Bölüm 3

     Arabanın camından dışarıya bakıldığında görüntü büyüleyiciydi. Ormanın renk paletinde her çeşit renk vardı ancak yeşil renk rakiplerini ezip geçmiş gibi duruyordu. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi diğerlerinde daha fazla miktarda olduğundan diğer tüm renkleri baskılıyordu. Yapraklar,yosunlar ve çimler hepsi yeşil hakimiyetindelerdi. İkincisi ise ağaçların yapraklarının şekliydi. Ağaçlar uzun ve geniş yapraklı olduğundan güneş ışıkları sadece yeşilin izin verdiği miktarda girebiliyordu; diğer bir değişle diğer renklerinde nasıl görüldüğü de yeşilin kontrolündeydi. Bu yüzdendir ki, kimse yeşilin kraliyetini sorgulamazdı.

Büyü sadece yeşille sınırlı değildi. Bir de çok uzaklardan görülen kırmızı kayalıkların da etkisi vardı manzaraya. Yeşile baş kaldırmış "Yeşilin kraliyetine ölüm," diyen cumhuriyetçilerdi bu renkler. Tam karşısındaydı yeşilin; her zaman da öyle olmuştu. Ancak kontrol hala yeşilde idi; bu nedenle o normalden biraz daha açık kırmızı arkada kalmıştı. Aralarındaki çekişme aslında bir uyum içeriyordu.

Araba bu ormanın içinde, büyük ağaçların arasına saklanmış, 3 katlı şatonun giriş kapısında durdu. Kapı içerisinin gösteren, parmaklıklara benzeyen büyük demir kapılardandı. Üzerinde biraz toz vardı ancak sağlamlığından hiçbir şeyini yitirmemişti. Üzerinde geniş dikenler vardı. Dikenlerin boyları ise en az on beş santimetre idi. Şatonun etrafı da demir kapıdan yüksek tuğla duvarlarla örtülmüştü. Hastahaneden çok kaleye benziyordu burası.

Arabanın içinden üç kişi indi. Bunlardan ilki ve en kritik olanı Dr. Ahmet Kahraman idi. Hep yorgun görünen orta yaşlı bir adamdı. Soruşturmanın başı olarak görevlendirilmişti. Psikiyatri alanında, ki özellikle psikotik bozukluklarda, çok güvenilir bir isimdi. İmaj terapisini inceleyecek adam denildiğinde ilk akla gelendi kişiydi.

Bir diğeri ise Sibel Doğaner idi. Kendisi de fizyolojide önemli bir uzmandı. Ancak nedense(!) kollarından boynuna kadar uzanan örümcek dövmeleri ile tanınan biriydi. Vücudun her yeri... Bütün araknoid kataloğunu üzerine çizmişti hanımefendi. Gözlerinin yeşili ormanla uyuşuyordu, saçları da ormandaki yapraklar gibi uzundu. Yürüyen bir ağaçtı o.

Üçüncü kişi ise sıradan birisi, Mesut Korkmaz. Buraya gelişinin tek bir nedeni vardı. O da doğada bir yolculuğa çıkmaktı. Araba kullanmakta da iyiydi. Kısacası karşılıklı kazanım olduğundan yolculuğa o da dahil edildi. Yanında bir fotoğraf makinesi getirmişti. Doğa fotoğrafları çekmek için gelmişti. Tam da yerini bulmuştu, kendi fikrimce.

Ahmet ve Sibel demir kapının sağındaki kulübenin önünde durdular. Sibel göğüs kısmı biraz açık olan tişörtünün üzerine asılı gözlüğünü çıkarıp taktı. Sonra kulübenin camından kafasını içeri sokarak baktı. İçeride kimse yoktu. Bu sırada Ahmet ise kapının önünde durmuş bir şeyler olmasını bekliyordu. Aklındaki planda birkaç dakika bekledikten sonra birilerini aramak vardı. En güzel hareket Mesut'undu. Doğrudan işine başladı.

"Ee, dostlar! Öyle bekliyor musunuz?" diye sordu Mesut arkadaşlarına.

"Daha iyi bir fikrin var galiba," diye cevapladı sakince Sibel,yarı alaycı yarı ciddi bir tavır ile. Sonra Sibel kulübenin karşısında duran ve yeni konulduğu belli olan tabelayı fark etti. Birkaç kaş göz işareti ile tabelayı Ahmet'e gösterdi. İkisi de neden üzerinde hiç ama hiçbir şey yazmayan tabelanın neden orada asılı olduğunu bilmiyorlardı.

"Beklerken," dedi Ahmet,sonra Sibel'in yanına yaklaştı, iki eliyle Sibel'in kolunu yakalayarak, "Şu üzerindekileri anlatsana bari. Uzun zamandır merak ediyorum," diye Sibel'in kulağına fısıldadı.

Sibel, bir müddet Ahmet'in ciddi olup olmadığını anlamak için onun yüzüne baktı. Söylediklerinde bir alay havası vardı ancak bir yandan da yüzünde bir ciddiyet vardı. Sibel sağa sola baktı ve sonra, "Olur," diyerek anlatmaya başladı. "Şimdi bu Palystes," dedi sağ kolunun bileği ile birleştiği yerin hemen üzerindeki ilk dövmeyi göstererek. Sonra biraz yukarıya sürükledi parmağını ve "Bu bir Ricinulei," sonra tişörtünün kolunu sıyırarak, "Bu da bir Solifugae," dedi.

Ahmet, Sibel'in son gösterdiği dövmenin üzerine parmağını koyarak "Bu tipsizmiş ama," dedi. Sibel güldü sonra devam etti, "Theraphosidae" dedi.

Ahmet durdurdu "Tarantulaya benziyor," diyerek.

Sibel "Tarantula zaten," diye cevap verdi. Ancak çok sakindi. Gözlerini kısmış, alay eder gibi bakıyordu. Sonra gülümsedi ve son dövmesini gösterdi, bu seferki tam boyun kökünde, "Bu da Latrodectus,dul örümcek yani."

"Şu eşini yiyenlerden," dedi Ahmet doğrulamak amaçlı.

Bu sırada Mesut ikisinin arasına kafasını uzatıverdi, "Bizim hanımlar yani!" dedi.

Ahmet kendini gülmekten alamadı. Ancak Sibel ise bu duruma sinirlenmişti, bu tarz şakalar hiçbir kadının hoşuna gitmezdi. Ayrıca Sibel insanların bu şekilde sınıflandırılmasından hoşlanmazdı. Ahmet'den kolunu kurtardı. Sonra birkaç adım ileri gidip kapıya arkasını, erkeklere yüzünü döndü. Ellerini açıp "Beyler şakalarınız bitti ise içeri girmenin yollarını mı arasak?" diye sordu.

Ahmet, Sibel'e hak vermişti. Hemen cep telefonuna sarıldı. Kendisine verilen numarayı aradı. Telefon sakin sakin çaldı ama açan olmadı. Ahmet tekrar arayacaktı ki kapının açıldığını gördü. Ahmet ve Sibel hemen yürümeye başladılar; Mesut ise o kadar istekli değildi. Hatta o içeriye girmemeyi bile düşünmüştü. Sonradan, o da sadece tek kalmak istemediği için, ekibe katılmaya karar verdi. Biraz hızlı yürüyerek diğer ikisine yetişti. Ve üç kişi bu hastahanenin avlusuna girdiler.

Avlunun ortasında bir süs havuzu vardı. Havuzun ortasında ise bir çeşme duruyordu. Su çeşmenin heykel kısmından çıkıyordu. En azından çıkmalıydı; çünkü heykelin kafasının yarısı kırıktı ve çeşmenin mekanizması da çalışmıyordu. Heykelin kafasından düşen parçalar ise süs havuzunda yüzüyordu. Etrafı ile bir miktar sararmış çimenler ile sarılıydı. Çimenlerin boyu bir miktar uzundu; anlaşılan uzun zamandır biçilmemişti. Çimlerin üzeri çöp ve o çöplerden akan sular ile doluydu. Hatta biraz da kokuyordu. Binanın durumu ise tam tersiydi. Pencereler tertemiz, bakımlı, duvarlarda çatlak yok, hepsi iyi durumdaydı.

Ahmet, Sibel ve Mesut binanın giriş kapısını gördüler. Oraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada Ahmet aklına takılan soruyu Sibel'e soruverdi, "Bu dul örümcekler gerçekten eşlerini yiyor mu?"

Sibel sakince yaptığı birkaç baş hareketinden sonra "Her zaman değil," diye yanıt verdi.

"Tam benim hanım," dedi hemen komedyen Mesut.

"Haha! Ne güldüm ama! Beyin ölümün gerçekleşmiş senin, haber vermeyi unutmuşlar," dedi Mesut'un sürekli aynı şakayı yapmasına sinirlenen Sibel.

Binanın giriş kapısı üst tarafı cam, alt tarafı tahta olan bir kapıydı. Cam saydamdı ancak üzerindeki toz yüzünden içeriyi düzgün gösteremiyordu. Tahta kısım ise yeni cilalanmış, yepyeni ve tertemizdi. Kapının kolu metaldi, üzerinde bir miktar paslanmıştı. Ahmet kapıyı pas tutmamış yerlerinden kavrayarak açmaya çalıştı. Ama kapı açılmadı. Birkaç saniye kapının camından içeriyi görmeye çalıştı. Bu sırada Sibel'de yandaki camlardan bir şeyler görebilir miyim diye bakınıyordu. Sibel bir şey göremedi; ancak Ahmet kapının arkasında hareketlenme görüyordu. Birileri vardı orada ve tahmini doğru ise kapıya doğru yaklaşıyordu.

Sibel'in gözüne hastahanenin avlusuna henüz konan bir karga takıldı. Karga hastahaneyi saran duvarların dışından daireler çizerek gelmişti ve dikenli duvarların arasındaki uygun bir boşluğa ustalıkla kondu. Sibel ve karga göz göze geldiler. Bu karşılaşma ikisini de dondurmuştu. İki canlı bir müddet birbirlerine baktılar. Karga tekrar havalandı ve bu sefer havuzun üzerinde yüzen taş parçalarından birinin üzerine kondu. Sibel'in bu hipnozu kapının açılması ile bitti.

Kapıyı açan adam beyaz önlüklüydü. Yüzünde bir maske, ellerinde eldiven, başında bir bone vardı. Bu hastahanede böyle giyinmeye ne gerek vardı acaba? Öyle ise neden? Ahmet'in aklına gelen ilk sorular buydu. Kapıyı açan adam hiçbir şey söylemeden onları içeriye davet etti. Sonra, arkalarından kapıyı kapattı. "Dışarısı için kusura bakmayın," dedi, her ne kadar söylediği maske yüzünden pek anlaşılmasa da.

Dört kişi girdikleri yerden yaklaşık on ile on beş saniye binanın iç kısmına doğru yürüdüler. Koridorun beş ila altı kişinin yan yana yürüyebileceği kadar genişti. Duvarları çok koyu kahverengi olmasına rağmen fazla aydınlatılmadığından siyaha çalan bir tonda görünüyordu. Başta anlaşılmasa da güneş ışığının koridorun sonuna doğru vurması ile siyahi rengin aslında kahverengi daha da belirginleşiyordu. Sibel bu koridorda bir resim veya bir uyarı levhası arasa da bulamadı. Kaldı ki bu koridor bunları göremeyecek kadar karanlıktı.

Koridorun sonu binanın tam ortasında duran devasa bir odaya açılıyordu. Bu oda etrafındaki sayısız camdan gelen gün ışığı ile aydınlanıyordu. Odada yer yer karanlık alanlar olsa da (özellikle diğer odalara geçen kapıların olduğu alanlarda) genel durumu geldikleri koridorlardan iyiydi. Koridordaki kahverengi renk ana odada da devam ediyordu. Odanın zemini çok koyu kırmızı renkte bir halı ile kaplanmıştı. Duvarların üst kısmında ise kahverengi biraz daha turuncu bir hal alıyordu.

"Dışarısı için tekrar özür dilerim," dedi kapıyı açan adam.

"Neden bu şekilde giyindiniz? Salgın mı var acaba?" diye sordu Ahmet.

"İlaç laboratuvarı kıyafeti," dedi adam sakince, ellerinin kavuşturarak. "Korkulacak bir şey yok."

"Peki öyle olsun," dedi Ahmet. Sonra durumu anlatmaya başladı, "Yeni tedavi yönteminiz hakkında şikayetler var. Bizlerde bakanlıkça bunu incelemek için görevlendirilmiş bulunmaktayız."

"Tabi," diye karşılık verdi adam, bir yandan da onaylama anlamında göz kırparak. "Ancak ben iki kişi olacağınızı..."

"Boş ver beni ya!" diye araya girdi Mesut. Ahmet Mesut'un dediklerini düzenlemesi gerektiğinin isteği ile "Ben ve Sibel Hanım denetleyiciler, Mesut Bey sadece bize eşlik ediyor," dedi.

"O zaman Mesut Bey'i bekleme odasına alalım," diyerek sağında duran giriş koridorunun hemen yanındaki odayı işaret ederek, "Zira hastalarımız rahatsız olmasınlar."

Mesut başını öne eğerek işaret edilen odaya doğru baktı. Kapı açıktı. İçeride duran eşyalara bir müddet göz gezdirdi. İçeride bir televizyon görünce "Bakın keyfinize," dedi ve gösterilen kapıdan içeri girdi. Ne oldu o doğa fotoğrafları çekmek isteyen adama? Neden bir anda kayboldu? Neden hemen bir tembel tenekeye dönüştü?

"Ben şu ilaç laboratuvarını inceleyeyim," dedi Sibel. Maskeli adam Sibel'in bu istediğine kafa sallayarak onayladı. Sonra Sibel'e yolu gösterdi. Ardından "Arkadaşlarımdan biri size eşlik edecek Ahmet Bey. Siz şimdilik istirahat ediniz," dedi ve birlikte odanın sol arkasında bulunan, alt kata inen merdivenin yakınındaki çıkış kapısından çıkmak için adımlamaya başladılar.

Ahmet bu sırada etrafına bakındı. Durduğu yerin tam arkasında bir danışma bölümü vardı ancak içinde kimse yoktu. Bu büyük odanın tam ortasında birbirlerine bakan birkaç koltuk ve sol çaprazında az önce Mesut'un girdiği bekleme odası duruyordu. Bu odanın karşısında da diğerlerine göre daha uzun ancak daha dar bir oda vardı. Ahmet odanın içerisinde daireler çizmeye, bir yandan da olanları düşünmeye başladı. Aklındaki sorular çoktu, ancak tüm soruların temelinde biri yatıyordu. Bu hastahane neden boş duruyordu?

Ahmet'in beklemeye başlamasından yaklaşık iki dakika sonra, bir adamın kendisine doğru yaklaştığını gördü. Ahmet başını çevirmeden gelen adama baktı. Sakallı, orta yaşlı bir adamdı. Bu adam, diğerinden farklı olarak, maske veya eldiven takmıyordu. Sadece beyaz önlüğü vardı. Yüzü de tanıdıktı, ama nedense kim olduğunu çıkaramamıştı. Adam geldi, Ahmet'in karşısında durdu ve etkileyici bir ses ile "Tanıştığımıza memnun oldum Dr. Ahmet," dedi.

Ahmet şaşkınlıkla elini uzattı. "Ben de memnun oldum," diye cevapladı, her zamankinden bir miktar daha yavaş konuşarak.

"Halil Mesuter," dedi adam. O an kim olduğunu hatırlamıştı Ahmet. Önceden birkaç kez konuşmuştu Halil ile. Daha önce bir kez yüz yüze karşılaştığı da olmuştu. Ama, her ne sebeptense Ahmet'in Halil hatırlaması çok zor olmuştu. Halil konuşmaya devam ediyordu, "İsterseniz doğrudan soruşturmaya başlayalım. Sonuçlara siz bile şaşıracaksınız."

Ahmet bir müddet Halil'e öylece baktı. Hiçbir şey söylemedi. Bu hareketinden şüphelenen(belki bir miktar rahatsız olan) Halil "Bir sorun mu var doktor bey?" diye sözleri ile dürttü Ahmet'i.

"Hayır yok da... Bu hastahane... biraz ... boş değil mi?" diye sordu Ahmet.

"Öğle arasına denk geldiniz Ahmet Bey. Sizi daha erken bekliyorduk," diye karşılık verdi Halil, yüzünde bir gülümseme ile. "Beni takip edin lütfen." Yürümeye başladı Halil. Ahmet de Halil'i takip etmeye başladı. Ancak saçma değil miydi? Öğlen saat üçte öğlen arası mı olur?

Ahmet ve Halil odanın sağ tarafında duran bir koridora girdiler. Binaya girdikleri koridordan biraz daha dardı ancak bunun nedeni koridorun iki tarafında odaların olmasıydı. Sağ tarafındaki odalar hastalar için (herhalde yakından gözlenenler) ayrılmışken; sol tarafta ise muayene ve görüşme yapılabilmesi için ayrılan odalar vardı. Halil koridorun ortasında durarak, "İmaj terapisini denediğimiz birkaç hastayı karşıdaki odalara(koridorun sağını işaret ederek) yerleştirdik. Siz odalardan birine girin, hastaları ben bizzat size yönlendireceğim," dedi Halil.

"Dosya ve epi..."

"Hepsini getireceğim. Merak etmeyin Ahmet Bey hiçbir şey eksik olmayacak. Bittiğinde sizin aklınızda da hiçbir soru işareti kalmayacak," dedi Halil, büyük bir öz güvenle.

Ahmet huzursuzdu. Sanki bir parça eksikmiş gibi hissediyordu. O tanımlayamadığı şey, sürekli onun içini kemiriyordu. Kafasını kaşıyarak odanın içerisine adım attı. Beyaz duvarlar ve ortasına bir metal masa ve karşılıklı iki sandalye... Odanın tek penceresinin içinden gelen ışık masanın uzun bir gölgesini oluşturuyordu. Masa, üzeride doğrudan güneş ışığı alması nedeniyle parlıyordu. Ahmet kapıdan adım attığı anda masadan yansıyan ışık gözlerini kamaştırdı. Bir müddet sonra gözleri alıştı ve kapıya doğru duran masaya oturdu.

Ahmet'in kayıtlarından:

...

Birinci hasta:Rahip gibi giyinmiş orta yaşlı bir adam. "O gelecek. Kehanet bunu söylüyor. Burada o, bu binada. Geliyor, bir gün kehanet, söylendiği gibi, ananın karnından doğacak. Sadece 4 hafta kaldı.(Sandalyeden kalktı,elini masaya vurdu ve Dr. Ahmet'e yaklaştı) Bence sende kal doktor, sen de şahit ol. Dünya'nın kurtuluşu buna bağlı. O şeylerden de kurtulacağız."

"Kim o adamlar?"

"Onu gördüğünde tanırsın. Her şeyi kontrol eden. Tüm beyinlerin ve her şeyin hakimleri. Tanrı'ya karşı gelenler. Siyah kapüşonlu paçavraların içinde her şeyi kontrol eden karanlık yaratıklar."

"Çizebilir misiniz?" dedi Ahmet ve bir kağıt kalem koydu hastanın önüne.

"O gün gelecek. O bebek doğacak ve her şey bitecek."

...

İkinci hasta:Elinde bir ayna ile gelen, genç erkek hasta. "Bakıyorum gözlerinizi benden ayıramıyorsunuz doktor Bey. Neyse ki yalnız değilsin. Erkekler bile bana böyle bakıyor. İnkar edilemez. Eh kadınlar da aynılarını düşünüyor. Bütün modeller, film yıldızları hepsi benim peşimde. Hatta şu anda film yıldızlarından biri ile ilişkim var," dedi ve aynada saçına baktı hasta.

"İlginç," diye karşılık verdi Ahmet. "Peki numarasını söyleyebilir misin?"

Hasta hemen sinirlendi ve "Benim özel hayatım seni ilgilendirmez," dedi.

"Tamam. Belki sevgilinle bir fotoğrafını gösterebilirsiniz."

"Sen ve benim sarışın, mavi gözlü fıstık sevgilimin resmi ha! Unut gitsin. Umarım o siyah şeyler seni de yer," dedi ve odayı terk etti. Ahmet'in arkasından sorduğu hiçbir soruya da cevap vermedi.

....

Üçüncü hasta: Saçlarını beşten fazla renge boyayan, yaşlıca bir kadın.

Kadın tuhaf hareketler yaparak, "Sanat," dedi bağırarak. Sonra normal konuşma tonuna dönüp "İnsanın... insandan... insan kullanarak yeniden yaratmasıdır." Bacak bacak üstüne atıp, "Ben insanı yaratmak için onlar tarafından görevlendirilenlerden biriyim."

"Kimler?" diye sordu Ahmet merakla.

"Gölgelerden gelenler. Siyahların içinde bize hükmedenler. Yüzleri asla belli olmayanlar."

Ahmet bir şey söylemek isterken kadın hasta onu kesti, "Ancak aydınlığın doğuşu ile tüm karanlıklar aydınlanacak. Ah sanat!"

...

Dördüncü hasta: Elinde evrak çantası ile gelen, her zaman ciddi duran orta yaşlı bir adam.

"Arz ve talep," dedi adam işaret parmağını kaldırarak. "Arz yavaş artan ve yavaş azalan bir kavram." Sonra çantasından üzerinde bir grafik olan karton çıkardı. "Talep ise hızlı değişir."

"Peki," dedi Ahmet.

"Her şeyin bir arz-talep dengesi vardır. Mesela Papaz efendinin(birinci hastadan mı bahsediyor?) bahsettiği bebek. Talep yüksek arz az yani," dedi ve eli ile Ahmet'i işaret etti, bir cevap bekliyordu.

Ahmet anlamadı, hastaya sadece bakmakla yetindi.

"Değeri yüksek," dedi hasta kısık bir sesle. Sonra "Neyse yetişmem gereken bir toplantı var," dedi, Ahmet'in elini sıktı ve hızla odadan dışarı çıktı.

...

Beşinci hasta: Beyaz önlükle dolaşan otuzlu yaşlarda bir hasta.

Hasta geldi ve Ahmet'in elini sıktı. "Doktor Ahmet. Tanıştığımıza memnun oldum."

"Size takip ettiğim bir hastanın konsültasyonu için geldim," dedi ve solundaki bir boşluğu gösterdi. "Otuz altı haftalık gebe, preeklamsi ile takip ediyoruz ancak kaygı bozukluğu var."

"Hangi hasta?" diye sordu Ahmet.

"Solda oturan ufak tefek hanımefendi. Yirmi dört yaşında gravide bir, 36 haftalık gebe," diyerek sol tarafındaki boşluğu tekrar göstererek.

"İsminiz neydi doktor bey?" diye sordu Ahmet.

"Behçet," diye cevapladı hasta.

...

Ahmet görüşmelerini bitirdi. Son hastanın çıkmasından yaklaşık iki dakika sonra, kendisi de çıktı. Halil onu dışarıda bekliyordu. Ahmet'e gidecekleri yeri gösterdi. İkisi birlikte yürümeye başladılar. Yol boyunca Halil hiç konuşmadı. Ahmet bir şeyler sormak istese de, her soru sormaya çalıştığında Halil onu engelledi. Sessiz olunması gerekiyormuş. Ancak neden? Saat akşam beşe yaklaşıyor. Yine etrafta kimse gözükmüyor. Görüştüğü hastalar ise yok olmuş gibiydiler. Ne zaman geldiler, ne zaman gittiler? Karşıdaki odalarda kalıyor olabilir miydi?

Ahmet ve Halil giriş katındaki ana odanın arka tarafında, merdivenin yanında bulunan asansöre bindiler. Halil ikinci katın düğmesine bastı.

"Ne düşünüyorsunuz Ahmet Bey?" diye sordu Halil.

"Hastaların hepsinde ortak varsanılar var. Ayrıca hiç birinde iyileşme belirtisi bile yok! Etkisiz tedavi," dedi Ahmet.

"Ancak soruşturma temiz değil mi? Bir zarar yok ortada."

"Yani," dedi Ahmet. Bu sırada Halil ona bir kağıt uzattı. Ahmet kağıdı eline aldığında o kadar şaşırmıştı ki, o an ne söyleyeceğini, hatta ne düşüneceğini bile bilememişti. Saatlerce yaptığı görüşmelerin hiçbirinin bir anlamı kalmamıştı. Kağıttaki birkaç kelime bugünün anlamını yitirmesini sağlamıştı. "Herhangi bir kusur bulunamadı." Sinirlenmişti bu karara; hemen Sibel ve Mesut'u alıp geri dönmek istiyordu.

Asansör ikinci katta durduğunda bir soru sorabilmişti Ahmet "Ne anlamı var bunların?"

"Konunuzun en iyisisiniz bayım," dedi Halil, derin bir nefes alarak. "Size ne anlamı olduğunu gösterebilirim ancak..."Asansörün kapısı kapandı, ikisi de içerideydi. Halil bir müddet asansörün kapsına baktı. Sonra, "Öğrendikten sonra geri dönüşü yok," diye cümlesini tamamladı. Halil bunu dediğinde, ikisi birbirlerine bakmıyorlardı. Ahmet eli ile yüzünü örtmüştü, Halil ise asansörün duvarlarına bakıyordu.

"Benden bir şey saklayamazsınız!" dedi Ahmet sinirle.

Halil ise başını salladı, "Kağıdı okumadınız galiba."

Ahmet çıldırmak üzereydi, "Hani aklımda hiçbir soru işareti kalmayacaktı? Ne çeşit bir şey bu?" diye sordu Halil'e sesini biraz yükselterek.

"Hala teklifim geçerli," diye cevapladı Halil sakince.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top