Final


BİRİNCİ KİTAP SONU

"Çabuk kaçın!" Ters yöne dönmüştü.

"Ben hallederim Troy." Hastalıklının üzerine doğru ilerlerken suratıma muazzam bir gülümseme yayılmıştı.

Keserimi sıkıca kavramıştım, havaya kaldırıp vurduğumda kafatasına takılmıştı. Resmen az önceki gülümsemem burnumdan gelmişti. Tüm gücümle çekici çekerken ellerim alevlerden yanmak üzereydi. Sıcaktan canım acıyordu. Alevlerin elime değip değmediğine bakamıyordum bile, muhtemelen ellerim yanmaya başlamıştı. Pes edip geriye çekileceğim sıra da keser çıkmıştı, az kalsın dengemi kaybedip geriye düşecektim. Tekrar kafasına indirdiğimde başta işe yaramadığını düşünmüştüm, dizlerinin üstüne düşüp ardından yere kapaklandığında rahatlamıştım.

Çaktırmadan ellerimi inceledim, büyük yanıklara sahiptim. Yine de önemsemedim, halletmemiz gereken daha önemli işler olacaktı. Sonra her şeyi hallettiğimizde ortam uygunsa ellerimle ilgilenirdim. Olivia'ya yakalanırsam buradan gidip ellerimi tedavi etmeyi isteyebilirdi, acı çekmiyormuş gibi davranmalıydım. Gözlerimden yaş gelmişti, yanık yüzümün kesilmesinden de çok acıtmıştı.

Arkamı döndüğümde Troy şaşkınlıktan bayılmak üzereydi. "Vay canına... Sen onu kolayca öldürdün." Gözleri kocaman açılmıştı. "İnanmıyorum, sen harikasın."

"Teşekkürler, lütfen bu dumanda olabildiğince az konuşalım." Öksürmüştüm, zamanımız azalıyordu. "Olabildiğince çabuk çıkmak istiyorum, sen ilerle. Seni takip edeceğiz."

Hastalıklının kafasından keseri almak için uzandığımda bırakmaya karar verdim, tahtadan yapılma sapı tutuşmuştu. Artık silahsız devam etmeliydim. Bu en nefret ettiğim aşamaydı, sadece kaçıp saklanma barındırıyordu. Üstüme bulaşmış beyin parçacıklarını elimin tersiyle silkeledim. Berbat kokuyorlardı, bu kadar kısa sürede çürümeye başlaması korkunçtu. Troy'un peşine takıldım, hemen arkasından geliyordum. Herhangi bir hastalıklı saldırırsa ilk hamleyi benim yapmam doğru olurdu.

"Geldik." Neşelenmişti, açık kapıdan içeri girdiğinde ellerini havaya kaldırdığını gördüm. Geriye birkaç adım atmıştı. "Özür dilerim. Hemen gideceğim, arkadaşlarımı arıyordum." Bizim gitmemiz için mesaj vermişti. "Şimdi lütfen silahlarımızı indirelim."

Silah doğrultan kişi herkimse Olivia'yla beni görememişti. Troy'un içeri girerken bakmaması büyük aptallıktı, lanetler okuyordum. Kıyamette olduğumuzu bilmiyor muydu! Her kapının ardından onu öldürecek kişi/hastalıklı çıkabilirdi, çıkmıştı da. Troy ya hiç dönüşmüşlerle yüz yüze gelmemişti ya da çok dalgın biriydi. Korkusunu gözlerinden anlayabiliyordum, alevlerin ışıkları gözlerine yansımıştı. Elleri titriyordu, ne yapacağını şaşırmıştı. 

Odada birden fazla kişi olmalıydı, sürekli bakışları bir yerden başka bir yere kayıyordu. Uzaklaşmadığımız için sinirlenmişti, bazı minik vücut hareketlerinden -kas kasılmalarından- bizim için tedirgin olduğunu anlayabiliyordum (yeterince tanımadığı insanlar için bu kadar streslenmek çok aptalcaydı). Ses çıkarmadan yana doğru hareket edip duvarı siper olarak kullandım. Troy'u bırakıp gitmeli miydik? Gitmeyecektim, ilk olarak içeride kaç kişinin olduğunu öğrenmeliydim. Hemen ardından mantıksız dahi olsa planımı yapacaktım.

Gözlerinin yansımasından içerideki kişileri saymaya çalışıyor, başarısız oluyordum. Koridordaki alevlerin parlaklığı her şeye engel oluyordu. Aldığım nefesler yetersiz olmaya başlamıştı. Öksürmemek için zar zor dayanıyordum, yerimi belli etmeden hamle yapamazdım. Gölgelerini inceledim, gölgelerden de insanların sayısını çıkarabilirdim fakat işe yaramadı, ateş resmen bize karşı savaşıyordu. Koridorun en uç kısmına bir moloz daha düşmüştü, saniyeler içinde paramparça olarak etrafa yayılmıştı. Gözlerim kızarıyor, yaş akıyordu.

"Hiçbir yere gitmiyorsun." Sesi duyar duymaz Olivia'yla birbirimize bakmıştık. Sanırım onun kim olduğunu biliyorduk, Cherly içerideydi. "Bugün hiç kimse bir yere gitmiyor. Hepimiz buradayız, hepimiz sonsuza kadar burada kalacağız."

"Cherly!" Ellerim havada olacak şekilde öne atıldım, malum beni de vurabilirdi. "Silahını indir." İçeride birbirine silah doğrultan en az on kişi vardı. "Biri bana neler olduğunu anlatabilir mi?"

İçerisinin neredeyse tamamen alev kaplı olacağını zannetmiş, yanılmıştım. Birkaç tahta mobilya haricinde yanan hiçbir yer yoktu. Mobilyalar birileri tarafından tutuşturulmuş olmalıydı, alevlere çok uzaktılar. İçeride hâlâ lambalar yanıyordu, elektrik kablolarına zarar gelmemesi sevindiriciydi. Dikkatlerini dağıtırsam, Troy'un tehlike olmadığına inandırabilirsem elektrik sistemlerini halletmesini sağlayabilirdim.

Cherly her iki elinde de silah tutuyordu, hemen arkasındaki maskeli adam ona silah dayamıştı. Sol elindeki silahla Troy'un kafasını, sağ elindekiyle de dizinin üstüne çökmüş düşmanlarımızdan birine nişan almıştı. Adamın kıyafetleri asker kıyafetleriydi, kargaşa esnasında aşırmıştı. Ellili yaşlarının sonlarında olduğunu tahmin ediyordum. Muhtemelen biri ateş etse herkes birbirini vuracaktı.

Kırka yakın bilgisayar vardı, hepsi yan yana dizilmişti. Monitörlerinden yansıyan mor ışık gri bilgisayar masalarını mavimsi bir tona çevirmişti. Köşedeki florasan lamba yanıp sönüyor, ortama gerginlik katıyordu. Zemini kaplayan kahverengi halı kanla kaplanmıştı. Bulunduğum açı etrafımı -özellikle de bilgisayar masalarının arkalarını- incelememe pek fırsat vermese de yerde yatan birini görmemiştim. Bebek mavisi duvarlar dahi kanla kaplanmıştı.

Ceset yoktu, öyleyse kanların sahibi neredeydi? "Hey! Dışarıda insanların yardıma ihtiyacı var. Herkes birbirine girmiş durumda." Ellerimi yavaşça aşağı indiriyordum. "Lütfen silahlarınızı bırakır mısınız? Diğerlerine yardım etmeliyiz." Olabildiğince güzel yalanlar uyduruyor, insanları sakinleştirmeye uğraşıyordum. "Yaşlı bir çift gördüm, sanırım sıkışmışlar." Ne dersem diyeyim sakinleşmiyorlardı, cevapta vermiyorlardı. Tamamen birbirlerini öldürmeye odaklanmıştılar. "Arkadaşım Troy'un silahı yok, sığınakların elektriğini açacağız. Silah doğrultmazsanız seviniriz. Gerçi... herkes birbirine doğrulttuğuna göre bize silah doğrultabilecek biri de yok."

Troy'a işe koyulması için işaret verdim. Cherly silahını çocuktan çekmemişti ama Troy umursamadan kenarı sıyrılıp yönetici bilgisayarın karşına geçmişti. Parmakları klavyenin üzerinde gezerken rahatlatıcı cinsten tıkırtılar geliyordu. Bense minik adımlarla biraz da olsa uzaklaşmıştım, en azından birbirlerine ateş etmeye çalışırken beni vurabilecekleri kadar yakınlarında değildim.

"Adrien'ı bulmalıyız. Yardıma ihtiyacı olabilir." Sakinleştireceğim kişi bir kişi dahi olsa ortamdaki gerginlik seviyesini azaltmalıydım. 

Gözleri dolmuştu. O an Adrien'a bir şeyler olduğunu anlamam uzun sürmedi. "Burada ölen insanların eşyalarını toplayıp yakıyorlar. Bana bunu görev verdiler, eşyaların arasında Adrien'ın künyesi de vardı." Göz yanaklarından aşağıya süzüldü. "Kanaması neredeyse durmuştu. Ancak mikrop kaparsa ölebileceği cinsten bir yaraydı. Biz buraya girmeden önce yarasını temizlemiştik." Bakışları yere kaysa da hızlıca kendini toparladı. "Onun üzerinde deney yapmışlar! Yangın esnasında bulabildim."

"Ne?" Cherly'nin ayaklarının dibindeki Adrien'ı ancak fark etmiştim, masanın arkasına saklanmıştı.

"Merak edip araştırmaya koyuldum, girilmesi kesinlikle yasak olan katlara dahi araştırmaya çalıştım. Başta buradaki insanların kayıtlarını inceledim, buna zaten izin veriyorlardı. " Sesi çatallaşmıştı. "Binlerce kişiyi teker teker inceledim, şu ormanda bulduğumuz kız var ya... O buradan kaçmış! Ona öldü diye kayıt tutmuşlar. Belki... Bilerek ormana bırakmış bile olabilirler. Kızı görünce girilmesi yasak olan odaları araştırmaya başladım. Bana eski asker olduğum için diğer insanların girmesi yasak olan bazı yerlere girmeme izin vermiştiler. Yine de deney yapılan yerlere giremiyordum."

Deney mi? Başım dönmeye başlamıştı, dumandan mı döndüğünü duyduklarımdan dolayı mı döndüğünü çıkaramıyordum. Elimi refleks olarak kalbime götürmüştüm. Sesinden dolayı etrafımdaki olayları dahi duymamı engelleyen kalbim adeta iyice duyabilmem, sindirebilmem için susmuştu. Dudaklarımın arasından okkalı küfürler süzülmüş, gözlerim yere odaklanmıştı.

Konuşmasına devam etti. "Havalandırmalar içeride olup bitenleri duymama yetti. Hızlıca çıkıp diğer kişileri inceledim. Ormandaki karşılaştığımız çocuk... Kendine Hawk diyen." Elioot... Kalbim onun isimi duyunca daha da acımıştı. "O da buradan kaçmış."

Daha önce söylediğim gibi Elioot'a karşı bir bağ hissediyordum, bana yardım eden herkese karşı bir bağ oluşturuyordum. Burası hakkında yaptığı uyarıları hatırladıkça fena oldum, keşke en başından beri onu dinleseydim. Başımıza bunların hiçbiri gelmezdi. Aslında buraya Adrien için gelmiştik, yardım almayı ummuştuk. İkinci askeriyeye gitseydik yolda dayanamayıp ölme ihtimali çok yüksekti. Hata yapıp yapmadığımızı anlamaya çalışıyor, yapamıyordum. Neler olduğunu dahi çözememiştim, beynim reddediyordu. 

Ağzımdan tek bir cümle çıkabilmişti. "Yangını sen mi başlattın?"

"İnsanlar üzerinde deney yapıyorlar Liv, neden hiç küçük bir çocuk veya sizin yaşlarınızda biri görmediğinizi düşündün mü?" Gözlerim Troy'a kaymıştı. Ekran başındaydı, hareketsizce duruyordu, burada olan deneylerden haberdardı. Kalbim artık tamamen yıkılmıştı. "Yaşlı biri de yok." Troy ve arkadaş grubu muhtemelen askeriyenin en önemli işlerini yapıyordu, bu yüzden de hiçbirinin kılına zarar gelmemişti. "Evet, yangını ben başattım. İnsanlar her iki türlü de ölecekti. Aptal deneylerde kullanılacaklarına savaşarak ölmeleri daha mantıklı. Deney odalarının hepsi yanmalı, burada hastalığı kusursuz hale getirmeye çalışıyorlar. Yangını çıkardığımda herkes binaları terk etti, ben de geçmiş kayıtları inceledim. Hastalığı tasarlayıp dünyaya yaymak için çalışmalar yapmışlar, dünyaya yayan onlar."

Ne diyeceğimi bilemiyordum. Oyunun sonuna yaklaşıyorduk. "Bakın çok geç değil, olanları değiştirebiliri-" Silah sesiyle konuşmam bölünmüştü.

Cherly silahını doğrulttuğu adamı vurmuş, hızla iki kişiyi daha hedef almıştı. Suratına yayılan gülümseme korkutucuydu, filmlerdeki kafayı sıyırmış karakterlerden farkı yoktu. Pembemsi kızıl saçları gerçek bir kırmızıya dönmüştü, yanaklarından aşağı kanlar süzülüyordu. En berbat yanı ise kan damlalarının üstünde kendi yansımamı görebiliyordum, berbat haldeydim. Gözlerim morarmıştı, saçlarım birbirine girmişti. Topak topaktılar, aralarından hâlâ organ parçacıkları sarkıyordu. Artık kimseyi hiçbirini barışa ikna edemezdim, birbirlerini öldüreceklerdi. Silah sesine koridorlardan gelen ayak sesleri, boğaz hırıltıları eşlik etmişti. Dönüşmüşler toplanıyordu, bizi bulmaları uzun sürmeyecekti.

"Dönüşmüşler buraya geliyor, zamanımız yok." Kapıya doğru baktığımda Olivia'yı hatırladım, kapının dışında bekliyordu. Dönüşmüşler odayı bulursa pencereden dışarı çıkmayı planlıyordum, Olivia'yla ters yönlere düşecektik. Yani planım suya düşüyordu, onu bırakamazdım.

"Benim daha diyeceklerim bitmedi Liv Wayne!" Yüzü neredeyse saçlarından daha kızıl hale gelmişti. "Aç onu." Bir elindeki silahı Troy'a doğrulttu.

Kalbimin sesini yeniden duymaya başlamıştım. On beş dakikayı yani güvenli süreyi geçtiğimize emindim, acilen dışarıya çıkmalıydık. Bu gece hayatımda yaşadığım en berbat geceydi. Daha ne öğrenebilirdim ki? En fazla ne kötüleşebilirdi? Troy'un yaptıklarını, yüz mimiklerini dikkatle izliyordum. Hiçbir şeyi kaçırmamalıydım. Ekranda büyük abimin fotoğrafını görünce şok oldum. Buraya yardım eden kişiler arasında olmamasını diliyordum.

Kimseyi önemsemeden ekranın başına koştum. Abimin konumları, bazı önemli bilgileri, yaptığı görevleri yazıyordu. Son bulunduğu konumları aklımda tutmaya çalıştım, lazım olacaktı fakat en son konumu dokuz gün öncesini, ikinci askeriyeyi gösteriyordu. Sığınabileceğimiz tek yer abim kalmıştı. Yanaklarımdan aşağı yaşlar süzüldü. Bir nesnenin üzerine basmıştım, o silahtı. Kargaşa esnasında biri düşürmüş olmalıydı. Galiba yeni planım yavaş yavaş yükleniyordu. 

"Bu kadar eğlence yeter!" Odadaki çoğu kişi maske taktığından kimin konuştuğunu doğru düzgün anlayamıyordum, en öndekinin konuştuğuna ihtimal verdim. "Adrien öne çık, halletmemiz gereken önemli bir işimiz var."

Adrien masanın altından orta parmağını kaldırdığında kahkaha attım. Bu görüntüyü herkesin görmesi lazımdı, hayatımda tanık olduğum en iyi tepki vermeydi. Adamlardan biri kahkahamdan dolayı bana da silah doğrulttuğunda tabi ki gülmeyi kesmiştim. "Teşekkür ederim ben böyle iyiyim şerefsiz. Sizin gibi ev yağmalamak için zararsız insanları öldürmedim, karşı tarafa rahatça gideceğim."

"Doğrudur." O da kahkaha attı, keşke bana yaptıkları gibi ona da silah doğrultsalardı. "Peki soruyorum sana... Dönüşmeye başlamış birini öldürmekle hiç dönüşmemiş birini öldürmek arasında ne fark var? Eninde sonunda herkes dönüşecek, en azından o kişilerin malzemelerine sahip olmalısın ki hayatta kalabilesin." Boş da kalan eliyle maskesini çıkardı. Gözlerini direkt bana dikmişti. "Yani o kızın annesini kafasının tam ortasında kusursuz şekilde vurmanla bizim yaptığımız arasında fark yok."

"Eğ yuh." Rasgele biri tek boynuzlu at olduğunu söylese dahi inanacak hale gelmiştim. Beteri olamaz dedikçe daha da beteriyle karşılaşıyordum. Duyduklarıma inanamıyordum, gerçekten Adrien mı vurmuştu? Vurduğunda annemin dönüşmek üzere olduğunu ya da dönüştüğünü ummuyordum, hastalığı kapmadan bunu yaşadıysa kendimi affedemezdim. "Ölmek istiyorum."

Ayaklarımın arasındaki silaha ne kadar sürede uzanabilirdim? Cherly'e son kez baktığımda surat ifadesinden başladığımızı anlamıştım. Hızlıca yere eğilip silahı aldığımda nişan aldığı iki kişiye daha ateş etmişti, bu sefer kimse durmuyordu. Silah sesleri havada uçuşurken Troy'u masanın altına çektim, kazayla vurulmasını istemezdim. Elektrik sistemlerini halledip halletmediği umurumda değildi. Son hamlelerimizi oynuyorduk. Sebepsizce sona yaklaştığımı hissediyordum. Silahımın mermilerini kontrol ettim, tabanca türü bir şey kullanmak pek ee bana göre değildi. Az kalsın mermileri kontrol ederken düşürecektim. 

Ayağa kalkmadan olduğum yerde ateş etmeye başladım. Cherly'e ateş etmek üzere olan kadına ateş ettim. Hemen yanımdaki bilgisayara kurşun isabet etmiş, monitör kırılmıştı. Havaya savrulan parçalardan biri gözümün altına girmişti. Hissettiğim acı ellerimin acısının yanında az kalsa da akan kan sorun çıkaracaktı. Kimin ateş ettiğini çözdüğümde çoktan ikinci kez ateş etmişti, şükürler olsun ki berbat bir nişancıydı. Yine başka yeri vurmuştu. Hızlıca ateş edip onu da yere serdim. Üç mermim kalmıştı.

Yerden kalkmamayı sürdürerek öldürdüğüm kişinin yanına gittim, silahını alıp mermilerini kontrol ettim. Yedi adet mermi, gayet iyiydi. "Troy!" Korkudan dolayı ismini söylediğim saniyeler sonra anlamıştı.

"Evet?"

"Dışarıya koş, seni koruyacağım." Eski silahımı yerde sürüyerek ona attım. "Olivia'yı bul ve buradan çabucak gidin." Silahı tuttuğunda gülümsemek istesem de yapamamıştım. "Bir... İki... Üç... Başla!"

Ben başla demeden koşmuştu. Ayağa kalktım, ona nişan alan kişiye ateş ettiğimde kurşun kaskını geçememişti. Açık olan boyun bölgesini nişan aldım, vurmuştum. Boynundan akan kanlar her yere fışkırıyordu, taze kan kokusunu dumanda dahi ayırt edebiliyordum. Saniyeler içerisinde hastalıklıya dönüşecekti. Troy tamamen odadan çıktığında Olivia'yla ikisi el ele tutuşup geldiğimiz yönün tersine gitmişti. Artık rahatlayabilirdim, sadece kendimi korumalıydım.

Cherly kalan kişileri hallettiğinde üzeri kanla kaplanmıştı. Kendi kanı mıydı? Güçten düşüyordu, yorgunluğu aşikardı. Yerde oturan arkadaşının kalkmasına yardım edip kolunu omzuna attı. İkisi de berbat haldeydi. Keşke tıbbi anlamda yardım etmemin bir yolu olsaydı, Adrien git gide oyunun sonuna geliyordu. Hastalıkların koridordaki seslerini duyuyordum, yakınlaşmıştılar. Delirmişçesine çıkardıkları boğaz hırıltıları koridorda yankılanıyordu. 

"Size zaman kazandırmaya çalışacağım, gidin." Üzeri kanla kaplanmış yerde duran bir silahı daha alıp pantolonumun kemer yerine sıkıştırdım.

Odadan çıkmadan önce Adrien gülümseyerek asker selamı verdi, bu yaptığı içimi ısıtmıştı. Hemen arkalarından koridora çıkıp gözden kaybolmalarını bekleyip gelişigüzel ateş etmiştim. Dönüşmüşlerin can acısı gibi dertleri olmadığından alevlerin içinden de yürüyebiliyorlardı. Her saniye daha da yaklaşıyorlardı. Yedi adet sayabilmiştim. Üzerlerinden gelen yanık saç yani protein kokusu midemi bulandırmıştı. Yanan et parçaları vücutlarından aşağı sarkıyor, düşüyordu.

Bir kez daha ateş ettim. Artık tamamen ilgileri üzerimdeydi. En yakınındakiyle aramızda dört metreden az kalmıştı. Kaçmaya çalışmıyordum, olduğum yerde durmuştum. Elimi karnıma koydum, midem feci halde bulanmıştı. Öğürmek istiyordum, öğürme isteğimin sebebi duman da olabilirdi. Hiçbir şeyden emin değildim, uzun sürede olmayacaktım. Yaşadıklarım bana berbat anılar bırakmıştı. Isırılmaktan kıl payı kurtulup hızlıca odanın içine geri girdim. Yerdeki cesetlere, kablolara takılmamaya özen göstererek pencerenin yanına koştum. Açmaya çalıştığım pencere kilitliydi. 

Hayır, hikayem böyle bitemezdi. Hemen yanındaki pencereye koştum, açıktı. Dönüşmüşlerle aramda ne kadar mesafe kaldığına baktığımda direkt kendimi camdan dışarı atmıştım çünkü bana yetişmek üzereydi. Düştüğüm yerden sürünerek kendimi uzaklaştırmıştım. Birkaç saniye kendime gelmeyi bekledim. Ardından hızlıca ayağa kalkıp çevreme bakındım. Askeriyenin kuzey tarafındaydım. Troy ışıkları halletmiş olacak ki projektör yanıyordu. Aynı zamanda ay da her yerin aydınlatılmasına yardımcı oluyordu. Ormana çıkmayı başarabilirsem ilk işim üstüne çıkabileceğim bir ağaç olacaktı, geceyi orada geçirecektim.

Ekibimi bulmakla uğraşamazdım, artık herkes kendi yolundaydı. Askeriyenin güney ve doğu taraflarının aksine burada pek fazla hastalıklı yoktu, normal zamanda da bu tarafın kullanılmadığına bahse girerdim. Çıkış-giriş kapıları yoktu, başka yapı da kalmamıştı. Güney tarafına geçmekle uğraşmayacaktım, tellerin arasındaki boşluğu görmüştüm. Oradan geçebilirdim, biri kaçarken açmıştı. Kim açtıysa ona minnettarlık duyuyordum. Öksürüyordum, boğazımı tuttum. Öksürmeden edemiyordum, başım dönüyordu. Göğsüm ağrıyordu, bacaklarım uyuşmuştu. Hızımı çok artırmıyordum, koşarsam hastalıklılar tarafından daha kolay fark edilirdim. 

Yavaş da yürümüyordum, tempolu ilerliyordum. Pencereyi açarken elimde tuttuğum silahı bırakmıştım, pantolonumun kemer yerine tıkıştırdığım silahı çekip sıkıca kavradım.Herhangi bir şeyi sıkıca tutmak canımın acısını katlasa da zihnimi rahatlatıyordu. Gözümün altındaki cam kesiğini çıkarmamıştım, kanamayı artırmak istemiyordum. Kesikten akan kanlar dudaklarımın üstünden göğsümün altına kadar inmişti. Ağzıma gelen kan tadı tuhaf şekilde rahatlatıyordu. Sınıra varmak üzereydim. Bahçedeki hastalıklılar beni fark etmişti. Bahçeye çıktığım pencereden hastalıklılar çıkıyor, onlar da peşimden geliyordu. Aldığım silahın mermilerini saydım, iki adet mermisi vardı. Ne diye tek silah almıştım? Kendime lanetler okuyordum.

Fark edildiğime göre koşabilirdim, birkaç büyük adım attığımda bacağıma muhteşem bir acı girmişti. "Lütfen bacağım kırılmamış olsun." Tel sınırları geçerken üç-dört saniye tutunup mola vermiştim. Telleri kapatmaya çalıştım, kapanmıyordu.

Dönüşmüşlerle aramdaki mesafe kapanmak üzereydi. Gözyaşlarım yüzümdeki yaradan içeri akıyor, her seferinde acımı tazeliyordu. Adımlarım hantallaşmıştı. Pes etmek istemiyordum, vücudum bana karşı geliyordu. Böyle bitemezdi, sonum bu şekilde olamazdı. Onlara yemek olmak istemiyordum, onlarca olay atlattıktan sonra böylece ölmek utanç vericiydi. Her yeri bulanık, karanlıktı. Bana en yakında olan dönüşmüşe ateş ettim, hedef aldığım yerleri doğru düzgün göremiyordum. Peşimden gelmeye devam etmişti, demek ki vuramamıştım. 

Dizlerimin üstüne düştüm, kalkamıyordum. Son bir mermimdi ve onlarcası geliyordu. En yakınımdakini vursam hemen arkasından gelene yemek olacaktım. Pes etmememe rağmen ölüyordum. Aya odaklanmıştım, bembeyaz ışık hiç olmadığı kadar kusursuzdu. Ayın hemen hizasından yürüyen dönüşmüşün silueti anneme çok benziyordu. Tuhaf bir şarkı mırıldanıyordu, bana küçükken söylediği ninnilerin aynısıydı. Son mermimi kafama doğrultmakla doğrultmamak arasında gidip geliyordum. Siluet yaklaştıkça kıyafetleri değişiyordu, üzerindekiler erkek kıyafetlerine dönüşmüştü. Kıyafetleri tanımam uzun sürmüştü, Elioot'un kıyafetleriydi.

Vuramadığım dönüşmüş bana yaklaştığında yalnızca duyu yeteneğime odaklanarak ateş ettim, boğaz hırıltısı kesilmişti. Siluet artık yüzünü ayırt edebileceğim kadar yaklaşmıştı. Yüzü annemin yüzünden Elioot'un yüzüne dönüştüğünde bedenim tamamen yere yıkılmıştı. "Söylesene..." Konuşmak çok zordu. "Ormandayken onlara ne dediğini sormuştum, konuşman yarıda kesilmişti." Hemen önümde durduğunda vücudumun çoğu yerini hissetmeyi bırakmıştım.

"Ötekiler."

SON


Merhaba! Hikayemizin son bölümü yazdım.

Sizi çok seviyorum. 

Sarışın Liv Wayne'ninizi sakın unutmayın, en kısa zaman da döneceğiz umarım. Yapmak istediğiniz eleştiri var mı?

Son olarak: Bu öyküde Liv'in biriyle sevgili olmasını ister miydiniz? Şahsen ben birkaç kez birileriyle yakıştırdım ama karar veremedim. Sanırım Elioot ile Adrien arasında daha büyük bir yarış var, Froy ve Liv'i yakıştıranlar daha az diye düşünüyorum. 


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top