Karga


Onu vuramamıştım, mermi vücudunu sıyırmamıştı bile. Belki de vurmuştum ama aramızdaki mesafeden dolayı görememiştim. Gerçekten vurmuş olsam da ağır yara almadıkça durmadan koşacağına emindim. Birkaç kez adıyla seslenip geri gelmesini söylemiştim, bu yaptığım sadece aptallıktı. Tabi o an daha iyi seçeneklerim olduğu söylenemezdi. Kısa süre peşinden koşmaya devam edip ne kadar uzaklaştığını gözlemledim, artık yetişemezdim. Silah elimden yavaşça sarktığında ucu yere değmişti, düzeltmeden arkama dönüp yürümeye başladım. Koşacak halim yoktu, zaten silahı taşımak yerine sürüklememden yeterince anlaşılıyordu da. Cırcır böceklerinin sesleri azalmış, baykuşların sesleri eskisine göre çoğalmıştı. Güneşin doğmasına az kalmış olmalıydı.  

Konuşma sesleri duyduğumda kendimi en yakın ağacın arkasına attım. Eğer benim ekibimden biri olsaydı hemen tanırdım ama başkasıydı. Tahminimce dört kişiydiler, ilk duyduğum kişinin sesi çok kalındı. Erkektiler, avcı kıyafetleri giymiştiler. oldukları yerde kalıp bana doğru yürümedikleri için minnettardım, aksi halde görünmeden kaçamazdım. Av köpekleri yoktu, olsaydı çoktan fark edilirdim. 

Kıyafetleri kamuflajlıydı, ayaklarında dizlerinin hemen altına kadar gelen bağcıklı çizmeler vardı. Kıyafetler genel olarak koyu yeşildi. Başlarına taktıkları fötr şapka oldukça komik gözükmelerini sağlamıştı. Çizgi filmlerdeki salak avcılara benziyorlardı. Hepsi birbiriyle tıpatıp aynı olsa da keçi sakalına sahip olan gerideki adamla hemen önündeki adamın kardeş olduğunu anlamam uzun sürmemişti. Kaslı değillerdi, vücutları iriyarı olsa da tamamen yağdan ibarettiler. Asker olma ihtimalleri düşüktü. 

"Bir şey duyduğuma emindim." dedi öndeki ikiz. Adeta kardeşine bakmamaya özen gösteriyordu. Bulmayacakları bir yerde olduğumdan korkmadan onları inceleyebiliyordum. "Etrafı kontrol edelim, kırılmış dal parçalarını gördük. Okta hâlâ burada olduğunu yeterince kanıtlıyor." 

"Eğer tüm bu koşuşturmalar bir hiç içinse öldün bil." Elini beline koydu, silahını vücuduna yaslamıştı. "Çocuğu mu arıyoruz yoksa herhangi başka kişilerde olur mu?" Nefessiz kaldığı için öksürdü. "Ne fark eder ki? Herkes işe yarar." Bu öksürme şeklini nerede görsem tanırdım, sigara tarzı ciğerlere zarar verecek maddeler kullananlar böyle öksürürdü. 

Yerimden çıkmaya hiç niyetim yok. çıkarsam kolayca yakalarlar. Herkesten kastlarının ne olduğunu bilmiyorum, pekte düşünüp kafa yormasam daha iyi. Sonuçta kıyamette insanlar başka insanları canlı canlı yiyor da olabilir. Aslında... Zaten öyle olmuyor mu? Sadece yiyen kişiler vahşi, kokuşmuş yaratıklar. 

İnsanlar kendi cezalarını kendi elleriyle yaptı. Hastalıklılar durduk yere ortaya çıkmış olamazdı, onları insanlar üretmişti. Berbat virüs tasarımlarının amacı her ne ise nefret ettiğim kesindi. Ülkeler arasında olan yarışlardan dolayı da bu halde olabilirdik. Hangi ülke gerçekten insanların yaşamını düşünüyordu ki? Hiçbiri, bizler oyunlarının piyonlarıydık. Virüsün tüm dünyaya yayılmış olma ihtimali zihnimi kemiriyordu, başkalarının yardım edebileceğini umuyordum ama öyle olmayacaktı. Herkes kendi başının çaresine bakacak veya yok olmaya göz yumacaktı. 

"O tarafa gidelim." Birkaç kez öksürdü. Parmağıyla kamp alanımızı işaret etmişti. "Seslerin oradan geldiğine eminim." 

Sinirden kahkaha atmak istemiştim. Görülmeden gidecekleri yeri değiştirmemin yolu yoktu ama bunu yapmalıydım. Direkt olarak arkama bakmadan koşsam tahminimce beş saniye içerisinde görüp ateş edeceklerdi. Ceviz büyüklüğündeki üzeri yosun tutmaya başlamış taşı alıp sıkıca kavradım. Koşmaya hazır mıydım? Daha bekleyemezdim, taşı olabildiğince uzağa -sağ tarafıma- fırlattım. Havalanan taş ağaç yapraklarına çarparak yedi-sekiz ağaç öteme düşmüştü. Yapraklar yere düşerken rahatça duyulabilecek kadar ses çıkarmıştı. Ağacın hizasından çıkmayıp koşmaya başladım. Dikkatlerini anlık olarak dağıtmayı başarmıştım, tabi koşarken bastığım yerden çıkan sesler tekrar odaklanmalarını sağlamıştı. 

Nehre ters yönde ilerliyor, ormanın derinliklerine gidiyorum. Artık uyanırsam ve her şey rüya çıkarsa o zaman yemin ederim ki kıyametti kendim getiririm. Başıma gelenlerin berbatlığı kelimelerle anlatılamaz. Sadece benimle ekibimin başına mı bu denli berbat olaylar geldi yoksa herkesin mi böyle? Gerçi dönüşmek hepsinden beter olmalı. Isırılıp ölümünü beklemek... Canlı canlı yenilmek... 

Muhteşem koşuşturmamda ağaç köküne filan takılıp düşmem fiyasko olurdu, adımı atarken iki kez kontrol ediyordum (Karanlık olduğundan pek de iyi bir kontrol sayılmazdı). Sarı saçlarım terden sırılsıklam hâlâ gelmişti, renkleri koyulaşmıştı. Kıyafetlerim şimdiden kir içindeydi.  Vurulup ölmek en kötü ölümlerden olamazdı, cezbedici geliyordu. 

Yine de pes etmeyecektim, ölür ölmez insanları yemek için kovalamak istemiyordum. Filmlerde sıradan yollarla ölen kişilerin dahi hastalıklılara dönüştüklerine tanık olmuştum, bizim durumumuz da aynı mıydı? Kısacası kendimi öldürmeye karar verirsem asmak vb. yollara başvurmamamda fayda vardı. Direkt kafama ateş etmeliydim, tabi son bir mermi bile olsa o mermiyi savaşarak kullanmayı tercih ederdim. 

Avcıların hemen önüne çıkan köpeklerin havlamaları beynime bıçak gibi saplanmıştı. Koşmuyor olsaydım kulaklarımı kapatıp olabildiğince sesi duymamaya çabalardım. Köpekler saldırıya geçmeden onlar ateş etmişti. Hayvanların inlemeleri hâlâ vurulmamış olanların çıkardığı gürültüyü, bastıramıyordu. Duyduğum haykırışla birinin fena halde ısırıldığını anlamam yetmişti.

Şükürler olsun köpekler beni değil, avcıları seçmişti. Fırsattan yaralanıp aramızdaki mesafeyi açmıştım. Neredeyse dört yüz metre uzaktaydım. Ciğerlerim acıyordu, koşmayı bırakmıştım. Ayaklarım ıslandığında başımı aşağı çevirip suya baktım, yürüdükçe derinleşiyordu. Boyumu geçmediği sürece sorun olmayacaktı. Köpeklerin suda ıslanmak istemeyeceğini varsayıyordum.

Dizlerime kadar suyun içindeydim. Su seviyesi azalıp yine toprak alana çıktığımda kendimi yüzüstü yere attım, isteyerek yapmamıştım, ciğerlerim izin vermiyordu. Nefesimi düzenlerken parmaklarımın uçlarını toprağın üzerinde gezdirmiştim. Ağzıma birkaç adet kuru yaprak parçası girince öksürdüm, yatar pozisyondan dik pozisyona geçtim. Gün doğuyor, yorgunluğum git gide çoğalıyordu. Acaba ekibin geri kalanı neler yapmıştı? 

"Lütfen beni avcıların yanında aramamış olun çocuklar." Yakınımdaki taşı alıp suya fırlattım. Oluşan halkalar keyfimi yerine getirmişken karnımın gurultusu her şeyin başa döndürmüştü. "Ah harika." Karnımı tuttum, uzun süredir yemek yememiştim. "Bıktım." Sırtüstü uzandım. "Senden nefret ediyorum dünya." 

Eskiden Siyah Bölge diye bir interaktif kitap okumuştum, orada dönüşmüşlerin yaklaşık yedi veya sekiz türü vardı. Hatta Gri adı verilenler insanlara benziyorlardı, bezelye filan yiyordular. İnsanlar beyazdı, tamamen dönüşmüşler siyahtı. En azından kitabın ana karakteri olan robot böyle diyordu. Mehsa'a olanları düşününce virüsünde farklı olanları olup olmadığını düşündüm. Bu denli kısa sürede sayının artması virüsün kazayla yayıldığını değil, bilerek yapıldığını gösterirdi. 

Kızı koruyabilmek için yemek dahi yiyememiştim, resmen yiyeceklerimiz tükenmeden açlık çekmeye başladım. Ayağa kalkıp yürümeye devam ettim, minik adımlarla da olsa gitmeliydim. Her an mesafeyi kapatabilirlerdi. Nerede olduğumu bilmiyordum, nereye gideceğimi de. Bölgedeki ağaçlar değişmişti, hiç görmediğim bitkiler vardı. Ne yapacaktım? Aynı yoldan geri gidip diğerlerini bulamazdım. Orman içinde kaybolacak kadar büyük değildi, aynı yönde ilerlenirse sonuna birkaç gün içinde sonuna ulaşabileceğiniz cinstendi. Eğer Olivia'nın beni arama ihtimali olmasaydı askeri sığına tek başıma gitmeyi deneyebilirdim. 

Hayvan tuzakları da dikkat etmem gereken unsurlardandı, koşuşturma esnasında yakalanmamam tamamen şanstan ibaretti. İyi tarafından bakacak olursak gün doğmuş, saldırgan köpeklerin sayısı azalmıştı. Kıyamettin tuhaflıkları yalnızca salgın değildi, insanlar ve hayvanlar olağandan oldukça farklı davranıyordu. Kurtulduğumu düşünmeme fırsat olmadan yine konuşma sesleri duymuştum, beni arıyordular. Yakınımda değillerdi, sesleri yankı yaparak gelmişti. 

İşimi şansa bırakamazdım, saklanmak için mükemmel bir yer bulmalıydım. Yapamazsam ya koşuşturmayı sürdürmeliydim ya da ölmeliydim. Kaldı ki saklanmak dışında iki yolda ölüme çıkıyordu çünkü ciğerlerim feci halde acıyordu, aynı tempoyu sürdüremezdim. Devasa büyüklükteki ağaçların üst tarafları saklanmak için idealdi, geniş yapraklar kamuflaj görevi görüyordu. Kalın dalları bir insanı rahatlıkla taşırdı.  Ayrıca dalları büyük ağaçların gövdelerine değen ortalama boydaki ağaçlar aşağıdan bakıldığında yukarının fark edilmesini engellerdi. 

Maalesef ki ben o ağaçlara tırmanamazdım. "Kayalıklar..." Emin olamamıştım. Oraya saklanmalı mıydım? "Başka seçeneğim yok." 

Aslında ormanın içerisindeki ağaçları varsayarsak yankı fazla uzaktan gelmiş olamazdı. Sabahın soğuğunu yeni fark edebiliyordum, vücudumun üst kısımlarından akan sıcak terin aksine ıslanan bölgelerim buz gibiydi. Karnıma ağrı girmişti. Tek isteğim askeri üsse vardığımızda üsse alınmamızdı. Birkaç gün güzelce uyur, dinlenir, yemek yersem eskisine göre süper olurdum. Yaralanmamdan beridir toparlayamamıştım. 

Kayalıklar benden en az iki metre uzun, sekiz metre geniştiler. Ortalarında kocaman leğene benzeyen bir çukur vardı. Kuzey tarafları yosun tutmuştu, geri kalan yerleri turkuazla krem rengi çizgilerden oluşuyordu. Üzerlerinde asker karıncalar geziniyordu. Bazılarında yer yer kuş pislikleri görmekte mümkündü. Arka taraflarındaki kayalar merdiven misali üst üstte duruyordu, tek fark kenarları düz değildi. Tırmanırken dikkat etmem gerekecekti. 

Önümdeki kayanın üst tarafını kavradım, adımımı nereye atacağımı inceliyordum. Kırk santim yüksekliğindeki kayaya sol ayağımı koydum. Sağ ayağımı da yerden kaldırmadan önce nereye atacağıma karar kılmalıydım. İki parmak genişliğindeki çıkıntı basmama yeterdi fakat sonrasında basacağım yer yosunluydu. Kendimi bildim bileli hep yosunlu yerlerde düşerdim, hatta tüm tanıdıklarım düşerdi. Aşağıda kalan ayağımı da yukarı atıp sol ayağımı da yosunlu yerin üzerine koydum. Saniyesinde kayaların üst tarafına tutunmuştum. Kollarımla kendimi yukarı çekmeye çalışıyordum. Aslında düşmesem bile yeterdi. 

Yosunların üzerinden ayaklarımın kaydığını hissettiğim an da zıplayıp bedenimin geri kalanını yukarı çektim. Kayaları o kadar sert kavramıştım ki az kalsın tırnaklarım yerinden çıkacaktı, etleri soyulmuştu. Soluklanmadan kayaların arasındaki boşluğa girip eğildim, dizlerimi karnıma çekip beklemeye koyuldum. Sesleri iyi takip etmeliydim, kıyamette en önemli şeylerdendi. Kafamın dışarıdan gözükmediğine emin olduğumda iyice rahatlamıştım.

 Avcıların sesi çok geçmeden duyulmuştu, bu sefer birbirleriyle fazla konuşmuyorlardı. Daha çok küfür edip minik inlemeler çıkarıyorlardı. İyi tarafından bakacak olursak dönüşmemişlerdi, hastalıklılarla uğraşmak en zoruydu. Karnımın gurultusu korkumdan durmuş, soluklarım sessizleşmişti. Avcılar ilerlediğinde -muhtemelen aynı yönde ilerleyeceklerdi- geldiğim yönden koşacak, diğerlerini ulaşacaktım. Kayaların yanından geçiyordular, sakin kalmalıydım. Uzun değil, kısa süre sonra tamamen gözden kaybolacaklardı. Bu tarz cümlelerle kendimi avutuyordum. 

Uzaklaştıklarına tamamen karar verdiğimde sakinleşmiştim, önlem amacıyla birkaç dakika bekleyip işe koyulacaktım. Gözlerimin önünden hafif bir karaltı geçmişti, uçan bir karganın gölgesiydi. Kayaların hemen üst tarafına konmuştu, beni izliyordu. Salgın başlangıcında beni izleyen aynı kuştu. Hayvanın tüyleri tertemizdi, sanki özenle seçilmişti. Gözleri parıl parıldı, insanların sahip olduğu duyguları varmış gibi davranıyordu, net şekilde öfkesini ayırt edebiliyordum. Delirdiğimi düşünüyordum, çok kafa yormuştum. Ve karga ötmeye başlamıştı. En kötüsü, arkamdaki kişiyi hissettiğimde ağzımı çoktan kapamıştı.



Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top