Dönüşüm
Medya, bölümde geçen şarkı.
Kamera kaydının devamında sadece boşluk vardı, gece boyunca hatta biz bulana kadar video devam etmişti. Parmak uçlarımın gevşediğini fark ettim, kamera yavaşça ellerimden kayıp dizlerimin üstüne düştü. Korkuyordum, ona bir şey olursa sadece Olivia kalırdı. Birinin daha ölümünü kaldıramazdım. Elinden vurulduğunu görmüştüm, ne kadar dayanabilirdi? Bayılma ihtimalinin olup olmadığını düşündüm, umarım acıya dayanabilmiştir. Kan kaybından ölmezse bile birkaç gün içerisinde tedavi edilmezse mikrop kapıp ölme ihtimali çok yüksekti.
Bakışlarım yere, arabanın paspaslarına odaklanmıştı. Etrafımdaki hiçbir sesi duymuyordum, doğrusu arabanın motorundan gelen sesle radyodaki cızırtılar haricinde duyulabilen pek de ses yoktu. Omzumda hissettiğim elle hafifçe başımı sağa çevirdim. Olivia tebessümle gülümseyerek bakıyor, endişe etmememi sağlamaya çalışıyordu. Sorun yok anlamında kafamı iki yana salladım fakat aklımdan hiç çıkmayacağı kesindi. Kim kardeşini kolay unutabilirdi ki?
"Sakin ol, eminim başının çaresine bakmıştır." Kafasını omzuma yaslayıp ellerimi tuttu.
Cherly arabayı sürüyordu, sanki bize kini varmış gibi ne zaman tümsek görse hızlanıyordu. O hız yaptığı içinde arka tarafta oturan Olivia ile benim popolarımız havaya kalkıp geri iniyordu. Üstelik emniyet kemerlerimiz takılıydı. Yine tümsekten geçeceği esna da ön koltuğa tutunup havya zıplamamayı denedim, bunu fark edince daha da hızlanmıştı. İç çekerek pes ettim, uzun bir yolculuk olacaktı.
Orta koltukta oturuyordum, diğer yanımda Mehsa oturuyordu. Küçük kızın hiç konuşmaması dikkatimi çekmişti. Gülümseyerek gözlerinin önüne gelen saçlarını düzelttim, bakışlarını benim yüzüme çevirdiğinde istemsizce gülmüştü. Abimin olduğu askeri üsse döndüğümüzde onu yetkililere verecektim, olması gereken buydu. Ayak uçlarımıza koyduğum çantaya uzandım, üstteki eşyaları kucağıma koyup alttan gofret ve bisküvi aldım. Çıkardığım malzemeleri geri tıkarken tavşanımın kutusunu dışarıda bırakmıştım.
Gofreti Mehsa'a uzattığımda anlamamıştı, paketini açıp tekrar uzattığım da neşesi iyice yerine gelmişti. Tereddütle elimden alıp hızlıca yemeye başladı. Neredeyse yirmi saniye içerisinde tüm gofret yok olmuştu, onun küçük bir kız olduğunu hesaba katarsak oldukça hızlı yemişti. Bisküviyi de dizlerinin üstüne bıraktım, gözleri fal taşı misali açılmıştı: Eline alır almaz ilk pakete sonra da bana baktı. Paketi bana doğrultup işaret parmağıyla kendini gösterdi. Sanırım ona verip vermediğimi soruyordu.
"Evet, o senin." Saçlarını okşadım. "Afiyet olsun."
Hareketleri çok hoşuma gidiyordu, oldukça tatlıydı. Sol gözünün altındaki koyuluk dikkatimi çekti, uykusuzluktan dolayı her iki gözü de morarmış olsa da sanki birinin daha fazlaydı. Dayak yemiş olabilir miydi? Eğer böyle bir durum söz konusu ise ebeveynlerinden kaçmış olabilirdi. Ne olduğunu sormayacaktım, paniklemesini istemiyordum. Zaten dilimizi konuşamıyordu. En azından anlayabiliyor olması anlaşmamızı sağlıyordu.
Adrien çeken bir yayın bulmaya çalışıyordu. Tuşu ikide bir farklı farklı noktalara çeviriyor, iki saniye cızırtıları dinleyip aramaya devam ediyordu. Aslında yayın bulmak istememizin en büyük sebebi başka bölgelerde insanların yaşayıp yaşamadığını anlamaya çalışmamızdı. Merkezi şehir dışında olan yayınlar dahi hiçbirinden ses gelmemişti. Sinirle arkasına yaslanıp gözlerini kapadı, ellerini saçlarının arasına attı. Gözlerini kapatmıştı, yabancı bir dilde şarkı mırıldanıyordu.
"Belki de bizim aracın sinyal almasında sorun vardır." diye araya girmişti Cherly. Arkadaşını teselli etmeye uğraşıyordu.
"Hayır Holt, sorun biz de değil. İnsanların hepsi teker teker ölüyor. Kıta sınırlarını geçmek üzere olduğuna eminim, önüne geçilemeyecek." Böylece Cherly'nin soy isminin Holt olduğunu öğrenmiştim, gerçi takma ismi de olabilirdi. "Şuan çoktan kafayı bulmuş olmam lazımdı." Gözlerini açtı. "Bana votka borçlusun." Kahkaha attı, arkadaşına borcu olmadan borç yazdığı için mutluydu. Gerçek anlamda söylememişti, ikisi arasında bu tarz şakalaşmalar her zaman oluyordu.
"Borcumu kırmızı kar yağınca ödeyeceğim." O da kahkaha attı. İkisi birlikteyken delice hareketler yapıyorlardı, üstelik hiç yadırgamıyorlardı da. Resmen kendi dillerini oluşturmuştular ve o dili anlamadığımızdan onlar için deli olanlar bizdik.
"Peki, nasıl istersen, benim aceleme yok." Kaldığı yerden yine aynı dilde mırıldanmaya başladı. "La verità è che la musica mi ha salva-..." Kaşlarını çattı. "Bunun devamı nasıldı ya! Ama yeter bunu bile unutmuş-"
"Quand'ero piccolo la musica mi ha salvato." Şarkının devamını kusursuz şekilde getiren Mehsa'idi. Sanırım gerçek dilini bulmuştuk. Cherly haricinde herkes ona bakınca yanlış bir şey yaptığını sanıp korkuya kapıldı.
Ağlamak üzere olduğunu fark ettiğimde yine saçlarını okşadım. "Sorun yok. Şarkıya devam eder misin?" Hafifçe sırıtıp şarkıya devam etti, ritme göre parmak şaklatıyordu. "Şarkı hangi dilde?"
Adrien'ın omzuna elimi koymuştum, göz ucuyla elime bakıp huysuzca homurdandı. "Öncelikle elini çek, hâlâ yaralıyım ben." Koltukta dik oturmayı bırakıp kafasını cama yasladı. "İkinci olarak İtalyanca olması lazım, annem yemek hazırlarken söylerdi hep." Emniyet kemerini daha rahat olabilmek için çözdü. "Şimdi izin verirsen uyuyacağım."
Zafer kazanmışçasına arkama yaslandım. Keşke telefonlarımızın internetleri çekiyor olsaydı, kolaylıkla iletişim kurabilirdik. Tabi şarjlarının da bitmiyor olması gerekirdi bu durumda. Mehsa bisküvilerin yarsını bitirmişti. Kalanlarının ağzını sonra yemek maksadıyla kapatmıştı. Yerdeki kutuyu alıp açtım, tavşanımın durumunu kontrol edecektim. Sürekli hareket eden burnu aç olduğunun göstergesiydi, haklıydı da. Neredeyse iki gündür yiyecek verememiştim. Müsait olduğum zaman ilk işim yiyebileceği ot, buğday, ekmek vb. atıştırmalıklarını bulmaktı. Yemleri evdeyken bitmişti. Sırtındaki kemikler belirginleşmişti. Zarar gelmesinden dahi korkuyordum ama bu Adrien'ın arabaya bindiğimizden beridir toplam da on üç kez onu yemeyi teklif etmesine engel olmamıştı. Şakasını demiş olsa da muhtemelen tekrar derse bıçaklamaktan çekinmezdim.
Radyodan konuşma sesleri gelince herkes oraya kulak kesilmişti. Cızırtılar arasında zar zor duyulabiliyor olsa da konuşmaları az çok ayırt ediyorduk. Cherly de odaklandığı için arabayı yavaşlattı, eskisine göre yavaş gidiyorduk. "Bu bir ses kaydıdır, salgın başkente yayılmıştır. Lütfen evlerinizden ikinci bir emre kadar çıkmayın. Yolları kullanmamaya çalışın, hastanelere gitmeyin. Çocuklarınızı tek başınıza okullardan alın. Bu bir ses kaydıd-"
Adrien radyoyu tamamen kapatmıştı. "Harika, en sonunda kaçabilecek yer de kalmadı. Üç haftada bu denli yayılan bir virüsten kurtuluş olmaz. Tabi biri kıtayı bombalamaya kalkmazsa." Gözlerini ovup işaret parmağıyla ön tarafı işaret etti, benzin istasyonunu göstermişti. "Biraz mola verelim, benzin almalıyız."
Arabayı benzinlikten beş-altı metre uzağa park etmiştik. Cherly arabada durup olası bir saldırı durumu için hazırda bekleyecekti. Biz de elimizi çabuk tutmalıydık, yemek yağmalayıp yağmalamamamız gerektiğin düşünüyordum. Erzakımız idareli kullanılması durumunda on gün yeterdi. Öte yandan yemek depolayan başkalarından sonrası için bize yemek kalmayabilirdi, insanlar kıyamette ihtiyacı olandan fazlasını almaya mehiliydi. Yakınlarda dönüşmüş göremiyordum, sanki hepsi toplanıp göç etmişti.
Üsse giderken ormanlık yolu kullanmayı tercih etmiştik, dolayısıyla benzinliğin içine giren meşe yaprakları görmek hiç de şaşırtıcı değildi. Salgın öncesinde temizlik işçileri çevreyi temizliyor olmalıydı. Havanın sıcaklığı öldürücü cinstendi, üstelik gökyüzü genelde bulutlarla kaplıydı. Ceset parçaları iyice kokuşacaktı. Benzinlikte de kargaşa olduğu anlaşılıyordu ama kan, organ parçası gibi şeylerden eser yoktu. O lanet karga yine gelmişti, salgın başlangıcında beni izleyen kuş aynı hareketleri yapıyordu. Kanat çırpıp hemen önüme kondu. Toprak zemine ayaklarını sürtüyor, yiyecek arıyordu. Rasgele park edilmiş araçlar önceden yağma yapmaya gelen kişilerin olduğunu kanıtlıyordu. Üzeri kuru kafa resimleriyle kaplı arabanın sahibinin başına ne geldiyse benzin alırken gelmişti.
"Sizce yemek depolamalı mıyız?" Bir elimle Mehsa'nın elini, ötekiyle de Cherly fark etmeden aşırdığım beysbol sopasını tutuyordum. "Ormana sorunsuz şekilde varabilirsek yiyecekler üsse varana kadar yeter, acaba oradakilerin ihtiyacı var mıdır? Gerçi yürüyeceğiz, çok da ağırlık yapamayız."
"Evet, şu anlık sadece ailemizi ve sonradan musallat olanları düşün." Adrien'a pis bir bakış attı ama bu onun korkmasını değil, kahkaha atmasını sağlamıştı. "Markette etrafa bakmıştık, yoktu. Nereye gideceğimizi biliyordu, eminim gelecektir." Pars'ı kast etmişti. Cevap vermemeyi tercih ettim, düşüncelerim kesindi. Kimsenin moralini bozmamalıydım.
Mehsa'ın çekiştirerek çişinin geldiğini göstermesiyle şoka uğradım. Cidden tam olarak ne yapmalıydım? Hayatımda hiç çocuk bakmamıştım, tuvaletini yapabilir miydi? Kafamda onlarca soru vardı, hatta Matematik sınavında olduğumdan daha yoğundum. Derin derin nefes alıp verdim, sakin olmalıydım. Dönüşmüşlerle savaşmanın yanında beş yaşında bir kızı tuvalete götürmek hiç kalırdı.
"Ben tuvaletini yapabileceğin bir yere götürürüm, kendin yaparsın."
"Yok daha neler! Bir de sen yap onun yerine, çocuk tabi kendi yapacak. Başında durmanı istiyor sadece." Bulutlar aralanmaya başlamıştı, güneş ışıkları sarı saçlarına vuruyordu. "İzin verseniz tamamen ben göz kulak olacağım ama izin vermiyorsunuz. Ya çocuğu yiyecek miyim ben? İki adet kız kardeş yetiştirdim!"
"İyi tamam be!" Ayrılmamalıydık, birlikteyken hayatta kalma oranımız yüksekti. "Olivia'yla benzin işlerini halledelim, sonra ben de gelirim. Sen laflarınla kızı yemiş olma diye kontrol edeceğim."
Kimsenin yeni bir kavga başlatmaya niyeti yoktu, konuşmayı uzatmadık. Adrien kızı tuvalete götürdüğünde gözden kaybolana dek bakışlarımı kaçırmamıştım. Karga önceden durduğu yerde değildi, yerini birkaç adet tüy almıştı. Gitmiş olması içimi rahatlatmıştı. Aracımıza göz gezdirdim, yolu hesaplayacak olursak fazla benzin almasak da olurdu. Marketin içinde benzin bidonu satılıyordu. Eskiden kamp yapmaya giderken benzinlikte mola verirdik, içerideki ürünlerin yerini avcumun içi gibi bilecek kadar zaman geçirmiştim.
"Oyalanmasak iyi olur." Kolundan tutarak market bölümüne çekiştirdim.
"Liv tamam, gel demen yeterli olur. Beni çekiştirmeyi bırak." Yanımıza silah almamıştık, beysbol sopama baktı. "Ayrıca seninle bir şey konuşmam lazım."
Marketin geniş camlarına yapışıp içeriyi gözledik, dönüşmüş yoktu. "Aynı şeyi mi düşünüyoruz? Resmen ortalıktan kaybolmuşlar."
"Biri hariç." Kahve makinesine bıçakla sabitlenmiş dönüşmüşü kast etmişti. Bizi gördüğünden dolayı delirmişçesine çırpınıyor, yerinden çıkmaya uğraşıyordu. Başaramadığını görmek içimi rahatlatmıştı. "Çantanda radyo var mıydı? Yayınlarda belki dönüşmüşlerin kaybolmaları hakkında konuşanlar olmuştur. Sadece bölgemizde azalmış olamazlar ya?" Konuşmama izin vermeden beni içeri soktu. İkimiz de birbirimizi çekiştirmeyi huy edinmiştik, üstelik çekiştirilmekten nefret ediyorduk.
Eski aracımızı bıraktığımız markettin aksine içeri toplanık sayılırdı. Yere düşmüş birkaç eşya haricinde dağınıklıktan eser yoktu. Tabi dönüşmüşün etrafı istisnaydı: Makine parçalanınca yere saçılmış kahve tozları su birikintileriyle birleşmiş, cam parçaları büyük parçalar halinde yere saçılmıştı. Dönüşmüşün makineye sabitlendiği bıçaktan kanlar akmış, kurumuştu. Muhtemelen dönüşmeye başlamışken oraya sabitlenmişti. İtiraf etmem gerekirse acımıştım.
Bazı yerler gölge olsa da geniş pencereler sayesinde etraf karanlık değildi. Tüm dekorasyonda pastel renkler kullanılmıştı, sevimliydi. Oyuncak mağazalarını andırıyordu. Hediyelik eşya standını inceliyordum, kurmalı müzik aletleriyle doluydu. Eskiden Olivia'nın onlarca kurmalı oyuncakları vardı. Balerinli kar küresini büyümesine rağmen saklıyordu. O kadar dalmıştım ki üst raftaki müzik kutusu çalmaya başlayınca yerimden sıçrayıp geri çekilmiştim.
"Aptal oyuncak!"
"Sakin ol." Hemen arkama geçip çikolata rafına yaslandı. Çikolata rafıyla hediyelik eşya standının yan yana konulması akıllıcaydı, küçük çocuklar çikolata alırken oyuncakları görüyor olmalıydı.
"Sakinim, yalnızca biraz korktum." Beysbol sopasını yere bırakıp kutuyu susturdum.
"Hayır onu demiyorum." Yüzü düşmüştü, arkasını yaslanmayı bıraktı. "Liv ben ısırılmış olabilirim."
Evet, ikinci şok gelmişti. Duyar duymaz çığlık atmak istemiştim. Isırılmış olabilirim de ne demekti? Ailemin son kalan üyesi de mi gidecekti? Alnımdan aşağı boncuk boncuk terler dökülüyordu. Yutkundum, ayağımı yere vurup yanlış duyduğumu umdum. Cümlesini tekrar etmesini istiyordum, sormaya cesaretim kalmamıştı. Olabilirim... Isırılmamış olma ihtimali de mi vardı? Biri nasıl kendisinin ısırılıp ısırılmadığını anlamazdı ki?
Konuşmamaya devam etmişti. "Nasıl yani?" Gerçek olmazdı, inanamıyordum.
"Markette raflara tırmandım, tırmanırken bacağımı ısırdılar. Canım acıyınca fark ettim, sonra kontrol ettiğimde kızarıklık vardı. Ne olur ne olmaz diye tentürdiyot sıktım ama emin olamıyorum." Bana sarıldığında korksam da karşılık vermiştim, tüm hisleri yüzüne yansımıştı. Kulübede neden doğru düzgün konuşmadığı, suratının hep asık olduğunu şimdi anlıyordum. "Özür dilerim." Fısıldamıştı, sesi çatallı çıkmıştı. Ağlamak üzereydi, sırtını okşadım. "Eğer dönüşürsem beni öldürmelerine sakın izin vermemezlik yapma."
"Dönüşmeyeceksin, merak etme." Teselli etme sırası bendeydi. Pars, sen, ben kıyamettin sonunu dahi göreceğiz. "Kötü hissedersen bana çaktırmadan haber ver, çaresine bakarız." O an çaresine bakmaktan kast ettiğim muhtemelen beni ısırmaması için uzakta beklemekti. "Okuldakiler saniyesinde dönüşmüştü, sen turp gibisin. Eminim önemli değildir." Yangın tüpünün yanında duran ilk yardım çantasına aldım, tendürdiyotu çıkardım. Minik kahverengi bir kutusu vardı. Üzerindeki yapışkanda kullanma talimatlarıyla son kullanma tarihi yazıyordu. "Otur ve ayağını aç, tekrar temizleyelim." Satılık kamp eşyaları arasında olan katlanabilir mor sandalyeyi alıp açtı, oturup ayakkabısını çıkardı. Çorabını sıyırdı, canın acıdığı noktayı gösterdi. "Kızarıklık sadece."
Tentürdiyotu pamuğa döküp oval hareketlerle masaj yaparcasına kızarıklığın olduğu noktaya uyguladım. Bu arada kızarıklığın olduğu noktanın hemen üst tarafında yara izi vardı, biraz kanamıştı. Nasıl olduğunu sormamıştım. Yanlış anlamasından çekiniyordum, yara ayakkabısından dolayı olmuş gibiydi. Yeni pamuk alıp aynı işlemi yarasına da uyguladım. Dişlerini sıkmıştı, canı acımıştı. İşimiz bittiğinde sargı bezine uzandım. Yara kabuk yaptığından sarmaktan çekinmemiştim.
Korktuğumu anlamıştı, bunun hakkında tek kelime etmiyordu. Ne diyebilirdik ki? Isırıldığını söyleyerek yeterince fedakarlık yapmıştı, dönüşmesi durumunda önlem almamızı istemişti. Yerinde ben olsaydım kimsenin öldürmesine izin vermeden intihar ederdim ya da söz etmezdim, birinci seçeneği tercih etmem olasılığı en yüksek olandı. Malzemeleri toplamaya uğraşmadım, ayakkabısını giydiğinde kalkmasına yardım ettim. Artık kalan işlerimizi halletmeliydik. Aksi halde olumsuz düşüncelerim beynimi kemirmeyi sürdürecekti.
Kamp malzemelerinin hemen arka tarafında (vitrinin önünde) duran benzin kutularını aldık. Elbette içleri boştu, dolduracaktık. Beysbol sopasını bıraktığım yerden almayı son an da hatırlamıştım. Gülümsemeye özen gösteriyordum, sorun yokmuşçasına hareket etmeliydim. Kendimi buna inandırmalıydım. Tabi dönüşmüşler yokmuş gibi de hareket edemezdim, bu kadarı salaklık olurdu.
Dışarı çıktık, tedirginlik etrafımızı kontrol ediyorduk. Kıyamette ne olacağı beli değildi sonuçta. Her an saldırıya uğrayabilirdik. Benzin kutularını pompalar arıcıyla doldurup götürdük. Yaklaşık on beş dakika boyunca uğraşmamız gerekmiş, ardından doldurmayı başarmıştık. İkimizin elinde de birer şişe duruyordu, ihtiyacımız olandan da fazla almıştık. Cherly dikiz aynasından elimdeki beysbol sopasını görmüştü, elini refleks olarak kapının koluna atsa da dışarı çıkmadı. Sert gözlerle bakıp iç çekmeyi tercih etti. O an kalkıp kafa göz dalacağını sanmıştım, korktuğum olmadı. Arabayı kullanırken kaç kez havaya sıçramamızı sağladı, iyi yaptım aslında. Mehsa çocuk koltuğundan dolayı havaya hiç zıplamamıştı, önde oturanlardan da konforlu yolculuk yapmıştı. Yanlış anlaşılmasın çocuk koltuğunu kıyametin ortasında bulmadık, çaldığımız araçta vardı. Çıkarmamız hem zaman kaybı olacaktı hem de anlamsızdı.
"Neden hâlâ çişini yapamadı bunlar?" Sorun mu vardı? Ah... Umarım Adrien hayatına hastalıklı olarak devam etme kararı alıp dönüşmüştür. Mehsa aklıma gelince duraksadım, Adrien'ın omzu son incelediğimde berbattı. Yani gerçekten dönüşüp kızı yemiş olabilirdi. "Başımın dönmesi normal mi?"
"İkimiz de aynı şeyi düşünüyorsak evet. Ve bence aynı şeyi düşünüyoruz." İç organları dışarıya çıkmış küçük bir kız çocuğu düşündüğümüz aşikardı. "Elimizi çabuk tutsak iyi olacak." Arka koltuktan silahta altı. "Ne olur ne olmaz." Bıyık altından gülüyordu. "Eğer dönüşmüşse tek üzüleceğim küçük kız olur." Adrien'ı öldürmek için can atıyordu, doğrusu nefret etmesinin sebeplerinden biri de ona yürümesiydi. Olivia hiçbir zaman ondan hoşlanan kişileri sevmemişti. Ponpon kız takımındakiler her ay onlarca çıkma teklifi alırdı, bense hiç almamıştım.
Tamam, benzinliğe defalarca kez geldiğimi söylemiş olabilirim ama hiç tuvaletini kullanmamıştım. Yolculuk esnasında su tüketmeyi fark etmeden aksatırdım, dolayısıyla tuvalet ihtiyacım olmazdı. Tuvaleti kullanmamış da olabilirlerdi, kimsenin kıyamette tuvaletini yapacağı yeri özenle seçeceğini sanmıyordum. Arka tarafa doğru adım attıkça silahlarımızı daha sıkı kavrıyorduk.
Marketin içindeyken ekstra kapı görememiştim, tuvaletlerin dışarıda olması veya hiç olmama ihtimali yüksekti. Köşeyi döndük, son köşeyi de döneceğimiz sıra da Adrien karşımıza çıkmıştı, kucağında Mehsa duruyordu. Somurtkan yüz ifadesini bozmadı, neden geç kaldıklarını anlatmamıştı. Önümüzden geçtiğinde arkasından baka kalmıştık.
Sinirle durdu. "Üzerime işedi."
Kahkaha atmaya başlamıştık, duramıyorduk. Biri gelip bizi öldürmeye kalksa gülmekten engel olamazdık, Mehsa'a karşı olan sevgim artmıştı. Kızın nasıl Adrien'ın üzerine işediği hakkında fikrim yoktu, köpekler gibi atış yaparcasına çişini yaptığını düşünerek kahkahalarımın sesini yükselttim. Karnım acımıştı, gülmekten terlemiştim. Mehsa'ı yere inmek istediğinde nazikçe bırakıp arkasına bakmadan arabaya gitmişti.
Mehsa koşarak yanıma gelmiş, dizlerime sarılmıştı. Çok tuhaf hissetmiştim, gülümseyip saçlarını okumakla yetindim. Bacaklarımı kesinlikle bırakmıyordu. "Akıllı kız seni." Elimi tuttuğunda Adrien'ın peşine takılmıştık.
"Mehsa benim yerime intikam almış Liv, yaşamasına izin vermek ölmesinden kötü olmalı. O yüzden silahımı kullanmasam da olur." Yanakları gülmekten kıpkırmızı olmuştu. Hemen peşimizden geliyordu. Zorla durmaya çalıştı. "Ay..."
Kahkahalarımızı ancak arabaya vardığımızda durdurabilmiştik, yine de suratımızdan sırıtışlarımızı silememiştik. Sinir küpüne dönmüş Adrien konuşmuyordu, yan aynalardan bizi inceliyordu. Cherly neler olduğunu merak etmişti, geri döndüğümde ilk fark ettiğim kendine güneş gözlüğü bulmuş olmasıydı. Arabayı terk etmesi çok riskliydi, başkası yapmış olsa uyarırdım fakat konu pembe kafa olunca susuyordum. Yüzüme fırlatırcasına demet haline getirilmiş otlar fırlatmış, tavşanıma topladığını ima etmişti. Sanırım aramız düzeliyordu, teşekkür ederek tavşanımı kutusundan çıkarıp otları önüne serdim.
Mehsa'ı çocuk koltuğuna oturtup emniyet kemerini sıkıca taktım, canının acımasından endişelenince azıcık gevşetmiştim. Tavşanımı izliyordu, hoşuna gitmişe benziyordu. Kucağımdan kaldırıp onun kucağına koydum, eline ot verdim. Neşesi içimi ısıtıyordu, başıma gelenleri unutuyordum. Kendi kemerimi de taktığımda hazır olduğumuzu işaret verdim. Herkes hazırdı, neden arabayı sürmüyordu?
"Beysbol sopam küçük sarışın, uzat bakalım." Sorun çıktığını sanmıştım, sopayı geri verdim. Gülümsedi, vay canına bana gülümsemişti! Sopasını bacaklarının arasından sarkıtarak bıraktı. Sürüşünü engellememesi uğruna iyice uğraşmış, başaramamıştı. "Pışt... Adrien sen alsana." Uzattığında Adrien bakışlarını yan aynadan ayırmamıştı, alıp bacaklarının üzerine koydu. Araba çalıştığında gözlerini kapatmıştı, Cherly havayı koklayıp "Burası bir şey mi kokuyor?" dediğinde korku filmlerinde aniden ayaklanan ölüler gibi olmuştu.
"Cherly lütfen sus! Ne olur sus, kokuyorsa kokuyor." Paniklemişti, parmaklarını çıtlattı. "Boş ver, arabayı sür işte. Liv'le sinir bozucu arkadaşı yetti, sen de başlama yalvarırım."
Kaşlarını çattı. "Ağ... Tamam, sadece kokuyor mu diye sormuştum. Neden paniklediğine anlam veremedim."
Yola çıktığımızda tavşanım otlarını bitirmek üzereydi, kalanlarını da Mehsa'ın kucağına bıraktım. Olivia'nın çantasına gelişigüzel tıktığı haritaları çıkardım. Katlanmış haritaları açtıkça açıyordum, genişledikçe genişliyordu. İnceleyebilmek için uçlarından tutup tavana kadar kaldırmam gerekmişti, benzin istasyonu ormanlık yolu yarıladığımızı işaret ediyordu. Şehre varmadan yirmi beş kilometre önce tünele girecektik. Şimdi plan yapmalıydık: Dümdüz devam ederek şehir merkezinden gidebilirdik veya ormanlık yolun sonunda arabayı bırakıp şehrin etrafından (yine ormanı kullanacaktık) dolanabilirdik. Ormandan geçmek hem yolu uzatıyordu hem de yürüyerek gideceğimizden epey yorucu olacaktı. Karar vermeden önce şehir merkezinde başımıza gelebilecekleri tahmin etmeye çalışınca ormanı tercih etmem zor olmamıştı.
"Ormandan gidelim." Haritayı katlayıp kapattım, askeri üslerin yerlerini tarif eden haritayı açtım. "Haritalar size mi ait?" Cherly başını onaylayarak sallamıştı, doğrusu sıradan insanlar bu tarz haritalara sahip olamazdı çünkü tüm askeri sığınaklar gösteriliyordu.
Abimin olduğu sığınağın üzerine parmağımı koymuştum, arkadaşımı dirseğimle dürterek bakmasını işaret ettim. Pür dikkatle haritayı incelemeye koyuldu. Sığınağa gideceğimiz yolun hemen üzerinde aynı boyutta başka bir yapı da yer alıyordu. Asfalt yolla aralarındaki uzunluk kadar sığınakla da mesafesi vardı. Harita basıldığında inşaata yeni başlanmışsa isim koymamaları gayet normaldi. Belki de dikkatimi çekmesinin tek nedeni etrafını saran beyaz dikdörtgen çizgilerdi, duvar olmalıydılar. Çiftlik olabilir miydi?
Parmağımı sığınaktan çekip oraya koyduğumda Mehsa'ın yüzü düşmüştü. Tavşanımın kafasını okşamayı bırakmıştı. Beli etmesem de orası hakkında bilgisi olduğunu idrak etmiştim. Şansa bırakamazdık, oranın etrafından dolanacaktık. O sebeple sorma gereği duymadım, ailesiyle gittiği tatil yeri filandır diye çok takmamıştım.
Araba ilerledikçe meşe yaprakları havaya kalkıp uçuyordu. Klasik müzik cezbedici manzaraya oldukça iyi giderdi fakat radyonun çalışmasına imkan yoktu. Arabada da klasik müzik çalacak kaset olmadığı kesindi. Yolumuza çıkacak olan yerleri teker teker anlatırken haritaları tekrar yerleştirmiştim. Adrien uyduğu için nereye gideceğimizi dinlememişti, zaten avcunun içi gibi bildiğini iddia etmemiş miydi? Ona anlatmasam da olurdu, yalnızca işimi şansa bırakmıyordum.
Açık kalan radyodan sesler yükseltmişti, cızırtılar eskisine nazaran daha azdı. Konuşma netçe duyuluyordu. Konuşan kişi erkekti, hastalıklılar hakkında bilgi veriyordu. Nasıl öldürülmeleri gerektiği, ısırılma durumunda yapılacak bir şey olup olmadığı, hastalığın nasıl bulaştığı, virüsün yayılış hızını anlatıyordu. Hatta bunu afiş yapıp şehrin bazı yerlerine rasgele dağıttığından da bahsetmişti. Sesinin tonu çok hoştu, hayran kalıcı cinstendi.
Belirtileri var mı?
Halsizlik, kusma isteği, mide yanması, göz kararması örnek verilebilir fakat herkeste bu işe yaramaz. Bazı kişiler direkt dönüşürler. Yani belirti sadece ısırık izi olabilir.
Yardım gelecek mi?
Virüs neredeyse ülkenin yarısına yayıldı, yardım gelmesini beklemek sizi ölüme itecektir. Kendi yardımınız kendiniz olun, savaşın. İnsanlara tehlikeye girmediğiniz sürece yardım edebilirsiniz, tabi ki önce ısırılıp ısırılmadıklarına emin olun.
Nasıl yayılıyor?
Aynı hava solunduğunda yayılmıyor, telaşa kapılmayın. Isırık, yara izi vb. durumlarda yayılım gösteriyor. Dezenfekte etmeye çalışmayın, işe yaramayacaktır.
Evcil Hayvanlar.
Evcil hayvanları ısırdıklarını görmedim, onlara karşı kör gibiler. Birkaç hayvanın yanından geçip gittiklerine tanık oldum.
Arada sırada gelen sayfa çevirme seslerinden bunları yazdığını anlıyordum. Profesyonelce metinler değildi okudukları, kendince yardım etmeye çalışıyordu. Yaklaşık on kez arka arkaya okumuştu, kim olduğunu kesinlikle bahsetmiyordu. Yayınını nereden yapıyordu? Sorunun cevabını tek merak eden ben değildim, yayını dinleyen herkesin merak ediyor olmalıydı.
Yayın bittiğinde kıyamette değilmişiz gibi iyi akşamlar dilemişti. Cızırtılar yerini tekrardan aldığında tünele varmıştık bile. Herkes toplanırken planı defalarca kez anlatıyordum, bıkmış hallerini umursamıyordum. Tüneli geçecek, çıktığımızda ise ormana girecektik. Tünel yaklaşık on kilometreydi. Ormana en rahat şekilde tünelin bitiminden girebilirdik.
Farlar yandığında içerisinin ürkütücülüğü gözümüzü korkutmuştu. Sandığımızdan da büyük, karanlıktı. Cherly arabayı yavaşlatarak içeri girdi, arkasına yaslanmayı bırakmıştı. Adeta ön cama yapışarak arabayı kullanıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse hepimiz camlara yapışmıştık. Tüneller kıyamet haricinde de zaten yeterince korkunçtular, şimdiyse korku evi hissiyatı yaratıyordu.
"Gözlerimizi dört açalım." Beysbol sopasını bacaklarının arasından aldı. Sol eli kapısında duruyordu. "Hazırlı olun."
Çarpışmış onlarca araç, yere saçılmış cam parçaları, kan izleri, alıştığımız görüntülerdendi. Ortada oturduğum için öndeki camdan dışarıya bakmak, yan camlardan bakmaktan iki kat kolay geliyordu. Kan izleri varsa insan veya hastalıklı olması gerekmez miydi? Çarpışmış araçlar olmasına rağmen yol açıktı, kenara itilmiştiler.
Boğaz hırıltısını duyuyordum, saklanıyorlar mıydı? Çok yakınımızdaydılar, sezebiliyordum. Gözlerim arabaların arasında onları arıyordu. Mehsa'ın camından dışarı bakmaya çalıştığımda ne olduğunu anlamıştım. Sorun dışarıdakiler değildi, sorun dışarıdan gelen bir sesin olmayışıydı. Ses Mehsa'ya aitti, dönüşmüştü.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top