bana seninle ilgili bilmediğim herşeyi anlatacaksın İpek. Eğer kendiliğinden anlatmazsan, bu iş çok daha çirkin bir hal alacak."

Sessiz yaşlar akıp giderken elimi ona doğru uzattım. Güzel yüzü çok yakındı sadece dokunmak istemiştim. Hani belki, bir daha olmaz diye... Elim yanağını kavradığında bir an için dokunuşumu karşılamak istercesine kafasını yana eğdi. Normalde böyle bir anda elimi eline alır öperdi. Fakat bu kez elim yanağında kısacık kaldı, yüzünü geriye çekti. Elimi kararlılıkla kendisinden uzaklaştırıp yatağın üstüne bıraktı. Sonra yerinden kalktı.

"Ben biraz hava alacağım." dedi ve beklemeden dışarı çıktı.

Gece boyunca bir daha konuşmadık. Birkaç saat aralıklarla hemşire geldi kan aldı. Kollarım artık delik deşik olmuştu iğne izlerinden. Bir uyudum bir uyandım ama asla dinlenemedim. Atlas da yatağa dönüştürülen ama sığamadığı koltuğun üzerinde bir uyur bir uyanık haldeydi. İkimiz de düşünceler içerisinde sabahı zor ettik.

Yeni gün güneşliydi. Daha erken saatlerde Atlas'ın telefonu çalmaya başlamıştı. Koridora çıkıp konuşmalarını yaptıktan sonra bilgisayarını çıkarıp bir süre benim bilmediğim ve sormadığım konularda çalıştı.

Öğlene doğru son kez uğrayan dahiliye doktoru tüm tahlillerimin temiz çıktığını söyledi. Önceki gün görüştüğüm psikiyatristle yaptıkları fikir alışverişi sonrası bana antidepresan ilaç yazmaya karar vermişlerdi. Sinir, stres diyorlardı. Doktorların içinden çıkamadıkları her rahatsızlıkta sonuç olarak bu teşhisi koyduklarını düşünürdüm. Ama bu kez haklılardı. Atlas sorduğunda, ona daha önce böyle bir şey yaşamadığımı söylemiştim ve bu doğru değildi. Babamı kaybettikten sonra çeşitli zamanlarda çeşitli sebeplerle sinir krizleri geçirdiğim olmuştu. Panik atak rahatsızlığı da büyüme evrelerimde benimle birlikteydi. Bunları Atlas'a tekrarlamak istememiştim sadece ama önceki gün görüştüğüm psikiyatriste anlatmıştım.

Bundan sonra Atlas'a anlatmam gereken çok daha önemli şeyler vardı ve aklımı sadece bunlar dolduruyordu. Hastaneden taburcu oldum, Atlas beni motosiklete bindirmek istemediği için hastaneye motorla gelmemişti. Eve taksiyle gittik.

Kapıdan içeri girdiğimde hissettiğim rahatlama vicdan azabımla çelişiyordu. Burayı daha ilk adım attığımdan beri sevmiştim, kısa zamanda evim olarak benimsemiştim. Hastanenin soğuk atmosferinin ruh halimizle örtüşen bir yanı vardı ama ev farklıydı. Ev sıcaklıktı. Sırt çantamı salona bırakıp montumu portmantoya astım. Atlas girişte dikilmiş beni izliyordu.

"Sen gelmiyor musun?" dedim.

"Gidiyorum ben." dedi.

"Tamam."

"Bir şeye ihtiyacın olursa ararsın."

"Tamam."

Kısa diyaloğumuz bununla sınırlıydı. Kapıyı çekip çıktı. Onun ardından ben de midemde oluşan ve ne yapsam dolmayacağını bildiğim boşlukla gayriihtiyari mutfağa gittim. Aç değildim, susamıştım sadece. Peş peşe birkaç bardak su içtim. Hastanede su içemezsiniz dedikleri ilk geceden beri defalarca kez su içmeme rağmen, şu ana kadar susuzluğum geçmemişti. Gerçekten evde olmak başka bir histi.

Uzun bir duş aldıktan sonra en rahat pijamalarımı giyinip televizyonun karşısına geçtim. Sanki ağrı dolu bir regl geçirmiştim de iyileşmiştim. Oysa iyileşmemiştim. Çığ kapıda bekliyordu. Gün bir şekilde tembellikle geçti. Arayanlarla telefonda konuştum. Atlas hiç aramadı. Akşam olduğunda ben onu aramaya karar verdim. Çaldı, çaldı, çaldı, açmadı. Kısa süre sonra mesajı geldi,

"Bu gece gelmeyeceğim. Beni bekleme."

Hemen ardından cevap yazdım.

"Ne zaman geleceksin?"

"Yarın akşam gelirim. Ararım gelmeden."

Kalktım bunun üzerine doktorun verdiği ilaçları bıraktığım yerden aldım. İçlerinden birini çocukluğumdan tanıyordum, etkilerini biliyordum. Eski bir dosta kavuşmak gibiydi tıpkı. Bir tane yerine iki tane içtim. Televizyonda sezonun popüler dizilerinden birinin sezon finali yayınlanıyordu. Hiç izlememiştim ama o kadar çok konuşuluyordu ki izlemediğim halde konusuna hakimdim. Bir yandan sınıfın WhatsApp grubunda finallerle ilgili hararetli konuşmalar dönüyordu. Diziyi izlemeyenler izleyenlere vicdan yaptırıyorlardı. Günlerden ne olduğunu bile bilmiyordum. En son bıraktığımda sınavların başlamasına birkaç gün kalmıştı. Telefonun takvimine girdim, perşembeydi. Yarın cumaydı. İlk final pazartesi günüydü. Atlas'la yarın akşam konuşacaktık dolayısıyla pazartesiyi görüp göremeyeceğim muammaydı.

Televizyon ekranına boş boş bakarken sızmışım.

On dört saati bulan maraton uykumdan çalan telefonumun sesiyle uyandığımda duvardaki saat sabah onu gösteriyordu. Hala salon koltuğundaydım. Üşümeme rağmen üstümü bile örtememiştim. Nasıl uyuyakaldıysam öyle kalkmıştım. Ağzım yüzüm birbirine karışmıştı. Telefonumsa hala yanıtlamam gerektiğini belirtircesine ısrarla çalmaya devam ediyordu. Uzanıp ekrana baktım. Sedef.

"Efendim?" diyerek açtım.

"Sana da günaydın. Mesajlarıma dönmüyorsun sonunda merak edip aramaya karar verdim." dedi.

"İyiyim. İyiyim. Galiba."

"Nerdesin?"

"Evdeyim."

"Atlas seninle mi?"

"Değil. Gece gelmedi."

"Sunumu var bugün."

"Haberim var."

"Herkes gidiyor." dedi Sedef. Durakladı. "Sen de orada olmak istersin diye düşündüm."

"Bu da Tunç'un fikri mi?" diye sordum. O görmese de kaşlarımı çatıyordum.

"Hayır...bu kez değil." dedi. Kendi kendine güldüğünü duydum. Ama keyifli bir gülüş değildi bu. Daha çok sinirden güler gibiydi. "Bu iş canımı yakıyor İpek." dedi bir itirafı dile getirircesine. "Tunç'un gerçekte kim olduğunu öğreneli benim için de uzun zaman olmadı. Ama benimle ilgili bir durum değil ve onu seviyorum bu yüzden öğrenmek sadece ona olan bağımı arttırdı. Yani, ona ve inandığı davaya ben de inanıyorum. Tunç masum biri değil ama Atlas da değil, bunu sen de biliyorsun. Kim daha haklı bunu düşünmek bana düşmüyor. Bu işin sonunda kim istediğini elde eder onu da bilmiyorum. Ben sadece sana üzülüyorum. Atlas'ı sevmene rağmen koşullar gereği Tunç'la birlik olmak zorunda kaldın. Kalbin başka bir şey söylüyor mantığın başka. Çok zor bir durum bu. Senin yerinde olmak istemezdim kesinlikle çünkü tercih yapamazdım." dedi, durakladı. Ben bir şey söylemeyince devam etti. "Gerçekler ortaya çıktığında Atlas'la bir geleceğin olamayacağını biliyor olmalısın. Sana bunu Tunç söylemeyecek çünkü umudunu yitirirsen ona bir faydan olmayacağını biliyor. Ben buna tahammül edemiyorum. Kendimi senin yerine koydukça huzursuz oluyorum. Seni düşünüp duruyorum. Birçok olumsuzluk yaşadık yine de arkadaşın olarak kabul et beni. Söylediklerimi kötücül algılama, kendini olacaklara hazırlaman gerek İpek. Daha şüpheliyken bile senden soğuyan bir adam Tunç'la birlik olup arkasından iş çevirdiğini öğrendiğinde senin yanında kalmaz."

Yutkundum. Sözleri çelikten sert, kılıçtan keskin ve sonuna kadar doğruydu. Zaten bildiğim gerçekleri açıkça dile getiren ilk kişi olmuştu sadece.

"İpek orada mısın?" diye sordu hala benden ses gelmeyince.

"Buradayım." diyebildim bir şekilde.

"Yine de Atlas'ın hayatının en önemli olayına eşlik eden insan olarak, onun eşi olarak, bugün bütün arkadaşlarının onun yanında yer alacağı etkinlikte senin de olman gerektiğini düşünüyorum. Çünkü içine düştüğün bu duruma rağmen çok gerçeksin sen. Senin ona olan sevgin gerçek."

"Teşekkür ederim Sedef." dedim. "Ben seni her zaman arkadaşım olarak kabul ettim."

Derin derin iç çekti.

"Sunum saat üçte, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda gerçekleşecek." dedi.

"Tamam. Teşekkürler herşey için."

"Teşekkürleri özürleri çok sevmem ben bilirsin." dedi dostane bir tavırla. "Orada görüşürüz."

"Görüşürüz."


****************


Alt üst iki parçadan oluşan siyah kumaş bir pantolon ve kolsuz bluz giymiştim. Pantolonun paçaları biraz bol kesimliydi, flare pantolon denilen türdü. İleride iş görüşmelerine gidersem diye annemle aldığımız bir takımdı. Ne ilerisi vardı benim için ne de iş görüşmeleri yapacağımı düşünemiyordum. Bugünkü resmi organizasyon için giyilebilecek en uygun kıyafetimi seçmiştim sadece. Saçlarımı tepeden at kuyruğu toplamış, berbat görüntümü kamufle edebilmek için biraz makyaj bile yapmıştım. Siyah kısa bir ceket aldım omuzlarıma, kapalı burunlu topuklu ayakkabılarımı giydim. Elime de ufak bir portföy çantası alıp çıktım.

Yine güneşli bir gündü. Bahar serinliği yavaş yavaş yerini yaz sıcağına bırakmaya başlıyordu. Evin önünden taksiye bindim. Klasik cuma trafiğine ek olarak, gideceğim lokasyon boyunca yollar dar olduğu için ekstra yoğun bir trafik vardı. Erken çıkmama rağmen tam saatinde zor ulaştım. Kendimi taksiden atar topar atıp kalabalık girişteki güvenlikleri aştım. Dışarıya kapalı bir etkinlikti ama salona girmemde Atlas Dorukan'ın eşi olduğunu beyan etmem yeterli olmuştu. Tam o esnada oradan geçen, elinde telsiziyle yetkili görünümlü genç ve oldukça şık bir kadın konuşmalarımıza şahit olmuştu.

"Eşiyim mi dediniz? İpek hanım, hoşgeldiniz. Buyurun tabi. Neredeyse başlamak üzereyiz ben sizi hızlıca yerinize ulaştırayım."

Daha kim olduğunu bile anlayamadığım genç kadının eşliğinde devasa toplantı salonuna girdiğim an nefesimi tuttum. Çok büyüktü. Bugüne kadar gördüğüm en büyük toplantı salonu olabilirdi ve tamamen doluydu. Takım elbiseli insanların yanından, gergin adımlarla geçerek yukarıdan aşağıya inmeye başladık. Önümdeki kadın neredeyse koşar adım iniyordu basamakları, ayağımdaki topuklulara rağmen bana da elimden geldiğimce ona eşlik etmek düştü. Yerinize ulaştırayım demesini ayrıca yadırgamıştım böyle bir yerde benim yerim mi vardı? Muhtemelen kibarlık gösterip uygun bir yere oturtacağını söylemek istemişti.

Yakınımdan bir yerlerden şştt pşşt sesleri geliyordu, duymamaya çalışsam da sonunda merakıma yenildim ve sesin geldiği sol tarafa dönmemle duvar kenarı koltukları tamamen kaplayan Atlas'ın arkadaş grubunu gördüm. "Kız sen nerelerdesin?" diyerek seslenen Artun'du. Selcen ayıp olacak diyerek onu susturmaya çalışıyordu. Sedef'le Tunç'un yan yana oturuyorlardı. Sedef bana gülümseyerek bakıyordu, Tunç ise bacak bacak üstüne atmış rahat bir şekilde otururken bana ifadesiz poker suratıyla bakıyordu. Sanırım sadece ben onun bu ifadesine bakarak beni burada görmekten memnun olmadığını söyleyebilirdim. Onlara çabucak el sallayıp, bana sabırsız bir bakış atan kadını takip ettim.

Sahnenin önündeki ilk sıraya kadar indik ve orada boş şekilde, adeta beni bekleyen koltuğu görünce çok şaşırdım. O koltuk haricinde ilk sıra tamamen doluydu. Diğer konukları rahatsız etmeme telaşıyla beni getiren kadına çabucak teşekkür ettim, kadın beni getirdiği gibi hızla gözden kayboldu ardından ben üzerinde resmen benim adım yazılı olduğu koltuğa oturdum. O ana kadar ışıl ışıl olan salon, tam da o anda loş şekilde karartıldı ve ekranda ilgili firmanın o yılki meşhur reklamları dönmeye başladı. Atlas'ın oynadığı reklamlar! Alelacele yerime yerleştim ve. ben de diğerleri gibi gözümü ekrana diktim.

Yanı başımda oturan bir adam,

"Neyse ki yetiştiniz." dediğinde dönüp baktım, oldukça yaşlı, tonton biriydi. Kaşları ve saçları bembeyazdı ve bana bakan yüzünde sevimli, babacan bir ifade vardı.

"Evet, neyse ki." dedim derin bir nefes alarak.

"Davetlere vaktinde icabet etmek önemlidir. Daveti veren kişiye duyulan saygıyı gösterir." dedi aynı tonton tarzıyla. Cebindeki düzgün katlanmış mendile kadar özenli, titiz bir görünüşü vardı.

"Ben davet edilmedim aslında." dedim fısıltıyla. Bana oranla o fısıldamıyordu ama ses tonu yüksek de değildi.

"Az önce üzerinde adınızın yazılı olduğu bir koltuğa oturdunuz, yanılıyor muyum?" diye sordu.

"Doğru." dedim.

"Öyleyse davet edilmişsiniz."

Ne diyebilirdim ki haklıydı. Bunun Tunç'un işi olduğu çok ortadaydı. Tunç'un yönettiği Sedef'e bir kez daha kanıp buraya gelmekle hata edip etmediğimi nasılsa yakında anlardım. Dev ekranda klipler yayınlanmaya devam ediyordu. Telefonum gelen mesajla titreyince, yanımdaki bey amcanın kınayacağına çok emin olsam da bakmak istedim. Tunç'tandı.

"Herşeyi sen başlattın. Bu benim planım değil." yazmıştı. Hiçbir şey anlayamayarak kaşlarımı çattım.

"Ne diyorsun? Beni buraya sen çağırdın." yazdım.

"Seni ben çağırmadım." yazdı. "Olacakları birlikte göreceğiz." yazdı. "Bundan sonrası benden çıktı." yazdı. Okuduklarıma inanamıyordum. 

"Sen ne diyorsun ya? Oturduğum koltuğun üstünde adım yazıyor Tunç!" yazdım. Cevap kısaydı.

"Yani?"

"İpek Dorukan yazıyor! Benim İpek Dorukan olduğumu kaç kişi biliyor?"

Oturduğum açıdan Tunç'u göremiyordum ama her ne olduysa duraklamıştı çünkü cevap yazmıyordu. Neredeyse kırılmak pahasına boynumu çevirip ona bakmak istiyordum. Bu esnada klip gösterimi bitmişti. Az önce beni yerime oturtan eli telsizli, bakımlı genç kadının sahneye çıktığını görünce iyice şaşırdım. WhatsApp ekranında Tunç'un adının altında yeniden yazıyor... ibaresi belirmişti.

"Sevgili müdürlerim, çalışma arkadaşlarım ve değerli konuklarımız, şirketimizin başarıdan başarıya koştuğu, hem ülkemiz hem de şirketimiz adına gururlarla dolu bir yılda sizlerle birlikte gururlarımızı ve sevinçlerimizi paylaşacağımız, sporu, kararlılığı, başarma azmini yücelteceğimiz ve büyük, çok büyük bir başarıyı kutlayacağımız davetimize hoşgeldiniz."

Salon alkışlarla kaplanırken ekranıma Tunç'un mesajı düştü. Ekran ışığı sahnedeki kişiyi ve etrafımdakileri rahatsız etmesin diye mesajı çantanın içinden okumaya çalışıyordum.

"Seni ben çağırmadım." yazmıştı bir kez daha.

Israrı karşısında kafam karışmıştı. Beni buraya Tunç çağırmamışsa kim çağırmıştı? Tamam Sedef aramıştı beni ama her zamanki gibi onun iplerini Tunç kontrol etmiyor muydu? Birdenbire gelen aydınlanma ile şok üstüne şok yaşadım. Sedef. Sabahki konuşmamızda "Bu kez değil." demişti. Seni Tunç mu yönlendirdi diye açık açık sormama karşılık gülerek; "Bu kez değil." demişti. Hemen telefona uzandım.

Yanımdaki beyefendi imalı bir öksürükle beni uyarırken Tunç'a son ve kısacık bir mesaj yazdım.

"Sedef."

Sonra da telefonumu çantanın derinliklerine tıkıştırıp sahnedeki konuşmaya odaklandım.

Görkemli açılış cümlelerini daha görkemli sunum cümleleri takip ediyordu. Bu kadın şirketin neyiydi bilmiyordum ama başarılı bir iletişim dili olduğu kesindi. Şirket, ülkenin en büyük kurumlarından biriydi ve başarılı işleyen bir kurumsal yapısı olduğu da ortadaydı. Hiçbir alakam olmamasına rağmen dakikalar içerisinde diğer çalışanlar ve davetlilerle birlikte şirket adına elde edilen başarıları alkışlıyordum. Sahneyi devralan İş Geliştirme Direktörü'nün anlatımıyla açılan fabrikalar, istihdam edilen çalışanlar, sosyal olanaklar, yurtdışında ses getiren başarılar derken sunum bir süre bu şekilde devam etti. Ardından sahneyi yeniden artık adının Arzu Hanım olduğunu ve sıfatının Kurumsal İletişim Direktörü olduğunu öğrendiğim genç kadın aldı. Bu büyük büyük büyük şirketin Kurumsal İletişim Direktörü az önce teşrifatçı misali bana koltuğumu mu göstermişti yani? Kendi kendime gülümsemekten kendimi alamadım.

Arzu Hanım sözünü dinleten üslubuyla anlatacaklarını toparlarken,

"Ve nihayet hepimizin hevesle beklediği o an geldi." dedi. "Sahneyi; bizleri, yaşadığı büyük maceraya ortak etmek ve göğsümüzü gururla kabartmak üzere; bu sene 23 yaşında Everest'in zirvesine tırmanarak, Dünyanın Ana Tanrıça'sının zirvesine ulaşan en genç dağcı olma başarısını gösteren milli sporcumuz Atlas Dorukan'a bırakıyorum." dedi.

Sonrası alkış kıyamet eşliğinde Atlas yüzünde mütevazi gülümsemesiyle fakat içten içe yaşadığı heyecanı da gizleyemeyen o ifadesiyle birlikte sahneye çıktı. Eve gelip kıyafetlerini bile almamıştı belli ki bu işi ben eve gelmeden daha önceden halletmişti. Spor sayılabilecek ama şık koyu lacivert renkli bir pantolon ile düz beyaz gömlek giymişti. Gömleğin üstten bir düğmesi açıktı. Daha şimdiden o gömleğin içinde bunaldığını tahmin edebiliyordum çünkü gömlek giymekten nefret ederdi. Ayağında pantolonuyla uyumlu renkte beyaz tabanlı spor ayakkabıları vardı. Pırıl pırıl havalı saçları düzgünce şekillendirilmişti. Tertemiz traşlı yüzüyle her zamanki gibi çok yakışıklıydı. Onu bu şekilde binlerce insanın odak noktasında görmek, soru işaretleri ve endişelerle dolu içimi bir şekilde heyecanla doldurmuştu. Alkışlayan kalabalığı kibarca selamladı, elleri önünde birbirine yaslı dik duruşla bir süre sakinleşilmesini bekledikten sonra kulağından yanağına doğru uzanan ince siyah mikrofonu düzeltti ve,

"İlginiz için çok teşekkürler." dedi. "Bugün burada sizlerin karşısında olup, bir başarıyı anlatabilmek benim için çok büyük bir gurur. Mevlana'ya 'Kişinin değeri nedir?' diye sorulduğunda 'Aradığı şeydir.' diye cevap vermiş. Bugün ben de sizlerle beni başarıya ulaştıran bir arayışı ve bu arayış süresince geçtiğim basamakları içeren hikayemi paylaşacağım."

Ardından sahnenin biraz yanına çekilerek uzun boyuyla engellediği ekranın görüşünü açtı. Ekranda Everest'in görkemli bir görseli vardı. Sanki üç boyutlu gibi capcanlıydı ve elini uzatsan değebilecekmişsin gibi bir his yaratıyordu. Öncelikle Everest'i Everest kılan özelliklerinden ve tarihinden kısaca bahsetti. Kendisi için Everest'in neden önemli olduğunu belirtti ve tırmanış fikri oluştuğunda sponsor firmayla kurduğu iletişimi anlattı. Hazırlık sürecini kısaca geçti. Sırtında elli sekiz kiloluk bir çantayla Himalayalara ulaştığı andan itibaren hikayesini ekranı süsleyen görsellerle birlikte detaylandırmaya başladı. An be an artan bir ilgiyle ben de salondaki herkes gibi ortak oldum hikayesine. Sadece kendisini anlatmadı. Tırmanış süresince tanıştığı dünyaca ünlü diğer dağcılardan, onların zaferlerinden ve yer yer korkutan kazalardan da bahsetti. Sona geldiğinde, zafer gününü anlatırken özellikle de zirve anı geldiğinde içimi titreten bir gururla doldum. Bir an için beni bekleyen geleceği unuttum ve onun adına, onu seven İpek adına, ona destek olan bu şirket adına, ülkemiz adına gururla doldum taştım. Aşırı duygu birikimi yüzünden zaten hazırda bekleyen yaşlar gözlerimden nazlanmadan akıp akıp gittiler.

En son Türk bayrağını zirveye diktiği görsel kaldı ekranda. Ve dakikalar boyunca bütün salon tarafından ayakta alkışlanırken dahi çizgisini bozmadı. Sahneye ilk çıktığındaki gibi mütevazi bir ifadeyle gülümsedi. Teşekkür etti.

Sadece çok başarılı bir sporcu değil, bir o kadar da başarılı bir anlatıcıydı ve sahneye çok yakışıyordu.

Işıklar yandı. Elbette ben de ağlar zırlar halimle onu ayakta alkışlayan binlerden biriydim ışıklar açıldığında. Sol yanımdaki tonton adam ağladığımı görünce yüzünü kaplayan tatlı bir gülümsemeyle birlikte cebinden çıkardığı mendili bana uzattı.

"Teşekkürler. Mendiliniz ziyan olmasın."

"Olur mu hiç? Lütfen al İpek'ciğim. Kendimi sana daha önce tanıtamadım. Korhan Alkan ben, Tunç'un babasıyım."

Bana o an inme gelmişti sanırım. Çünkü Tunç'un uzak uçtaki yerinden kalkmış bize doğru geldiğini görebiliyordum. Korhan Bey'in uzattığı mendili alırken, afallamış bir ifadeyle elini sıktım. Benim kendimi tanıtma fırsatım olmamıştı ama bence zaten o beni gayet iyi tanıyordu.

Gözlerim sahneye döndüğü an Atlas'ın bakışlarına kenetlendi. Alkış kıyamet sürerken Atlas hiç gülmüyor, gözlerini benden ayırmıyordu. Kısacık bir an için yürekten yüreğe bir akış yaşadığımızı düşündüm, etrafımızda bir telaş vardı, bir ateş çemberiydi bu ve gittikçe daralıyordu. Duygularım,

"Senin burada ne işin var?" diye kükreyen bir sesle bölündü. Sağıma döndüm. Kenan Dorukan'la yüz yüzeydim. Kaskatı bir nefretle doluydu bakışları. "Benden daha ne istiyorsunuz? Senin burada benim oğlumun yakınında ne işin var?" diye kükredi bir kez daha. Öyle ki tüm alkışa ve coşkuya rağmen sesi birkaç sıra gerilere kadar duyulmuştu. Sağdan soldan insanlar en öndeki gerginliği anlamak için kafalarını uzatmaya başlamışlardı.

"Kenan." dedi Korhan Bey uyaran bir tonla. "Kendine gel. Burada rezillik çıkarmana müsade etmem." Onun dahil olmasıyla birlikte birdenbire nereden çıktıklarını bilemediğim siyah takım elbiseli güvenlikler bize doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Kenan hala bağırıyordu.

"Kendime gelmezsem ne olur? Bütün bu şov, bunun için değil miydi? Bu kızı getirip burnumun dibine kadar sokan siz değil misiniz?"

Aynı anda birinin kolumdan tutup beni iki yaşlı adamın arasından çektiğini hissettim. Kolumu tutan kişiye baktım. Tunç'tu.

"İpek gel hadi, buradan gidiyoruz."

Atlas'ın sahneden uçarcasına atlayışı tam da bu ana denk geldi.

"Çek o elini. Sen kimi nereye götürüyorsun?" diye bağırdı. Tunç'un elini kolumdan çekip ayırdı.

Fakat Tunç beni bırakmamaya kararlıydı, yeniden bana uzandığında artık etrafımız gerginliği yatıştırmaya çalışan insanlarla dolmuştu.

"Siktir git sen şovunu yap. İpek benimle geliyor." Tunç'un Atlas'a son sözleri bunlar oldu.

"Ne diyorsun lan sen? Seni öldürürüm." Atlas'ın Tunç'a son sözleri de bunlar oldu.

Kimin eli beni kenara itti bilmiyorum, bir şekilde sahnenin önündeki basamağa doğru düştüm. Atlas'la Tunç'un havada uçuşan yumruklarını gördüm. Bu sahnenin daha önce nasıl sonuçlandığını biliyordum bu yüzden çığlıklar atarak Atlas'a seslenmeye başladım. Atlas bir an için benim iyi olup olmadığımı anlamak için durdu. Bu fırsatla güvenlikler araya girip Atlas'ı ellerinden kollarından zaptederek uzaklaştırmaya başladılar. Düştüğüm yerden fırladım ve kalabalığı yara yara ben de onun peşinden koşmaya başladım.

"Bırakın! Atlas." Konferans salonunun dışında, yeterince güvenli olduğunu düşündükleri bir noktada Atlas'ı bıraktılar. Ben hemen koşup koluna girdim. Gayriihtiyari bana tutundu bir an için, omzumdan destek aldı, birlikte dışarı yürüdük. Açık hava yüzümüze çarptı, kendi adıma ben derin bir nefes aldım. Atlas'la bakıştık. Dudağı patlamış, kaşı açılmıştı ve çok öfkeli görünüyordu. Kolunu omzumdan çekti ve az ileride bir köşeye park edilmiş motorsikletine doğru hızlı adımlarla yürüdü. Ben de onu takip ettim. Bu esnada kongre merkezinin kapısı savrularak açıldı ve Kenan Dorukan bize doğru koşmaya başladı. İkimiz de motora bindik.

"Atlas!"

Atlas motoru çalıştırdı.

"Baba. Şimdi değil. İpek ve ben gidiyoruz."

"Oğlum gitme. Bu kızın kim olduğunu bilmiyorsun."

"Her kimse kendisinden öğreneceğim."

Fakat Kenan'ın bizi rahat bırakmak gibi bir niyeti yoktu. Beni motordan indirmeye çalışarak çekiştirince Atlas iyice deliye döndü.

"Baba bırak!" diye bağırdı. "Dokunmayın şu kıza!"

"Oğlum gitme."

"Eve gidiyoruz biz." dedi sakin kalmaya çabalayarak. "Sen de oraya gelirsin."

Sonra gaza bastı ve eve sürdü.

Dakikalar içerisinde eve ulaştık. Evimize. Önce ben girdim. Sonra Atlas içeri girdi. Ben ayakkabılarımı çıkardım sadece. Öyle dikildim girişte.

Atlas da ayakkabılarını çıkardı. Anahtarını anahtarlığa bıraktı. Kapıyı kapattı.

Gözlerimiz birbiriyle eşleşti.

"Bir zaman önce bana birbirimizin felaketi ya da mucizesi olacağız demiştin." dedi. "Söyle şimdi hangisi olacağız?"

"Buna sen karar vereceksin." dedim güç bela.

Sakin görünüyordu ama elini yumruk yapıp açtığında kendini buna zorladığını anlamıştım.

"Bence sen benim felaketim olacaksın." dedi.

Dilim tutuldu bu sözü üstüne. Hayır öyle değil bile diyemedim çünkü tam o anda Atlas'ın hemen ardında kalan sokak kapısı beni sıçratan bir şiddetle yumruklanmaya başladı.

Sonra zil çaldı. Aralıklarla ama peş peşe. Tıpkı biri öldüğünde çalan bir kilisenin çanı gibi kasvetli, ürpertici bir tonu vardı kapının zilinin ve ardındaki kişi içeri girmeye son derece kararlı görünüyordu.

Atlas sanki kapının yıkılırcasına çalışını duymazmış gibi parmaklarını göstererek saymaya başladı.

"Beni tanıdığını sanıyorsun, tanımıyorsun dedin. Sana yalanlar söyledim dedin. Babanı tanıyorum, baban da beni tanıyor dedin. Babandan nefret ediyorum dedin."

Durakladı. Hepsini hatırlıyordum ve o herşeyi özetlemişti.

"Gerekirse arkamdaki kapı yıkılsın, gerekirse bu ev yansın, sen bana cevap verene kadar önünde durup bu kapıyı açmayacağım İpek." dedi.

Hiçbir şey beni Atlas'ın karanlıkları kuşanan bakışları kadar korkutamazdı.

Bir zaman önce sorulmuş, cevabı verilmemiş sorusunu tekrarladı.

"Kimsin sen?"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top