Bileklik


Bize odalarımız verildiğinden beridir kahvaltıyı heyecanla beklemiştik. Aslında beklememizin sebebi karnımızı doyurmak değildi, bizi öldürmeye çalışmayacak yeni insanlarla tanışma fikri içimizi ısıtıyordu. Yeni bir ortama alışmaya çalışmak benim için her zaman eğlenceli olmuştu fakat hiç de beklediğimiz gibi olmadı. Biz kahvaltıya birinin çağıracağını veya bir alarmın çalacağını düşünmüştük. Saatler süren bekleyişimizi, düşündükçe hâlâ sinir oluyordum. 

Keşke bize neye göre hareket etmemiz gerektiğini anlatsalardı. Böylece güne saat iki civarı odamızdan çıkarak başlamazdık, bugünün tek iyi yanı oda arkadaşımızın odasına hiç gelmiyor oluşuydu. Askerlere oda arkadaşımızın kim olduğunu sorduğumda ismini ve kız olduğunu söylemişlerdi, banyo giderindeki parlak mor saçlar onun hakkında bize biraz ipucu vermişti. Bir askeri üste kaç adet mor saçlı kişi olabilirdi ki? Görür görmez tanıyacağıma emindim.

Her oda da üç kişi kaldığından, kadınlarla erkekler farklı odalardan kaldığından Cherly bizimle kalamamıştı. İki kat yukarıda bulunan odalardan birindeydi, bize çavuşlara çok yakın olduğu hakkında mızmızlanırken demişti. Adrien'dan henüz bir haber alamamıştık, bulunduğumuz bina da genelde ya üst rütbeli erkek askerler vardı ya da sığınmacı genç kızlar. Diğer binaya gönderildiğini duymuştuk. 

"Cidden karnım acıktı." Guruldayan karnını tuttu. "Yok ya... Çok da acıkmamışım. Salgın başladığından beridir daha kötülerini de gördük." Hemen yanından geçen aşırı yakışıklı bir askerin göz kırpmasıyla aniden durdu. 

Salgın kavramı bulunduğumuz ortamdan kalktığında işler normale dönüyordu. İnsanlar bana değil, en yakın arkadaşıma yürüyordu. Bu hoşuma gitse de koluna girip çekiştirmeye başladım. "Eh yakışıklıymış... Fena değil." Kahkahamı bastırırken konuşmak epeyce zor oluyordu. "Hah ne dersin?" 

"Of Liv, pislik yapma. Sana yürüyenleri de biliyoruz." Bakışlarını yere çevirdi. "Bir adet mağara ayısı melezi asker, bir adet ne olduğu belirsiz insan eti bile yiyor olabilecek nişancı çocuk, bir adet daha yüzünü bile göremediğimiz ceketçi çocuk." Etrafımızdaki insanları aşırı derece de saçma ve uzun lakaplarla adlandırmasına sadece gülerek yanıt verebilmiştim. "Gerçi o nişancı çocuk hakkında daha çok konuşacağız." Bana birkaç kez çimdik attı.

Az önce göz kırpan asker tüm konuşmalarımızı duymuş, korkarak kaçmıştı. Artık ikimiz de kahkaha atıyorduk. Yürüdüğümüz yerin neresi olduğunu bilmiyordum, gelişigüzel şekilde yürüyorduk. Çaktırmadan Olivia'ya baktım, muhtemelen o da bilmiyordu. Bu katta karşılaştığımız dördüncü kızlar tuvaletini görmek dikkatimi çekmişti. Herkesin odasında tuvalet varken neden aynı kata ekstradan dört lavabo yapılırdı ki?  Bina haritası tuvaletin kapısının hemen yanına asılmıştı, gideceğimiz yere karar kılmamız için güzel bir yardımcı olacaktı.

Kapının önünde durduğumuzda haritanın sandığımdan daha da karmaşık olduğunu fark ettim. Üzerlerindeki yazılar bile minicik yazılmıştı, kafamızı sonuna kadar yaklaştırdığımızda ancak okuyabiliyorduk. Tuvaletler, herkesin kullanımına açık dinlenme odaları, bahçe soluk pembe renkteydi. Geri kalan yerler genellikle aynı soluklukta sarı, yeşil, mor renkteydiler. 

"Soluk pembeler..." Tahmin yürütmeye çalışıyordum. Alnımı kaşıyıp yeniden inceledim. "Herkesin girebileceği yerler olmalı." Tablonun üst kısmında renkler sırayla pembe, sarı, yeşil, mor şeklinde verilmişti. Sarıyla işaretlenen yerler şahsa ait odalardı (genelde bizim kaldığımız gibi 3, 4 kişi kalınıyor olsa da bunu çok takmayın). "Sarılar sadece o kişinin girebildikleri. Bu durumda da geri kalan kısımlar asla biri demeden gitmememiz gereken yerler." 

Bina dört katlıydı, zemin ve yeraltı katlarıyla birlikte altı kat oluşuyordu. En alt iki katın askeri eşya deposu olduğunu düşünüyordum veya güneş panellerinden gelen enerjiyi depolamak için de kullanılıyor olabilirdi. Tahmin yürütme işini sonraya bırakmak şu anlık en iyisiydi. Sonuçta bu bilgilerin çoğuna ihtiyacım olmayacaktı. Günün geri kalanını Adrien'ı ya da kahvaltının yapıldığı yeri bulmakla geçirebilirdik. Hiçbir yeri yeterince tanımıyorduk, diğer binaya gitmek sorun çıkarabilirdi.

Kahvaltının yapıldığı yeri aramaya karar kılmıştım ki Olivia benden önce davrandı. "Bahçeye çıkmaya ne dersin? Dün hava çok güzeldi, bugünde öyle olmasını umuyorum. Hem... Uzun süredir önemli olaylar hakkında konuşamadık, odalarımızın bunları konuşmak için güvenli olduğunu sanmıyorum." 

"İstediğin gibi olsun, ne dersen uyarım." Artık gideceğimiz yer belirlenmişti. Garip şekilde rahatlamıştım, sakince merdivenlere doğru ilerlemeye başlamıştık. "Sorun yok, testleri başarıyla geçtik." Konuşmadan önce bizi duyabilecek kadar yakın birinin olup olmadığını kontrol etmiştim. "Testlerinin hata verdiğin hakkında bir şey demediler, dönüşecek olsaydın dönüşürdün de zaten. Sakin kal." Basamakları teker teker iniyorduk, diğer katlardan konuştuklarımızın duyulmasını istemiyordum, işaret parmağımı dudaklarımın üzerine götürdüm. "Bahçede konuşuruz." 

Olivia ile baş başa konuşup karar almak için çok fazla zamana sahip olmuyordum. Birazdan konuşmaya başladığımda her şeyi konuşmalıydım, eksik bırakmamalıydık. Aksi halde haftalar sonra bile konuşup tartışamayabilirdik. Elioot'un ormanda bu askeri sığınak için dediklerini anlatmalı mıydım? Kendime saklamam gerekiyormuş gibi hissetmemin yanı sıra hemen söylemeliymişim gibi de hissediyordum.

Sorular yeni soruları açıyordu. Pars'ı bulmak için geriye gidecek miydik? O bizim nereye gideceğimizi biliyordu, bir yere gitmişse büyük abim Matt'in bulunma ihtimalinin olduğu ikinci askeri üste olmalıydı. Öte yandan rotasını karıştırıp buraya da gelmiş olabilirdi. Askerler Matt'in burada olup olmadığı hakkında bilgi vermemişti, bu olmadığı anlamına da gelmezdi. 

Zemin kata inmemize birkaç basamak kalmıştı ki dengemi kaybettiğimi hissettim. Çok geçemeden bunun yalnızca hissetme değil, gerçek olduğunu anlamıştım. Durduk yere neden dengemi kaybettiğim konusuna gelecek olursak: Bizi biri arkamızdan itmişti. Burnumun üzerine çok fena düşecektim ki son an da ellerimi siper etmiştim. 

Yine de canım fena halde acımıştı. Yerden kalkmadan başımı çevirerek arkadaşıma baktığımda onun da neredeyse aynı durumda olduğuna şahit oldum, dizlerinin üstüne düşmüştü. Kaygan mermer zeminler dizlerinin parçalanmasını engellemişti, kafasını vurmadığına minnettardım. Avuç içlerimi sıkarken ayağa kalkmadan yere oturdum, arkamdaki kişiye henüz bakmamıştım. O an tek yapabileceğim, diyebileceğim bağırarak küfür etmekti. Tabi öyle bir şey yapmadım, sakince acımın geçmesini bekledim. 

"Barton'ın odasına." dedi arkamızdaki ses. "Hemen!" 

Bizi neden yere ittiğini, neden bağırdığını, neden oraya gideceğimizi bilmiyordum. Korkuya kapılmıştım. "Ya neden? Biz bir şey yapmadık!" Söylediklerim sitem etmekten veya soru sormaktan ziyade çığlık atmak gibi çıkmıştı. "Az kalsın ağzımızı kırıyordun." Aklıma kazayla girilmesi yasak yerlere girmiş olabilme ihtimalimiz geldi. Merdivenin koluna uzanıp güç alarak yerden kalktım. Olivia'ya da yardım ettim. "Nereden gidebiliriz?"

"Burası." Kolunu merdivenin yanındaki altın işlemeleri olan kapıya doğru uzatmıştı. Kapının parlaklığı gözümü alıyordu. İşin tuhaf yanı içerisinden de renkli renkli ışıklar geliyordu. Disko odalarını andırdığını söylesem herhalde beni oracıkta öldürürlerdi. 

Attığımız her adımda -yürümek oldukça acı doluydu- kapının arkasında sakladığı şeyler hakkında bambaşka teoriler üretiyordum. İçeride projektör tarzı bir eşyanın olduğuna karar kılmıştım. Kapının altın işlemeleri sadece kaplama olmalıydı, gerçek olmadığını umdum. Yaptığımız bir hatadan dolayı Barton'ın yanına gidiyorsak üssün yöneticisi olma ihtimali fazlaydı. Kapıyı arka arkaya üç kez çaldık, cevap gelmemişti. Arkama bakmadan ters yöne koşmak istesem de hâlâ bizi iten asker oradaydı, ürkütücü gözlerini üstümüze dikmişti. Kapıyı yavaşça açtığım an da ilk adımımı attım. Hemen arkamdan Olivia da girdi. 

İçerisi ürettiğim tüm teoriler, adeta kafa atarak yıkmıştı. İçerisi gerçek anlamda bir disko salonuydu. Tavanlardan renkli renkli ışıklar sarkıyor, her yeri aydınlatıyordu. Kalın, siyah perdeler gün ışığının girmesini engelliyordu. Belirli aralıklarla üzerleri beyaz tül kaplı masalar konulmuştu. Üç adet ses bombası durmaksızın ses çıkarıyordu, kulaklarım saniyeler içerisinde yardım çığlıkları atmaya başlamıştı. Burada kalan kişiye acıyordum. Masaların üstlerinde çeşitli dolulukta içki şişeleri duruyordu. Yerlere gri-mavi simler dökülmüştü. Odanın eski avizesi dahi elmaslarla kaplanmıştı. Kıyamette nasıl böyle bir odaya girebilmiştik? Aklım yaşadıklarımızın hiçbirini almıyordu. 

"Ağ şey..." Sesimin çok alçak çıktığını fark etmiştim, duyulmak istiyorsam daha yüksek konuşmalıydım. Gözlerim odanın içerisinde Barton'ı arıyor, bulamıyordu. "Merhaba Bay Barton."  Sesim normal yükseklikte çıkmıştı, arttırmalıydım. "Biz sanırım istemeden bir kuralınızı çiğnedik." Oda da kimse yok muydu? Kendi kendime mi konuşuyordum? "Bir asker buraya gelmemizi söyledi, eğer bize şaka yaptıysa onun için de özür dileriz."

Konuşmam bittiği an da gıcırdama sesini duymuştum, kapı gıcırdamasına benzese de önümüzdeki toplantı masasının arkasında ki sandalyeden gelmişti. Sandalyenin arkası dönüktü, korku filmlerindeki kötü karakterlerin oturduğu koltukları andırıyordu. Tekerlekli olup olmadığını incelemek için başımı hafifçe masanın ilerisine uzattım, tekerleksizdi. Sırt dayama yeri yaklaşık bir buçuk metre yüksekliğindeydi, v şeklinde yukarı genişliyordu. Üzeri tamamen kahverengi deriyle kaplanmıştı. 

"Ağ... Can çekişiyorsanız başka zaman da gelebiliriz, gerçekten sorun olmaz." Paniklemekten dediklerime hakim olamıyordum. 

"Bir dakika tatlım..." Sandalyeden odada yankılanacak cinste büyük bir gıcırdama çıkmıştı. "Size dönmeye çalışıyorum." Sandalyenin kol kısımlarını iki eliyle kavrayıp bize döndürdü. Bu sefer parkenin üzerinde çıkan ses öğretmenlerin tahtayı silerken çıkardığı seslerden de beterdi. 

"Şükürler olsun!" Az kalsın sevinçle sarılmaya çalışacaktım. "Sonunda başarabildiniz. Sizi biri gırtlaklıyor sandım." 

Olivia sessizliğini koruyordu, yabancı biriyle ne zaman sohbet etmemiz gerekse konuşmayı hep bana bırakırdı ama konuşmaması Barton'ın ilgisini çekmişti. Mavi gözlerini kısa süreliğine arkadaşıma dikse de sonra yine dikkatini bana çevirmişti. Sanırım onun utangaç biri olduğunu filan düşünmüş, fazla kurcalamamıştı. 

Elini ağzına götürüp esnedi. "Burası çok karanlık olmuş, insanın uykusunu getiriyor." 

Masasının üzerinde duran kumandayı eline alıp tuşlara bastı. O kadar hızlı tuşlamıştı ki rasgele tuşladığını sanmış, yanılmıştım. Tuşlamaları sona erdiğinde ses ortadan kaybolmuş, perdeler açılmaya başlamış, yanan renkli ışıklar sönmüştü. Müzik kapandığında kulaklarımın rahatlayacağını ummuştum, aksine belirli aralıklarla beynimi yercesine çınlamışlardı. 

Perdelerin açılması odayı resmen baştan yaratmıştı. Karanlıkta çok iyi göremediğim yerlere artık daha iyi bakabiliyordum. Gözlerimi ayaklarımın dibine çevirdiğimde karanlıkta düşmememe hayretler ettim. Kürsü gibi bir şeyin hemen önünde duruyordum, yerden yaklaşık yirmi santim yüksekti. Pekte bir amacı olmamalı, süs için konulduğuna iddiaya girerim. Kürsü oldukça genişti; Barton'ın masası, sandalyesi ve masanın önünde duran iki sandalye rahatça sığmıştı. 

Oda sandığımdan daha küçüktü, bir sınıfın büyüklüğüne belki yetişebilirdi. Göz yanılsaması olmuştu. Bir adım atarak kürsünün üzerine çıktım, boş da duran sandalyeye oturduğumda Olivia da diğer sandalyeye oturmuştu. Barton masasının üzerinde duran bazı evrakları arıyordu, bizimle ilgili şeyler aradığını biliyordum çünkü sürekli bize bakıyordu. Askerlerin yaşlarımıza, saç renklerimize, kilolarımıza göre kayıt almış olmasını tahmin etmek zor olmamıştı. 

Geldiğimiz kapı haricinde odanın iki kapısı daha vardı, pencerelere yakın olan kapı bembeyazdı, üzerindeki cam okul müdürlerinin odalarındaki gibi tellerle kaplıydı. Arada sırada önünden insanların geçtiği de oluyordu. Yeterince oda analizi yaptığımı düşündüğümde bakışlarımı sol elimin avuç içine çevirdim.

"Ve evet, sonunda buldum." Eline bir tükenmez kağıt aldı. "Yirmi yaş altı, genç kategorisindesiniz. Sarışın ve Kahverengi saçlı iki kız arkadaş olarak kayıt edilmişsiniz." Kağıtta bazı yerlerin üzerini çizdi. "Burada hiç tasma almad- bileklik almadığınız yazıyor." 

"Tasma ne demek oluyor? Pardon... Bileklik." İkimizin de ardı ardına salaklık yapıp tasma demesi komiğime gitmişti, hafifçe güldüm. 

"Bileklikler ayarlanabilir boyuttadır, istersen şık bir aksesuar gibi boynuna takarsın istersen de bileğine. Ayak bileğine veya bacağına da takabilirsin gerçi... Tamamen sana kalmış." Çekmeceyi açıp yeni kağıtlar çıkardı. "Asıl olay bu değil, ortalarındaki bağlı oldukları minik cihazda. Bu cihaz sayesinde kimin nerede olduğunu, kaybolup kaybolmadığını, bizden olup olmadığını görebiliyoruz. Yani birinin bilekliği yoksa muhtemelen buraya gizli şekilde girmiştir." 

"Ah..." Duyduklarımı anlamaya çalışıyormuş gibi yaparken Olivia'ya baktım. Bilekliklerden almalı mıydık? Sürekli bizi takip edebilecek olmaları korkunçtu. "Peki bunlardan nasıl edinebiliriz?" Bunları takmak istemiyordum. "İstediğimiz zaman çıkarabilir miyiz?" Sorumun amacımı çok beli ettiğini fark ettim. "Yani duş alırken filan bozmak istemem." 

İçtenlikle gülümsedi. "Su geçirmezler merak etmeyin ama hayır, üzerinizden çıkaramazsınız. Çıkardığınız an da sisteme bildirim düşer, konumuzun gönderilir ve askerler oraya gelir çünkü kaçmaya çalışacağınız anlaşılır. Biri sınırların dışına çıkmayacaksa neden bilekliğini çıkarmak istesin ki?" Az önce çıkardığı kağıda tuhaf kuş resimleri çizmeye başlamıştı. "Öyle birinin sınır dışına çıkmak istemek için tek bir nedeni olabilir. Ya buraya katılmasına izin verilmeden önce düşmandı ve yerimizi ispiyonlamak için geldi ya da burada aşırı büyük bir suç işledi."

"Size hak veriyorum." Tek kelimeyle yalan atıyordum. "Çok haklısınız, cidden geri zekalı olmalılar. Buraya abim Matt Wayne'i sormak için gelmiştik, geri gitme niyetimiz de yok. Dışarısını biliyorsunuz... Kıyamet." 

Aynı kağıdın üzerine yaklaşık üçüncü kuşunu çizmişti. Hepsi de son derece güzeldi. Üstelik bunları tükenmezle çiziyordu, konuşurken bakışlarının bizde olmaması sinir bozucu olsa da takmamıştım. Abimin ismini duyduğunda ise kaleminin ucunu sıkıca kağıda bastırmıştı. "Oh... Az kalsın unutuyordum. Size bu bileklikleri vermesi gereken kişi Troy'du. Onunla tanışma fırsatınız oldu mu kendisi tam bir unutkandır. Muhtemelen dün yine unuttu. Onu bu sefer gerçekten sert şekilde uyarmam lazım sanırım. Yeni gelenler ile ses sistemi aracılığıyla konuşanda o."

Beyaz kapıya doğru anısızın baktığımda Troy'un kim olduğunu anlamıştım. Benim onu gördüğümü anlar anlamaz hızlıca başını eğmişti. Küçük tatlı bir gülümsemeyle karşılık vermek isterdim ama artık çok geçti. Kapının altından ayaklarının gölgesini görebiliyordum, henüz gitmemişti. 

Ayağa kalktım. "Yani bileklik konusunda ondan yardım alabileceğimizi söylüyorsunuz öyle mi?"



Merhabalar! İlk kitabın bitmesine son 5 bölüm. Düşünceleriniz neler? 

Liv'i shiplediğiniz birileri var mı?

En çok merak ettiğiniz şey ne?


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top