Eninde Sonunda

Bölüm Şarkısı: Janine - Hold Me

Atlas'ın Everest tırmanışı öncesi düzenlenen veda etkinliği eğlenceliydi.

Okul kulübünün üyeleriyle Dorukan Doğa Sporları kulübünün tanıdık yüzleri Belgrad Ormanı'nda bir araya gelmişti. Kadro kalabalıktı. Okul kulübünden ayrılalı uzun zaman olduğu için eski yüzleri gördüğüme sevinmiştim. Buket, Mehmet, Ekin ve diğerleriyle hasret giderdik. Yeni tanıdığım insanlardan biri olan Artun, sınır tanımaz neşesi ve şakalarıyla ortamı ateşliyordu. Selcen organizasyon sahibi olarak herşeyin yolunda gitmesi için didiniyordu. Aynı derecede sorumluluk sahibi arkadaşım Buket, bu konuda Selcen'e yardım ediyordu. Daha önce ikisini aynı ortamda görmediğim için farketmemiştim, Buket ve Selcen birbirlerinin en yakın arkadaşıydılar.

Ve Tunç da bugüne dek hakkını vermediğim tüm özellikleriyle birlikte oradaydı. Hiçbir zaman Atlas kadar öne çıkan biri olmamıştı. Artun kadar neşeli veya göze görünür de değildi. Kontrollü şekilde bir adım geride durup, ortamın dış hatlarını belirleyen bambaşka bir lider havası vardı onda. Nasıl farketmemiştim bunca zamandır, anlayamıyordum.

Keyfi yerinde bir Tunç'un insanları isteği gibi etkisi altına alma yeteneği inkar edilemezdi. Şaka yapılacaksa şaka yapıyordu, herkes gülüyordu. Ciddi bir şey söylenecekse söylüyordu ve herkes dinliyordu. Atlas'ın olmadığı zamanlarda okul kulübünü yönettiği için yeni yetmeler ona saygı duyuyorlardı. Eski arkadaşları kendileri bile farketmedikleri şekilde en basit şeyleri ona soruyor, o ise gülen yüzünde rahat tavırlarla el altından herşeye yetişiyordu. Ve bütün bunları sanki hiç çabalamadan yapıyor gibiydi. Kolunun altında Sedef'le, yüzünden hiç eksilmeyen gamzesiyle birlikte mutlu ve tasasız görünüyordu. Bunca zamandır aynı ortamı paylaşmamıza rağmen hiç tanımadığım birine bakar gibiydim. Belki de ben hep Atlas'a odaklandığım için onu görememiştim. Şimdiyse, belki de kaderimi elinde tuttuğunu bilirken, gözlerimi üzerinden alamıyor, her davranışını, her hareketini farklı gözlerle inceliyordum.

Göz göze geldiğimiz anlarda yüreğime korku düşüren o bakışlardaki manayı okuyamıyordum. Benim hakkımda ne biliyordu? Herşeyi mi? Hiçbir şeyi mi? Yaz gecelerini andıran, yıldızlarla dolu o karanlık gözlere bakarak iki yorumu da çıkarabilirdiniz. Bir zaman sonra çeşitli yanlış anlaşılmalara sebep olabileceğini farkederek ona bakmaktan vazgeçtim. Ne olacaksa olsundu. Artık hayatta hiçbir şey bana güven vermiyordu. Korkularımı ilmek ilmek dizdiğim o güvensiz ipe basa basa bir uçurumun üstünde yürümekten başka bir şey yapmıyordum zaten aylardır. Atlas iki gün sonra gidiyordu. Zihnim ve kalbim bununla doluydu.

Piknik alanında halat çekme, dereden iple atlama türü bir sürü oyunlar oynandı. Ben o gün hafif bir soğuk algınlığı geçirdiğim bahanesiyle oyunlara fazla katılmadım. Birileri üzerimdeki kırgınlığı Atlas'ın gidişine yoran şakalar yaptılar. Tabi ki haklıydılar. Onsuz geçecek iki ayı düşünürken bile yatağın yorganın altına sokulmak ve geri dönene kadar uyuyakalmak istiyordum. Ne kadar yansıtmamaya çabalasam da henüz birbirimize doyamamışken yeniden ayrı düşmenin hüznü vardı içimde. Atlas o gün, oraya kendisi için gelen insanlarla ilgilenirken dahi her an bir elini sırtımda hissedebiliyordum. Çok güçlüydü, sadece fiziksel olarak değil elbette, üzerimdeki etkisi, varlığıyla, kişiliğiyle, karakteriyle çok güçlüydü.

Aramızda beni korkutan bir bağ vardı bizim. Onun olduğu tarafa bakmazken bile durduğu yönü söyleyebilirdim. Kırk kahkahanın arasından onunkini ayırd edebilirdim. Arkamda durduğunda dokunmazken bile ısısını hissedebilirdim. Gözlerimi kapadığımda yüzünü görebilirdim. Onu yanımda hissetmek için resmen yanımda olmasına bile gerek yoktu. En çok korktuğum da buydu belki de. Fiziksel varlığına delicesine çekim ve istek duyarken, bundan çok daha güçlü hissettiren manevi varlığı yüzünden, yokluğunda bile onu yaşayabileceğimi biliyor, hiçbir şekilde bu yoksunlukla sınanmak istemiyordum. Şimdi değil, yakın gelecekte değil, hiçbir zaman değil. Onsuzluğa hiçbir şekilde katlanabileceğimi düşünemiyordum.

Eli belinde dereden atlayanları izlerken ne kadar çekici, ne kadar güven verici göründüğünü biliyor muydu acaba? Böyle şeyleri hiç umursamazdı. Güldüğünde kuşlar kanatlanıyordu kalbimden. Gitmesini istemiyordum. Hem de hiç ama bu benim seçimime kalan bir mesele değildi.

"Aşık insanların kalp atışları birbiriyle uyumlu olurmuş. Everest yolunda onun tırnağı kırılsa senin binlerce kilometre öteden hissedebileceğini düşünüyorum." diyen sese doğru döndüm.

Sedef yanı başımda dikiliyordu. Benden bir omuz boyu kadar uzundu. Böyle yan yana durduğumuzda neredeyse tepeden bakıyordu yüzüme. Kollarımı göğsümde kavuştururken ona değil önüme döndüm. Tunç, Atlas'ın yanına gelmişti, dereden atlamaya hazırlanıyordu.

"Telepatik bir şey mi bu?" diyerek güldüm. "Tunç şimdi düşüp bir yerini kırsa senin de bir yerin kırılır mı?" Kafasını yana yatırıp gülümsedi.

"Onun canı acımasa bile benim canım acır." diye cevap verdi. Sedef'in Tunç'a dair hisleri çoktandır benim açımdan açık ve netti.

"Ev işini ne yaptın?" diye sordum. Ardımda bıraktığım dağınıklığın nasıl toparlandığını merak ediyordum.

"Tunç, masraflarını tek başıma üstlenebileceğim güzel bir apart buldu. Sanırım böylesi herkes için daha iyi oldu." dedi. Bu yorumu yapabilmesine sevinmiştim.

"Bence de."

"Bunca şeyden sonra ikimiz aynı evde yapamazdık." dedi dürüstçe.

Onaylayarak kafamı salladım. Çok şeyler söylenmişti ve muhtemelen söylenmeyen de bir o kadar çok şey vardı.

"Ama hala arkadaş sayılırız değil mi?" diye sordu.

"Evet." dedim sonuçta herşeyi bir yana bırak bizim nikah şahidimizdi. Evlendirme dairesinin önündeki vedalaşmamız aklımdaydı hala.

"Atlas gittiğinde kendini yalnız hissedersen beni arayabilirsin. Birlikte bir şeyler yaparız." dedi. İfadesiz bakışlarıma karşılık yine de ekledi. "Kız kıza."

"Tabi. Güzel olur." dedim üstünde fazla düşünmeden.

Biz böyle yan yanayken tam karşımızdaki iki erkek de kendi aralarında konuşurlarken gözlerini dikmiş bize bakıyorlardı. Atlas bana göz kırptığında içim eriyerek gülümsedim ve ona doğru yürümeye başladım. Bu sahneye karşılık Tunç'un tepkisi bize sırtını dönmek oldu. Gerçekler karşısındaki tepkisinin ne olacağını merak ediyordum. Yine sırtını mı dönecekti? Birbirimizi nasıl sevdiğimizi görerek bize bir şans mı verecekti? O an geldiğinde hiç değilse bana, kendimi açıklamam için bir fırsat vermesini diliyordum.


**************


Atlas yola çıkmadan önce bütün işlerini yoluna koydu. Özellikle son günlerde rahat ve huzurluydu. Onu böyle görmek beni de rahatlatıyordu. Anlatmak istemediği şeylerle zaman harcamadım. O iyiyse ben iyiydim. Olacaklara hükmümün geçmediğini kabullenmiştim artık.

Yola çıkmadan bir gece önce aile evine tek başına giderek anne babasıyla vedalaştı. Son gün baştan sona birlikteydik. Sürekli herşeyi koruma altına almaya çalışan haline alışmıştım artık. Dönene kadar evle ilgili yapmam gerekenleri anlattı. Benim için açtığı banka hesabına para yatırmıştı. Masraflarımı oradan karşılayabilecektim. Selcen ve Buket'e beni yalnız bırakmamalarını tembihlemişti. Herşeyi düşünmesi karşısında kendimi çocuk gibi hissediyordum.

"Sen kendi işine bakar mısın? Everest'e tırmanmaya gidiyorsun! Kendi psikolojik hazırlıklarını yapsana."

"Benim psikolojik hazırlığım senin iyi ve güvende olduğunu bilmekle tamamlanıyor."

"Ben iyi ve güvende olacağım. Dediğim dedik sevgilim, ciddiyim, oralarda aklının bende kalmasını istemiyorum. Sadece çabuk dönsen fena olmaz. Arada bir de ararsın herhalde imkan oldukça?"

Valiz hazırlamamız gerekiyordu ama dakikalardır salon koltuğunda vakit öldürüyorduk. Son cümlemle birlikte beni iyice kollarının arasına alarak ezercesine sıktı.

"O nasıl söz öyle ararsın herhalde filan?"

"Şaka yapıyorum."

"Köydeyken her gün arayacağım. Ana kampta ise uydu telefonu olacak. Fakat zirve tırmanışı başladığında..."

"Biliyorum biliyorum." dedim içim sıkışarak. Defalarca kez konuşmuştuk tırmanış planını. Hava durumu ve tırmanış koşulları göz önüne alınarak en doğru tarihlerde yapacağı tırmanış süresince doğayla ve birlikte gittiği ekip arkadaşlarıyla baş başa olacaktı. Ben onu Allah'a emanet yolluyordum. Dağcılığa gönül vermiş biri olarak, babasını bir tırmanışta kaybetmiş biri olarak bütün risklerin farkındaydım ve bunları konuşmak istemiyordum. Stresimin kendisiyle ilgili ölçütünü anlayarak buhranlı havayı dağıtmak istedi.

"Bence de artık bunları konuşmayalım." dedi. "Daha farklı ve faydalı şeyler yapabiliriz."

Tişörtümü çıkarmak için izine ihtiyacı yoktu tabi.

"Valiz hazırlamamız lazım."

Kendi tişörtünü de öyle.

"Hazırlarız."

Son ayda aksatmadığı ağır antrenmanlar, sanki az kusursuzmuş gibi vücut hatlarının kusursuzluğunu iyice belirginleştirmişti. Ne diyebilirdim ki? Allahın şanslı bir kuluydum. Belimden çekerek koltuğa yatırdı. Tüm endamıyla üstüme çıktığında boynumuzdaki kolyelerin birbirine değen metal sesiyle kalbim tutuştu.

"Yemek yeseydik?" dedim dudağımın kenarında beliren bir gülümsemeyle. Gülümsememi öptü.

"Yemek yemek istemiyorum."

Yüzü yüzüme karışırken birbirine değen bedenlerimiz özellikle onun ne istediğini açıkça ele veriyordu. Mükemmel bir erkekti ve biz birbirimize her daim hazırdık. Dayanılmaz boyutlara ulaşan kaybetme korkusu, daha gitmeden içimi yakan bir özlemle birleşti. Birlikte kaç günü kaç geceyi daha paylaşabileceğimizi bilmiyordum. Geleceğe baktıkça sadece dumanaltı bir belirsizlik görüyor ve gücümün yetmediği herşeye karşı isyanları kuşanıyordum. Yanımda, yanıbaşımdayken bile yokluğunun acısını çekiyordum. Gücümü bu acıdan aldım.

Elime bir meşale verseler o an, tüm evi ateşe atar, Atlas'ı sevmeye devam ederdim. Biz bir bütünken, bütün dünyam alevler içindeydi zaten. Dünya yansa vız gelirdi. Dudaklarını, gözlerini, sakallarını, tenini, kokusunu içime çektim. Gitmesini öyle istemiyordum ki içim acıyordu her dokunuşunda. Ve o da bunun farkındaymış gibi her zamankinden daha şiddetliydi dokunuşları. İçimin acısını dışımdan hissettirdikleriyle yatıştırmak ister gibiydi. Oysa tenimi söküp atsam bile, hatta başlamışken onunkini de parçalasam bile yatışmazdım. Denemedim de diyemezdim. Nasıl oldu bilmeden, bir zaman sonra her yerimiz tırnak izleri ve küçük ölçekli eziklerle doluydu. Koltukta başlayıp yerde bitirmiştik ve buraya nasıl geldiğimiz hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Akşam karanlığının çöktüğü, dışarıdan gelen loş ışıkla aydınlanan evimizde kimin eli kimin bacağı bilinmez bir şekilde birbirine karışmış bir halde halının üstünde son bulduk. Nefes alışverişlerim düzene girdiğinde yüzüme düşen saçlarımı üfleyerek gülmeye başladım.

"Gül tabi gül." dedi o da gülerek. "Ruh hastası sevgilim."

"Ben mi sen mi?"

"Sırtımın ne halde olduğunun farkında mısın?"

"Benim de birkaç kemiğim kırılmış olabilir."

"Acıyor mu cidden?"

"Hayır öncesinde daha çok acıyordu, bu iyi geldi."

"Diyorum sana ruh hastasısın diye."

"Kabul ediyorum biraz kendimi kaybetmiş olabilirim."

"Çok güzeldi." dedi gözleri gözlerimde, hala tüm ağırlığıyla üzerimdeyken. "Bıraktığın izleri Everest'in zirvesine taşımak büyük keyif olacak."

"Onun için yaptım zaten. Benden hatıra olsun diye." dedim ikimiz de kahkahalara boğulurken. Kendi kolyesini değil, benimkini eline aldı, aşkla büyülendiğim dudaklarına götürüp bir öpücük bıraktı.

"Beni ele geçirdiğinden beri, bende ben diye bir şey kalmadı ki." dedi. "Seninle dolu içim. Hatıraya gerek yok, sen her an her saniye benimlesin."

Kalbimin patlayacağını hissettiğim anlardan biriydi.

"O zirveyi bir an önce keşfet ve bana geri dön savaşçı." dedim nutuk atarcasına. "Ve bir daha asla uzun süreli ayrı kalmayalım."

Dudaklarımdan dökülen, tüm benliğimi esir alan, tarifsiz derecede yakan bir dilekti. Bir duaydı.

Gerçek olmasını dileğim kehanetimdi.


***************


Atlas gideli bir hafta oluyordu. Uçaktan indiğinde havalimanından aramıştı. Kalacağı yere ulaşıp dünyanın dört bir yanından gelen ekip arkadaşlarıyla tanıştığında yeniden aramıştı. İlk günlerini çarşı pazar dolaşıp yerel halkla tanışarak ve diğer kampçılarla brifingler yaparak geçiriyordu. Bulduğu her fırsatta arayıp, öğrendiği herşeyi hevesle benimle paylaşıyor, benim de anın içinde, yanındaymışım gibi hissetmemi sağlıyordu. Onunla birlikte Tibet'in köylerinde geziyor gibiydim. Kim bilir belki bir gün...belki bir gün gerçek olur diye düşündüm. Anlattığı yerler, yerel yaşam, gönderdiği fotoğraflar çok güzeldi. Biz birlikte olduğumuz sürece gözüme daha da güzel görüneceğinden şüphem yoktu.

Günlerimi Atlas'ı düşünerek, okula giderek, Atlas'ı düşünerek, eve dönerek, Atlas'ı düşünerek, yemek yiyerek ve sonra Atlas'a sarıldığımı hayal ederek birlikte uyuduğumuz yatağımıza girerek geçiriyordum. Havalar ısınmaya başlamıştı. Okula giderken Atlas'ın tişörtlerini giyiyordum. Geceleri onun pijamalarına sarılıyordum. Kokusu gitmesin diye yastık kılıfını bile değiştirmiyordum. Parfümünü, şampuanını bırakmıştı evde. Sapık gibi kokluyor, onu olabildiğince yanımda hissetmek istiyordum. Bazen yokluğu çok ağır geliyordu. Özellikle akşamları onun sevdiği müzikleri açıyor, birlikte izlediğimiz dizileri yeniden izliyor, ilk izleyişlerimizde verdiği tepkileri hatırlayıp gülüyor, hüzünleniyordum. İçinde bulunduğum psikolojiyi dışarıya yansıtmıyor, özellikle de ondan gizliyordum.

Buket her gün arıyordu. Selcen ve Sedef de şimdiden birer kez aramışlardı. Çok sevdiğim bir filmde esas kızın söylediği gibi; yalnız değildim de tek başımaydım. Takvimden her gün bir gün daha eksiltiyor, her gün kavuşmamız yaklaştığı için biraz daha sevinçli oluyordum.

Günlerden bir gün, yine her gün gibi bir gündü.

İçimde en ufak bir kaygı veya tasa yoktu. Atlas'la birkaç saat önce konuşmuştuk. O gün ana kampa gitmek üzere yola çıkacaklardı. Hafta sonu olduğu için ben de evi temizleyip biraz yürüyüş yapmak üzere dışarı çıkmayı planlıyordum. Belki sonrasında buluşmak için Buket'i ya da Selcen'i arayabilirdim.

Telefonum çalmaya başladığında kalp kalbe misali onlardan birinin beni aradığını düşündüm.

Fakat yanılıyordum.

Tunç arıyordu. Kaşlarımı çatarak saniyeler boyunca ekrana baktıktan sonra ağzımın içinde atan kalbimin temposunu zaptetmeye çalışarak aramayı yanıtladım.

Sanırım endişe, hissettiğim duygular içerisinde en baskın olandı. Bir yumru misali, boğazımı tıkıyordu. Zorlukla bulduğum sesimle,

"Efendim Tunç?" dedim.

Derin, sakin, kendinden emin bir ses tonuyla,

"Selam İpek. Nasılsın?" dedi. Hiç renk yoktu o seste, yine de yüreğimin sıkıştığını hissettim.

"İyiyim. Sağ ol. Sen nasılsın?" dedim kendi ses tonumu olabildiğince normal tutmaya çalışarak.

"Ben de iyiyim. Müsait misin?"

Ne söylediğinden ziyade nasıl söylediğiydi farkı yaratan. Konuştuğum kişiyi tanıyamıyordum kesinlikle. Eski Tunç'tan eser yoktu. Eski Tunç gülerek konuşurdu benimle. Yüzünde biraz sinir bozan, yer yer kinayeli bir ifadeyle. Biraz da hızlı konuşurdu genellikle. Buna rağmen eskiden tanıdığım Tunç'u yaşıtım gibi görür, onunla rahat konuşurdum. Telefonun diğer ucundaki ses Tunç'a aitti şüphesiz ama konuştuğum bambaşka biriydi. Benden birkaç yaş büyük ve otoriteyi elinde tutan biriyle konuştuğumu hissediyordum. Bu yüzdendir, kendi cevabımın bir önemi olmadığını anladım ve ona duymak istediği cevabı verdim.

"Evet. Müsaitim." dedim.

"Evde misin?"

İçimden bir ses, incecik cılız bir tını, bu aramayı beklediğimi fısıldıyordu bana. Atlas gittiği günden beri bekliyordum hatta. Korkunun ecele faydası yoktu.

"Evet, evdeyim."

"Yoldayım ben, birazdan orada olurum. Konuşmamız gereken şeyler var." dedi ciddiyetle. Sanki karnıma bir bıçak sokmuştu, son cümlesiyle birlikte içeride çevirdi ve geri çekti: "Bu aramanın eninde sonunda geleceğini biliyordun."

Selamlar,

Finale çok fazla bölüm kalmadı. Bu vesileyle söylemek istediğim bir şey daha var aklımda. Bittiğinde olaylar hakkında şuan olduğu kadar heyecanlı konuşma fırsatımız olmayacak, anın kıymetini bilelim, yapabildiğiniz kadar çok yorum yapın. Bazen deli deli şeyler yazıyorsunuz ya ben onları da çok seviyorum♥️

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top