•İntikamın İlk Kıvılcımı•

Merhabaa♥️ Uzun bir bölüm oldu... Bol yorum bekliyorum.😍

Uyarı(!)- Yazılı sahnede, kullanılan maddenin tesiri ve etkenleri tamamen hayal ürünüdür.

•••

İnsan kendiyle kaldığında, duyar zihninin sesini. Hatalarını dinler kendinden. Kayıplarını ve acılarını dinler. Bu yüzden sevilmez yalnızlık. Çünkü insan yalnızken kendine hep gerçeği söyler.

Bir papatyanın gövdesindeki narinlik kadar hassastı ruhum. Dallarının boşa heba edilmesi kadar, benimde hayatım boşa ziyan edilmişti.

Gördü, gitti. Herkes gibi, hiçmişim gibi gitti.

Ve ben anladım ki, beni en çok bu incitti.

Kapının yüzeyine inen vuruş seslerini duyduğumda, elimdeki içki şişesini koltuğun kenarına bıraktım ve güçlükle basan ayaklarımın üzerinde dengede durmaya çalıştım. Birbirine dolanan bacaklarım, bedenimin güçsüzlüğünü acizce beynime vurgularken kapıya ulaştım. Emre gelmiş olmalıydı. Zaten bir o gelirdi bundan sonra.

Yarısı hâlâ uyuşuk parmaklarımla kulpu kavradım ve kapıyı araladım. Gördüğüm bedenle gözlerim önce aralandı, ardından ruhsuzca kısıldı. Efkan, öfkeli yüzüyle buzullara andıran gözlerini üzerime dikerken, bedenimi kısaca yokladı.

Niye gelmişti?

Ona düz düz bakmayı kesip kapıyı açık bıraktım ve içeriye yöneldim. Parkeler topuklarımı, onun gözleri ise sırtımı deşeliyordu.

"Nerdeydin sen?" Sorgusunda hafif tonlu bir kızgınlık, bir tutamda endişe sezdim. Belki bu uyuşuk beynimin hayal ürünüydü. Koltuğa tekrar gömülürken, şişeyi tekrar avuçlarımın arasına alıp kucağıma koydum.

"Neden geldin?" Sesim, karşımdaki pencereye diktiğim gözlerimin odağı kadar boştu.

"Ne?" Boş odağımı, iri bedeniyle doldurdu. Üzerinde en az yüzü kadar gergin olan vücudunu sarmalayan, yeşil bir tişört vardı.

Gözlerimi içki şişesine indirdim. "Duydun işte." Dediğimde sesim, beni bile çıldırtabilecek bir tona sahipti. "Neden geldin?"

Ellerini iki yana açtı. Yüzünde bariz bir afallama ve gitgide büyüyen bir öfke vardı. "Seni merak etmiş olabilir miyim Tutku?"

Muhtemelen sabrımı sınıyor olmalıydı. Gözlerimi mavinin kat be kat açılmış tonuna dikerken, sesim dilimin ayarsızlığında yükseldi.

"Diyorum ki. Madem gidecektin, neden geldin neden!"

Efkan yüzüklü parmaklarıyla sertçe suratını sıvazladıktan sonra, "Ne gitmesi kızım ne saçmalıyorsun?" Diye konuştu.

Hafifçe alt dudağımı büküp omuz silktim. İçki şişesini dudaklarıma yaklaştırıp, genzimi tümüyle yakarak içebildiğim kadar içtim. "Gerçi haklısın. Yüzümü gözümü umuda boyayıp ardından, içimde acıdan ayak basacak yer bırakılmamasına alışkınım ben." Diye konuştum ve alaya aldım sesimi. "Neyi sorguluyorum ki?"

Efkan elimdeki şişeye uzandı ve kavrayamadığım bir hızla alıp masanın üzerine bıraktı. Öfke yüzüne öylesine yakışıyordu ki, ona böyle kapıldığım için kendime bir kez daha lanet ettim.

"Tutku kendinde misin sen?" Diye bağırdı. Yüzüklerle dolu ellerini nereye koyacağını bilemiyor gibiydi.

"Fazlasıyla." Dedim gülerek. Koltukta biraz daha yayıldım ve yanımdaki yastığı çekip kucağıma aldım. "Belli değil mi?"

"Pekala." Dedi alt dudağını dişlerinin arasından geçirip, başını ağır ağır sallarken. "Gitme mi istiyorsan giderim eyvallah. Ama önce bana dün gece nerde olduğunu söylemek zorundasın." Yüzü, ürkütücü güzelliğinin kalbimi mayıştırmasının aksine çok ciddiydi.

"Niye? Görmedin mi gözünle nerde olduğumu?" Diye konuştum alayın kalın iplerini dilime öyle bir dolanmıştım ki, konuştukta düğüm içinde kalıyordum. Gözlerimi tekrar öfkeli mavilerine sabitledim. "Sonrada defolup gitmedin mi?"

"Anlaşıldı." Dedi cebinden bir paket sigara çıkartırken. İçinden bir dal aldı ve ucunda tutuşturduğu ateşi duyabileceğim kadar sessizlik çöktü üzerimize. "Sen bana kafayı yedirtmek istiyorsun anlaşıldı."

Parmaklarımı yastığın kenarındaki püsküle dolarken, tekrar gülmeye başladım. "Yo aksine. Kafayı yemeni gerektirecek bir durum yok. Neydi o kızın adı? Sema mı? Şule mi?" Düşünsemde hatırlayamadım. "Her ne haltsa işte, sonuçta benimde ondan bir farkım yok sonuçta. Kucaktan kucağa. Fazla anlam yüklemiş olmam benim aptallığım."

Efkan'ın çenesi bir bıçağın sırtı kadar keskindi artık. Pembe dudaklarının arasından sızan dumana sığınıyordu öfkesi. "Ne bu şimdi? Trip mi tavır mı? Neyin kıyası?"

Başımı koltuğa yasladım. Ona baktıkça sıkışan kalbimin acınası kıvranışını kaburgalarımın arasında hissedebiliyordum. Bu, kendimi ateşe vermemi arzulatan bir sızıydı. "Hiç bir şeyin."

Sigarayı sehpanın üzerindeki içi izmarit yığınlarıyla dolmuş küllüğe bastırırken, sesini belli bir kalıba sokmaya çalışıyordu. "Sen yine tersinden kalkmışsın."

Bacaklarımı koltuğun yüzeyine doğru uzattığımda gözlerimi kapattım. "Çağrı'nın yanında uyanıp, düzümden kalkmak mümkün olmazdı zaten. Ama bundan sanane değil mi? Gitmişsin sonuçta." Sanki kalbimi kendi ellerimle söküyormuşum gibi hissettirmişti bu cümle. Ama aksine sesim, pürüzsüzdü.

"Ne dedin sen?" Sesine yansıyan, şaşkınlıkta hayal ürünüm olamazdı artık.

Başımı koltuktan ona görebileceğim kadar kaldırdım. "Efkan beni mi sınıyorsun? Gidebilirsin işte, git." Diye konuştum ve başımı tekrar koltuğa yasladım. "Ben alışkınım koymaz yani rahat ol."

"Sen dün gece Çağrı'nın yanında mıydın?"

Bu ne saçma bir soruydu böyle. Galiba içtiğim içki bozuktu ve bende şu an saçma sapan bir rüyanın içinde sürünüyordum.

"Sen bu sabah bu eve gelmedin mi Efkan?" Sesim fazlasıyla bıkkındı.

Ama benim sesimin aksine, Efkan neredeyse gürledi. "Geceden beri seni arıyorum amına koyim ne eve gelmesinden bahsediyorsun!"

Gözlerim irice açıldı. Gördüğüm tavan üzerime çöküp, beni maloz yığınlarının arasında parçalamış gibi hissettiğim an hızla yerimden doğruldum. Bunu nasıl düşünemezdim?

"Yalan söylemiş." Diye mırıldandım. Efkan'ın duyup duymadığından emin değildim. Koltukta tümüyle doğruldum. Yüzüne baktığımda, kaskatı kesilmiş suratıyla karşılaştım.

"Krize girdin gece." Diye konuştu. Kendi zihninde bir şeyleri ölçüp tartıyor, vardığı sonuçları dili döküyordu. "Ama beni uyandırmak yerine, yanımdan kalkıp Çağrı'ya gittin..."

Başımı dik tutmaya çabaladım. Bir yalan mı vardı, doğru mu anlamlandıramadım. "Mecbur kaldım."

İnce damarına basmışım, bu son noktaymış gibi bağırdı. "Hiç bir şeye mecbur değilsin Tutku! O şerefsize sığınmaya mecbur değilsin! Sana neler yaptığını kendi ağzınla anlattın."

Beynim bu gümbürtüyü kaldırmıyordu. "Bağırmadan konuş."

"Sabah o şerefisizin yanından kalktığını söylüyorsun. Alkış mı tutayım?"

Ellerimi saçlarımın arasından geçirirken, ciğerlerimi tırmalayan bir nefes aldım. "Benim bilincim yerinde değildi."

"Orasına ne şüphe? Bilinçliyken asla yapmayacağın şeylere bilinçsizken ayak sürmen saçmalık olan. Kaç defa atlatmadık mı o krizi? Kaç gündür temiz değil miydin sen?" Sinirle evin içinde bir tur attı. "Yok ya, cidden benim kafam almıyor."

"Sabah bizi görünce gittiğini söyledi." Dedim bana dönük sırtına bakarken. Bedenini tekrar bana çevirdiğinde, yüzü fazlasıyla ciddiydi.

"Bir kere Tutku! Sadece bir kere sen istedin diye bıraktım ben seni o adamın yanında. Onda da bir boktan haberim yoktu zaten. Şimdi her şeyi bilirken, seni onun yanında bırakıp gideceğime nasıl inanırsın?"

Gözlerim biraz gerisindeki saksıya değerken, bu kez bende patladım.

"Papatyaları gördüm! Dün o saksı boştu! Sabah görünce geldiğini sandım!"

Yüzünden ince bir afallama geçti. "İşte dünyaya böyle bakıyorsun. Sadece at gözlüğüyle." Diye konuştu ve yanıma gelip bileğimi kavradı. "Gel, gel bak bakıyım şurda ne var?" Bedenimi ayağa kaldırırken, beni pencerenin oraya kadar çekiştirdi ve eliyle ileriyi gösterdi.

"Her gün bu pervazda saatlerce oturmana rağmen köşedeki o çiçekci kadını hiç gördün mü acaba?" Gerçekten görmemiştim. Gözlerimde oluşan şaşkınlığı an be an izlediğinde, sözlerine devam etti. "Akşam aldım, sen uyurken diktim." Ardından bileğimde ki elini bıraktı ve gözlerini saksının içindeki her şeyden habersiz papatyalara çevirdi. "Çünkü dalıp gittiğin boş saksıya, fazla anlam yüklemiş olmam benim aptallığım."

Hayatımda ne diyeceğimi bilemediğim çok az an olmuştu. Şimdi ise bir yenisi pervasızca ekleniyordu. Dudaklarım açıldı, kapandı. Sözcükler düşmedi, kelimeler dilimden dökülüp boy göstermedi. "Efkan ben..." Kaldım öyle.

Kalmayada devam ettim çünkü, bu kez papatyalara değil, kolumdaki o küçücük ize bakıyordu. Karşısında o küçücük iğne izinden bile daha küçük kaldığım adam, gözlerinde bin bir ton açılan şaşkınlıkla o küçücük ize bakıyordu.

"Sana inanamıyorum." Dedi bir an sonra, hayretler içinde kalmış gibiydi ses tonu. Başını yavaşça kaldırdı. Kirpiklerinin arasına gizlenmiş gökyüzünü, gözlerimin karanlığına çatı yaptı. "Bunu kendine nasıl yaparsın?"

Gökyüzü insanın tepesine düşer miydi? Düşmüştü işte.

"Benim tercihim değildi." Sesim, bana bile bahanelerin arkasına sığınmış, gerçekleri el yordamıyla hızlıca gizlemişim gibi geldi.

Efkan'ın suratındaki şaşkınlığı, öfke silip süpürdü. Ama beklediğimin aksine öfkesi bana değildi. "Ne demek senin tercihin değildi? Yine mi zorladı yoksa?"

Şu an keşke öyle olsaydı demek için zihnimin çırpındığını hissettim. Ama değildi. "Ben bilincimi tamamen kaybetmişim kriz anında. Oda işte..."

Yüzünde dinmek bilmeyen bir fırtına vardı. Dalgaları gözlerinde başlıyor, gözlerime çarparak köpürüyordu. "Bunun ne anlama geldiğini biliyorsun değil mi?"

Kolumu elinden bir çırpıda kurtardım. "Efkan beni yargılamayı kes artık!"

Bu fırtına hiç dinmeyecek, sular hiç durulmayacak, gemiler yakılıp yıkılacak ve cesetleri limana çarparcaktı. Görüyordum. Kaçış yoktu.

"Seni yargılamıyorum! Ben sadece sana yardım etmeye çalışıyorum!"

Kendi zihninin içinde bile çırpınır mıydı insan? Ne dediğini bilmeden hesapsızca yuvarlar mıydı dilinden aşağı kelimeleri? "Sorunda bu işte! Etme bana yardım! Ben yardım falan istemiyorum. Senide istemiyorum, İdil'ide istemiyorum. Hiç birinizi istemiyorum, bunu anlamak bu kadar zor mu? Bi salın artık beni, bi düşün yakamdan!" Sorun buydu da, bana bunları söyleten neydi onu bende bilmiyordum işte.

"Ne istiyorsun Tutku sen. O aşağılık herifin yanında ölüp gitmek mi? Bu mu istediğin?"

"Bu! Evet bu! Çünkü benim saptığım her yolun sonunda o var, doğru ve ya yanlış. Her yol ona çıkıyor!" Artık çaresizliğimin geldiği son noktada kabullenişin dizlerine kıvrılıyordum. Azgın elleriyle okşuyordu saçlarımı kabulleniş.

Gözlerimin içine bir müddet sessizce baktı. Aralanıp kapanan dudaklarından sonunda başı olan, sonu gelmeyen kelimeler çıktı. "Sen yoksa onu hâlâ..."

Başımı iki yana hızla salladım. "Hayır. Acizim. Ama onu hâlâ sevecek kadar değil."

Sesli bir nefes saldı aramıza. "Her şey senin elinde Tutku. Sen istediğin sürece bu illeti yenebilirsin sadece. Ama eğer baştan pes edersen, bu zihniyetle olmaz." Dedi gözlerimin tam içine bakarken. "Başaramazsın."

Onun gözlerine tutunan gözlerim ruhsuzlaştı. "Aksine. Başaracağım. Eninde sonunda başaracağım. Ya onu, ya kendimi. Başka bir çare yok." Benim zihnimde çalınan hayatımın intikamını almaktan başka bir umut yok.

"Yanlış yapıyorsun." Dedi başını ağır ağır iki yana sallarken.

"Umrumda değil anlamıyor musun?"

"Yine tehdit mi etti seni?"

"Hayır." Dedim tüm samimiyetimle.

"Ben artık bu boktan hayatı yaşamaya değer kılan, hiç bir şeyi istemiyorum." Histerik bir kahkaha döküldü dudaklarımdan. "Bak," Dedim vücudumu gelişi güzel gösterirken. "Bak bu gördüğün beden çürümeye başlıyor. Çünkü içi çürük. Asla iflah olmaz." Aynı şeyleri ne bedenim, ne ruhum kaldırmaz.

"Sen biraz sakinleş. Kendini toparla tekrar konuşacağız bu konuyu." Diye konuştu daha sakin bir sesle. Kelimelerimi kesinlikle kabul etmiyordu. "Ama şunu bilki, pes etmene izin vermeyeceğim."

Yanımdan ayrılıp arkasını döndüğünde, gitmek üzere olduğunu anladım.

"Gelme." Dedim bir çırpıda.

Durdu. Yavaşça bana döndüğünde, bu kez yüzünde daha şaşkın bir ifade vardı. "Ne?"

Ellerimi altımdaki pijamanın kumaşına sürttüm. "Geri gelme."

Kaşları alnına doğru yükseldi. "Tutku beni delirtme istersen?"

Yutkundum. Boğazımda birbiri ardına devrilen taşlar vardı sanki. "Ne hissettiğin umrumda değil Efkan, görmüyor musun?"

Omuzları düşerken, dudaklarında histerik bir gülüş belirdi. Sinirden güldüğü açıktı ama kalbim uyuşuyordu. "Yine tehdit etti seni eminim artık."

"Etmedi. Kendi kararım." Diye konuştum başımı dikleştirerek. Onun karşısında asileşmek neden bu kadar zordu? Gayret ettim. "Neden ahmakmışım gibi davranıyorsun? Benim kendi kararlarım olamaz mı Efkan? Saygı duy ve git."

Ben başardığıma inanırken, Efkan omuz silkti. "Sana inanmıyorum."

"İnanman için ne yapabilirim?" Sesim ciddiydi ama bir sonraki cümlelerim boşlaştı. "Hiç bir şey. İster inan ister inanma. Ama seni hayatımda istemiyorum."

Bir kurtuluşa kaç kez sırtını dayayabilir insan? Ben aynı çilenin içinden bu kez geçmek istemiyorum.

"Pekala. Bi sebep sun bana." Dedi ellerini iki yana açarken. Sessizliğimde, gözleriyle talan etti yüzümü. "İkna et beni hadi, ne susuyorsun?"

"Beni hiç tanımadığın ne kadar da belli." Dedim gülerek. Kendimi tekrar koltuğun yüzeyine atarken, masanın üzerindeki şişeyi tekrar kavradım. "Sahi? Ordan bakınca, ne hissettiğinizi umursuyor gibi mi duruyorum?" Yüksek sesli bir kahkaha attım. "Anlatsana biraz."

Efkan artık ne diyeceğini bilemez bir hale gelmişti. Şaşkınlığında yüzünün aldığı şekil, kalbimi eziyordu üstelik. Bu haksızlıktı. Benden ona yapılan bir haksızlık.

"Yanılan aslında sensin." Dedi bir an sonra. Yüzünü sertçe sıvazlamış, eliyle ensesini ağır ağır ovuyordu. "İnsanlara aptal muamelesi yapman, onların aptal olduğu anlamına gelmez Tutku."

Yüzümdeki sahte gülümseme sakince silinirken, başımı dikleştirdim. "Neyse ne." Dedim bir kez çabalarını yersiz çıkararak. Gözlerimi ondan çekmiş, elimdeki şişenin sonunu görme derdindeydim.

"Zor insansın." Dedi artık pes edişin kıyılarında gezerken. "Dinle madem kafanı. Yinede ne zaman ihtiyaç duyarsan..."

"Duymam." Dedim üzerine basa basa. "Ama tekrar görüşeceğiz." Bakışlarımı yerdeki eskimeye başlamış kilimin üzerine indirdim. "Sana borcum var. Onu ödemek için arayacağım seni." Dedim ve eski kilimin altına gömüldüm.

"Borç?"

"Cebinden aldım." Yüzüne hâlâ bakmıyordum.

"Sorun değil."

Başımı kaldırdım. Gözlerimdeki utanç, alev alan taş parçalarına dönüştü. "Sorun değil mi? Cebinden para çaldım. Farkında mısın sen? Hırsızlık yaptım? Ve sen kalkmış bana sorun olmadığını mı söylüyorsun?" Zincirlerinden bir kez daha kurtulmuş gibiydi beynim. "Sebep arıyordun di mi sen? Al sana sebep işte! Al ikna ol bununla!"

"Bilincin yerinde değildi, bunun için sana kızmamı mı bekliyorsun benden?"

"İnan bana kızsaydın daha az hasar bırakırdı bende." Dedim dolan gözlerimle yüzüne bakarken. "Şimdi lütfen git artık." Çünkü daha fazla küçük düşemem karşında.

"Pekala." Dedi ağır ağır başını sallarken. "Borcunu ödemen için geleceğim öyleyse." Arkasını döndü ve kapıya doğru yürümeye başladı. Bir an sonra durdu, omuzunun üzerinden yüzüme baktı. "Şayet ödemezsen, seni polise ihbar edip paramı çaldığını söyleyeceğim."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Dudaklarımda doğmak için sancılanan gülümsemeyi güçlükle bastırıp başımı eğdiğimde, adım sesleri uzaklaştı. Ve ardından kapı kapandı.

Bir okyanusun içinde başladı yangın. Ne hırçın suların gücü yetti söndürmeye, nede okyanus tamamen kızıla boyandı. Okyanusun ortasında, yayılmayan ama aslada sönmeyecek olan bir yangın başladı.

O okyanus tam göğsümün ortasındaydı. Yangın, okyanusun kalbinde.

Mümkün olsa her şeyi siyaha boyardım. En çok maviyi, sonra kırmızıyı. Bana, bizi anımsatan her şeye siyahı çalardım.

Gözlerim ellerimde gezindi. Derisi beyaza çalan ellerimin, parmak uçlarına tutunan ince pembeliğe sindi bakışlarım. Tırnaklarım uzamıştı. Kendi bedenimi talan eden tırnaklarım, derimin küçük mezarlığıydı. Ayağa kalktım. Kitaplığa doğru sürdü adımlarım. Küçük tırnak makasını aldım. Hemen yanında bana ait olan ojem vardı. Tek ojem. Her şeyi siyaha bulamak isteyen zihnim dudaklarımı ruhsuzlukla kıvırdı.

Elimdekileri sehpanın üzerine bıraktığımda oturmak için dizlerimi bükmüştüm ki, kapı çaldı. Bir kaç sakin tıkırtıdan ibaretti. Tekrar ayaklandım. Bu kez biraz öncenin aksine daha güçlü tıklatıldı. İki gündür sessiz sedasız olan evimde, kendi iniltilerim dışında bir ses duymaya yabancılaşmıştım oysaki. Kulpu kavradım ve kapıyı araladım. Aralık kapının ardında Emre vardı.

Uzay boşluğunu andırdığına emin olduğum yüzümü kısaca inceledikten sonra, "Gelebilir miyim?" Diye sordu.

Yaşam belirtisi saydım onu. Kapıyı biraz daha araladım ve tekrar salona döndüm. Sessizliğimi yadırgamamasına alışkındım. Ardındaki kapıyı kapattığını duyduğumda, sehpanın dibine çökmüştüm. Dizleri çıkmış siyah pijamanın sarmaladığı bacaklarımı kalçamın altına alırken, yanağıma düşen saçı omuzumla ittirdim. Saçlarım çok uzamıştı ve artık kafamın saçlarımı taşımadığını düşünüyordum. Vücudumda, kafamı taşımıyormuş gibi hissediyordum.

"Nasılsın?" Dediğini işittim. Yanımda ayakta dikiliyordu.

"Otursana." Diye konuştum ruhsuz bir tınıyla. Tırnak makasına uzandım ve aslında çokta uzun olmayan ama tenimi kaşıdığımda iz bırakmaya yeten tırnaklarımı kesmeye başladım.

Koltuğa değil, yanıma çöktü. Sehpanın üzerindeki ojeye uzandı ve parmaklarının aradında küçük cam şişeyi çevirmeye başladı. Derin bir nefes saldığında, kendi zihninde bir şeyler kurmaya ve doğru cümleler oluşturmaya çalıştığını biliyordum.

"Biliyor musun..." Dedim onun kıvranışına bir son vermek adına. Belkide kafamın içinde dönüp duran bana ağırlık verenlerden kurtulmak adına. "Canımı acıtan herkesin bir sebebi vardı."

Kesmeyi bitirdiğim tırnaklarımı sehpanın üzerine yayarken, ince bir sızı içeren diplerini yok saymaya çalıştım. Emre ojenin kapağını açtı ve sağ elime uzandı. Gözlerimi parmaklarıma diktim.

"Annem..." Dedim kısık sesli dinlenen bir şarkı gibiydi sesim. "Hastalığına direnmek yerine kendini o hastalığa teslim etmişti... İlk kez canım o zaman yanmıştı. Acının ne oluğunu o gün gerçek manasıyla öğrenmiştim. Ben acıyı hiç sevmedim ama o arsız bir misafir gibi hayatımın üzerine çöktü ve hiç terk etmedi beni."

Başımın hafifçe yana düştüğünü hissettim. Gözlerim siyaha boyanan tırnaklarımdaydı. Hafifçe dudaklarımı büktüm.

"Abim... Kendinden küçük kız kardeşine bir hayat inşa etmek isterken, bir çok yanlışa saptı. Öyleki su testisi, su yolunda kırıldı... Girdiği usulsüz yarışta, sadece kendi bedenini ve motosikletini parçalamadı." Genzime ince bir sancı sızdı. "Benide parçalara ayırdı. Acı bu kez daha bir yerleşti hayatıma." Dedim histerik bir gülüşle. "Gökkuşağında kendine yer edinememiş siyah gibiydim.  Öfkelendim, acılarımla yuttum gökkuşağındaki her bir rengi. Sahipsiz kalbimin içine sığdırdım."

Sessizce sol elime uzandı. Sağ elim sehpanın üzerinde asılı kaldı. Tırnaklarıma sürünen siyaha baktım. Bölük bölük yutkundum. "Kendi ellerimle sevdiklerimin naaşını kaldırdım ve göğsümün içine kalbimin derinlerine gömdüm cesetlerini."

Derin bir iç çektim. Yanaklarıma kirpiğimden sarkan bir damla yayıldı.

"Babam. Hiç var olmayışıyla benim için en hafif sızıydı o zamanlar. Ama büyüdükçe derinleşti, kalbimin onu sevmeyen yerine kendi cesedini yerleştirdi." Güldüğümde, dudaklarımın arasına gözyaşımın tuzu karıştı. "Yolda görsem tanımayacağım kadar acıttı gömüldüğü yeri."

Emre elimi bıraktı. Ojenin kapağını kapattı ve küçük şişeyi tekrar parmaklarının arasında döndürmeye başladı.

"Akrabalarımın yanında, bir orda bir burda derken aslında kendi kendime büyüdüm. Ben büyüdükçe acılarımda büyüdü." Dedim dudaklarımı hafifçe bükerek. Sanki hâlâ buna bir anlam yüklemiyor ve bunun nasıl mümkün olabildiğini anlayamıyordum. Ama oluyordu işte. İnsanla birlikte her şey büyüyordu.

Sigarama uzandım ve dudaklarımın arasına dikkatlice yerleştirip, ojesi kurumuş sağ elimle ucunu yaktım. Sırtımı koltuğa yaslarken, gözlerimi usulca kapadım. Dilim susacağı yeri bildi bu kez. Ama zihnim yine patavatsızlandı.

Sonra o çıktımı karşıma. Ona her şeyimi anlattım. Kendimi anlattım. Acılarımı, yalnızlığımı, kimsesizliğimi ve daha nicesini... Aldığım nefes oldu zamanla. Kalbimin altı ceset yığılı topraklarında çiçek açtırdı. Bütün acılarımı avuçlarımdan öperek, kalbimi kendi avuçlarının arasında gizleyerek iyileştirdi beni. Sonra gün geldi. Öptüğü avuçlarım, başka bir adamın kanına bulandı. Avuçlarının arasında gizlediği kalbimi sıktı, ezdi, parçalara ayırdı. Çağrı hayatımın hem başladığı, hemde bittiği noktaydı.

"Biliyorum." Diye konuştu Emre dilimin sessizliğini, zihnimin seslerini bozarak. Tabi biliyordu. Ona ailemi bir çok kez anlatmıştım. Çünkü kendime dair, anlatabildiğim tek şey bunlardı. Onun beni anlayan yanına, sızdırabildiğim sızılarımdı.

Gözlerimi açıp, Emre'nin normalde canlı bakan ama şu an soğuk bir kışı andıran gözlerine baktım. O beni hep anlardı. Yüzünü ifadesiz tutarken, dudaklarını kıpırdattı. "Makas banyoda mı?"

Hafifçe başımı salladım. Ensemi koltuğa bastırırken, bedenimi hafifçe halının üzerine yaydım. Saçlarım çok ağırdı. Emre ile ilk dertleştiğimizde, saçlarım yine böyle çok ağırdı. Eski bir kuaför çırağıydı. Ondan saçlarımı ilk kesmesini istediğimde, ağlamaktan şişmiş bir suratım vardı. İkinci seferde, sadece yanaklarımdan usulca sızan damlalar, üçüncüsünde ise, yüzümde sadece bir kaç damla vardı. Ona ailemi ne zaman anlatsam, parçalanışımın acısını taşıyamadığımı bilirdi. Saçlarımın uçlarından toplardı birazını, yüküm sanki bir nebzede olsa azalırdı.

Bedenimin aksine ruhum asla hafiflemiyordu.

Emre elinde küçük bir havlu, bir gazete kağıdı, ince bir tarak ve gümüş rengi bir makasla yanıma geldi. Gazeteyi koltuğun önüne serdiğinde, yüzü her zamankinin aksine bu kez daha ifadesizdi. "Fazla uzamamıştı." Dediğini işittim.

Omuzlarımdaydı. Bence yeterince uzun sayılırdı. Taşıyamıyordum, ağırdı.

"Köprücük kemiklerime değmesin..." Sesim, bana ulaşana kadar bile buz kütlelerine dönüşüyor, ağzımın içini uyuşturuyordu.

"Kaşındırıyor, huylanıyorsun." Diye tamamladı yarım kalan cümlemi. Sırtımı ona dönerken, dizlerimi karnıma doğru çektim ve kollarımı bacaklarımın etrafına doladım.

"Sende olmasan." Dedim derin bir iç çekerken.

Parmakları saçlarıma sakince değiyordu. Saç diplerimden başlayıp, uçlarına kadar değen suyun derimi kavladığını hissediyordum. "Bende olmasam?" Dedi bu kez sesi daha sakindi. Kuaför kalabilirdi, neden barmen olmuştu ki? Saçlarla ilgilenmeyi seviyordu.

"...Saçlarımı yamuk keserdim."

Güldüğünü işittim. Ama küçük bir gülüştü. Ölürdüm yalnızlıktan, diyecek değildim. Yalnızlıktan ölünmezdi çünkü esas olan ölmek yalnızlıktı. Ve ben ebediyetime yalın ayak koşuyordum.

"İyiki varım öyleyse." Dediğinde, saçlarımı tarıyordu. Sessiz kaldım.

"Çalışmam lazım." Dedim bir süre sonra. Makasın saçlarımın ucuna değdiği ilk andı. Keskin metal, saç tellerimi bedenimden kopartırken ifadesizdim. Ama ruhumda incinen bir şey vardı adını koyamadığım.

"MorClup'da mı?"

Alt dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırdım. Gözlerim tırnaklarıma kaydı. Ruhum kadar siyahtı.

"Evet." Diye mırıldandım ağzımın içinde. "Mecburum, biliyorsun."

Makasın hızı arttı. Çıkan ince sesler kulağıma yakın bir noktaydı ve bu bedenimi kamaştırdı. "Değilsin Tutku. Bak işine karışmak istemiyorum ama Efkan sana iyi geliyordu. En azından onunlayken uyuşturucu kullanmadığına eminim."

Kalbim avuçlarını açtı ve akan kanın gideceği tüm damarları tıkadı sanki. Göğsümde müthiş bir sızı belirdi ve kesilen kanın eksikliği vücudumu kurak bıraktı. "Efkan'la artık görüşmüyorum."

"Neden?" Diye sordu.

"Söyledin gibi, bana iyi geliyor." Kansızlıktan tenimin derisi beyazlayıp şeffaflaşırken, derimin altında oluşan ıssızlığı çıplak gözle görüyormuşum gibi hissettim. Kalbim ısrarla avuçlarını aralamadı.

"Bazen aptal olduğunu düşünüyorum." Sesinde bana kızdığını yansıtan bir ton vardı.

"Ben kendime bir son biçtim." Sesim, ruhumu tökezletiyordu. "Ve değiştirmeye niyetim yok."

"Efkan'la konuştum Tutku." Dediğinde, kalbimin avuçları biraz daha sıkılaştı ve boğazıma bir yumru hızla tırmandı. Damağıma merakın tadı yayılırken, Emre konuşmaya devam etti. "Dengesizliğinle beynini uyuşturmuşsun adamın."

Dudaklarım bir bedenin ayaklarından ruhunu çekiyormuşcasına bir ızdırapla kıvrıldı. "Şikayetlendi mi? Ah, ne utanç verici."

"Esperas'da karşılaştık. Bir tanıdığı ziyarete gitmiştim. Efkan'ı gördüm, mutsuzdu. Hatta sinirliydi. İçkiyide kaçırmış biraz, seni sorunca başta ağzını açmasada en sonunda ağzından bir kaç laf alabildim."

Merak damağımdaki tadını genzime arsızca yaymaya devam ediyordu. "Hım." Diye mırıldandım.

"Merak ediyormuş, aslında bende merak ediyorum..." Dedi uysal bir sesle. Bam telimin sınırına fazla yaklaşmak istemiyordu, bunu kelimelerini seçerek ve düşünerek konuşmasından anlıyordum. "Neden sürekli pes ediyorsun?"

"Çünkü çabalamak istemeyecek kadar yorgunum." Dedim vereceğim cevabı düşünmeme gerek kalmadan. "Çünkü zayıf bir iradeye, boş bir cüzdana ve bol keseden yalnızlığa sahibim. Benim başım belli, sonum belli oğlum."

"Sonunu düşünüyorsan ki; asla düşünmüyorsun... Kendi hayatına daha sıkı sarılman gerekmez mi?"

Büyük bir kahkaha attım. Çok acılı ve sancılı bir kahkahaydı bu. Bir yılanın derisi kadar parlak, dişleri kadar sivri ve zehri kadar ölümcül bir kahkahaydı. "Bu boktan hayatımın nesine sarılayım?" Hâlâ gülüyordum. "Sende çok kurcalama bu mevzuları." Dedim ve başımı geriye ona çevirdim. "Senide istemem bak(!)" Tehdidim çok samimiyetsizdi.

Emre mavi gözlerini gelişi güzel devirirken, hafifçe gülümsedi. Tekrar önüme döndüğümde derin bir nefes daha aldım. Sanki ciğerlerim tırmalanıyordu.

"Akşam birlikte gider miyiz mekana?" Diye sordum.

"İzinliyim bugün. Ama seni bırakayım istersen?"

Oraya gitmeyi o kadar çok istemiyordum ki... Ama mecburdum.

"Gerek yok, giderim." Dedim düşük bir sesle.

"Başka iş bulsak sana? Hem bak benim kuzenin çalıştığı Cafe'ye eleman arıyorlardı."

Hücreleri ölmüş bir gülümseme yerleşti dudağıma. "O kadar anlamıyorsun ki bazen." Anlamaması normaldi. Çağrı'yla olan geçmişimi bilmiyordu. Sadece uyuşturucuyu ondan aldığımı biliyordu.

"Bir gün atacak tepem." Dedi tıslamaya benzer bir sesle. Elleri durmuştu. "O piç patronu ben ihbar edeceğim polise! Bakalım o zaman nerde bulacaksın o zehiri."

"Heh!" Dedim alayla. "Bende onu diyorum. O göt herif hapse girerse bu çok kolay bir intikam olmaz mı?"

Emre beni omuzlarımdan tutarak kendine çevirdi. Yüzünde ki şaşkın ifade, kırdığım potun cana gelmiş haliydi. "Ne dedin sen? Ne intikamı?"

Hafif bir irkilme geçti üzerimden. Dilimi ısırdım içten içe. "Biliyorsun, yani beni pek sevmez." Dilim ustaca kıvrıldı. "Zıtlaşıp dururuz hep. Ee, haliyle orda çalışmakta zorundayım, çünkü dışarıda kimden nasıl temin ederim bu zehri bilmiyorum. Bir şekilde sürüp gidiyor böyle."

Emre şüpheyle gözlerini kıstı. "İntikam bunun neresinde?"

"Ordan kaç müşteri kaçırdığımı biliyorsun." Dedim zorlukla sinsice gülerek. "Ne bileyim ya aman."

"Bir boklar çeviriyorsun sen." Dedi gözlerimin içine dikkatlice bakarken. "Umarım yanlış bir şey yapmazsın Tutku."

Sertçe yutkundum ama başım dikti. Evet, kendimi adadığım intikamın tadı tekrar damağıma yayılmıştı. Biçtiğim son, er yada geç olacaktı. Bana ikinci kez damardan eroin vererek, sönmek üzere olan külümü kendi harlamıştı. Onun elinden gelenle, kendi ellerimle. Yeminim vardı.

Tekrar arkamı döndüm. Kesim neredeyse bitmişti. Uçlarını toparlıyordu.

"Ben ne yaptığımı biliyorum." Dedim mırıltıya benzer bir sesle.

Emre'nin kısık sesli güldüğünü işittim. Bir an sonra, ellerini saçlarımdan çekti. "Aksine." Dedi ve duraksadı. "Sen elin tutulunca, bileğine pranga vuruluyor sanıyorsun."

Saat akşam üzeri 8 sularında, göğsümün ortasında koca bir ağırlık, zihnimin içinde susmayan bir cümle ve kararmış gökyüzünü içine çekmişcesine karanlık bir ruhla sakin adımlar atıyordum.

Gitgide soğuyan hava Eylül'ün serinliğini tenime düşürürken, kısalmış saçlarım ve üşümüş etimle yürüyordum öylece. Emre kısalmış saçlarıma başka bir ağırlığı yüklemişti. Beynim aynı cümleyi defalarca kez kuruyor, harflerine kadar ayırıyor ve her bir harfin bir araya tekrar gelişinde ortaya hep aynı anlam çıkıyordu.

Sen elin tutulunca bileğine pranga vuruluyor sanıyorsun.

Ellerimle yüzümü ovdum. Sanki bu düşünceden kurtulabilirmişim gibi başımı ağır ağır iki yana salladım. Ama olmuyordu... Efkan'ın bileğime dolanan eline her seferinde zincirmiş gibi bakıyordum. Uzattığı her yardım elini, dişlerimle parçalıyor ve dağıttığım her şeyi etrafa saçıyordum. Neden bu kadar uyumsuzdum? 22 yaşında genç bir kız olarak, hâlâ kimlik karmaşası yaşıyor ve kendime özgün olamıyordum.

Yapaydım.

Olduğum gibi yetişememiştim kendi topraklarımda. Hep suni etkenlerle, biçilmiş, eksik sulanmıştım.

Şimdi o kurak toprakları sadece balçık sarmıştı. O balçığın zehrine ihtiyacım vardı.

Bu yüzden kabullenemiyordum Efkan'ın gökyüzünü. Ondan yansıyan şifayı bu yüzden almıyordu bünyem. Kırıktım, döküktüm. Toprağım yarıktı, kuraktı.

MorClup'dan içeriye girdiğimde, doğrudan giyinme odasına indim. İçeride iki tane garson kız vardı. İsimlerini anımsayamadığım anlarda bana ait olan dolaba yaklaştım. Bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum.

Üzerimdeki ince badiyi sıyırmış, dolabın içine rastgele fırlatmıştım. Atletimin askısını düzeltirken, "Hayat sana güzel be Tutku." Dedi biri. Kaşlarım alnıma doğru yükselirken, bir diğer sesi işittim. "Cidden, nasıl kovulmuyor anlamıyorum. 3 gün var, 5 gün yok..."

Uzanıp, mor tişörtü aldım ve üzerime geçirdim. Kaşlarım hâlâ belirgin bir çatıklığa sahipti ama sırtım onlara dönüktü.

"Var demek ki bir starı." Dedi diğer kız imalı imalı.

"Bizimlede paylaşsana Tutku." Diye konuştu ince sesli olan. Gülüyordu. Minik aklı, benimle alay ettiğini sanıyordu. Üzerimdeki pantolonu çıkartmadan, önce siyah eteği giydim. Ardından altta kalan kotumu çıkartıp dolabın içine tıktım. Önlüğü alıp dolabın kapağını kapattığım esnada, henüz ortama sessizlik hakimdi.

İfadesiz bir kıvam alan yüzümü onlara çevirdiğimde, yüzlerinde samimiyetsiz bir alay, dudaklarında eğrelti bir gülüş vardı ikisininde.

"Bizi takmadı." Dedi sarışın olan. Hafif kumral olan dudaklarını bükerken, kollarını iri göğüslerinin üzerinde birleştirmişti.

"Cidden merak ediyorum." Dedi kaşlarını kaldırarak. "Kovulmamayı nasıl başarıyorsun?"

Sesli bir nefes saldım. Nefesimde, evden çıkmadan evvel dilimden aşağı yuvarladığım zehrin kokusu vardı.

Hafifçe alt dudağımı sarkıttım. Yüzüme sinsi bir sırıtış yerleşirken, tek kaşımı kaldırıp sarışın olana doğru yaklaştım. İşaret parmağım çenesine usulca değdiğinde, parmak ucumu onun gitgide büyüyen şaşkın gözlerini izleyerek boynuna kadar indirdim. "Bence..." Diye fısıldadım. Alt dudağımı dişlerimin arasından geçirirken, gözlerimi kızın boynuna indirerek sadece dudaklarımı kıpırdattım. "Siz cevabı biliyorsunuz..."

Kendimi geri çektiğimde, yüzüm beyaz bir sayfa kadar boş, midem türlü bulantılarla kasılacak kadar doluydu. Arkamda iki şaşkın kız bıraktığımı biliyordum ama bunu yadırgadım. Pis zihinleri, burada ki düzensiz çalışma hayatıma rağmen nasıl kalıcı olduğumu elbet bir bulguya yoruyordu. İşte bende onlara düşündükleri cevabı vermiştim, neden şaşırıyorlardı? Çağrı'nın altına yattığımı düşünmeleri umrumda değildi, görmüyorlar mıydı?

Mekan henüz dolu sayılmazdı. Mor ve siyah koltukların bir kaçı henüz kıvam almaya başlamıştı ve ortamda fazla hareketli olmayan bir tını vardı. Çağrı'nın beni burada görünce ne tepki vereceğini açıkcası bilmiyordum ama itiraz etmeyeceğini bilecek kadar onu tanıyordum. Aslında ne kadar geç karşılaşsak, o kadar iyiydi ama yinede varlığımdan haberdar edip etmemek konusunda kararsızdım. Gözlerim merdivenleri kısaca taradı ve kapalı kapısına kısa bir an tutundu.

Başım hafiften dönüyor, midemin içinde azimli bir kargaşa çıkıyordu ama algılarımın düşük fonksiyonları dilimin ucunda hafiften uyuşuyordu. İki gündür yastığımın altında olan ama varlığını bugün fark edip, kıvranan kanıma engel olamayışımla içtiğim hapın ne olduğunu dahi bilmiyordum. Fazla etkili bir şey değildi, bedenimde ki eklem ağrılarını sadece katlanılabilir bir aşamaya çekmişti o kadar. Çağrı'nın damardan verdiği eroini çok düşük bir dozda verdiğini, aniden bastırmayan yoksunluk krizinden anlayabiliyordum. Tabi, bunun için asla ona minnettar değildim.

Bar kısmına yanaşıp, taburelerden birine tırmanırken esmer barmen kısaca baş selamı verdi. Tuhaf saçları, koyu renk gözleri vardı ve cılız sayılabilecek vücuduna rağmen, pratikte hızlı bir barmendi. Bardakları kurulamaya devam ederken, sol tarafımda bir beden belirdi. Biraz önce sahnede kısacık bir an görüş alanıma giren elemanlardan biriydi. Ama yan profilden görünce, beynim onun tanıdık simasını çıkarmaya çalıştı.

Bakışlarımı hissetmiş gibi yüzü bana döndü. Açık renk sarı saçları, yeşile benzeyen gözleri, tuhaf bir burnu vardı. Yüzünde ki hafif gülüşle yüzüme bakarken, ince dudaklarını araladı. "Tanıyormuş gibi bakıyorsun?" Dediğini işittim. Ben hâlâ alık alık bakarken, elini uzattı. "İşini kolaylaştırayım madem, ben Kıvanç Bulut."

Tek kaşımı hafifçe kaldırıp, zihnimdeki yoklamayı sonlandırdım.

Çağrı'nın mekanı kapattığı gün bize şarkılarıyla eşlik eden solistti bu.

Elimi uzatma gereği duymadım. Onun beni tanımamış olmasına ise şaşırmadım. Bir buçuk yıl öncesine göre, fazlasıyla farklıydım. Ruhen ve bedenen. O yüzden bozmak yerine, hafifçe kafamı sallayarak ayağa kalktım. Ne garip dedi zihnimde bir ses. Mümkün olsa anılarını silecek kadar nefret dolu olman ne garip.

Merdivenlere yönelirken, göz ucuyla Kıvanç'ın sahneye döndüğünü gördüm. Bana geçmişteki güzel olduğunu sandığım günleri hatırlatan hiç bir şeyi hayatımda istememe rağmen, önüne geçemediğim bir Çağrı vardı birde bu lanet mekan.

Merdivenleri tırmanırken, karnımın içinde tuhaf bir kasılma oluştu. Midem hâlâ bulanıyor, açlık hissi yerine tıka basa yemişim gibi şiddetle çalkalanıyordu. Kafamdaki karıncalanmalara alışkındım ama böylesi tuhaftı. Merdivenleri tırmanırken, parmaklarım tırabzanlara dolanıyor ayaklarım boşluğa düşecekmiş gibi sağlam basmaya çabalıyordum. Son basamağada ulaştığımda, biraz ilerideki kapının ardında varlığını yok saymak istediğim bedeni görecek olmanın nefreti çöktü üzerime.

Elimi kulpa attığımda, araladığım kapının ardından gözüme iğrençlik doldu. "Rahatsız ediyorum." Dedim soğuk bir sesle.

Çağrı'nın bakışları beni bulmuş, yüzü garip bir ifadeye bürünmüştü. En fazla 20 dakika kadar önce benim ağzımı yoklayan kumral ise Çağrı'nın sandalyesinin kenarlarına yasladığı ellerini çekerek doğruldu. Onunda yüzünde tuhaf bir kızıllık oluşmuştu. Sessizliklerinde, yüzümü hafifçe buruşturdum. Talihsiz kumral, madem böyle utanacaktı ne demeye önerdiğim yolu izliyordu?

"Görmedim görmedim." Dedim ruhsuz bir gülüşle. "Benim bir maruzatım olacak, sonra yine gelirsin hadi."

Kumral kız renkten renge girerken, sonunda vücudunu hareket ettirmeyi başardı ve odadan hızlı adımlarla çıktı. "Ah," Dedim arkasından gülerek kapıyı kapatırken. "Şimdiki sürtüklerde pek utangaç."

"Tutku?" Adımı duyduğum seste bir tutam şaşkınlık vardı. Ona tekrar döndüğümde, kahverengi gözleri bedenimi baştan aşağıya hiç telaşsız inceledi ve kaşlarının hafif çatığı belirginleşti.

"Alınmadım." Dedim hafifçe omuzumu silkerek. "Ama ağzımı sıkı tutmamı istiyorsan, burada çalışmaya devam etmeme ses etmezsin."

Çağrı koltuğunda geriye yaslanırken, yüzünde bilinçli bir gülümseme belirdi. Üzerindeki lacivert gömlek hareketiyle kasılmış, kemikli parmakları masanın yüzeyine rastgele bir naiflikle tutunuyordu. "Biliyorsun, kapımız sana her daim açık."

Dudaklarımı birbirine bastırırken ağır ağır başımı salladım. "Bilirim, yol geçen hanısındır. Gelen giden uğrar."

Sakalsız yüzünde, gülümsemesiyle yanakları hafifçe içe çöktü. Eskiden muazzam bulduğum bu gülümseme, şimdi kanımı nasıl da böyle donduruyordu? Öfke ve nefret... Nelere kâdirdi.

"Sen bu aralar, beni şaşırtmayı huy edindin." Diye konuştu. Şeytanının memnuniyeti dudaklarında doğmuştu. Masasından yavaşça ayağa kalktı. İri elleri iki yanında boşluğa yaslanmış gibi dururken, adımlarının istikameti banaydı.

"Fena mı?" Sesim bir ton alaylıydı. Gözlerimde, ucu ateşe verilmiş gemiler yüzüyor, dumanı zihnimin karanlığına yükseliyordu. Gemilerin külleri ise ağzıma doldu. "Hatta bundan böyle kalıcıyım."

Kısık göz kapaklarının altına yuvalanan gözleri, çökmüş yüzümde, kısalmış saçlarımda gezinirken dudakları hafifçe kıvrıldı. "Saçların..." Diye konuştu dumanımın tıkamasını dilediğim sesiyle. Gözleri köprücük kemiklerime doğru kaydı. "...Yine manzarayı açmış."

"Artık hep burdayım." Dedim sol dudağımı hafifçe yukarı kıvırırken. "Ama sanada üzülüyorum, hiç indirmiyorsun kalitesizleri kucağından."

Aramızdaki bir kaç adımı kapattı. Kahverengi gözleri gitgide koyulaşıp, katı balçığını yumuşatırken çamurunu paçalarıma dolar gibi, saçımdan bir tutamı parmaklarının arasına doladı. "Sende haklısın." Diye fısıldadı. "Ama bilki bir sen etmiyor hiç biri."

Başımı hafifçe kaldırıp, kısılmış gözlerinin içine baktım. Yüzlerimiz arasında bir karışlık mesafe vardı. Saçımdaki parmağı yanağıma indi. Aynı anda boğazıma bir yılan kıvrılarak tırmandı ve derisini damağıma sürterek dilimin etrafına bedenini yaydı. "Yastığın altına bıraktığın hediye için..." Diye konuştuğumda, yılanın dilinin ucundaki zehir dişlerime bulanmıştı. "Teşekkür ederim."

Çağrı'nın etli dudakları hafifçe aralandı. Gözlerinin içinde gitgide yoğunlaşan bir şehvet vardı. Hatta zihnim beni yanıltmıyorsa, tehlikeli parıltılar gördüğüme yemin edebilirdim. Karnımın içini kesik sancılar sarsarken, midemde başa çıkalamaz bir bulantı uyandı. Tuhaf bir ikilemdi zihnim. Dişlerimin arasını kamaştıran yılan, önce beni zehirliyordu sanki.

Yanağımdaki baş parmağı, hafif kıvrılmış dudağımın kenarına doğru sürtünürken, "Ağzın bugün çok güzel laflar ediyor." Diye mırıldandı. Kulaklarımda bir uğultu, bacaklarımda tenimi kaşındıran bir uyuşukluk başladı. Her şeye tezat bulanan midem, geri çekilmem için yalvaran bir aciz gibiydi.

"Neyse." Dedim şuursuzca bir isteği damarlarıma dolarken. Beni besleyen intikam, saklandığı delikten başını uzatmıştı. "İneyim ben."

Attığım geri adımla, kemikli parmakları belimin oyuntusunu sertçe kavradı. Aynı saniyenin içinde, sırtım arkamdaki duvara, bedeni bedenime çarptı. Sanki daha fazla parçalanabilirmişiz gibi, biraz daha saçıldık etrafa. Alnı alnımda, sol eli belime dolanmış, sağ eli kapıya yaslıydı.

"Çok bekledim." Dedi karanlık bir hırıltıyı andıran kısık sesiyle.

Nefesimle yükselen göğsüm, sert vücuduna ve körük gibi yanan tenine saplanıyormuşcasına sızladı. Çok tuhaf hissediyordum. Sanki içimden bir şeyler bedenine çekiliyor, ve sanki yine içimden bir şeyler ondan hızla uzaklaşmamı istiyordu. Mantığımın etrafına çevrilmiş teller vardı. Dikenli teller.

Kırpışan gözlerimi kaldırıp, yüzümü izleyen gözlerine baktım. Koyu bir karanlıktı sanki. Siyaha kurban edilmiş kahverengilerin cesetleri vardı kirpiklerinin altında. "Ne, neyi?" Diye fısıldadım. Kaburgalarımın arasında hiç bir kıpırtı, yaşam belirtisi gösteren hiç bir duygu yoktu. Ama nefesimin hızlanışı, tenimi basan ateş ve dudaklarımı kurutan bir zehir vardı derimin altında. Uzakta değil, kanımın içinde.

Belimdeki tutuşu sıkılaştı. Kasıklarındaki sertliğin karnımdaki sancıyı zorlayan baskını hissediyordum. Gözlerim bir tık daha aralandı. Bu zihnimin içine çok yabancı bir tınıydı. Kısık gözleri dudaklarıma kayarken, "Bana tekrar gelmeni..." Diye fısıldadı. Dudaklarından yayılan sıcak nefes yüzümün derisine vuruyor, geçtiği yeri kurutuyordu. "Yakınlığını..." Sağ eli saçlarımın arasına doğru usulca sızdı. "Bekledim." Parmak uçları saç diplerimi ince ince okşarken, dudaklarıma doğru iyice yanaştı. "Sabırla."

Git gide dahada hissizleşti ruhum. Bedenim bana ihanet etsede, ruhumda çok güçlü ve baskın bir çığlık vardı uzak durması için yalvaran. Gövdelerimiz arasında sıkışıp kalmış ellerimi kaldırıp, heybetini üzerime sindirdiği göğsüne koydum ve hafifçe ittim. "Kendini kamu malı kıldığın yerlerde bana böyle yaklaşman saygısızlık." Dedim kendimden emin bir sesle.

Bedenini bir tık geri çekti. Bedenimizin arasına sızan soğukluk, kaskatı kesilmiş etime şifa olurken, ruhumun sesli soluğunu işittim.

"Haklısın." Dedi bir kez daha. Bakışlarım yüzüne tırmandığında, mümkün olsa dudaklarında canavarının gülüşü belirebilirdi. Gerçi özü, aksini aratmıyordu. "İn madem."

Elimi kulpa uzatırken, onun yüzünde uzun zaman sonra samimi bir gülümseme, benim yüzümde ise bu zamana kadar sergilediğim en sahte gülümseme vardı. "Gelirsin?" Dedim.

Dolgun dudakları biraz daha kıvrıldı. "Gelirim."

Tam kapıyı aralayıp çıkıyordum ki, aklıma gelen detayla durdum. Başımı ona çevirdiğimde, ahlaksızca bedenimi süzen gözleriyle karşılaştım. Çağrı bunu gizleme gereği duymadan bakışlarını sakince gözlerime çıkardı. Tenime saplanan milyonlarca iğne varmış gibi hissettim.

"Şey, telefonum." Dedim zorlukla nefes alarak. "En son senin evinde kalmıştı."

Alt dudağını dişlerinin arasından kurtarıp, hafifçe başını salladı ve masasına dönerek çekmecelerden birini açtı. Bana tekrar döndüğünde, parmaklarının arasında tuttuğu telefonumu karın hizama doğru uzattı. "Al bakalım."

Telefonu alıp, avucumun içine sıkıştırırken derin bir nefes daha aldım ciğerimi karartan. Kemiklerim bile titriyordu. Bana ne oluyordu? Kendimi dışarıya attığımda, hızlı adımlarla aşağıya indim.

Telefona kısa bir bakış attığımda açmaya çalıştım ama şarjı yoktu ve kapalıydı. Bar tezgahına ulaştığımda, adını anımsayamadığım barmene diktim gözlerimi. Hazırladığı tepsiyi bana uzattığında, ona telefonumu uzattım. "Buna uygun şarj aleti var mı?" Telefonu alıp kısa bir bakış attı. Kafasını olumlu anlamda sallayarak, "5 numaraya." Diye konuştu ve barın diğer köşesine geçti.

Siparişleri masadaki genç çifte bıraktığımda, yan masada gençlerden oluşan bir erkek grubu vardı. İçlerinden biri küçük bir el işareti yaptığında oraya yöneldim.

"Buyrun?" Küçük not defterini elime alıp, kalemin kapağını dişlerimin arasına sıkıştırdım.

İçlerinden kumral olan, "Viski mi içsek ya?" Diye sordu ortaya.

"Yok olum uçmayalım, kızlar gelcek." Dedi esmer olan. Bakışlarını bana çevirdi. "Sen bizi kafa başı birala hadi."

"Camış herif." Dedi içlerinde en cılız olan. "Düzgün konuşsana."

Esmer olan başını kaldırdı. "Sanane oğlum, işi değil mi?"

Sabırsız bir bıkkınlıkla onları izliyordum. Adının Ali olduğunu öğrendiğim çoçuk bakışlarını bana çevirip gülümsedi. "Arkadaş biraz kabadır, kusura bakmayın. 4 bira getirir misiniz?"

Ona gözlerimi devirerek baktığımda, masada kahkahalar yükseldi. Tavrımdan dolayı Ali'yle dalga geçiyorlardı. Aslında niyetim onu bozmak değildi ama bugün kafamda basınçlı bir ağrı vardı ve dilimdeki uyuşukluk beni afallatıyordu. Not defterine siparişi yazarken yanlarından ayrıldım.

Bakışlarım sahneye değdiğinde, Kıvanç'la göz göze geldik. Boş bardağını işaret ettiğinde adımlarımı o tarafa yöneltip, sahnedeki boş bardağı aldım. "Bira." Dedi.

Bugün herkesin bira içesi vardı anlaşılan. Bir tanede ben mi açsaydım?

Bar tezgahına ulaştığımda, siparişleri uzattım. Kolumu tezgaha yaslarken, başımı üzerine koydum. Ensemden başlayıp alnıma kadar uzanan bir ağrı vardı, tıpkı kafatasıma bir kalıp yerleştirilmiş gibi hissettiriyordu. Kanımın içinde hüküm süren zehrin, derimden sıyrılmasına ihtiyaç duyuyordum. Kasıklarımdaki ağrı ise, derimin altında bir tür savaş varmış gibi hissettiriyordu. Bana ne oluyordu?

Tenimi basan ateşin içinden sıyrılabilirmişim gibi başımı kaldırdım ve kısa saçlarımın açıkta bıraktığı boynuma ellerimin tersini bastırdım. Gitgide kalabalıklaşan mekanda fazlasıyla gürültü, bende ise bu sesi kaldıracak kafa yoktu. Yüzüm gitgide biraz daha asıldı. Barmen siparişleri hazırladığında, "Telefonu yollasana, dolduğu yeter." Diye konuştum bunalmış bir sesle.

Barmen çoçuk bir kaç saniye sonra telefonu uzattığında ekranı açıp şifreyi girdim. Hızlıca Emre ile olan konuşma kutusuna tıklayıp, uçları uyuşuk parmaklarımı kıpırdattım.

•Emre•
Efkana Morclup da çalıştığımı söyleme.(22:10)

Telefonu önlüğün cep kısmına atıp, tepsiyi aldım. Önce canlı bir şarkıyla mekanın enerjisini yükselten ve benim kafamı daha fazla şişiren Kıvanç'ın içkisini bıraktım. Ardından gençlerin olduğu masaya yöneldim. Bıraktığımın aksine, yanlarına üç kız daha katılmıştı. Masaya ulaştığımda, üzerime dönen bakışları hissedebiliyordum. Biraları masanın üzerine bırakırken, son bardağı biraz önce dalga konusu olmasına sebep olduğum çoçuğa uzattım.

Bana şaşkınlıkla baktığını fark ettiğimde, hafifçe omuz silkip gülümsedim. Bardağı alırken, "Sağol." Diye konuştu gülümseyerek. Masada ince bir sessizlik vardı.

Başımı hafifçe sola yatırdım. "Garsonlarında birer insan olduğunun ayrımını yapabildiğin için, sen sağol." Diye konuştum. Ali'nin yüzüne hafif bir kızıllık yayıldığında, gülerek başını eğdi.

Masada birden fazla ses yükseldi.

"Ne kaçırdık?"

"Mert bu lafın altından kazırız artık seni kardeşim!"

"Noluyor ya??"

"Siz ne alırdınız?" Dedim dönen geyiği bölerek. Kızların bakışları beni süzerken, içlerinden kızıl olan "Kokteyl çeşitlerinizden ne önerirsiniz?"

Adının Mert olduğunu öğrendiğim gencin kötü bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum. Ama ona aldırmadım. "Uzmanı bugün izinli. Bilemedim şimdi." Dedim.

Kızlar menüyü incelerken, sıkılmış bakışlarım merdivene yöneldi. Çağrı merdivenden inerken, gözleriyle etrafı tarıyordu. Koyu bakışları beni bulduğunda üzerimde durdu. Olduğum tarafa doğru gelmeye başladı.

O esnada kızlar kararlarını vermiş, siparişlerini sıralıyordu. Gözlerimi Çağrı'dan çekerek not almaya başladım. "Ben bir bira daha alacağım." Dedi Mert.

Başımı kaldırmadan sadece gözlerimi ona yönelttiğimde, kaşları alayla yükselmişti. Sessiz kaldığımda, "Ne o?" Dedi sataşarak. "Rica etmeyince tınlamıyor musun?"

Göz ucuyla Çağrı'nın biraz ötemde olduğunu gördüğümde alt dudağımı hafifçe dişledim. Aslında merak ettiğim bir şey vardı... Denemekten zarar gelmeyeceğini umduğum. Not defterini ve kalemi avucumun içine alarak başımı dikleştirdim. "Sende böyle bir kabiliyet olmadığını görebiliyorum." Diye konuştum. "Zorlamaman isabet olur."

Mert'in kaşları biraz daha çatıldı. Çağrı sadece iki adım uzağımdaydı. "Sen gece gece belanı mı arıyorsun?" Diyerek çıkıştı.

"Bedavaya insanlık dersi veriyoruz." Dedim gülerek. "Alma almıyorsun."

"Bana bak..." Dedi ayağa kalkarken. O esnada araya Çağrı'nın tok sesi karıştı.

"Buyur delikanlı ben bakayım?"

"Çağrı bey..." Dedi Mert gözleriyle bana tehdit dolu bakışlar atarken. Başımı biraz daha dikleştirsemde, Çağrı'nın ne tepki vereceğini kestiremediğim aşikardı. Sonuçta bunca zaman hep beni haklıda olsam müşterilere kıyasla defalarca azarlamıştı. "Elemanınız fazla saygısız. Olmuyor böyle." Diye tamamladı Mert cümlesini.

"Saygı?" Dedim büyük bir kahkaha atarak. Ardından bakışlarımı kısılmış gözleriyle Mert'i inceleyen Çağrı'ya çevirdim. "Arkadaş kendinde olmayan şeyi başkalarında arıyor."

"Hâlâ konuşuyor!" Dedi Mert hiddetlenerek. Masadakilerden ayrı bir uğultu yükseldi.

"Abi bir otur ya."

"Durduk yere olay çıkartıyorsun Mert."

"Noluyor ya??"

Tekrar gülmeye başladım. Biri şu kıza nolduğunu anlatsaydı artık. Çağrı bana kısa bir bakış attığında, elimle gülüşümü kapattım. Tekrar Mert'e döndü.

"Ağzınla içmeye devam edeceksen otur delikanlı." Dedi tok bir sesle. Tek kaşımı kaldırıp dudaklarımı büzerken Çağrı'ya bastırdığım gülüşle bakıyordum.

Mert bir kaç derin nefes alıp yerine oturduğunda, Çağrı başıyla yürü dercesine bir işaret yaptı. Yanından geçtiğimde, gözlerimi yüzüne çevirdim. Adımlarıma eşlik ediyordu. "Hayret." Diye mırıldandım. Mekandaki müzik değişmiş hafif tonlu bir parça çalıyordu.

Çağrı siyah saçlarının altında belirginleşen alnına yükseltti kaşlarını. "Ne hayret?" Dedi yarım bir gülüşle.

Adımlarımı durdurup bedenimi ona çevirdim. Mekanın tam ortasındaydık. Şaşkınlığım ise aslında samimiydi. Başımı hafifçe kaldırıp yüzüne baktığımda, yüzümde yaramaz bir pırıltının ışıltısı vardı. "İlk kez beni müşterilerin yanında azarlamadın."

Çağrı'nın dudakları hafifçe titredi. Gülüşünü bastırmak için kendini kasıyordu. "Şu an hepsini kovabilirim." Dedi kararlılık ve karanlık bir tonla.

Kaşlarım alnıma doğru yükseldi. Bir kaç adım atıp ona biraz daha yakınlaştığımda, başını oynatmadan gözleriyle takip etti bedenimi. "Yaparsın. Bilirim." Diye mırıldandım. Tuttuğum tepsinin kenarında kalan parmak boğumlarım karnına usulca değdi. Nabzım uyuşurken, teninin kasıldığını yükselen göğsünden anladım.

"Hatta sen daha neler yaparsın..."

Gerildiğini yüzünden okuyabiliyordum. Ama yinede gözlerinin içindeki koyuluğu engellemiyor, çehreme sanki bir mücevhere bakıyormuş gibi özenle bakıyordu. Ben onun zaafıydım.

"Ne yaparmışım?" Dedi gitgide düşen bir sesle.

Hafifçe alt dudağımı sarkıttım. "Güzel yalan söylersin mesela..." Yüzünü birden garip bir ifade sardı. Kaşları kavislenerek çatıldı. "Ama bu kez sana kızmadım. Çünkü başından beri haklıydın." Diye konuştuğumda, gözlerinin üzerinden bir perde gibi sıyrıldı o gariplik ve yerini ince sızılı bir şaşkınlığa bıraktı. "Efkan bana iyi geliyordu... Ama sorun şu ki, ben iyi olmak istemiyorum."

Yüzünde gerçek bir afallama vardı. Etli dudakları düz bir çizgiyi andırırcasına gerilirken, kaslarının üzerine değen parmak boğumlarımı hafifçe kıpırdattım. "Benim ait olduğum yer, senin yanın."

Nefesini tuttuğunu görebiliyordum, başımı hafifçe kaldırıp gözlerine tutunmuş gözlerimi dudaklarına kaydırdım. "Ama bu kez benim kurallarım olacak."

Tuttuğu nefesi saldığında, "Ne istersen." Diye fısıldadı. Sesindeki titreme, kanımdaki zehrin boynunu kaldırdı.

Cebimdeki telefonun titrediğini hissettim ama aldırmadım.

"Mekanı kapattığın gün, yine bu solist sahnedeydi ve biz o zaman çok mutluyduk." Yutkundum. Bir kez daha gözleri ve dudakları arasında gezindim. "Ama sır gibi saklıyordun beni..."

Gözleri biraz daha kararlıydı artık. Kahverengilerinde şeytanları değil, saf bir tutku vardı. "Ne istiyorsun?" Dedi. Sesi biraz daha titredi. Karşımda bana yoksun bir adam vardı.

Gözlerimi tekrar dudaklarına diktim. "Şimdi, tam burda... Öpsene beni."

Hızlanan nefeslerinin sesini duydum. Onca gürültüye rağmen. Sertçe kavradı yüzümü. Hiç düşünmeden. Ağzı ağzımı buldu. Krizin ortasındaki bir eroinmanın uyuşturucuya saldırması gibi açlıkla saldırdı dudaklarıma. Yaşamı sömürüyordu ruhumdan. Dudaklarımı bu ızdıraptan kurtarmadım. Öyle hırçındıki öpüşü, tıpkı sevgisi gibi. Dili dilimin ucuna değdiğinde, sanki ruhum topuklarımdan çekildi ve boş bir beden kaldı benden geriye.

Yüzümü kavrayan ellerini tuttum. Kendimi dudaklarının eziyetinden kurtarıp bir adım geri attım. Ellerine uyguladığım baskıyla ellerimiz iki yana düştüğünde, siyaha dönmüş gözlerine baktım. Zehrimin bulaştığı ağzı aralıktı. Göğsü, şiddetle inip kalkıyordu. Ve oluşan derin sessizlikte herkes bizi izliyordu.

Bir an sonra, şahit olan tüm bedenlerden bir alkış tufanı koptu.

Çağrı rüyadan uyanır gibi kırpıştırdı gözlerini.

Güldüm. Ellerini usulca bırakırken, sadece onun duyabileceği bir sesle hastalığının taştığı gözlerine bakarak konuştum.

"Buram buram ölüm kokuyorsun."

"Ne-Ne diyorsun?" Şaşkındı. Çok fazla şaşkındı.

"Bana arzulattığın tek şey diyorum... Ölüm sevgilim."

Bölüm Sonu... Oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

•Kafası karışanlar olarak çok tatlısınız...💋

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top