KIRIK
Hemşire Mert'i tekrar odasına getirdi. Sonuçların öğleden önce çıkmayacağını söyledi. Dediği gibi de oldu. Sonuçlar çıkana kadar Mert yatağında hemşirenin geleceği anı bekledi. Zaman geçirmek arada bir kalkıp odanın penceresinden hastanenin bahçesine baktı. Ambulans hasta getirdikçe meraklı gözlerle onlara bakıyordu. Durumu kendisinden çok daha kötü hastalar gördü. Kendi haline şükredecekti ama bundan utandı. Bunun yerine onlar için şifa dilemenin daha erdemli bir davranış olacağını düşündü ve öyle de yaptı.
Hemşire öğleden sonra elinde sonuçlarla çıkageldi. "Sonuçlarını doktora gösterdim. Doktor isterse taburcu edebiliriz, dedi.". Hemşirenin sözleri onu çok mutlu etti. Hastanede geçirdiği her dakika ona zulüm olmaya başlamıştı ve bir de kızıl saçlı kız vardı. Şimdi bu haliyle yurdun önünde bekleyemezdi. Zaten yarın da pazardı. Yarın erken kalkması mümkün değildi kızın. Mert hala kızla konuşma hayalleri kuruyordu. Tek istediği içini ferahlatmaktı. Çünkü ruhunun çektiği ıstıraplar bedeninin çektiklerinden kat be kat büyüktü. Ancak hesaba katmadığı bir şey vardı. Şuanda yataktan çıkıp biraz uzağa gitmek dışında hiçbir şey yapabilecek durumda değildi.
Yurda kadar yürüyemeyeceğini söyleyince onu yurda ambulansla getirdiler. Yurdun önüne ambulansın geldiğini gören meraklı bir kalabalık birikti. Kalabalık ambulanstan kimin ineceğini soruyordu birbirine. Mert'i gördüklerinde şok oldular. Kaşında dikiş vardı. Burnu şişmişti. Belli ki bir darbe almıştı. Dudağı da patlamıştı. Yüzündeki morlukları görenler onun bu haline acıdılar. Ailesinden uzakta olan bir gencin böyle bir duruma düşmesi çok kötüydü. Çünkü aranız ne kadar kötü olursa olsun hastalığınızda ilk gelecek olan ailenizdir.
Siz hasta olduğunuzda sizi en çok merak edecek kişi annenizdir. Mert şuanda annesinin yanında olmasını çok isterdi. Ama o değil miydi "Ailemden ne kadar uzak olursa o kadar iyi olur." Diyen. O zaman şimdi başının çaresine bakabilmeliydi. Özgürlük diye tutturup buralara kadar gelmişti. Madem öyle özgürlüğün bedellerini de ödemeliydi.
Mert'i ambulanstan indirdiklerinde güvenlik hemen kapıya çıktı. Hemşireye "Bu çocuğa ne olmuş böyle?" diye sordu. Hemşire ona durumu anlattı. Güvenlik olayları duyunca çok sinirlendi "Kardeşim sana vuranları gördün mü? Gördünse söyle o şerefsizlerin dersini vereyim." Dedi. Mert görmediğini söyledi. Ambulansın sesini duyan yurt müdürü ve yardımcısı da dışarı çıktı. Hastanın Mert olduğunu görünce adeta yıkıldılar. Hemen koşup başına geldiler. "Ne oldu oğlum sana?" diye sordular. Mert hiç cevap vermek istemiyordu. Neyse ki güvenlik olan bitenleri hemşireden duyduklarını anlattı.
Onu darp edenleri görmediğini de ekledi. Müdür "Tamam o zaman. Onu hemen odasına götürelim. Oda arkadaşlarına da söyleriz. Özel olarak ilgilenirler." Dedi. Hemşire "Aslında durumu o kadar kötü değil. Ayakta atlatabilir kırıkları." Dedi. Müdür merakla sordu "Neresi kırık?". Hemşire "Bir kaburgası ve burnu kırılmış." Dedi. Müdür Mert'in saçını okşadı. "Vah oğlum vah! Kaburga kırığını bilirim. Ben de beş sene önce kaza yaptığımda iki tanesi kırılmıştı. Nefes alırken ciğerime batardı resmen." Dedi. Etraflarında biriken meraklı kalabalık heyecanla olan bitenleri izliyordu.
Müdür, yardımcısına kalabalığı dağıtmasını söyledi. O kalabalığı oyalarken Mert, müdürün refakatinde odasına götürüldü. Oda arkadaşları onun bu halini şaşkınlıkla karşıladı. Müdür onlara Mert'e çok iyi bakmaları gerektiğini iyice öğütledi. Mert içinden acaba herkese karşı böyle düşünceliler mi, diye düşündü. Oysa cevabın hayır olduğunu kendisi de bal gibi biliyordu.
Hemşireler ve müdür gittikten sonra arkadaşları başına toplandılar. Mert sabahtan beri uyuduğundan gayet enerjikti. Arkadaşları ona olayın nerede ve nasıl olduğunu sordu. Mert olayı biraz değiştirerek anlattı. Sözde bir sınıf arkadaşına bir şey sormak için gitmişti oraya. Ancak Berk ve Demir onun anlattığı hikâyeden şüphelendiler. Çünkü onun âşık olduğunu biliyorlardı. Onun yurdun önünde bir şeyler karıştırmış olabileceğinden şüphelendiler. Ancak ikisi de bu şüphelerini birbirlerine açmadılar.
Mustafa onu dövenlerin kaç kişi olduğunu sorduğunda Mert tek kişiden dayak yediği söylemeye utandı. Aslında mesele tek kişiden dayak yemek değildi. Asıl mesele tek bir kişiden dayak yiyip üstüne bir de hastanelik olmaktı. Bu yüzden Mert üç kişiden dayak yediğini söyledi. Mustafa "Bu şerefsizler gecenin bir vakti üç kişi neden sana saldırdılar?" diye sordu. Mert aklına ilk gelen şeyi söyledi. "Beni gasp etmeye çalıştılar. Telefonumu ve cüzdanımı çalacaklardı. Ama ben onlara karşı koyunca sinirlenip beni çok fena dövdüler." Dedi. Oysa gerçekleri anlatsa hiçbiri onun yüzüne bakmazdı. Çünkü hepsi onun yurdun önünde bir haltlar karıştırdığından şüphelenir belki ona sapık muamelesi bile yaparlardı. Bunu kaldırması mümkün değildi.
Mert ambulansla yurda geldikten beş gün sonra ciğerindeki batma iyice azaldı. O zamana kadar nefes almakta, yürümekte ve merdiven çıkmakta epeyce zorlandı. Ancak yine de kimseden yardım istemedi. İşin aslı kimse de yardım eli uzatmadı. Bu güçlükle ve kırıklarla da kendi başına mücadele etmesini öğrendi. Mert bu olaylardan sonra oda arkadaşlarından iyice soğudu. Yanlarında bir adam hasta yatarken arada dil ucuyla nasıl olduğunu sormak dışında bir şey yapmıyorlardı. Mert onların karaktersiz olduklarını düşünüyordu.
Zira kendisinin bir arkadaşı hasta olsa onun bir an bile başından ayrılmazdı. Ama onlar Mert yavaş yürüyor diye onu yemekhaneye bile çağırmıyorlardı. Mert her sabah kahvaltıya inmek için yirmi dakika uğraşmasına rağmen bir tanesi bile onun koluna girmeyi teklif etmiyordu. "Olsun." Dedi Mert kendi kendine ve ekledi "Hiçbirine minnet duymayacağım bu sayede.". Sonuna kadar haklıydı böyle düşünmekte. Çünkü bu zamanda bir insan bir başkasına herhangi bir iyilik yaptığında eline geçen her fırsatta bunu başına kakardı. Bir ömür yardım ettiği kişinin kendisine minnet duymasını isterdi. Mert hayatta böyle bir şey yapamazdı. Böyle bir şeye tahammül de edemezdi. O yüzden bu işe bir yandan da seviniyordu.
Bu beş günlük süreci bol bol kitap okuyarak, müzik dinleyerek ve oyun oynayarak geçirdi. Sadece yemekhaneye gitmek için yurttan çıkıyordu. Onun dışında bütün gün yurttaydı. Günlerin aslında ne kadar uzun olduğunu o zaman fark etti. Günü planlı yaşadığında ne kadar verimli olabileceğini de o zaman anladı. Günü belirli zamanlara böldü. Sabah kimse yokken oda sessiz oluyordu. Bu zamanlarda kitap okuyordu. Sabahtan öğleye kadar olan kısmı kitap okuyarak geçiyordu.
Öğleden akşama kadar olan kısımda ise müzik dinliyordu. Bu sürede ne kadar yeni parça varsa hepsini defalarca dinlemişti. Yerli parçalar bitince yabancıları dinlemeye başlamıştı. Bazı yabancı şarkıları o kadar çok dinlemişti ki neredeyse ezberlemişti. Ama sözlerinin Türkçe karşılıklarına bakınca ezberlemeye gerek olmadığına kanaat getirmişti. Akşam yemekten sonra uyuyana kadar ise oyun oynuyordu. Genelde menajerlik oyunlarını seviyordu. Düşük liglerdeki güçsüz takımları alıyor, onları dünya takımına dönüştürüyordu. Bu oyunları da o kadar çok oynamıştı ki bütün başarıları elde etmişti.
Bu beş günlük süreç bitmeseydi Mert akli melekelerini oynatmaya başlayacaktı. Çünkü bedenine iyi gelen ve onu iyileştiren bu süreç ruhunda yaralar açmaya başlamıştı. Bir an önce hayatı normal akışına dönmezse ruhundaki yaralar tedavi edilmez boyutlara erişecekti. Bu süreçte ruhunu en çok yoran şey ise kızıl saçlı kızın hayalini kurmak oldu. Mert gece onunla yatıyor, sabah onunla kalkıyordu. Vücudunun tek kemiği değil bütün kemikleri kırılsa dahi onu hala istemeye devam edecekti.
Ondan kimseye bahsedemiyordu. Çünkü odadaki herkesin uydurduğu hikâyeden şüphe duyduğunu biliyordu. Bu yüzden onu yüreğinin gizli mahzenlerine kapatmıştı. Kimseler göremezdi onu orada. Ancak bu korla daha fazla duramazdı.
Göğsündeki ve yüzündeki morluklar önce yavaş yavaş soldular. Sonra morlukların olduğu bölgeden sertleşmeler oldu. O bölgelerdeki hücreler öldüğünden kabuklaşma benzeri bir şey oldu. Birkaç gün sonra da o kabuklar kendiliğinden düşmeye başladı. Vücudu kendini yenilemişti. Yüzünde artık hiç morluk yoktu. Günlerden cumaydı. Mert ciğerine batan şeyin olmadığını fark edince rahat yürümeye başlamıştı.
İçindeki kızı görme arzusuna dayanamadı ve kendini B bloğun önünde buldu. Şansa bakın ki obam kantinin önündeki banklardan birinde otururken kızıl saçlı kızı B bloktan çıkarken gördü. Hemen ardından koşmaya hazırlansa da bunu başaramadı. Çünkü batma olmasa da hala kırık kaburga acıyordu. Bu yüzden bu boş çabadan vazgeçti. En iyisi bu işi tamamen iyileştikten sonrasına bırakmaktı.
Mert karantina sürecinden bolca sigara içtiğinden parası azalmıştı. Daha kitaplarını da almadığı hesaba katılırsa babasından yeniden para istemek zorundaydı. Babasının geçen sefer para istediğinde bir şey dememesinden cesaret alarak akşam yemeğinden sonra babasını aradı. Babasıyla karşılıklı hal hatır sorduktan sonra Mert utana sıkıla babasından para istedi. Normalde babasının telefonu annesine vermesini isterdi. Annesiyle konuştuktan sonra ona parasının kalmadığını söylerdi. Annesi de durumu babasına anlatırdı.
Bu lisedeyken de böyle olmuştu. Harçlıklarını hiç babasından isteyemezdi Mert. Ancak bu kez babası işteydi ve parayı istemesi gerekiyordu. Çünkü yurttayken onu ziyarete gelen sınıf arkadaşları ona hocaların ders kitabı olmadan derse almadıklarını söylemişti. Bu durumda istemeye istemeye de olsa bazı ders kitaplarını almalıydı. Babasına bu durumu uzun uzun anlattı. Ancak babası para istemesinden sonra anlattıklarının hiçbirini duymadı bile. Çünkü o sırada atacağı uzun nutuğun cümlelerini kafasında dizayn etmeye başlamıştı.
Mert sözünü bitirince de hemen nutuk atmaya başladı. "Ben burada para basmıyorum oğlum. Belki sen unuttun ama sana hatırlatayım. Benim senden hariç beş tane daha çocuğum var. Üstelik bir tanesi de senin gibi üniversite okuyor ve ağabeyin senin gibi iki de bir de para istemiyor. Hatta gittiğinden beri hiç para istemedi. Sana bu durumda para yollayamam. Biraz idare etmesini öğren." Dedi. Aslında babasının sözleri bunlarla da sınırlı kalmadı. Daha uzayıp giden etkileyici olduğunu düşündüğü uzun bir konuşma yapmıştı.
Ama Mert onun para yollamayacağını duyduğundan sonraki konuştuklarını dinlemedi. Çünkü uzun ve can sıkıcı nasihatler verdiğini biliyordu. Mert telefonu kapattıktan sonra tek bir şey düşündü. Buraya yani Trabzon'a, yani üniversiteye, yani ailesinden bin kilometre uzağa özgür olmak için gelmişti. Madem özgür olmak istiyordu, bunu maddi olarak birine bağımlıyken yapamazdı. Bağımlı olduğu kişinin kim olduğu hiç fark etmezdi. Mert bir kitapta okumuştu "Para veren emir de verir." Diyordu. Çok doğru bir sözdü.
Ama Mert emir almak istemiyordu. Bu yüzden o geceden sonra Mert babasından bir daha para istememe kararı aldı. Yarından tezi yok iş aramaya çıkacaktı. Zaten okula haftanın yarısında gidiyordu. Haftanın kalan yarısında da kendisine yetecek kadar parayı çok rahatlıkla kazanabilirdi. Özgürlük için ödemesi gereken bedellere bir yenisi daha eklenmişti.
İnstagram: bzkrtmslm1
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top