Karar

Şarkı: Tatu - 30 Minutes

"Seni unutmam gerektiğini hatırlayamıyorum." (Leonard Shelby) Memento / Akıl Defteri

Derler ki aşk, tıpkı vurulan bir askerin bir süre daha koşmaya devam etmesi gibi, kafaya da vücuda da sonradan dank eden bir durumdur. Farketmeksizin bir insanı hayatınızın merkezine oturtmuşsunuzdur. Sabahları güne onu düşünerek başlarsınız, her aklınıza geldiğinde yüzünüzde aptal bir sırıtış belirir, gözleriniz boşluğa dalar gider, düşüncesiyle bile mutlu olursunuz. Artık herşey bir yana o bir yanadır. Güçlü bir halidir bütün duyguların. Hayallerle ısınan kalbinizin ateşini, ona dair umutlarla canlı tutarsınız. Bütün işlerinizi ertelemek, onu daha çok görmek, onunla daha çok vakit geçirmek istersiniz. Sonra birden, bilinç kapıyı çaldığında ürkersiniz, hayatınızı başkasının hayalleri üzerine kurduğunuzu farkettiğinizde sorarsınız kendinize; "Aşk böyle bir şey mi?"

Aşk böyle bir şey mi? Ona aşık mı oluyorum? Buna nasıl engel olabilirim?

Atlas'ın göğsüne yasladığım başım, derin nefesleriyle birlikte inip yükselirken uyuyamadığım bir sessizlikte sadece onun nefes alışverişlerini dinliyordum. Dünya üzerinde olmak istediğim başka hiçbir yer yoktu. Kendimi tamamlanmış hissediyordum ve bunun içimdeki yansıması, karşılıklı iki aynada sonsuz kez tekrarlanan bir görüntü gibi uçsuz bucaksız bir suçluluk duygusuydu.

Gece üç mi dört mü beş mi... arkamızdaki duvarda asılı saatin tik taklarını dinliyordum. Zaman ilerliyordu. O uyuyordu ve ben huzurun daha önce hiç tanımadığım bir halini keşfediyordum. Başka bir hayal mümkün müydü? Hayatına gerçekten de herhangi bir kız olarak girdiğim, onu daha önce hiç tanımadığım bir hayal mümkün müydü?

Değildi.

Kendimi bildim bileli, biliyordum onun adını. Küçük bir kız çocuğuydum henüz. Babası, o ve babam birlikte kamplara gidiyorlardı. Atlas, on iki yaşında bir kaya tırmanışı sırasında elli metreden düşüp hastanede üç gün bilinçsiz yattığında en yakınında olan kişilerden biri babamdı. Hem annem hem babam günlerce ailesinin yanında kalıp destek olmuşlardı. Küçük olduğum için beni hastaneye götürmeseler de evde konuşulan tüm detaylarına hakimdim olayın. Hayat ne garip. Tanımadığım bir çocuğa üzüldüğüm o zamanları düşünmek tam da şu anda o çocuğun göğsünde yatarken öylesine garipti.

Mutlu çekirdek ailemizde Dorukan'ların ismi hep dostça anılıyordu. Oysa öğreniyordum ki, bize yansıttıkları o kusursuz aile tablosu meğer bir yanılsamadan ibaretmiş. Tek çocukları Atlas'ı bile sahiplenmekten acizlermiş. Kim bilir detaylara inildiğinde nasıl bir gerçeği yaşıyorlardı. Yanlış bilgiler üzerine kurulmuş yargılarımı düzeltebilirdim. Yanlışlarımı doğrularla güncelleyebilirdim. Fakat kendi gerçeğimi unutamazdım, yaşadıklarımı yaşanmamış sayamazdım.

Babam çoktan ölmüşken Kenan Dorukan'ın şirketi battı göstererek birikmiş vergi borcunu üzerimize yıkışını... Annemle yaşadığımız Antalya'daki evimize haciz memurlarının gelişini nasıl unuturdum? Evdeki eşyalara, anılarımıza değer biçilip etiketlenişini, herşeyin bir bir götürülüşünü, komşularımızın camlarda, pencerelerde yaşadığımız dramı izleyişini... yıllarca süren davaları, kazanılanları, kaybedilenleri nasıl unuturdum? Babamın ruhu eminim en yakın arkadaşı saydığı adamın bize çektirdiği zorluklar yüzünden bir türlü huzur bulmuyordu ve ben bu huzur için yola çıkmıştım ama şimdi... Kenan Dorukan'ın oğlunun kollarında hissettiğim huzur yüzünden delice bir vicdan azabı çekiyordum.

O adamın oğlu olmayı Atlas seçmemişti, babasıyla anlaşamadığı da açık ve netti. Her geçen gün ona dair öğrendiklerim bu gerçeğin altını çiziyordu. Karakteri gereği gerçekleri eğip bükecek biri değildi, anlattıkları ve anlatmadıkları vardı sadece. Benim gerçekte kim olduğumu bilmezken babamla ilgili sözlerinin doğruları yansıttığını biliyordum. Atlas babamı seviyor ve sayıyordu. Babam da onu severdi ve eminim yaptıklarımı bilse beni onaylamazdı. Hem Atlas'ı bile bile ateşe atmamı, hem de kendi kızının böyle kötücül bir plan kurmasını istemezdi babam. Her zaman biliyordum aslında bu gerçeği ama Atlas bana açılana kadar göz ardı etmeyi seçmiştim.

Önceki gece Atlas'ın anlattıkları içimdeki yerleşmiş kayaları yerinden eden bir deprem etkisi yaratmıştı. Bir şeyler değişmişti, baştan ayağa hissedebiliyordum bunu.

Onu bu ateş çemberinin içinden yaralamadan çıkarmam mümkün müydü? İstese de istemese de Kenan Dorukan'ın oğluydu o ve babasının adı lekelendiği anda aynı kir ona da bulaşacaktı. Annesini de onu da sorgulayacaklar ve belki de bu iş benim ucunu bucağını henüz kestiremediğim yerlere varacak olursa onları da yargılayacaklardı. Atlas benim yüzümden hapse girerse buna razı gelebilir miydim? Ona olacakları da göze alarak bu oyunu sürdürebilir miydim? Öyleyse ne farkım kalırdı Kenan Dorukan'dan?

Anlattıkları masum olduğunu düşündürüyordu. Fakat sorularım da hala olduğu yerde duruyordu. Öğrendiklerim kadar öğrenemediklerim vardı. Örneğin Atlas, babamın ölümüyle ilgili masumsa da gerçek her neyse gizlenmesine neden katkıda bulunmuştu? Şirket işleriyle, maddiyat konularıyla ilgilenen babası olsa da, dönen dolaplardan hiç mi haberi yoktu? Var mıydı? Biraz olsun bile bilgisi varsa neden susmuştu? Neden tepki göstermemişti? Yaşı küçük olduğu için mi? Babası karşısında söz hakkı olmadığı için mi? Babasını içten içe çok sevdiği için mi? Onu korumak için mi?

Hayır, aynı yolumda ilerlediğim sürece bu çemberin içinden onu yara almadan kurtarmam mümkün görünmüyordu. Duymayacağını bildiğim için,

"Bir gün sana ihanet ettiğimi öğrensen beni affeder misin?" diye fısıldadım usulca. "Sana yalanlarla geldiğimi öğrensen yine de affeder misin?" Sessizlik uzuyor, zaman ilerliyordu. Tik. Tak. Tik. Tak. Sıcacık gövdesine daha bir sokuldum. Bilinçsiz uykusunda elini tutan elimi sıkıca sardı. İçimde bir kağıt kesiği sızladı. "Gerçeği öğrendiğinde hak verir misin bana? Herşeye rağmen benimle kalır mısın?"

Cevapsızlık iyiydi. Çünkü bunları sesli sormaya da cevaplarını duymaya da cesaretim yoktu benim. Yanı başımda uyurken bile sönmüş bir volkan gibi ürkütüyordu kararlılığı. Atlas silerse tam olarak silecek insanlardandı ve ben onun listesinde üstü çizili isimlerden biri olmak istemiyordum. Hayır, ben ondan yaptıklarıma ve yapmayı istediklerime dair bir cevap istemiyordum. Onun canını yakmak da istemiyordum. İçimi yakan bu azabın etkisiyle uyuyamadığım gecede, önümde beliren kısıtlı seçenekleri net olarak görebiliyordum.

Kaya abiyle yeniden görüşüp vazgeçtiğimi söyleyecektim. Ne o belgeleri, ne de bu hırstan gözü dönmüş oyunu sürdürmek istemiyordum ben. Kendimi hazır hissettiğimde dürüst olup Atlas'a kim olduğumu açıklamam gerekiyordu, eğer o da yeterince dürüstse bana babamın ölümüyle ilgili gerçekleri anlatırdı. Ve işte hepsi bundan ibaretti. Parası da entrikası da batsındı bu hayatın. Benim istediğim bu değildi.

İki kalpten ibaret bir bütün olabilirdik, ne yazık, artık hiçbir şey olamazdık. Birbirimiz için dünyanın en doğru insanları da olsak olamazdık. Bu yüzden daha fazla zarar vermeden bu ilişkiyi bitirmek zorundaydım.

Sadece kendini tutan eli kesen kör bir bıçak gibi, en çok zararı kendime verecektim ama buna değerdi. Çünkü emindim, artık Atlas'ın kalbini kırmak istemiyordum.

********************

Sadece bir iki saat kadar uyumuş olmalıydım. Cumartesi sabahı erkenden çalan alarmla birlikte uyandık. Bugün kulüp gezisi günüydü. Hızlıca evde yaptığımız birer tostu atıştırıp motora atladık. Önce yurda uğradık. Derin uykusundaki Sedef'i uyandırmamaya gayret göstererek sessizce üstümü değiştirdim ve geziye uygun bir sırt çantası hazırlayıp oradan ayrıldım. Okulun merkezindeki ortak alanda kulüp arkadaşlarımızla buluştuğumuzda epey kişi gelmişti.

Motordan inerken gözleri üzerimizde hissedebiliyordum. Henüz birlikteliğimiz ilgi çekiciliğini yitirmemiş görünüyordu. Benim kadar sessiz ve umursamaz görünen bir kızın nasıl olur da Atlas gibi popüler birini tavladığını düşünüyor da olabilirlerdi. Dış görünüş olarak pek iç açıcı bir izlenim yaratmadığımdan emindim. Bu yüzden motordan iner inmez onu beklemeden kalabalığa karıştım. Bitecek bir şeyi fazla göze sokmanın anlamı yoktu.

Benim gibi kulübün yenilerinin arasına karıştım. Ümit ve sınıf arkadaşı olan iki kızla her zamanki gibi laflamaya başladık. Atlas'ın göz ucuyla bakışlarını üzerimde hissediyordum. O da Buket ve Mehmet'in yanındaydı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş ciddi bir şeyler konuşuyordu. Tunç'un kırmızı mercedes'i otoparka en son giren araçlardan biriydi. Son senesi olduğu için Tunç'un da okulla ilgili etkinliklerden sıkıldığını anlayabiliyordum artık. Ortalıkta tavlayacak bir kız yoksa neden vakit kaybetsindi yani? O da haklıydı kendince. Atlas'tan ayrıldığım gibi, kulüpten de ayrılacaktım. Hiçbirini görmezsem daha kolay olurdu, hem oluşabilecek şüphelere de fırsat vermezdim böylelikle. Kulüpteki son etkinliğimin tadını çıkarmaya karar verdim.

Herkes tamamlandığında birer birer servise binmeye başladık. Atlas her zamanki gibi en son bindi. Benim yanıma, onun için boş bıraktığım yere oturdu. Omuzlarımız birbirine değerken bile kalbim yerinden çıkıyordu. Gecenin ağırlığını atmıştı üzerinden. Keyifli ve mutlu görünüyordu. Hiçbir şey söylemedi sadece baktı bana uzun uzun. Hazırlıksız yakalandığım bakışlarının etkisinden eridi içim, saniyeler içerisinde katı halden sıvı hale nasıl geçilirmiş anladım. Tarifsiz bir heyecandı hissettirdiği, daha önce bir kez daha elma bahçesindeki evin mutfağında yaşatmıştı bunu. Tek fark o zaman aramızda mesafe vardı, şimdiyse bir otobüs koltuğunda omuz omuza oturuyorduk. Yoğunluktan oracıkta can vereceğimi sandım. Midemde hissettiğim bu oyuk korkutucuydu. Duygularımın esaretine daha fazla kapılmamak için sırt çantamdan kulaklığımı çıkarıp tekini ona uzattım. Omzuma bir öpücük kondurduktan sonra kulaklığı taktı.

Yol boyunca hangi şarkıyı açsam, birinci dakikadan sonra değiştirip kendi istediği şarkıyı açarak ve beni kızdırmaya çalışarak vakit geçirdi. Tıpkı büyümemiş bir çocuk gibiydi, beni kızdırmak onu eğlendiriyordu, o eğlendiği sürece ben de eğleniyordum. İçimde iyiden iyiye tutuşmaya başlayan yangını bastırdım. Tadını çıkar, dedim kendi kendime, son anların tadını çıkar. Bu muhteşem göz rengine doya doya bak, senin için gülüşüne doya doya bak, güneş vurdukça sarılar düşen kumral saçlarına bak, senin için çarpan kalbini hisset, bir zamanlar senin için gerçekten birşeyler hissettiğini unutmamak üzere hafızana kazı. Çünkü bittiğinde -ki bitecek, güzel olan herşeyi kendi ellerinle yok etmiş olacaksın ve elinde avucunda sadece güzel anıların kalacak.

Tadını çıkar. Tadını çıkar.

Bir saatlik yolculuğun ardından Ballıkayalar Milli Parkına vardık. Burası birden fazla ve değişik zorluk derecelerinde yürüyüş parkurları içeren çok güzel bir doğa alanıydı. Güzel bir yürüyüşün ardından tırmanma parkuruna ulaştık. Kaya dibinde oturup bir süre dinlenerek, yanımızda getirdiklerimizi yedik. Buket tıpkı bir anne edasıyla yanında termos getirmişti. Açık havada içilen çayın tadı bile farklı geliyor, daha bir keyif veriyordu. Tırmanış zorlu bir etkinlik olduğundan daha önce gerçekleştirdiğimiz doğa yürüyüşünde olduğu kadar çok kişi katılmamıştı. Yirmi - yirmi beş kişilik bir gruptuk. İlk kez tırmanacaklar çok heyecanlı görünüyordu. Benim açımdan Antalya bölgesindeki tırmanış parkurlarına alışkın olduğum için hiçbir ürkütücülüğü yoktu ama ortamın enerjisini paylaşıyordum.

Molayı bitirip hazır olduğumuzda Tunç teorik bilgiler vermeye başladı. Bu esnada Atlas ve Mehmet malzemeleri hazırlıyorlardı.

"Arkadaşlar bugün burada size derslerde anlattığımız lider tırmanış ve üstten emniyetli yani top rope tırmanışı gerçekleştireceğiz. Ballıkayalar tabiat parkında birden fazla tırmanış alanı var bulunduğumuz bölge yeni başlayanlar için ideal kabul ediliyor. Sisifos değerlendirme sisteminde 6+ yani 6b zorluk derecesiyle derecelendirilmiş bir bölge. Birazdan, Atlas hoca lider tırmanış yapacak. Mehmet hoca ise altta ona emniyet alacak. Biz her zaman lider tırmanışı yaparken bir tırmanıcı ve bir emniyetçi olarak tırmanıyoruz. Yukarıda Atlas hoca istasyon sistemini hazırladıktan sonra sizlerin tırmanması için, üstten emniyetli tırmanışa hazır hale getireceğiz. Ardından hepiniz tek tek tırmanacaksınız." dedikten sonra sözü Atlas'a bıraktı.

Atlas elinde tüm malzemelerle birlikte yanımıza geldi.

"Daha önceki derslerde size malzemeleri anlatmıştık. Bunları tanıyorsunuz. Öncelikle, kask. Emniyet kemeri." Gösterirken bir yandan da bacaklarının arasından geçirerek kemeri giydi. "Bir tane dinamik tırmanış ipi." 70 metre uzunluğunda turuncu renkli kalın bir ipti bu. "Karabina, perlon... " Hepsini tek tek gösterdi. "Lider tırmanıcı emniyet kemerinin içine sekizli düğümle girer." Kemerden geçirdiği ipi çekip, ne yaptığını iyi bilen hareketlerle sekizli düğümü atarak hazırlığını tamamladı.

Ekipten çıt çıkmıyordu, herkes gözünü dikerek ona odaklanmıştı ve ben tüm çekiciliğiyle küçük amatör grubumuzu etkisi altına alışını büyülenerek izliyordum. Sayısız kez Antalya'daki hocalarımın aynı şeyleri anlatışını dinlemiştim. Ama Atlas'ta çok farklı bir hava vardı. Kendinden emin bir erkek kadar çekici bir şey olmadığının kanıtı gibiydi adeta. Ansızın dank etti, düşündüm ki bunu altı yıldır yapıyordu, her sene okula gelen yenileri bu şekilde etkisi altına alıyordu. Sayısız kızın tıpkı şu an olduğu gibi ona hayranlıkla bakışı canlandı zihnimde. Kıskançlık mideme bir kramp gibi girip saplandı. Beni bir başkasıyla düşünmekten rahatsız olan Atlas'ın ne hissettiğini tam olarak o an anladım. Bittiğini düşünmek bir kez daha canımı yaktı.

Birisi boğazımı sıkıyormuş gibi hissettim. Birdenbire arkama bakmadan kaçmak istedim. Sanki bir çıkış yolu ararmışçasına etrafa bakındım. O ise, içimden geçenlerden tamamen habersizdi, anlatmaya devam ediyordu.

"Lider tırmanış nasıl yapılır?" Kayanın üstüne sabitlenmiş çelik halkayı tuttu. Kalbimi de böyle tuttuğunu düşündüm. Keskin bakışlarını üstüme dikti. Nereye gidebilirdim ki o bana böyle bakarken? Herkese hitap ederek anlatmaya devam etse de bakışları üzerimde sabitlenmişti. "Kayanın üzerinde bizim bolt dediğimiz güvenlik noktaları bulunur. Bunlar her tırmanış parkurunda sabittir, daha önceden rota açıcılar tarafından hazırlanmış noktalardır. Bu noktalara, kendi emniyet malzemelerimizi takarak istasyon noktasına kadar yükseliriz. İstasyon noktası, genellikle rotanın bitiş noktasıdır ve burada iki tane emniyet bolt'u olur. Bu iki emniyet noktasına biz yine kendi tırmanış ekipmanlarımızı kullanarak istasyon kurarız. Sonrasında ipi geçirip, emniyetçi yardımıyla kayadan iniş yaparız. Böylelikle lider tırmanışı tamamlamış oluruz. Herhangi bir sorusu olan var mı?"

Ümit ona istasyon kurulumunu izleyip izleyemeyeceğimizi sordu.

"İstasyon sisteminin kurulumunu daha önce derslerde göstermiştik Ümit. Aynısını yapacağım yine. Yukarıda hazırlayacağım için sizin aşağıdan görmeniz zor. Ama hatırlamak için Tunç hocanın YouTube'daki videolarından izleyebilirsin. Burada da video çekmiştin, değil mi?"

Tunç onu onayladı. Tunç'un Youtube'da popüler bir hesabı vardı ve yaptığı tırmanışları kaydedip sporla ilgilenenlerle paylaşıyordu.

Atlas şimdi tırmanmak üzere Mehmet'le son hazırlıkları yapıyordu. Buket'in yanı başımda olup bizi izlediğini ancak konuştuğu zaman farkettim.

"Birbirinizden gözlerinizi alamıyorsunuz." diye mırıldandı. Şaşırarak ona döndüm. "İlk toplantıya geç geldiği için azarladığı kıza aşık oluyor. Dört senedir tanıyorum Atlas'ı ilk kez böyle tutulmuş görüyorum." Bana dönüp dostça gülümsedi.

İçimi kemiren düşüncelerime rağmen başarı gösterip ben de ona gülümsedim.

"Şanslıyım sanırım."

"Delirdin herhalde. Kaç rakibin arasından sıyrıldığını bilsen." Ufak bir kahkaha attı. "Şaka yapıyorum." Belki de yapmıyordu. "Onu mutlu görmek çok güzel. Sen iyi geliyorsun ona."

Atlas da böyle söylemişti. Birbirimize iyi geleceğiz, bunu hissedebiliyorum.

Ve şimdi herşey tam başladı derken bitmek üzereydi. Buket cevapsızlığımı önemsemedi. Herhalde çekingenliğime yormuştu.

"Ee, böyle bir gün müziksiz olmaz." diyerek, yanında getirdiği kocaman hoparlörü açtı. Birdenbire çalmaya başlayan Eye of the Tiger tarzı gaz müzikler herkesin yüzünü güldürdü. Ortamda azıcık bir ciddiyet varsa da dağılmıştı an itibariyle.

"Lider tırmanışa böyle şarkı gerekir."

Atlas'la şakalaşıyorlardı.

"Manisa Tarzanı değilim kızım ben. Değiştir şunu."

"Erik Dalı açarım Atlas beni kızdırma."

Samimi, güler yüzlü bir gruptu bizimki. Atlas tırmanırken, Mehmet aşağıda güvenliğini aldı, Tunç ise grubun geri kalanı için gerekli bilgilendirmeleri yaptı. Kendim koskoca iki dağa tırmanmıştım. Atlas, Pobeda dahil beş tane yedi bin metrenin üzerinde yüksekliğe sahip dağın zirvesini görmüştü. Dolayısıyla en ufak bir ilgi çekiciliği olmaması gerekiyordu benim için burada olan bitenin. Yine de, gözlerimi dikmiş, uzun boyu ve yapılı vücuduyla nasıl tırmandığını içimi heyecanla dolduran bir merakla izliyordum. Onu ilk kez tırmanırken görmekten kaynaklanıyordu sanırım. Birlikte yapabileceğimiz tırmanışları, ondan öğrenebileceklerimi düşünüyordum... artık hepsi birer hayal. Sahip olduğu fiziksel koşullara göre umulmayacak ölçüde atikti. Üç nokta kuralını kusursuz uygulayarak tırmanıyordu. Bolt'a kadar yüksel, karabinayı bolt'a geçir, tutun, yüksel, devam et. Güçlü bacaklar, güçlü kollar, diye düşündüm, sımsıkı karın kasları...hepsine sahiptin ama artık değilsin.

Günün devamı Atlas'ın peşi sıra herkesin tek tek tırmanmasıyla sürdü. Havanın soğuğunu hiç takmadan herkesin eğlendiği, oldukça keyifli bir etkinlik olmuştu. Herhangi bir kaza yaşanmaması tamamen tecrübesizlerle dolu bir ekibe hocalık edenlerin az bulunur tecrübesinden ileri geliyordu. Güvenli ellerdeydik ve bu buram buram hissediliyordu. Sosyal medya hesaplarında paylaşılmak üzere havalı fotoğraflar da çekildiğine göre dönüş yoluna geçmemize hiçbir engel yoktu. Kendi adıma konuşmuyordum tabi, aylar evvel İstanbul'a gelen otobüse binmeden önce sosyal medya hesaplarımın tamamını kapatmıştım ben.

Gün sona ermeye yaklaştıkça, Atlas'la konuşacağım anın yaklaştığını farkediyor, git gide suskunlaşıyordum. Dönüş yolu boyunca aracın içinde şarkılar söylenirken ben uyuma taklidi yaptım. Atlas bir iki kez iyi olup olmadığımı sordu. Yorgunum, halsizim diye geçiştirdim. Servisten kampüsün içinde inip grubun çoğuyla vedalaştık. Ben yurda gidip üstümü değişene kadar Atlas; Mehmet, Tunç ve Buket kadrosuyla bir kahve içmeye karar vermişti. Odaya girdiğimde Sedef'i sınıf arkadaşlarıyla dışarı çıkmak üzere hazırlanırken buldum.

"Sedef hanım yine mi etkinlik?" diye laf attım. O da bana,

"Söyleyene bakar mısın?" diye takıldı.

"İkimiz de meşgulüz şu ara. Resmen yüzünü göremez oldum."

"Sorma. Nerelerdeydin bakalım bugün?"

"Gebze tarafına kaya tırmanışına gittik."

"Hmmm." dedi bir sustu. Gözlerinde anlam veremediğim bir parıltı vardı. "Belki yakında ben de gelmeye başlarım sizin etkinliklere."

Herhangi biri söylese neyse de Sedef tanıştığımız günden beri doğa sporlarına dair en ufak bir ilgi belirtisi göstermemişti.

"Biraz geç kalmadın mı? Başka bir şey var senin dilinin altında." dedim şüpheyle. Tam da cümleyi kurduğum anda anladım.

"Bugün Ballıkayalar'a tırmanışa gittiğinizden haberim var." dedi kıkırdayarak.

"Nereden haberin var?" diye sordum resmen vereceği cevabı bile bile.

"Biliyorum onaylamayacaksın ama ben bir süredir Tunç'la görüşüyorum." deyiverdi. Korktuğum başıma gelmiş gibi hissediyordum. Herhangi bir yorum yapamadan önce sadece,

"Ne kadar süredir?" diye sordum.

"Senin Atlas'la beraber dans gecesinden ayrıldığın gece... biraz sohbet etmiştik siz gittikten sonra. Ben gerçi soğuk davrandım senin anlattıklarından sonra ama telefonlar alınmış oldu."

Ne derse desin Sedef'in Tunç'a hiç de soğuk davranmadığından adım gibi emindim. Canayakındı, doğası gereği girişkendi, bir insana soğuk davranabilme özelliği yoktu onda. Ama kızdığım Sedef değildi kesinlikle. Tunç'un ne biçim bir şerefsiz olduğunu git gide daha iyi anlıyordum. O gece açıkça bana yazdığı anlarda Sedef'le ilgilenmediğini söylemişti. Buna rağmen kızın numarasını almıştı. Hadi benimle ilgilenmesi yalandı onu geç, olan bitenin ardından benim arkadaşımla ilgilenmesinin garip kaçağını mutlaka biliyordu.

"Ne diyebilirim ki..." dedim tatsız bir ifadeyle. "Sana bir zarar gelsin istemiyorum. Herşeyi konuştuk."

"Ne gibi bir zarar gelebilir ki bana?" Sesinde az önceki şeker tavrından eser yoktu. Tepkimi bekliyordu herhalde anında gardını almıştı. Bunu kesinlikle tartışmaya taşımak istemiyordum. Sedef'i seviyordum, Tunç uğruna onunla tartışacak değildim. Hele ki, devamında Atlas'tan ayrılmayı planladığım bir gecede aklımı buna takacak hiç değildim.

"Yetişkin insanlarız. Neyin ne olduğunu biliyorsun." diye kestirip attım. Hızlıca duş almayı hedeflemiştim ama odada gergin bir hava vardı. Vazgeçip sadece üstümü değiştirmeyi seçtim. Çantama da yedek bir iki kıyafet atıp derhal kapıya yöneldim. Sedef doldukça doluyordu.

"Yine kaçar gibi gidiyorsun, git bakalım." Kapıya bir adım kala durdum.

"Ne istiyorsun Sedef?"

"Bilmiyorum, pozitif cümleler kurmak, heyecanımı paylaşmak senin için çok mu zor?"

Omuzlarım düştü. Böyle mi görünüyordum cidden? Geriye dönüp tam karşısına kendi yatağımın üstüne oturdum.

"Sen benim sevdiğim bir arkadaşımsın. Şu okuldaki tek yakın arkadaşımsın hatta. Tunç ve Atlas'ın arasında geçmişin getirdiği bir çekişme var. Tunç'un daha düne kadar bu yüzden bana yaklaştığını biliyorsun. Atlas'la çıktığımı öğrendiğinde çok gıcık tepkiler verdi. Sana hepsini anlattım. Bu koşullar altında sana gerçekten değer verir mi yoksa başka hesaplar mı peşindedir emin olamazken yalandan teselli cümleleri kuramam. O zaman gerçek bir arkadaş olmam ki."

Onun da heyecanı kaçmıştı.

"Haklısın, aptal gibi davranıyorum. Ki sana ondan vazgeçtiğimi söylemiştim."

"Hala etkileniyorsun belli."

"Etkilenmekten biraz fazlası. Duygularımı kontrol edemiyorum. En ufak bir mesajında elim ayağıma dolaşıyor."

"Anlıyorum. Kalbinin kırılmasını istemiyorum. Hala güvenilir gelmiyor bana."

"Herkes senin gibi şanslı değil İpek. Herkes Atlas gibi gümbür gümbür girmiyor seçtiği kızın hayatına. Siz farklısınız. Ben de senin sahip olduğun gibi bir heyecan yaşamak istiyorum." dedi. Söylediklerinin yarattığı tahribattan habersizdi. Sanki az hırpalanmışım gibi daha bir hırpalamıştı içimi.

"Keşke herşey dışarıdan göründüğü gibi olsa." dedim.

"Nasıl yani?"

"Bir gün sana tüm gerçeklerimi anlatmak istiyorum. Bir tek sana ama bu gece değil."

"Neler söylüyorsun, hiçbir şey anlamıyorum." diye sayıkladı. Kalktım oturduğum yerden. Gözlerimin kıyısında öbeklenen yaşlar dökülmeden, Sedef'in daha fazla sorgulamasına izin vermeden, daha fazla geç olmadan yola çıkma vaktiydi.

"Tunç'la mutlu olmanı çok istiyorum." dedim kapının ağzında, burukça gülümsedim. "Mutlu bir Sedef'in moral düzeltme yetisine paha biçilemez ve ileriki günlerde bana çok lazım olacaksın."

İlk şaşkınlığını üzerinden atmıştı.

"İpek!" diye seslendi, arkamı döndüm bir kez daha. Başka bir şey söyleyecekti belki de vazgeçti. "Ben de sizin mutlu olmanızı istiyorum." dedi onun yerine.

Kafamı salladım onaylayarak.

"Bu gece geri gelirim muhtemelen ama sen dışarıda olursun. Bir ara görüşürüz." dedim.

Sonrası bilinçsiz adımlar. Bir adım. Koridorun sonu. Bir adım. Yurdun çıkış kapısı. Bir adım daha. Dışarıdayım.

Atlas, diğerlerinden ayrılmış, yurt kapısının önünde beni bekliyordu. Keskin bir gece ayazı vardı ama sanırım onu gördüğüm an titrememin sebebi bu değildi. Adım adım nihai kararıma yürür gibiydim. Montumun fermuarını sonuna kadar çektim, kapüşonumu kafama geçirdim. Sokak lambalarıyla aydınlanan sokağın loş ışığında yüzümdeki ifadeyi inceleyen bakışları bir sorun olduğunu kolaylıkla anladı. Önceki günkü gibi bir şey sanmış olacak ki, motora binmeden çekti beni kendine doğru.

"Neyin var?" diye sordu şefkatli bir ifadeyle. Burnumun direğini sızlatan hüzne karşı direndim. Kollarının arasından uzaklaştım.

"Seninle önemli bir şey konuşmam gerekiyor." dedim.

Kim olsa anlardı. Ben anlardım. O da anladı. Hiçbir ifade belirmedi güzel yüzünde. Fakat gözleri... koyu renkli kasırga bulutlarının gölge düşürdüğü yapayalnız bir bozkır gibiydi. Baktı sadece. Öyle bir baktı ki hayatımda ilk kez adımı değiştirmek istedim. Ben İpek olmayayım o Atlas olmasın, ben Timur Özgen'in kızı olmayayım, o Kenan Dorukan'ın oğlu olmasın. Bir dilek hakkım olsa sadece bunu dilerdim. Gözlerine daha fazla bakmaya dayanamadım, göğe diktim bakışlarımı. Tutamadığım derin bir iç çektim.

"Eve gidebilir miyiz?" diye sordu. Kafamı salladım. Son bir gece için nezaketi iç burkan cinstendi. Ona son bir kez sarılacaksam neden hayır diyeyim, elbette kabul ederdim. Sadece bir gece için, son bir gece için adımı da feda ederdim.

Bir cumartesi gecesini ele geçiren şehrin ışıkları boyunca yol aldık. En kalabalık semtlerden, eğlenmek üzere giyinmiş, süslenmiş, dışarı çıkmış insanların arasından geçtik. Canlı müzik çalan mekanları, sayısız gülüşleri, sayısız heyecanları ardımızda bıraktık. Sessizlik içindeki o tanıdık mahalleye girdik. Otoparkta her zamanki yerine park etti. Elimi tutmadı eve çıkana kadar. Küçücük bir farktı ama yokluğunu delicesine hissettim. Kapının kilidini açan ellerini izledim. Garip derecede sessizdi. Kapıyı açıp geri çekildi, sonra ben içeri girdim.

Evin her hücresine sinmiş Atlas kokusunu içime çektim. Kapıyı kapatıp üzerindeki montu astı. Bana döndü sonra, bendekini de alıp astı. Ayakkabıları portmantoya yerleştirdi. Ben de sırt çantamı çıkardım. Anlamsız şekilde oyalanıyorduk sadece. Nihayet ıvır zıvır işleri bırakıp gerçek anlamda birbirimize döndük. Asla istemiyordum konuşmayı.

"Her neyse konuşacakların sabahı bekleyemez miyiz?" dedi.

"Bekleriz." dedim.

"Bu gece sadece sana sarılarak uyumak istiyorum." dedi.

"Ben de." dedim.

Peşimden gelsin diye elimi uzattım, tuttu bu kez. Birlikte onun odasına doğru ilerledik. Yatağının kenarına oturdum. Ayakta duran bedenini kendime doğru çektim. Başımı karnına yasladım. Elleriyle saçlarımı sevdi.

"İpek..." dedi. Orada, karanlıkta hiçbir şey söylemeden sessizce birkaç damla yaş döküldü gözlerimden. Hiç sesim çıkmadı. O da bir şey söylemedi. Her ne yapıyorsam, her ne yaşıyorsam saygı duyar ve izler gibi bir hali vardı. Bir zaman sonra tamamen kurudu gözlerim. Yüzüne bakabilir hale geldim. Kafamı kaldırdığım an göz göze geldik.

Uzanmam için yatağa yönlendirdi, kendi de üzerime geldi. Yavaş ve çok ağır şekilde öpüşmeye başladık. Sanki bitmesin ister gibi, bir an bir ömür olsun ister gibi, uzun uzun sevdik birbirimizi. Yeniden ağlamak öylesine kolaydı. Fakat bu kez güçlü olmayı seçtim. Üstümdeki herşeyi çıkarmak istedim. Bir gece için, başka hiçbir şey düşünmeden sadece onu sevmek, sadece onun olmak istedim. Yarın olduğunda, bir daha sevemeyeceksem ne önemi vardı artık korkuların? Tereddütlerin her birini bir kazana atıp yakmanın gecesiydi bu. Kazağımı, sütyenimi, kotumu kendi ellerimle çıkardım. Bu esnada o, sadece çıplak kalmış üst bedeniyle, üstünde pantolonuyla yatağın ucunda durmuş, içimi titreten bakışalarıyla beni izliyordu. İç çamaşırımı çıkarmak istediğim an uzanarak bana engel oldu.

"Hayır." dediğinde içimde kazanlar kaynıyordu.

"Ben hazırım." dedim isyan ederek. Bir an için herşey yolundaymış gibi hissettiren bir gülüş kapladı yüzünü. Gündüzler gibi, güneş gibi, sıcacık yazlar gibi güldü. Yanağımı okşadı kısa bir an ve tekrar dudağımdan öptü. Ciddileşti sonra,

"Bu kadar bilinmezliğin içinde olmaz." dedi.

"Her zamanki gibi bana seçim şansı tanımıyorsun." diye söylendim fakat olmakta olana hükmüm geçmedi.

Pantolonunu çıkararak boxer'ıyla kaldı ve yanıma uzandı. Sırtımdan sarılarak beni iyice kendine doğru çekti. Çıplak sırtımı göğsüne yasladım. Yüzünü saçlarımın arasına gömdü, öpücüklerini boynumda, ensemde hissettim. Küçüldüm küçücük kaldım bana sarılan kollarının arasında yok olmak istedim.

"Sadece uyuyalım." dedi bir zaman sonra. Önceki gecenin uykusuzluğundan, birikmiş fiziksel ve duygusal yorgunluktan dolayı pelteye dönmüş haldeydim. Sözü komut değerindeydi. Fazla zaman geçmedi, gözlerimi kapadım, uyuyakaldım.

Gecenin bir yarısı gözlerimi açtım. Hala karanlık odada, Atlas'ın kollarındaydım. Baş üstündeki saatin tik taklarını duyabiliyordum. Birdenbire çok fazla geldi herşey. Hala onun kollarında olmak, onu böylesine sevmek ve gitmek zorunda olmak. Nefes alamadığımı hissettim. Zaman makinesine girmek gibiydi, ne zaman böyle hissetsem gerçek anlamda nefes alamıyordum. Gerçekten. Hiç nefes alamıyordum. Gırtlaklanıyormuşum gibi bir sesle yerimden sıçrayarak ellerimi boğazıma sardım. Merhaba küçük İpek. Merhaba on yaşım. Merhaba on bir. Merhaba on iki. Gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu küçüklüğüm fakat gördüklerim sadece o an yaşadığıma benzer tatsız anılardı.

Atlas'ta benimle birlikte uykudan sıçramış, korku dolu gözlerle beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Dudaklarının hareket ettiğini görebiliyordum. Bir şeyler söylüyordu. Bense sadece beynimin içinde yankılanan eski bir melodiyi duyuyordum. Çok uzaklardan gelen bir yan flüt sesi. O kadar huzur doluydu ki. Onlu yaşlarımda taşındığımız Antalya'daki evimizin karşı apartmanında uzun yaz günlerinde yan flüt çalan bir sanat okulu öğrencisi vardı. Olur olmadık zamanlarda bir rüzgar esercesine duyulurdu flütün huzur dolu sesi. Ve ben, tam da panik atak krizinin orta yerinde nefes alamayarak öleceğimi sanarken yıllar sonra yeniden o sesi duyuyordum.

Atlas, yatak odasının camını açıp beni sürükleyerek camın önüne getirdi, ardından koşa koşa mutfaktan koyu renk bardağın içinde bir bardak su getirdi. Suyu çok yavaşça içmeye başladım. Yavaş yavaş yeniden nefes almaya başladım. Müzik sesi azalarak yok oldu. Özellikle bardağın koyu renk oluşuna minnet eder haldeydim. Şeffaf bardak olmazdı, panik atak hastaları bilirdi, şeffaf bardağın içinde suyu görmek daha da boğuluyormuş gibi hissettirirdi. Atlas da biliyordu.

Biraz olsun sakinleşince, gökyüzüne ve temiz havaya bakarak derin derin nefesler almaya devam ettim. Sonra bana hiç dokunmayarak tamamen sakinleşmemi bekleyen Atlas'a döndüm. Yatağın ayak ucunda oturuyordu. Gözlerinde herşeyi anlıyormuş gibi bir derin ve kasvetli ifade vardı.

"Ne zamandan beri?" diye sordu.

"Onla on iki yaş aralığında oldu. Yıllardır yoklamıyordu. Senin?"

"On beş - on altı."

"Geçti mi sonra?" diye sordum.

"Senin ne kadar geçtiyse." diye cevap verdi.

Sustuk. Nefes alışverişlerimizin arası uzadı. Sustuk. Gece biraz daha uzadı.

Daha fazla susmak istemedim.

"Neden bu kadar zor?" dedim.

Gözlerini yorgun bir ifadeyle kapadı, açtı.

"O kadar da zor değil." dedi ağır ağır.

Aradığım cesareti veren cümlesiyle birlikte,

"Ben ayrılmak istiyorum." dedim.

Odanın içine yansıyan sokak lambalarının ışığında gördüğüm kusursuz yüzünde hiçbir ifade belirmedi.

Hiç.

"Tamam." dedi sadece. "Saat altıya geliyor. Seni istersen şimdi yurda bırakabilirim."

"Olur." dedim. "Ben hemen giyineyim."

Bulduklarımı üzerime geçirmekten ibaret bir şekilde apar topar giyindim. O da aynısını yaptı. Beş dakika içinde kapıya çıkmıştık. Yüz yüze bakmadık. Hiçbir şey konuşmadık. Yol o kadar kısa sürdü ki, yurdun kapısına ne ara vardığımızı bile anlamadım. Sanırım son sürat gelmiştik, herhalde algılarım donmuş bir haldeydim ki anlamamıştım.

Motorun üstünden indim. Hava çok soğuktu ve ben kaskatı bir haldeydim. Herşey yolunda mı diye bakmak istedim. Belki de son kez bakmaktı istediğim. O an ne istediğimi aslında ben de bilmiyordum. Tek bildiğim herşeyin çok ani geliştiği ve normal olmadığıydı. Siyah kaskının vizörü altında kalmıştı yüzü. Ne kaskını çıkardı, ne de vizörü kaldırdı. Göremedim gözlerini son bir kez, içinden geçen duyguları okuyamadım. O ise kaskın altında kıpırtısız kalarak bana bir süre boyunca bakmaya devam etti. Ne zamanki motoru yeniden çalıştırdı, o zaman gitme vaktinin geldiğini anlayarak ondan uzaklaştım. Yurdun girişine doğru döndüm. Birkaç adım attım. Hava düşünmeyi bile engelleyecek kadar soğuktu. Kulaklarım uğulduyor, ayaklarım geri geri gidiyordu. Bir şeyler söylemek gerekirdi sanırım. Veda filan etmeliydik. Hoşçakal demek üzere arkamı dönmeyi düşündüm. Tam da o anda sert bir rüzgar esti arkamdan, motorun kükreyişini duydum.

Arkamı döndüm.

Atlas gitmişti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top