Asla Asla Deme




Bir haftadır Atlas'ı görmemiştim. Son gördüğümde kolu, ona hayranlıkla bakan havalı bir kızın omzundaydı ve takıldığı concon tayfanın arasında keyfi gayet yerinde görünüyordu. Kısa bir süre için, yakınımda olup kurduğu cümleleri nasıl da yanlış değerlendirmiştim.

Utangaç birinci sınıfsın.. Özel sebeplerden ötürü...Sana kulüp başkanından izin...

Her cümlesiyle kibrin vücut bulmuş hali gibiydi. Özür dilermiş gibi yaparken bile küçümsüyordu beni ve ben bundan, ona dair herşey gibi nefret ediyordum. Hayatını düzene koymuş biriydi o. İsteyip de elde edemeyeceği ne vardı? Beni neden istesindi ki yani? İki tırmanış yaptım diye, onunla aynı hobiyi paylaşıyorum diye birdenbire peşimde koşmasını mı beklemiştim? Ne beklemiştim?

Her açıdan amatördüm. Cin olmadan adam çarpmak derlerdi bu yaptığıma. Seçenekleri gözden geçirince, yeni keşfettiğim bu koşullar altında fazla şansımın olmadığını anlamanın hayalkırıklığı içindeydim. Ben onun takıldığı kızlar gibi değildim, asla da olamazdım. Nefretim gururumdan öte değildi. O farklı bir ligdeydi. Ben de bendim işte. İşler yolunda giderse en fazla arkadaş olurduk. Bunun da planıma nasıl yansıyacağını yeniden programlamam gerekirdi. Biraz canım sıkkındı bu düşüncelerim yüzünden.

O günkü dersim öğlene kadardı. Hoca biraz da erken bırakmıştı. Sınıf arkadaşlarım daha yeni toparlanırken hızla çantamı sırtıma atıp sınıftan çıktım. Öğle arasına girmeden dekanlıktaki öğrenci işlerine uğramam ardından oyun ablalığı yaptığım eve gitmem gerekiyordu. Dalgın kafayla kampüsteki duyuru panolarının önünden geçerken dikkatimi çeken bir afiş yüzünden durdum. Dağcılık kulübü genel duyurusu: yazıyordu. Bundan sonra toplantılarımız her perşembe aynı salonda, saat 18:30'da gerçekleşecektir.

Atlas'ın sırf ben gelebileyim diye böyle bir saat düzenlemesi yaptığına inanmak güçtü. Öyle olduğunu düşünsem ilk dönemeçte bir ters köşe daha yerdim. Şimdilik sessiz ve gözlemci takılacaktım. Hem zaten çözmem gereken başka dertlerim vardı. Geçim sıkıntısı bunlardan biriydi.

Okulun öğrencilerine cüzi bir harçlık karşılığında yaptırdığı kampüs içi işler vardı. Haftada iki gün çocuk bakmakla kazandığım para yeterli gelmiyordu. Özel üniversitede okumak çok masraflıydı, her gün önceden tahmin edilemeyen bir masraf daha çıkıyordu. Bense annemi gerçekleştiremeyeceği isteklerimle üzmek istemiyordum. Bu yüzden öğrenci işlerine ek iş başvurusu yapmıştım. Sabah arayıp, uygun bir vaktimde başvurumu tamamlamam gerektiğini haber vermişlerdi. Dersten koşarcasına çıkmamın sebebi buydu. Çalışacağım işin ne olacağını bilmiyordum ama seçim yapabilecek durumda da değildim. Kampüsün güvenli sınırları içinde olacağı ve çalışma saatlerim ders programıma göre belirleneceği için ne olduğunun bir önemi yoktu.

Dekanlık binasının öğrenci işleri katı her zaman kalabalık bir yerdi. Sosyal hizmetler, bursluluk, psikolojik danışmanlık ve okul kulüplerini içeren ofislerdi bunlar. Önce sosyal hizmetlere uğradım. Memur çok nazik bir kadındı. Kütüphanede görevlendirildiğimi öğrendim. Umduğumdan bile güzeldi bu. Birlikte ders programıma uygun boş saatleri ayarladık. Ardından evrak işlerini tamamlamak üzere bursluluk ofisine geçmem gerekti. Okulun burslu öğrencisi olduğum için yeni işimle ilgili orada da birkaç evrak doldurmam gerekiyordu.

Odadan odaya bir telaş girip çıkarken aniden adımın seslenildiğini duydum.

"İpek?"

Farlarını yakmış son sürat üstüme doğru gelen bir kamyon görmüşçesine kalakaldım.

"Atlas."

Baştan aşağı koyu renk giyinmişti. Koyu renk botlar, koyu renk pantolon, koyu yeşil bir sweatshirt üstüne deri ceket giymişti. Yeşilin ona ne kadar yakıştığını düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Saçları her zamanki gibi havalı görünüyordu. İfadesiz yüzüyle tam karşımda durmuş bana bakıyordu. Şu görüntüsüyle bir film yıldızından farksızdı. Keşke az önce burslu öğrenciler ofisinden çıktığımı görmemiş olsaydı ama tabi ki görmüştü. Gözlerinin, bir kapının üstündeki tabelaya bir de bana bakışını yakalamıştım. Hiçbir tepki vermediğim için büyük adımlarıyla yanıma geldi.

Bense o an sadece uzaklaşıp gitsin, bu an hiç yaşanmamış olsun istiyordum.

"Naber?" dedi gayet dostane bir ifadeyle.

"İyi. Senden?" diye homurdandım.

"Lüzumsuz evrak işleri işte. Koşturuyorum."

"Ya. Neymiş onlar?" dedim hiç ilgilenmeyerek.

"Okul kulüplerinin ödeneği arttırılmış. Kullanabilmemiz için kulüp başkanlarının gelip imza atması gerekiyormuş."

"Saçmaymış hakikaten." derken kolumdaki saate baktığımı görmüştü.

"Bir yere mi yetişmen lazım?"

"Evet."

"Akşamki toplantıyı altı buçuğa aldım. Gördün, değil mi?"

Birlikte merdivenleri inmeye başlamıştık. Konuşurken yüzüne bile bakmıyor, hızla çıkıp gitmek istiyordum.

"Gördüm."

"Uzak bir yere mi gidiyorsun?"

"Beşiktaş tarafına."

Kapının önüne çıkmıştık.

"Ben de o tarafa gidiyorum. Seni bırakayım."

"Hayır. Gerek yok." dedim hemen. Sonradan aklıma gelince ekledim. "Teşekkürler."

"Uzatma. Neyle gideceksin sanki?"

"Okulun servisi var."

"Şimdi trafik saati." dedi pes etmeyerek. Her nasılsa birlikte yürümeye devam ediyorduk bir yandan.

"Ee? Senin önerin ne? Trafik olunca yükselip uçarak giden bir araban filan mı var?"

"Tam olarak değilse de onun gibi bir şey." dedi.

Aniden durmuştu. Neden durduğunu anlamayarak ben de durdum. Tam o anda önünde durduğu canavarı farkettim. Onun gibi yapılı birine uygun boyutlarda siyah bir yarış motosikletinin üzerine bağlı kaskı çözüyordu. Motosikletler, çocukluktan beri üyesi olduğum kulüple yaptığımız doğa gezilerinde, kamplarda, birlikte büyüdüğüm abilerimin sayesinde az çok bilgi sahibi olduğum bir konuydu. Atlas bir adet Yamaha R1 kullanıyordu. Daha görür görmez insanın kan akışını hızlandıran bir motosikletti. Bu şey saatte 300 km hız yapabiliyordu!

"Geliyor musun?"

Gelmesem ne olacaktı yani? Alt tarafı gideceğim yere bırakacaktı. Israrla reddetmenin bir anlamı yoktu. Yine de surat asarak düşündüğüm bir kaç saniyenin sonunda ona doğru adım attığımı görünce, kaskını bağlar gibi yaparken gülümsediğini gördüm. Arka koltuğuna binebilmem için elini uzattı. Gerek yok dercesine elimi salladım ve aynı elimi sert bir şekilde omzuna koyarak, tırmanmak için omzundan güç aldım. Daha doğrusu normal bir insan için omuz dediğimiz Atlas'da ise kayadan farksız sertlikte olan o bölgeden. Bu adamın kas içermeyen bir yeri yok muydu acaba? Aklımla fikrim yer değiştiriyordu bazen. Bu da öyle bir andı işte. Kendi düşüncelerimden aşırı rahatsızlık duyarak oturuşumu tamamladım. Ne kadar yapılı olduğunu bir kez daha anlamama sebep olmuştu bu yakınlık. Ellerimi beline sıkıca sardım ve kendime sabırlar diledim.

Harekete geçmeden hemen önce,

"Öğle yemeği yedin mi?" diye sordu.

"Hayır ama çok vak-"

"Hızlı atıştırabileceğimiz bir yere sürüyorum."

Bu kadar dediğim dedik olması çok sinir bozucuydu. Her istediğini yaptırıp bir de üstüne teşekkür mü bekliyordu yani? Ben acıktığımı söylediğimi hatırlamıyordum. Her neyse, bu bebek uçuyordu. Atlas'ın sırtına daha da sıkı tutunmam gerekmişti. Gerçekten hiç akmayan bir trafiğin içinde, usta hamlelerle duraklamadan ilerliyorduk. Ne yaptığını biliyorsan İstanbul trafiğinde motosiklet iyi bir çözümdü. Dakikalar içerisinde Beşiktaş sahile varmıştık. Akaretler yönüne döndü. Bir hamburgercinin önünde durduk. Motosikletten kendimi atarcasına indim. Yüzüme şöyle bir baktı ve,

"Söz veriyorum seni gideceğin yere yetiştireceğim. Arabayla geliyor olsaydın hala trafikteydin şu anda." diye açıkladı.

Öğle yemeği yememiştim. Gittiğim evde de hiçbir şekilde yemezdim. Vakit kısıtlı olduğu için bana kalsa akşam yemeğine kadar aç devam ederdim. Atlas'ın önerisi makuldu. Eğer servise binseydim gerçekten henüz yolun yarısında olurdum. Bana en az yarım saat kazandırmıştı.

"Tamam." diyerek kabul ettim. "Hemen sipariş verelim bari."

İçerideki uzun ince ayaklı tabureleriyle, yüksek masalardan birine yan yana oturduk.

"Buranın spesiyal burger'i çok iyidir. Tavsiye ederim."

"Tamam. Bana da ondan o zaman."

"Her hafta bugün bu tarafa mı geliyorsun?"

"Özel meseleler işte." dedim. Gülümsedi. Zaten burslu olduğumu görmüştü, bir de bunu duysa herhalde artık daha kötü olamaz diye düşündüm. "Haftada iki gün çalışan bir annenin çocuklarına oyun oynatıyorum."

"Bakıcılık gibi mi?"

"Onun gibi. Eve yemek ve temizlik yapmaya gelen bir kadın var. Ben sadece küçüğe oyun oynatıyorum. Büyüğün ödevlerine yardım ediyorum filan."

"Seviyor musun peki bu işi?"

Omuz silktim.

"Zahmetsiz bir iş. Parası da fena değil."

Kafasını salladı.

"Sen ne yapıyorsun buralarda?" diye sordum.

"Benim evim burada."

"Ailenle yaşadığın mı?"

"Hayır."

Ve bu kadardı cevabı. Hamburgerler gelmişti. İçimde bir kıymık gibi duran tek mi yaşadığı yoksa kız arkadaşıyla mı birlikte yaşadığı sorusunu soramadım. Yan profiline bakıyor ve bir insanın yüz hatlarının nasıl da bu kadar düzgün olabileceğini düşünüyordum. Ben patates kızartmasını didiklerken o büyük boy hamburgerine girişmişti.

"Bugün bir görüşmem var benim de." dedi yemeğe ara verdiği bir anda. "Şimdi üstümü değişip gömlek filan giyeceğim. Kasıntı ortamlardan da nasıl nefret ederim."

"Ne görüşmesi?"

"Bir sponsorluk için. Bundan sonraki tırmanışlarım için sponsor olmak istiyorlar."

"Eli güçlü olan sensin bu durumda. Yani onlar seni istiyorlar. Senin kasacağın bir durum yok."

"Öyle mi diyorsun? Yine de büyük bir firma, kurumsal ortam. Uygun giyinmek gerekir."

Söylediği firma dudak uçuklatacak büyüklükte bir telekomünikasyon firmasıydı.

"Ayrıca reklamlarında da oynamamı istiyorlar."

"Menajerin ne diyor?"

"Menajerim mi?" Güldü. "O boyutta bir ünlülüğüm yok henüz."

"Pobeda'ya tırmandığını televizyonda görmüştüm. Yazın, annemle haberleri izliyorduk ve ansızın sen çıkmıştın."

İlgiyle bakıyordu.

"Güzel bir an mıydı?" diye sordu. Bakışlarımı önüme çevirdim. Ya ne demezsin?

"Güzel bir andı." dedim kendimi yalanlayarak.

"Antalya'da annenle mi yaşıyordun?"

Hala önüme bakarak kafamı salladım.

"Baban?"

"Annemle babam ben küçükken boşandılar. Babamı on yaşından beri görmedim." dedim.

Bir sessizlik oldu. Atlas konuyu uzatmadı. Ben de sessizlikten istifade yemeğimi bitirmeye odaklandım.

"Ne beklediğini merak ediyorum İpek." dedi sakin sakin. "Okulun dağcılık kulübünde biz, sene boyunca trekking ve kamplara gideceğiz, belki bir iki mağara keşif gezisi, ufak kaya tırmanışları... herşey yolunda giderse sene sonunda gelinecek nokta, ufak boyutlu bir dağ tırmanışı olabilir. Sen bunları çoktan yapmışsın zaten. Biz sana ne katabiliriz?"

Bana samimi bir ilgiyle bu soruyu soran Atlas'ın kusursuz yüzüne baktım. Bir insan nasıl her açıdan şanslı olurdu? Yukarı doğru şekillendirdiği kumral saçları, buğday teni, belirgin kaşların altında yüzüne vuran güneşin etkisiyle parlak bir hal alan ela gözleri...bir tablo gibi yüzünü tamamlarcasına, içinde açık renkler barındıran kirli sakalı... gözlerine geri dönmemek imkansızdı. İçinde sarılar, kırmızılar, kahveler ve yeşiller bulunduran çok güzel gözleri vardı. Cevap vermekte acele etmeden bir süre gözlerinin güzelliğini özümsedim. Gözlerini kaçırmadı, bakışımı garipsemedi, ben baktığım sürece bakmaya devam etti. Aramızda bir şeyler oluştu o anda.  Benim hissettiğim kadar eminim o da hissetti. Yoğunlaştı. Büyüdü. Bizi de içine kattı.

"Daha büyük bir hedefim var." dedim. "Seninle Pobeda'ya tırmanmak istiyorum."

Gözlerinin çeperi bir genişledi.

"Oldukça iddialı bir hedef bu."

Hafifçe kafamı eğerek onayladım.

"Neden Pobeda?" diye sordu.

"Hep hayalini kurduğum bir tırmanış."

"Neden ben?"

"Çünkü sen yaptın. Hem de iki kere."

İki kere dediğim an yüzünün ifadesi bir donuklaşır gibi oldu. Gözlerinde soru işaretleri belirdi.

"Bir kere." dedi düzelterek. Hafifçe gülümsedim.

"Bir kere." diye onayladım.

"İki kere olduğunu nereden çıkardın?"

"Sen söylemiştin." dedim. "Televizyonda. Bu yaz ki tırmanışını sekiz sene önce aynı dağa tırmanırken kaybettiğin birine ithaf ederken." Babama ithaf ederken...

Gözlerinin derinliği dipsiz bir kuyu halini alırken beni o derinliğin içinde sabit tuttu. Yoğunluk dayanılmaz boyutlara gelse de başka yöne bakamadım. Derin bir ifadeyle beni inceliyordu. Bir an için fazla konuşmuş olmaktan korktum. Kalbim yaramazlık yaptığını bilen bir çocuk gibi kaçıp gizlendi. Tam şu anda bana o soruyu sorsa ne yapardım? Ne cevap verirdim?

Tam şu anda bana "Sen kimsin?" diye sorsa ona gerçeği söyler miydim?

Hayır söylemezdim.

İçimi acıtan anılarla dolu yılların, ince bir pusla kaplanmış ulu dağlar gibi bakan gözlerindeki yansımasını gördüm. Kendimden iyice emin oldum.

Atlas, o puslu dağlar ardında benim bilmediğim bir gerçeği saklıyordu ve o gerçek açığa çıkmadıkça ben de açığa çıkmayacaktım.

"İlkinde altıncı kamptan geriye dönmüştük." diye açıkladı. "Hava koşulları zirveye çıkılamayacak kadar kötüydü."

"Ben yanlış anlamışım öyleyse." dedim kendimi toplayıp ilgisiz bir hale bürünerek. "Kalkalım mı artık?"

"Tamam." dedi ağır ve dalgın. "Seninle Pobeda'ya çıkmayı kabul ettiğimi sanma. Çok tehlikeli bir yer orası. Bunun için yeterli değilsin."

O yeniden kendini beğenmiş Atlas'dı. Ben de yeniden kendime kavuşmuştum.

"Ne derler bilirsin..." dedim montumu giyerken. "Asla asla deme."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top