Doğa Yürüyüşü
Her zaman beş buçukta eve gelen çocukların annesi, o gün şansıma altıda buçukta gelmişti.
"Kusura bakma İpek. Trafikte kaldım. Seni işinden alıkoydum mu?"
"Önemli değil." dedim montumu ve sırt çantamı alırken. "Haftaya görüşürüz."
Acele etmedim çünkü toplantıyı her halükarda kaçırmıştım. Atlas böyle durumları haber verebilmemiz için tüm kulüp üyelerine numarasını vermişti.
"Atlas ben İpek. Çocukların annesi geç geldi ben de yeni çıkabildim. Bugünkü toplantıya yetişemeyeceğim. Görüşürüz." yazıp yolladım.
Telefonumdan radyo açtım. Otobüse bindim. Günün koşuşturmasından yorgun düşmüştüm, oturur oturmaz uyuyakalmışım. Otobüsten indiğimde ekranımda iki farklı kişiden mesaj vardı.
Atlas ilk mesajıma cevap olarak kısa bir, "Tamam." yazmıştı. Sonra da, "Cumartesi günü gezi planladık. Seni de listeye ekledim." yazmıştı.
İkinci kişi Tunç'tu.
"Güzellik nerelerdesin iki haftadır? Gözümüz yollarda kaldı. Yoksa bizi bıraktın mı?"
Tunç'un mesajına şöyle bir baktım. Öncelikle ben ona numaramı vermemiştim. Ya Atlas'tan ya da ilk toplantıda doldurduğumuz katılımcı listesinden almış olmalıydı. Atlas'dan aldığı fikrinden hiç hoşlanmadım. İkisinin mesaj attıkları saati inceleyince Tunç'un Atlas'tan birkaç dakika önce yazdığını görüp rahatladım. Demek ki listeden almıştı. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya sebep vermemeye çalışarak,
"İşlerim uzadı, yetişemedim. Haftasonu geziye geliyorum." yazdım.
"Sevindim." yazdı.
Cumartesi sabahı sekizde Atlas'ın sonradan mesaj atıp detay belirttiği gezi için hazırlıklı şekilde bekliyordum. Buluşma yeri kampüsün meşhur kahvecisinin önüydü. İlk gelenlerden biriydim. Kenan Dorukan söyleşisi günü soru sordurduğum çocuğu görünce ister istemez gülümsedim. Yanında iki kız vardı.
"Selam. Günaydın."
"Günaydın." dediler cana yakın şekilde.
"Sen kulübü bıraktın sanıyordum." dedi adının Ümit olduğunu öğrendiğim çocuk.
"Yok ya. İş güç işte gelemedim." Karnım zil çalıyordu. "Kahveyle simit alacağım. Siz bir şey ister misiniz?"
"Gittiğimiz yerde kahvaltı ve yemek olacak diye biliyorum."
"Ben de şimdi atıştırırsam kahvaltı edemem."
"Böyle bir gezi için 100 lira baya iyi, değil mi?" dediler, bana bir kal geldi.
Yüz lira mı? Benden kimse para istememişti. Kafamda deli sorularla kafeye girip istediklerimi aldım. Dışarı çıktığımda yirmi kişi daha gelmişti. Tunç ve Mehmet yan yanaydılar, soru soran yenilerle laflıyorlardı. Tunç beni görünce uzak uçtan göz kırptı.
"Naber güzellik?"
"İyi senden?"
Bu esnada Atlas'ın motosikletinden yanında Buket'le beraber indiğini gördüm. Ağır ağır yanımıza geldiler. Herkesle günaydınlaşıldı. Kızlardan birinin Buket'e para verdiğini görünce iyice kasıldım. Muhtemelen benim de vermem gerekiyordu ama istenmediği halde vererek saçma bir hareket yapmış durumuna düşmek istemiyordum. Ayrıca haberim olmadığı için yanımda o kadar para da yoktu. Hızlı bir karar vererek iki dakika müsade istedim ve atm'ye gidip para çektim. Bu yüz lira beni zorlayacaksa da yapacak bir şey yoktu. Kimsenin karşısında küçük düşemezdim.
Döndüğümde geziye götürecek otobüs gelmişti. İnsanlar binmeye başlamışlardı. Kalabalıktan istifade henüz binmemiş olan Buket'i buldum.
"Buket bu da benim gezi ücretim." Buket bana ve paraya baktı.
"Herkesinki tamam İpek. Bunu cebine koy." O sırada şoförle konuşan Atlas durumu görmüştü.
"İpek arabaya biner misin?" diye seslendi.
Bu yaptığından ötürü kendimi ne kadar kötü hissettirdiğini bilemezdi. Orada bağırıp çağırıp kavga çıkarmak ya da ben gelmiyorum deyip geri dönmek birbirinden cazip iki seçenekti ama nedense ben iki göz iki çeşme ağlamak istiyordum.
Buket elini dostça bir tavırla sırtıma koydu.
"Hadi binelim. Geç kalacağız."
İçimden Atlas'a nefret sözcükleri sıralayarak arabaya bindim. En arkalara gidip görünmez olmak istiyordum ama ortalara doğru Tunç'un yanını boş görünce anlık bir kararla oraya oturdum.
"Ooo simit mi o?"
Tunç teklifsiz şekilde simidimi paylaşırken Atlas bindi. Son bir kafa sayımı yaparken bizi gördü. Gözlerinin tarayarak üzerimizden geçişini gördüm ve nefret saçan bakışlarımla karşılık verdim. Her zamanki gibi tepkisizdi. Yüzünde duvardan katı bir ifadeyle ön koltuktaki yerine oturdu.
Arabanın içinde heyecanlı bir hava hakimdi. Sabahın sekizi olmasına rağmen herkes bıcır bıcır sohbet ediyordu. Tunç, katılanlara geziyle ilgili genel bilgiler vermek üzere yerinden kalktığında onun yerine cam kenarına geçtim ve içimdeki negatif hisleri biraz olsun bastırabilmek üzere gözlerimi kapattım. Yolun geri kalanı benim için bu şekilde geçti.
İki saatlik yolculuğun sonunda Kocaeli Aytepe mevkiine gelmiştik. Küçük grubumuz açlık sınırındaydı. Bir derenin üstüne kurulmuş salaş restorandakiler bizi bekliyorlardı. Kalabalık ve coşkulu bir şekilde kahvaltı sofrasına oturuldu. Menemenler, eritme peynirler, çeşit çeşit kahvaltılıklar masayı doldururken ben kolumu ahşap tırabzana dayamış aşağıda akan suyu izliyordum. Kalabalık olduğumuzdan birden çok masaya oturmuştuk. Atlas'ın kibirli suratını görmediğime memnundum. Tunç çağırmasına rağmen bilerek eskilerin oturduğu o masaya oturmamıştım. Benim masamda Ümit ve sabah ilk karşılaştığımız iki kız vardı. Konuşkan, rahat tiplerdi, neden yemediğim konusunda da fazla sorgulamadılar. Yolda simit yediğimi görmüşlerdi sonuçta. Zoraki çay içip bir an önce yürüyüşe başlamayı bekledim.
Soğukdere kanyonu baştan sona yeşillikle kaplı, yüksek kayalarla çevrili, ortasından dere geçen bir kanyondu. Sıcakdere'yle Soğukdere'nin birleştiği noktaydı ve Kirazdere'yi oluşturuyordu. Atlas'ın kısa süren uyarılar konuşmasının ardından su kenarındaki kayalara basarak başladık doğa yürüyüşümüze. Ayağımızda dayanıklı botlar, sırtımızda çantalar vardı. Zaman zaman yürüyüş yolumuz genişledi, zaman zaman sulara girdik çıktık. Üç saat kadar sürecek patikayı takip ederken sohbet muhabbet eşliğinde açıldım biraz, keyfim de yerine geldi. Doğada yürümenin herhangi bir bedeli yoktu. Doğa hepimize aitti.
Atlas'la hiçbir şekilde göz göze bile gelmemeye çalışıyordum. Önceleri Ümit'lerle takılıyordum. Bir de baktım onlar yavaştan güçten kesilmeye başladılar. Grubun öncülerine takıldım ben de. Sonuçta kendimi yine bir şekilde Tunç'un yanında buldum. Ben mi onun yanına gitmiştim farketmeden ya da o mu adımlarını bana uydurmuştu orasının farkında değildim. Önce ufaktan,
"Ne o? Hiç yanıma gelmiyorsun." diye laf attı.
"Farkında bile değilim." dedim. Farkında olarak uzak durduğum tek kişi Atlas'dı çünkü. Hatta farkında olduğum tek kişi oydu. Sırtımda gözüm varmışçasına biliyordum, yenileri bir arada tutmak ve kimseyi gözden kaybetmemek için gerimizden geliyordu.
"Atlas söyledi. Kaçkarlar'a tırmanmışsın."
"Aladağlara da."
Tunç, Türkiye genelindeki çoğu zirveye tırmanış yapmış deneyimli bir dağcıydı. Atlas kadar olmasa da yurtdışı deneyimleri de vardı. Söz konusu ortak bir tutku olunca konuşacak çok konu bulduk. Bir saati geçkin süredir yan yana yürüyorduk ve gerimizde kalanları tamamen unutmuştuk. Ne zamanki arkamı döndüm, diğerlerinin en az yüz metre gerimizde kaldığını gördüm.
"Biraz bekleyelim mi?" diye sordum.
"Ne gerek var? Sonuçta ulaşacağımız yer aynı."
"Ama Atlas gruptan kopmayın demişti. Şimdi bir de onun lafını yemeyelim."
"Bana yapmaz." dedi. "Sana da artık yapmaz. Tecrübesizlere yapıyor. Onun da düşürme taktiği bu işte ne yaparsın."
"Düşürme derken?" Tunç yüzüme tereddütlü bir ifadeyle baktı.
"Kız tavlama. Yatağa atma." diye açıkladı.
İçim bir bulanmıştı. Yüzüne bakamayarak bakışlarımı önümdeki ıslak kayalara odakladım ve düşmemek için dikkat ediyormuş gibi davrandım. Buraya kadar iyi gidiyorduk doğrusu, konunun buralara gelmesi şart mıydı?
"Birbirinizi iyi tanıyorsunuz anlaşılan." diye söylendim.
"Yanlış anlama. Ben öyle biri değilim."
"Ama gayet iyi anlıyorsun o dilden."
"Güzelim, altı yıldır aynı adamla takılıyorum. Bırak da anlayayım."
"Neyse, bu konular beni rahatsız ediyor." dedim. Bana güzelim demen de öyle.
"Sen farklısın. Rahatsız olacağın bir durum yok."
"Bu lafı da hiç anlamıyorum. Kusura bakma ama boş muhabbet yapıyorsun şu an."
Tunç sert çıkışım karşısında bir şaşırdı ama hemen şakaya vurdu.
"Kaya gibi kızsın İpek. Hani dışı farklı içi farklı."
"Biraz öyleyimdir. Çocukluğumdan beri kendimden büyüklerin arasındaydım. Antalya'daki kulübün küçüğüydüm ben hep. Abilerim vardı, koruyup kollarlardı sağ olsunlar. Çıtkırıldım yetiştirmediler."
"Belli belli. Dıştan bakıyorum bebek gibisin, içinde bir Haydar abi var." deyince gülüştük.
"Doğru."
"İşte bu yüzden farklısın." dedi konuyu yine istemediğim sulara çekerek. "Boş muhabbet değildi yaptığım. Acayip çekici geliyor bu tavrın bana."
Büyük bir kayanın arka tarafına geçmiştik. Artık gerimizdekiler tamamen görüş açımızdan çıkmıştı. Kısacası baş başaydık. Bunu farkedince Tunç'un söylediklerinin de etkisiyle gerildim biraz. Dikkatsizliğime geldi birden bastığım yosundan ayağım kaydı. Bir an için düşmemek üzere koluna tutunduğum o yerde, aniden belimden yakalayarak beni kendine doğru çekti. Hızından saçlarım savruldu. Belimi tutan eli çeliktendi sanki. Santimlerle yakınımdaydı yüzü, herşey çok ani gelişmişti. Öpecek sanarak buz kestim.
Aynı anda Atlas'ın adımızı bağırdığını duydum.
"Tunç! İpek!"
Kaynağını göremediğim sese kurtarıcı gibi sığınarak Tunç'un kollarından sıyrıldım. Korkudan aklım başımdan gitmişti. Arkamda kalan Tunç'a hiç bakmadan suların içine bata çıka "Buradayız! Buradayız!" diye seslendim.
Atlas kayanın arka tarafında en az elli metre uzaklıktadı. Topluluğun geri kalanını daha da uzakta oturmuş halde gördüm. Yerde biri vardı, birkaç kişi de onun başındaydı. Merak içinde Atlas'ın yanından geçtim.
"Neredesin sen?" diye sordu. Hala yüzüne bakmıyordum.
"Hesap mı vereceğim sana?" dedim. O direk sen diye sormuştu, ben de dere tepe girişmiştim. Tunç'u düşünen yoktu.
"Vereceksin tabi. Kulüp etkinliğindesin. Senin sorumlun benim. Buraya sevgilinle yürüyüşe gelmedin."
Pat diye durdum ve gözlerimden ateşler saçarak yüzüne baktım. Enteresandır, onun da gözleri bakanı ürkütecek gibi öfkeye bürünmüştü.
"Doğru konuş. Sen ne ima etmeye çalışıyorsun?" diye terslendim.
"Çalışmıyorum. Direkt söylüyorum. Sabahtan beri kakara kibiri bir hallerdesiniz."
"Bunu yenileri yatağa atabilmek için otorite kasan biri mi söylüyor?"
Gözleri tehlikeli biçimde kısıldı.
"Tunç mu söyledi bu saçmalığı sana?"
Geriye baktım. Tunç ortalarda görünmüyordu.
"Hayır tabi ki." desem de Atlas bakışımdan anlamıştı.
"Belasını sikeceğim onun."
"Atlas!"
"Dua etsin. Kızın biri düştü, dizini yaraladı. Onunla ilgilenmem gerek. Ama bu konuya geri döneceğiz."
"Hayır dönmeyeceğiz. İçinde benim geçtiğim hiçbir konuşma istemiyorum."
"Kusura bakma, onu Tunç'un ithamlarını bana satarken düşünecektin."
"Atlas, onun ithamları umrumda bile değil. İstersen okulun tüm kızlarını elden geçir. İstersen geçirme. Hiçbir şey ifade etmiyor benim için. Tunç'la konuşarak beni küçük düşürürsün sadece. Bunu yapma." deyip kalabalık gruba doğru yürümeye başladım.
Tunç hala görünürlerde yoktu. Muhtemelen Atlas'ın çağrısına uymak yerine yürümeye devam etmeyi seçmişti. Konunun harareti tüterken ortalıkta olmamasına sevindim. Atlas bir adım arkamdan geliyordu ki çok yavaşça kolumu tuttu. Belli belirsiz bir tutuştu oysa ki ürpererek hemen kolumu çektim. Durmadan devam ettim yürümeye, o da adımlarını sıklaştırıp yaklaştı ve usulca,
"Tamam." dedi. "Tunç'la flört etmek istiyorsan et. Kimle görüşeceğine karışamam. Ama dikkat et de ummadığın bir sabah sana bunları söyleyen Tunç'un yatağında uyanma."
Karnımdan boynuma boğazıma yükselen ve beni ele geçiren şiddetli bir öfke nöbetinin eşiğinde tekrar ona döndüm. Yumruklarımı sıktım. Üstüne atılıp yüzünü gözünü darmadağın etmemek için kendimi çok zor tuttum.
"Sen...ne hakla... ne haddine!"
Onunsa bana tepeden aşağı bakan yüzü, kasılmış bir çenesi ve alevler saçan gözleri vardı. Gözleri... gerçekten alevin tonlarını taşıyan gözleri, ne kadar yakınımda ve ne kadar zararlıydı o an bana. İncecik tüten bir dal parçasının rüzgarla birlikte parlayıp bir ormanı yaktığını düşündüm.
İşaret parmağımı yüzüne doğrulttum.
"Benden uzak dur. Yüzünü görmek istemiyorum." dedim.
Ve yürüdüm gittim.
Düşen kızın durumu o kadar da kötü değildi. Küçük bir kesik vardı yalnızca ama düşerken pantolonunun dizi yırtılmıştı. Herkes bahaneyle mola verip biraz dinledikten sonra yürüyüşe devam ettik. Bir saat sürmeden Kirazdere mevkiindeki restoranların olduğu yere ulaştık. Yine su kenarında ahşap iskeleler üzerine kurulmuş salaş restoranlardı bunlar. Tunç tahmin ettiğimiz üzere, çoktan varmış, eline de birasını almış bizi bekleyen restoran sahibiyle laflıyordu.
Sanki yaşadığımız o garip anın ardından aramızda garip hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Fazla konuşmadık zaten. Ben yine Ümit'lerle aynı masaya oturdum. Karnım açlıktan zil çalsa da, getirdikleri hiçbir şeyi yememeye yeminliydim. Masalara müthiş kokular saçan sucuk ekmekler gelmeye başladığında, gözlerimi kapatıp hafiften kestiriyormuş gibi yaptım.
"İpek yesene soğutma ekmeğini."
"Yok ya midem kötü. Ben yemeyeceğim. Siz benimkini de yiyebilirsiniz."
Bu kez Atlas'la birbirimizi görecek bir açıdaydık. Konuşmalarımızı da duymuştu. Ben de onun sabır dercesine bir hareketle kafasını yana çevirip, bir öfke soluğu koyverişini gördüm. Aynı öfke bende de mevcut olduğundan umursamadım. Yeniden gözlerimi kapadım.
Nihayet dönüş vakti gelmişti. Gelişte yapmam gerekeni dönüş yolunda yaparak arabanın en arkasında cam kenarı bir yere oturdum. Herkes yorgunluktan tükenmiş haldeydi. Sessiz bir yolculuk oldu. Servis bizi kampüsün içinde sabah aldığı yerde bıraktı. İnsanlar keyifli vedalaşmaların ardından birer ikişer dağıldılar. En arkada oturduğum için sona kalmıştım. İndiğimde Buket, Tunç ve Atlas'la karşı karşıya geldim.
"Senden başka inmeyen kaldı mı?" diye sordu Buket.
"Hayır, en son bendim."
"Tamam o zaman. Kendinize iyi bakın. Ben de kaçıyorum." dedi arkadaşlarına doğru.
"Nereye?" dedi Atlas. Sabah Atlas'ın motosikletinde beraber geldiklerini ben de görmüştüm.
"Ablam geldi kafede onunla buluşacağız."
"Tamam. Selam söyle."
"Görüşürüz."
"Görüşürüz."
Buket giderken Atlas'da arkasını dönmüş motosikletine yürümeye başlamıştı. Tunç ve ben baş başaydık. Yine aynı tedirginliği hissettim onunla baş başa kalmaya dair. Belki Atlas'ın sözlerinden de etkilenmiş olabilirdim ama hayır, bunu düşmek üzere olduğum o anda beni sertçe tuttuğunda da hissetmiştim. Hatta o an Atlas seslenmese, beni öpeceğinden de neredeyse emindim.
"Ben de gideyim. Görüşürüz." dedim bakışmanın fazla uzamasına izin vermeyerek. Bir sıkıntısı varmışçasına yerdeki ufak bir taşı tekmeledi.
"İpek... bugün, beni yanlış anlamamışsındır umarım."
"Yoo. Herşey yolunda." dedim sakince.
"O zaman belki, düşündüm de, belki bir şeyler yaparız birlikte."
"Şimdi mi?" diye sordum anlık bir şaşkınlıkla başka ne diyeceğimi de bilemeyerek.
"Evet. Bir yerlere müzik dinlemeye gidebiliriz. Bugün cumartesi. Her yerde canlı müzik var."
Gözüm az ileride motora bağlı kaskını çözmekte hiç ama hiç acele etmeyen, hatta tam aksine eline telefonunu alıp bir şeylerle uğraşarak gereksiz yere oyalanan Atlas'taydı. Tunç'un karşısında kekelemek istemiyordum.
"Çok yorgunum Tunç." dedim. "Başka sefere yaparız."
"Tamam." dedi üstelemeyerek. "Görüşürüz o zaman."
"Görüşürüz."
Tunç otoparktaki arabasına doğru yürümeye başladı. Tipsiz bir çocuk değildi. Gayette hoştu üstelik. Atlas gibi değilse de sporcu olduğu için ona benzer şekilde yapılıydı. Siyah saçları, kısık bakan açık kahve gözleri vardı. Yüz hatları yerli yerindeydi. Kulağındaki küpesi ise ona yakışıyor ve karizma katıyordu. Muhabbeti de genel olarak sarıyordu yani aslında Tunç'la olmaması için bir sebep yoktu. Sadece ben, sıradan bir üniversite hayatı yaşamak için gelmemiştim buraya. Hali hazırda Atlas'a dair planlarım, yaşadıklarım ve hissettiklerim birbirine geçmeye başlamışken sınırlarımı çizmem ve kendime sapasağlam bir savunma hattı kurmam gerekiyordu. Tam karşımda motoruna yaslanmış şekilde bana bakan Atlas'tan gözlerimi alamazken Tunç'la ne yapacağımı ben de bilmiyordum.
Kibrin vücut bulmuş haline arkamı döndüm. Ama ne vücut diyen hain iç sesimi susturdum. Atlas'dan da diğer herkesten olduğu gibi uzak durmam ve haftasonunun geri kalanında aklımı başıma toplamam gerekiyordu.
Motosikletin çalışma sesini duyduğumda yurda giden yolda adımlarımı sıklaştırdım. Kulağıma kulaklıklarımı takıp üşüyen ellerimi cebime soktum. Atlas'ın kara bir fırtına gibi yanımdan geçip gittiğini gördüm. Bir daha da o yöne bakmadım. Sadece önüme odaklı yürüyordum. Kampüsün kısa yollarından geçerek hızlı bir şekilde yurdun kapısına ulaşmak üzereydim. Kapının önüne metreler kala gördüğüm yüzünden yavaşladım.
Atlas, yurt kapısının girişinde duruyordu.
"Benden uzak dur ve yüzünü görmek istemiyorum cümlelerinin neresini anlamadın?" diye söylendim.
"Benimle gel." dedi sadece.
"Ya ben sana neden laf anlatamıyorum? Bir kez olsun dediğim dedik olmaktan vazgeçsen olmaz mı?"
"Sen de bir kez olsun bana itiraz etmesen olmaz mı?"
"Odama girip uyumak istiyorum." dedim.
"Benimle gel. Yanlış anlaşılmaları düzeltelim. Sonra seni geri getiririm istediğin kadar uyursun."
"Vazgeçmeyeceksin?" Ela gözler bana ait bir çift yeşil gözle eşleşti.
"Vazgeçmeyeceğim." dedi tatlılıkla. İçimde bir şeyler kaynadı. İnat edemedim daha fazla.
İçimi çektim ve bir kez daha omzundan güç alarak motosikletinin arkasına tırmandım.
Gecenin karanlığında, Atlas'ın sırtında, kaderimin götürdüğü o belirsiz yöne doğru yol aldım...
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top