Gidebilmek

Selamlar, geçen bölümde yaptığım +18 uyarısını tekrarlamak istiyorum. Hatta bu bölümde biraz daha fazla. Hassasiyetleri olanlar ya da yok canım ben sadece bir doz entrika alayım diyenler yıldızlardan sonraki son kısımı okuyabilirler :)

Bölüm şarkısı: Ramin Karimloo, Sierra Boggess - Poison & Wine (Cover)

Uyandığımda bütün eklemlerim ağrıyordu. Atlas kolu ve bacağıyla beni çepeçevre sarmalamıştı. Ağır ve sıcaktı. Boynuma gömülü yumuşacık kumral saçlarının büyüleyici derecede güzel bir kokusu vardı. Bu kadar uzun boylu ve yapılı bir fiziğe sahip olup da kendisinin neredeyse yarı ebatlarında olan bana sığınabiliyor oluşunda beni hem heyecanlandıran hem de huzurla sakinleştiren bir çelişki vardı. Sanki iri bir erkek çocuğuydu kollarımdaki ve onu sevmekten içim çıkacakmış gibi hissediyordum.

Dakikalar boyunca kıpırtısız kalarak hislerimin tadını çıkardım. Bundan daha çok aşık olabilir miydim? Sanmıyordum. Derin derin nefes alışını dinlerken kalbim patlayacakmış gibiydi. Parmak uçlarımı çıplak sırtında gezdirdim. Omuzları ne kadar geniş, ten rengi ne kadar güzel, teni ne kadar yumuşaktı. Dokunmaya doyamıyordum resmen. Hafifçe kıpırdandı. Uyandırmaktan korkarak elimi çektim.

"Çekme." dedi. Daha kararlı bir dokunuşla elimi tekrar sırtına uzattım. Tek tek gezindi parmaklarım ve sonra elimin tersiyle, aşağı ve yukarı ve yana ve daireler çizerek sevmeye devam ettim. Hafifçe doğrularak bana doğru yükseldiğinde gözlerinin binbir renkler barındıran irisleri benimkilerle buluştu. O kadar güzeldi ki bana adımı bile unutturabilirdi. Hiç kimseydim onun yarattığı çekim karşısında...girdabına kapılıp sürüklenmekten başka hiçbir şansım yoktu. Kirli sakallı yanağını yanağıma sürttü. Herhangi bir şey söylemeden sımsıkı sarıldık birbirimize çünkü sözcüklere gerek yoktu. Hem de hiç yoktu.

Tüm vücudumu yukarıdan aşağı düz bir hat çizerek gezen eliyle az önce ona yaptığımın karşılığını verdi. Sadece dokunuşuyla bile içimde dev kayaları yerlerinden edebilme yeteneğine sahipti. Yaramaz eli kalçama ulaşıp hafifçe sıktığında gözlerimi kıstım. Tepkimden memnun şekilde belli belirsiz gülümsedi. Oyuna oyun gerekirdi, hala elinin üzerinde durduğu bacağımı beline doladım. Gözlerinin içine oyunbaz pırıltılar düşerken eliyle yön vererek vücutlarımızı yakınlığı arttıracak şekilde ayarladı ve insafsız dudakları dudaklarıma kapandı. İçime düşen tutkunun ateşinden soluksuz kaldım.

"Canın yanar diye korkuyorum." dedi.

"Yansın." dedim.

Sözüm iznim yerine geçti. Bir elim altta, yanağının üstünde, diğer elim boynuna dolanmış ve gözlerimiz birbirine kenetlenmiş haldeyken bir bütün olduk yeniden. O ilk anda bir kez daha bıçaklanmış gibi hissetsem de acıya direndim çünkü acıdan daha baskın gelen hislere sahiptim. Zaten çok kısa sürede azaldı, yerini zihnime boyut atlatan bir tutkuya bıraktı. Atlas'ın yavaş ama delirtici bir ritmi vardı. Benim için yavaş olduğunu ve bunun onu çok zorladığını yüzündeki kaskatı ifadeden anlayabiliyordum. Benim onun her ifadesini her tepkisini görmek isteyişim gibi o da beni izliyordu. Canımın acısına odaklanmaması için gözlerimi kapadım, yüzüm boynuna düştü. Kalçamı kendine sabitleyen eli çözülüp saçlarıma karıştı.

"Benim küçük güzel savaşçı sevgilim." dedi. Boynuna bir öpücük kondurdum. O da ritmini hızlandırdı.

Dudaklarımdan kaçan iniltilere sahip çıkamıyordum artık.

"İpek..." diye sayıkladığında bu seslerden iyi yönde etkilendiğini anladım.

"Atlas..."

"Beni öldürüyorsun." dedi ve ben titremeye başladım. "Gözlerime bak." dediğinde itaat ederek boynumu gömdüğüm yerden çıkardım. Gözlerim kararırken gözlerine bakmaya çabaladım. Dayanamadım. Tıpkı önceki gece olduğu gibi birdenbire sarsılmaya başladım ve kontrolsüz bir şekilde kendimi kaybederek kollarında darmadağın oldum.

Onun da bana eşlik etmesi fazla uzun sürmedi.

Ter damlacıklarıyla kaplı alnından öpen ben oldum bu kez. Saç diplerine kadar sırılsıklamdı. Ben de hararet yapmıştım ama onun kadar terli değildim.

"Neden bu kadar terledin?" diye sorduğumda güldü.

"Kendimi sabretmeye zorlamaktan." diye cevap verdiğinde ben de güldüm. "O kadar tecrübesiz, o kadar tatlısın ki, aklımı başımdan alıyorsun. Bu olduğunda...saniyelerle yarıştığımı biliyorum. Fazlaca konsantrasyon gerektiriyor."

Heyecandan için için kasılışıma beni iyice kendine doğru çekerek tepki verdi.

"Artık duş almalıyız." dedi sonunda.

"Ayağa kalkmaya korkuyorum."

Tüm ciddiyetiyle yataktan kalkarken elini uzattı.

"Gel."

Uzattığı eli tuttum. Dizlerim titriyordu hala. Kan tutan bir insan olarak ardımda kalan çarşaflara bakmak istemiyordum. Atlas benimle banyoya kadar geldikten sonra yanağımdan öperek beni içeri yolladı.

"Çarşafı ben hallederim." diyerek odaya döndü.

Sıcak su vücudumdan akıp giderken yüzümü soğuk fayansa yasladım. Tenim alev alev yanıyordu. Aşağı kısımlar kesinlikle daha iyi durumda değildi. Birkaç dakika boyunca sadece suyun altında kaldıktan sonra şampuan ve duş jelini kullanmam gerektiğine karar verdim. Atlas, mükemmel saçlarının sağlığını korumak için erkeklere özel o şampuanlardan kullanıyordu. Onun şampuanını kullandığımda artık ben de onun gibi kokuyordum. Kendi kokumun da onunki gibi çekici olduğunu düşünerek için için güldüm. O sırada banyo kapısı aralandı.

"Yardım lazım mı?"

Utanarak ilkel bir refleksle vücudumu kapatma girişimim onu güldürdü.

"Benden utanmıyorsun, değil mi?"

Aslına bakılırsa utanıyordum. Cevap vermeyişimden gerekli cevabı aldı.

"Hadi bu sorunun üstesinden gelelim." dedi. Kapı tamamen açıldı ve içeri girdi. Üzerine bir şort geçirmişti. Kapıyı kapattı. Şortu sıyırıp çıkardı. Yüzüm kızıl kesilirken yukarılara baktım. Bana doğru yaklaştı. Duşakabinin kapısını açarak benimle birlikte suyun altına girdi. Suların ıslattığı saçlarına içim giderek baktım.

"Birbirimizden utanmamızı istemiyorum." dedi. Onun için söylemesi kolaydı tabi. Sporcu vücudu sımsıkı ve fazlalıksızdı. Onun bu kusursuzluğu karşısında kendimi beyaz renkli bir patates çuvalı gibi hissediyordum. Homurdanışıma aldırmadan vücuduma doladığım ellerimi çözerek kendi bedenine sardı. Sıcak suyun altında birbirimize karıştık. "Sen çok güzelsin." dedi. "Bakmaya doyamıyorum sana kendinden utanma. Benden de utanma."

Banyo süngerini alıp üzerine duş jelini döktü. Sıcak suyun etkiyi arttıran bir yönü vardı. Daha fazlasını isteyebileceğimi düşünmezken ellerinin altında tıpkı duş jeli gibi köpürdüm. Elbette ne yaptığının farkındaydı ve keyfini çıkarıyordu.

"Biraz da sırtını sabunlayalım." dediğinde itaatkar bir tavırla arkamı döndüm. İlk anda bana hiç dokunmadı. Herşey yolunda mı diye merak ederek omzumun üstünden baktığımda gözlerindeki ateşi gördüm. Aynı anda elleri belimi iki yandan kavradı.

"Çok bekledim İpek. Sana doyabileceğimi hiç sanmıyorum. Ama fazla geliyorsa söyle." dedi.

Fazla gelebilir miydi? Deliriyordum onun için. Aynı hisleri paylaşıyorduk bu yüzden kollarında yığılıp kalsam bile ona dur demezdim. Yüzüm bir kez daha banyo fayanslarına yapışırken bu kez tutkunun kölesiydim.

Çok uzun bir banyo faslından sonra nihayet üstümüze düzgün bir şeyler giyip salona geçebildik. Benim yanımda gelinlikten başka kıyafetim yoktu, Atlas'ın bir sweatshirt'ünü ve üstümden dökülen bir eşofmanını giymiş, eşofmanın belini iki kez katlamak zorunda kalmıştım.

Buzdolabının kapağını açarken,

"Herşey hızlı geliştiği için alışveriş yapamadım. Kahvaltıyı dışarıda yapalım." dedi.

Son birkaç günü düşünüyordum. Antalya'dan döner dönmez havaalanında ona evlenelim demiştim ve o andan itibaren bir hız treninde gibiydik. Nikahtan sonra balayı niyetine bu eve gelişimiz bile anlık bir kararın ardından gelişmişti. Kontrolsüz bir hızla ilerliyorduk. Gerçekten ne yaptığımızın farkına çok sonra varacakmışız gibi bir korku içerisindeydim. Herşey öylesine güzeldi ki büyü hiç bozulmasın istiyordum.

Fakat dışarıda yakalamamız gereken gerçek hayat da tüm hızıyla devam ediyordu. Örneğin hala üniversite birinci sınıf öğrencisiydim ve korumam gereken bir bursum vardı. Beşiktaş'ta kahvaltı edip, evde hızlıca üstümü değiştirdikten sonra Atlas beni okula bıraktı, ardından kendi işleriyle ilgilenmek üzere ayrıldı. Derse girdim, her zamanki gibi amfide ortalarda bir yerlere oturdum. Hoca anlattı ben tahtaya baktım, sadece baktım çünkü ne kadar çabalasam da anlamıyordum. Hala aklım Atlas'ın beni benden alan dokunuşlarında, aşkla bakan gözlerinde, kokusunda, hissettirdiklerindeydi. Büyülenmiş olmalıydım. Bunun başka açıklaması olamazdı.

Henüz ayrılalı bir saat olmuştu ki mesaj attı.

"Özledim ben seni."

Ekrana bakarak şapşal şapşal sırıttım.

"Bu soruya bizim için cevap vermek ister misiniz İpek Hanım?" diye soran Aylin hocanın sesiyle yeniden dünyaya döndüm. Tahtadaki yazılara çinceymiş gibi baktım.

"Hayırdır inşallah bugün pek keyiflisiniz?" diye sordu Aylin hoca, hala yüzümde olan o salak gülümseme karşısında gülmemek için kendini zor tutuyor gibiydi. Aylin hoca zorluydu, derslerde telefon kullanımına karşı tavrı da çok katıydı ama neden bilmediğim bir şekilde bana karşı hoşgörülüydü.

"Kusura bakmayın hocam bugün biraz dikkatim dağınık." dedim. Kibirli başını yukarı atarak burnuna düşmüş gözlüklerini düzeltti,

"Belli oluyor." dedikten sonra daha fazla üstüme gelmekten vazgeçti. Tabi ki bu tavrının vizede görüşürüz demek olduğunu biliyordum. Ön uyarıyı dikkate alarak dersin geri kalanında aklımı başıma toplamaya çalıştım.

Ders bitiminde kitaplarımı toplarken Atlas'dan gelen yeni mesajı gördüm,

"Amfinin önündeyim, seni bekliyorum."

Adeta uçuşarak, ayaklarım yere basmayarak çıktım kapıya. Ve işte oradaydı. Nefesimi kesen yakışıklılığı, yüzünde tatlı gülümsemesiyle ona doğru koşuşumu izliyordu. Kollarına atıldım.

"Ben de seni özledim." dedim.

"İyi oldu söylediğin. Cevap yazmayınca özlemedin sandım." dedi.

"Aylin hocanın dersindeydim."

"Şimdi anlaşıldı."

Bu esnada Aylin hoca da kapıya çıkmıştı. Birdenbire karşımıza çıkınca utanarak geri çekildim ama sarmaş dolaş halimizi görmüştü çoktan. Kaşları göğe yükselirken her zamanki o belli belirsiz gülümsemesini takındı. Bana doğru,

"Dikkatini neyin dağıttığı şimdi anlaşıldı." dedi. Ders dışına çıktığımız anda daha rahat, daha keyifli bir kadına dönüşmüştü. Bu arada neler döndüğünü anlayan Atlas keyifli keyifli sırıtmakla meşguldü.

"Aylin hocam nasılsınız?"

"İyiyim Atlas. Sen nasılsın? Dersi verdiğinden beri görünmüyorsun. Bitirdin mi yoksa?"

"Yok hocam, nerede? Bu dönem beş ders daha aldım."

"Beş ders hiçbir şey değil senin için. Tabi sınavlarına girersen." Şöyle bir baktı. "Bu sene var mı bir hedefin?" Atlas,

"Mayısta Everest." diye cevap verdiğinde etkilenerek kafasını salladı. "Temmuzda ise İpek'le beraber Pobeda'ya tırmanacağız."

Aylin hocanın şaşkın bakışları bana dönmüştü şimdi.

"Sen de mi dağcılıkla uğraşıyorsun?"

"Evet hocam."

"Fazla ufak tefek değil misin?"

"Herkes öyle söylüyor ama..." diyerek güldüm. Atlas da gülerek kolunu omzuma attı.

"Bakmayın böyle göründüğüne, çok dayanıklıdır hocam." dedi.

"Çok sevindim böyle bir hobiyi paylaşmanıza. Yalnız senin bursun ne olacak İpek? Tempoya yetişebilecek misin?"

"Pobeda'ya tırmanmamız için Atlas bütün derslerimi vermemi şart koştu. Bakalım elimden geleni yapacağım." dedim. Aylin hocanın şakacı öfkesi Atlas'a döndü.

"Sen önce kendine bak." Atlas ona hak vererek kafasını salladı. Aylin hocanın bize bakan gözleri sevgiyle parlıyordu.

"Ben sizi daha fazla tutmayayım çocuklar."

"Estağfurullah hocam. Görüşmek üzere."

"Görüşürüz."

Kadının arkasından birbirimize şaşkın şaşkın baktık.

"Kimselere yüz vermeyen Aylin hoca mıydı bu?"

"Sanırım bizi seviyor."

"Sanırım."

Yüzünü saçlarıma gömerek kafamdan öptü.

"Seni sevmemek mümkün mü? Atla hadi gidiyoruz."

"Nereye?"

"Sürpriz."

Yola çıkmadan telefonuyla birini aradı.

"Burak nasılsın abi? Benim sipariş hazır mı? Süper. Şimdi İpek'le beraber geliyoruz." deyip kapattı. İyice meraklanmıştım ama ne kadar ısrar etsem de söylemeyi reddederek motoru çalıştırdı. Okuldan çıktık. Sahil yönüne döndük. Sirkeci tarafına ulaştığımızda hiçbir şey anlamayadım. Motoru Kapalıçarşının içerilerine doğru sürdükten sonra yukarılarda bir yerde durdu.

"Buradan sonrasını yürümemiz gerekiyor." İnip elimi tuttu.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum bilmiyorum kaçıncı kere.

"Az kaldı, şimdi anlayacaksın." dedi. Eski taş yollardan yokuş yukarı yürüdük. Kuyumcular çarşısı girişini gördüğümde zihnimde ilk ışık yandı. Daha fazla kafa şişirmeden adımlarını takip ettim. Sıra sıra dükkanların arasında tek bir basamakla yer altına doğru inen ufacık bir dükkana girdik.

İçeride bizi beyaz tenli siyah saçlı bir genç adam karşıladı.

"Hoşgeldin Atlas."

"Hoşgeldin abi." dedikten sonra bizi tanıştırdı. "Burak. Eşim İpek. Burak'la bizim kulüpten tanışıyoruz."

"Hoşgeldin yenge. Memnun oldum. Geçen sene eşim ve arkadaşlarımla beraber Atlas'ın yönettiği bir doğa kampına gitmiştik."

"Ne güzel."

"Çok güzeldi valla, biz çok memnun kaldık. Ne içersiniz? Ne ikram edeyim? Yüzükleriniz hazır, bizim çırak almaya gitti, gelecek şimdi." Atlas bana dönüp,

"Birer türk kahvesi içelim mi aşkım?" diye sorduğunda hala yüzükleriniz hazır cümlesinin şaşkınlığını üstümden atmaya çalışıyordum.

"Olur."

"İkimiz de sade içiyoruz abi."

"Tamamdır."

Burak kahveleri söylerken Atlas'a,

"Yüzükleri ne zaman sipariş ettin?" diye sordum.

"Antalya'ya gittiğinde. Daha önce akıl etmem gerekirdi ama acemilik ettim. Sen Antalya'dayken daha fazla geciktirmek istemedim. Kabul edersen diye, hazır olsun istedim. Yine de yetişmedi." dedi gülerek.

"Ya kabul etmeseydim?" diye sordum.

"Yazık olurdu." dedi basitçe.

"Kabul etmeseydim beni terkeder miydin?"

"Her fırsatta beni bir kez daha terketmemeni isteyen ben, sence terkeder miydim?" dediğinde verecek cevap bulamadım. Burak bize dönmüştü,

"Ee daha daha nasılsınız?"

Yüzükler gelmişti. Dümdüz, sade, altın rengi iki alyanstı. Benimki biraz daha ince, onunki haliyle biraz daha kalındı. İçlerinde isimlerimiz ve tarih yerine sonsuzluk deseni vardı. Ben ki her daim sadelikten yanaydım. Yüzüklerimize sevgiyle baktım.

"Çok merak ediyorum parmağına olacak mı?" dedi Atlas. "Ölçünü alamadığımız için Burak'la birlikte tahmin yeteneğimizi kullanmak zorunda kaldık."

"Benim eşim de aşağı yukarı senin gibi, onun ölçüsünü baz aldık." diye açıkladı Burak.

Parmağıma taktım. Tam olmuştu.

"Buna sevindim." dedi sevgilim. "Ama aslında bir şey daha düşündüm. Her zaman parmağımıza takamayız bu yüzden uygun birer zinciri de var."

Burak onaylayarak bakarak kafasını salladı ve bizim için hazırlattığı kolye zincirlerini çıkardı.

İşte o an bu ince düşüncesinden ötürü Atlas'a bir kez daha aşık oldum.

Henüz evliliğimizi kimseye söylemek istemediğim için yüzüğü de takamayacağımı bilerek böyle bir fikir bulmuştu. Beni herşeyimle seviyordu, aklına yatsa da yatmasa da tüm fikirlerimle birlikte saygı duyarak sevdiğini hissettiriyordu ki bunun dünyalara bedel olduğunu biliyordum. Ona sarılmamak için kendimi zor zaptettim, Burak'ın önünde vıcık vıcık bir çift gibi görünmek istemiyordum bu yüzden gözlerinin içine bakarak kalpten gelen bir teşekkür ettim. Bakışları bakışlarımı kucakladı.

"Rica ederim." dedi sırıtarak.

Yüzüklerimizi kolyelerin ucuna astık, boynumuza taktık. Burak'la vedalaşıp oradan ayrıldık.

"Şimdi ne yapmak istersin?"

"Sen ne istersin?"

"Buraya kadar gelmişken sahilde balık ekmek yiyelim mi?"

"Olur."

Marmara'nın serin suları önümüzde köpük köpük dalgalanırken, sahilde balıkçıların, vapurların, esen serin rüzgarın, iş çıkışı telaşıyla evine gitmeye çalışan insanların ve yoğunlaşan trafiğin eşliğinde balık ekmeklerimizi yedik. Bir şehrin sesleri yankılanıyordu kulaklarımızda. Garip bir tınısı vardı üstelik, çok sesli bir orkestranın çaldığı modern ve sıradışı bir melodi gibiydi. Herşey bir yana tarife sığmaz ölçüde mutluydum.

Ve yine de hayat denen karmaşanın içinde yer aldığımızın farkındaydım.

"Yurtta kalan eşyalarımı almamız lazım."

"Alalım şimdi."

"Tamam."

Umarım bir daha hiçbir sebeple uğramamak üzere son kez vedalaşmaya çıktım yurttaki odama. Ben geldiğimde Hande içerideydi.

"Hoşgeldin." dedi gümbür gümbür çalan müziğin sesini kapatarak. Hayatımda birçok şey yetişmesi güç bir hızla değişirken, değişmeyen bazı şeylerin kalması garip şekilde iyi hissettirmişti.

"Hoşbulduk. Nasılsın?"

"İyidir. Çıkış yapmaya mı geldin?"

"Yok. Çıkışımı geçen hafta yapmıştım. Eşyalarım aşağıdaki bavul odasında. Onları almaya ve seninle vedalaşmaya geldim."

"Aa.." dedi şaşırarak. Kısa zaman önce sorsalar ben de onunla vedalaşmak isteyeceğimi düşünmezdim. "Şey, hoşçakal o zaman." dedi bana doğru gelerek. Birbirimize sarıldık. "Yeni evinde mutluluklar."

"Çok teşekkürler. Umarım sen de benden daha anlayışlı bir oda arkadaşına kavuşursun."

"Şimdilik kimse gelmedi. Ben de senin vazgeçtiğini düşünmeye başlamıştım."

"Aslında Sedef'le birlikte çıkmaktan vazgeçtim."

"Aa.." dedi bir kez daha şaşırarak. "Erkek arkadaşınla o zaman?"

Fazla açıklamak istemeyerek çekingen bir tavırla kafamı salladım.

"Evet öyle oldu."

"Hmmm." dedi bilgiç bir şekilde kafa sallayarak. "İşine karışmak istemem ama Sedef'i hiçbir zaman gözüm tutmamıştı zaten." dedi. İçin için güldüm. Sedef, bitlinin teki dediği Hande'nin kendisi hakkındaki yorumunu duysa acaba ne düşünürdü?

"Bundan sonra okulda filan görüşürüz öyleyse. Kendine iyi bak."

"Sen de. Görüşürüz."

Tek bir büyük valizden ibaret eşyalarımı aldım ve Atlas'ın yanına döndüm.

Yüzümdeki ifadeyi anında okudu.

"Ne bu duygusallık?"

"Bilmiyorum ki. Buradan ayrılmak için ne kadar can attığım düşünülürse şuan ne saçmalıyorum ben de anlamıyorum." dedim.

"Çok anıların var burada." dedi anlayış göstererek. "Ama bundan sonra daha güzellerine sahip olacağız birlikte."

Göğsüne gömdüğüm kafamı sallayarak onayladım.

"Valizi motorla götüremeyiz." dedi güncele dönerek. "Onun için sen taksiyle giderken ben de peşinden takip edeceğim."

"Tamam."

Böylelikle evimizin yolunu tuttuk.

Evimiz.

Bir zamanlar sadece Atlas'ın olan, kendimi ait hissettiğim bu küçük şirin daire artık benim de evimdi. Bu bilinçle içeri ilk adımımı attım. Buraya ilk geldiğim geceyi hatırladım. İlk öpüşmemizi. Sonra ona attığım tokadı. Montum ve botlarım elimde koşarak dışarı çıkışımı. Sanki binlerce yıl önce yaşanmış gibiydi. Bu girişte ne kavgalar etmiştik. Ne öfkeler, ne hırslar, ne tutkular sarmıştı bacayı. Şimdiyse bambaşka bir iklim sürüyordu yüreğimin eski ıssız bahçelerinde. Aşk filizleri sarmıştı her yeri. Bir baharın getirdiği tüm hisler vardı havada. En çok da inkar edilemez bir huzur. O huzuru aldığım nefes dolusu içime çektim.

Atlas kapıyı arkamızdan kapatarak içeri girdi. Ayakkabımın tekini çıkarabilmiştim henüz, diğerini çıkarmama izin vermeden arkamdan yakalayıp kucakladı.

"Bırak beni." diye ciyaklasam da gülüyordum. Havaya kaldırdığı gibi tüm tepinmelerime rağmen taşıyıp banyoya, duşun altına attı. Açıkçası yatak odasına gideceğimizi sanıyordum. Bu yüzden apayrı bir şaşkınlık içerisindeydim.

"Soğuk sıcak değişimiyle aran nasıldır sevdiceğim?" diye sordu.

"Ne diyorsun anlamıyorum?"

"Üstündekileri derhal çıkar diyorum, yoksa birazdan suyun altında ziyan olacaklar."

"Ya sen ne diyorsun?"

"Dediğimi yap hemen geliyorum." dedi ve beni şaşkın ördek gibi duşun altında bırakarak yatak odası yönünde gözden kayboldu. Bir dakika geçmeden geri dönmüştü. Üstelik benden önce davranarak kendi kıyafetlerinin yarısını çıkarmıştı bile!

"E hadi." dedi bana da. Bunun nereye varacağını bilemesem de anlayamasam da çaresiz uyum sağladım. Çırılçıplak kaldığımızda duşun buz gibi suyunu açtı. Çığlık çığlık bağırmama karşılık kaçmama izin vermedi ve beni kollarının arasında sabit tutarak zalim kahkahalar attı.

"Dondum! Dondum!"

"Bir şey olmaz."

"En fazla hasta oluruz canım ne olacak?"

"Olmayız."

Bir iki dakikanın ardından şebek gibi ıslanma işlemimiz tamamlandığında suyu kapattı.

"Havluyu rica edebilir miyim?" diye söylendim.

"Havluya gerek yok. Gel." dedi. Elimden çekerek beni duştan çıkardı. Peşi sıra yatak odasına sürükledi. İşte o anda saunanın ışığının yandığını farkettim.

"Şaka yapıyorsun!" dedim kıkırdadı.

"Ne münasebet. Ben senin hayallerini gerçekleştirmek için yaşıyorum."

Az önceki suyun soğukluğu karşısında saunanın sıcaklığı ilaç gibiydi. Küçücük ahşap banka oturdum. Önümde dikilerek beni oturduğum yerden kaldırdı.

"Burada uslu uslu oturacağımızı düşünmedin herhalde."

Az önce kalktığım yere oturup beni kucağına çekti.

"Yoo, düşündüm. Ben senin gibi sapık mıyım?" diye söylensem de yalandan söylendiğimin kendim de farkındaydım. Hırçınlığımla eğlenerek elini ıslak saçlarımın arasına geçirdi. Kafamı kendine doğru çekerek dudaklarını hırsla dudaklarımla birleştirdi.

Bir nefeslik boşlukta "Bu kez farklı bir şey deneyebilir miyiz?" diye sordu. Artan beklentiyle birlikte çoktan kıpır kıpır olmuştu içim.

"Sen her kucağıma oturduğunda yapmak istediğim şeyi nihayet..."

"Tamam sus." dedim anlayarak, kocaman bir kahkaha attı.

"Utanmak yok demiştim."

"Deyince oluyor mu hemen öyle?"

"Artık alışsan iyi olur."

Sessiz kalarak onayladım. Şimdiden hem korkuyordum, hem de heyecandan ölecek gibiydim.

"Bu şekilde yapmak ilk defasında fazla gelebilir. Dayanamayacak gibi olursan hemen söyle olur mu? Direndiğini biliyorum ama artık canını yakmak istemiyorum. Alışana kadar başka şekillerde devam-"

"Aşkım susar mısın? Biraz daha konuşursan odadan koşarak kaçacağım." dedim. Talebine karşılık vermeye hazırlanarak ayağa doğruldum. O da eliyle ağzına fermuar çekti. Sonra beni olmasını istediği şekilde yönlendirerek yeniden kendisine doğru çekti. Ve bu sefer ki çok...farklıydı. Önden uyarısını yaptığı kadar vardı.

"Yavaş ol." diye son kez uyardı. Ama sonra yutkundu ve sustu. Artık tüm kontrol bendeydi. Diğer bütün hislerle birleştirilince bunu açıklanamaz derecede çekici buldum ve gücünü yeni keşfeden bir hükümdar gibi yeni ele geçirdiğim topraklarda keşfe çıktım. Tanıştığımız günden beri belki de ilk kez onu savunmasız kılan bir şey bulmuştum. Ve bu beni delirtiyordu, elbetteki iyi anlamda. Bedenlerimiz birbirine dolanmış, kendi duygularım karman çorman olmuş bir haldeyken gözlerinden gelip geçen sayısız duyguyu izledim. Aşkın, tutkunun, zaafların ve daha binlerce karmaşık duygunun beni olduğu kadar onu da esir alışını gördüm gözlerinde.

"Bu sefer önce sen." dedim ama çok da emin değildim kendimden. Gözleri kırpıştı ve sadece,

"Emrin olur." dedi.

Ansızın hafifçe geriye doğru yaslanıp, ellerini kalçalarıma bastırarak hareket etmemi engelledi. Kendisi için yaptığını sanmıştım fakat o anda hiç beklemediğim şekilde ben de bütün benliğimi yitirdim. Ve hiç kısa sürmedi. Hayır, dalga dalga sayısız kez vurup geçti, bitti sandım bir daha, bir daha, ta ki ben tüm gücümü tüketip kollarına yığılana kadar sürdü.

Uzunca bir süre sonra, "Ben bittim." diye sayıkladığımda gülüşünün tatlı tınısını duydum.

"Allah'tan bu odada ses yalıtımı var." dedi. "Bir dahakine apartmanı başımıza toplamamak için aklımda bulunduracağım."

Ne kadar ses yaptığımı kendim kesinlikle fark etmemiştim, utançtan yerin dibine girdim, o ise bundan ileri derece keyif almış gibi görünüyordu. Doğrulduğumda saçlarımı yüzümden çekip baş parmağıyla yanağımı okşadı.

"Üzerimde hakimiyet kurmak hoşuna gitti bakıyorum." dedi.

"Ben mi? Yine son sözü sen söyledin."

"Birlikte söyledik güzelim." dedi. "Bu kez birlikte söyledik."


**************


Birbirimizi keşfetmekten başka hiçbir şey yapmadığımız süre bir hafta sürdü. Ardından benim vizelerim başladı ve Atlas bana açıklamadığı işlerine geri döndü. İşte o zaman evliliğin ne demek olduğunu anlamaya ve Atlas'la birlikte gelen hayatın koşullarını daha net olarak görmeye başladım.

Artık babası adına üstlendiği işlerin bir doğa sporları kulübünün mali işleriyle ilgili olmadığının farkındaydım. Kenan Dorukan bazı ithalat ve ihracat işleriyle uğraşıyordu. Belli ki geçmişte uğraşıyordu çünkü artık bütün derdi tasayı oğluna devretmiş görünüyordu. Akşamları ben ders çalışırken, Atlas da yanında getirdiği bilgisayarını açıyor ve yorgunluktan tükenene kadar birtakım hesaplamalarla uğraşıyordu. Bazen huzurlu oluyordu, bazense işleri yolunda gitmiyordu. Bazen benim duymamam gereken telefon görüşmeleri yapıyordu.

"Sen haklıydın Tunç. Başka biri ya da birileri var. En az bir kişi. Kaya hiçbir zaman yalnız çalışmamış ve asıl büyük balık o bile değil. Kaya'nın bir azmettiricisi var. Onu bulmak zorundayım. Herşeyi legal hale getirmek için çok uğraştım ama benden öncesine kefil olamıyorum, ellerinde ne var bilmiyorum..."

Atlas bu konuşmayı evin ses yalıtımlı pimapen kaplı balkonunda yaparken, o sırada açık kalan küçücük mutfak camından dinlediğimin ve ne çeşit bir dehşete kapıldığımın farkında değildi. Tunç ne diyorsa dinledikten sonra, "Babam da öyle söylüyor zaten. Sekiz yıl önce batmış bir şirketin...biliyorum, biliyorum. Sonuç olarak batmış görünüyor artık kağıt üstünde. Odak noktamız o değil şuan. Kaya'nın birlikte çalıştığı kişiler...sen bu konuda biraz araştırma yapabilir misin? Bir de şu, gayrimeşru çocuk mevzusu var, babama söyleme, bu konuda yaptığın araştırma sadece ikimizin arasında." dedi.

Tam da o sırada elimdeki su bardağını düşürdüm. Atlas sesin geldiği yöne döndü. Bense kendimi yere attım ve cam kırıklarını toplamaya başladım. Çok kısa sürede yanımdaydı.

"Aşkım iyi misin?"

"Sadece su bardağını düşürdüm."

"Bana bırak ben toplayayım, elini filan keseceksin."

Ona bıraktım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Yüzümün ne halde olduğunu bile bilmiyordum bu yüzden kendime biraz çekidüzen verebilmek adına banyoya kapandım.

Aynada gördüğüm yalancının yüzüne baktım. Feda edilecek herşeyi feda etmiş, sadece bencilliğiyle uzun yollar aşmış ve sonuçta elinde avucunda sandığı herşeyi yitirmenin eşiğinde bir kızdı gördüğüm. Kaya abi öldüğünde bitti sanmıştım. Çoktan vazgeçtiğim planın bağlayıcı unsuru ortadan kalktığında yapılan anlaşmanın sona erdiğini sanmıştım. Ne büyük yanılmışım. Kaya daha o zamanlar işin içinde başka kişilerin de olduğunu söylemişti. En başta Atlas'ın üvey kardeşi her kimse, Kaya'nın korumaya çalıştığı kişi de oydu - o kişi hala hayattaydı ve ben de öyle... Atlas'ın peşine düştüğü iz doğru bir izdi. Kaya'nın işbirliği yaptığı kişiler vardı ve ben de bunlardan biriydim. Gerçekler ortaya çıktığında kime ne söyleyecek, nerede saklanacaktım?

Görünen o ki, yalvarıp yakarıp yardım isteyebileceğim tek kişi Tunç'tu. Atlas'ın babasından bile gizlemek kaydıyla yardım istediği kişiydi ve nasıl bir imkana sahipti bilmiyorum ama istediği her bilgiyi elde edebilecek güce sahipmiş gibi görünüyordu. Ve ona zamanında babamın ölümünü itiraf ettiğim gibi, kalan tüm sırlarımı da itiraf edip beni ele vermemesi için yardım istersem belki bir şansım olabilirdi. Aksi takdirde olabilecekleri düşünmek bile istemiyordum.

Fakat tek seçeneğim bu muydu? Elimde bir kozum daha vardı. Atlas'ı ikna edip buralardan kaçıp gidersem belki de kaçabilirdim yalanlarımdan ve vazgeçtiğim geçmişimden. Birlikte mutlu olabileceğimiz bir gelecek mümkündü. Sadece temiz bir sayfa açmak buna yeterdi. Atlas'ı ikna edebilsem yeterdi.

Soğuk suyla yıkadığım yüzümü kurulayıp banyodan çıktım. Atlas yine bilgisayarın başındaydı.

"Hep böyle mi olacak?" diye sordum. Uğraştığı işle ilgili sorduğumu sanarak,

"Hayır Everest tırmanışına gitmeden öncesinde yetiştirmeye çalışıyorum." dedi. "Ben gittiğimde bunları başkası yapmayacak."

"Baban neden yapmıyor?"

"Babam bana güveniyor."

"Baban Tunç'a da güveniyor. İşleri ona devredemez misin?"

"Tunç babamın oğlu değil. Bu konudaki sorumlulukları benimle aynı değil. Tunç sadece bize yardım etmek istediği için ediyor."

"Anlamıyorum onu bu kadar önemli kılan nedir? Herşeyin hem içinde hem dışında kalabiliyor."

"Sana daha önce de söylemiştim, babasının bir telekomünikasyon şirketi var."

İkna olmadığımı bakışlarımdan anladı.

"Tunç'un babası istihbaratta çalışıyor. Oldu mu şimdi?"

Dehşetten ağzım açık kaldı. Ben bitmiştim an itibariyle.

"Ve sen ondan yardım alıyorsun?"

"Bana yarardan başka bir getirisi yok."

Ve benim de boynumda bir ilmek varken ayağımın altındaki sandalyeyi çekebilecek tek kişi.

"Atlas bu iş çok çetrefil. Bir gün herşey başına saracak diye korkuyorum."

"Sarmayacak güzelim. Neden bu kadar karamsarsın?"

"Balkonda konuştuklarını duydum." diye itiraf ettim. Bir an için gözleri kederle perdelendi.

"İpek... seni bu işten uzak tutmaya çalışıyorsam beni anla. Bu konuşmaları bile yapmamamız gerekiyor aslında. Ne kadar az bilirsen o kadar iyi."

"Öyleyse hep böyle olacak."

"Ne demek hep böyle olacak?"

"Sen Everest'e gidip döneceksin. Sonra?"

"Sonra birlikte final sınavlarımıza gireceğiz. Sonra birlikte Pobeda'ya gideceğiz."

"Sonra?"

"Sonrası yok."

"Sonra geri döneceğiz ve sen yine bu işlerle ilgileneceksin."

"Sandığın gibi değil. O kadar karanlık bir senaryo da değil. Sonsuza dek sürmeyecek."

"Ne sandığımı bilmiyorum ben açık konuşur musun?"

Açık konuşmak ister gibi ama tereddüt eder gibi bir ifade vardı yüzünde.

"Atlas tek bir dileğim var benim senden. Bir gün sözünü verdiğin gibi buralardan gidebilecek miyiz, bir gün bambaşka bir hayatımız olabilecek mi? Sen, babanın yarattığı bu kaosa mahkum olmadan, ben senin için endişe duymadan, eskiden yaptığın gibi sadece sporla ve hayallerinle ilgilenebilecek misin onu bilmek istiyorum. Eğer mümkün değilse onu da bilmek istiyorum. Çünkü yalan yere hayaller kuracak gücüm yok benim." diye patladım.

Hep yaptığı gibi yapmadı bu kez, yalanlamadı, babasını savunmadı, bana çıkışmadı. Sarsılmış bakışlarında derin bir keder vardı bu kez, o bakışlar içimi çok yaraladı.

"Ben istemiyor muyum?" diye başladı. "Ben seninle birlikte herşeyi bırakıp buralardan çekip gitmeyi istemiyor muyum? Bitecek sana söz. Belki Pobeda'dan döndüğümüzde, belki bir süre daha ama sonunda bitecek. Çünkü bu yaptığım..." durdu derin bir nefes aldı. "Çünkü bu yaptığım, bütün hesapları kapatma işlemi ve bitecek. Sandığımdan daha çok boka batmış durumdayız, kolay değil, çok vaktimin kalmadığının ben de farkındayım ve inan senin kadar çok istiyorum bu lanet şehirden defolup gitmeyi."

"Gidemediğini söylüyorsun ama Everest'e gidebiliyorsun. Benimle Pobeda'ya gidebiliyorsun. Neden temelli gidemiyorsun?"

"Çünkü Everest için sponsorlarımla çok önceden anlaşmalar imzaladım. O paraya ihtiyacım var. Pobeda başka...Pobeda'ya tırmanmayı ikimiz için istiyorum. Bize özel olduğu için. Ve bunun için herşeyi göze alırım." diye açıkladı.

"Peki ya sana bir şey olursa...öncesinde veya sonrasında...madem bu kadar batık durumda işler, neden sorumlusu kimse ona bırakmıyorsun, neden babana bırakamıyorsun?"

"Çünkü şu an babama bırakmamla kendim üstlenmem arasında hiçbir fark yok. İkisi de aynı kapıya çıkıyor. Babam benim kötülüğüme çalışıyormuş gibi konuşuyorsun ama durum böyle değil. Tam aksine. Herşey bizim iyiliğimiz için. Fakat vakit gerçekten az ve durumu ben kurtaramazsam sonrasında beni hiç kimse kurtaramaz." diyerek itiraf etti.

Duymaktan korktuğum şeyi duymanın etkisiyle kanım donmuş bir halde kaldım.

"Gidelim." dedim sonunda. "Hemen bugün gidelim."

"Anlamıyorsun İpek. Gidemeyiz." dedi nihayet parlayarak. "Gidemeyiz yeter kes artık. Bu kadar ısrarcı olmaktan vazgeç."

İlk kez öfkesini bu kadar açıkça gösterişi karşısında ürkerek sustum. O en büyük korkusunun beni kaybetmek olduğunu söyleyedursun, ben de onu kaybetmekten ölesiye korkuyordum. Ne kadar korktuğumu farkederek oturduğu yerden fırladı. Yanıma geldi, yere çöktü, beni kollarına aldı.

"Özür dilerim." dedi. "Bütün bunlar seninle ilgili değil ve ben son günlerde biraz bunalmış durumdayım. Neyi neden istediğini anlayabiliyorum ama ne olur sen de beni biraz anla. Buradan çekip gideceğiz, bir geleceğimiz olacak evet, sen yeter ki iste; bebeklerimizi Himalayalarda Şerpa olarak bile yetiştirebiliriz." dedi. Güldüm.

"Allah korusun. Şerpa olmalarını istemem." dedim, o da güldü.

"Sen nasıl istersen öyle olması için çabalayacağım. Güzel bir gelecek olacak ve gideceğiz, sana bunun sözünü verdim. Korkma. Sadece bana güvenmeye ve yanımda olmaya devam etmene ihtiyacım var." dedi. Ardından gözlerimin içine bakarak kalbimi söken bir masumiyetle sordu. "Çok şey mi istiyorum?"

"Çok şey değil aşkım." dedim korkuyu, kederi, endişeleri ve umutsuzluğumu yutkunarak. "Çok şey değil."


Şerpa: Ek iş olarak Himalayalarda yük taşıyan Tibet kökenli dağ halkı. İçlerinde, sizin benim gibi insanların bir ömür uğraşıp belki bir kez tırmanabilecekleri Everest'e sayısız kez tırmananları var.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top