Yeni Oyun
Nedenini sormadı, aşağı yukarı başımıza gelecekleri o da tahmin edebiliyordu. "Hazırsan başlayalım."
İsteksizce kapıya doğru bakıp iç çekti. "Hazır olmama gibi bir şansımız yok." Beni baştan aşağı süzdü, elini alnıma koydu. Ateşimin olup olmadığını kontrol ediyordu, neden yapıyordu ki? "İyi misin?"
"Evet." Elimi tuttu, baş parmağımı avuç içime koyup ovaladı.
Yalan attığımdan şüphelenmişti. "Emin misin?" Bileğimi çekmeme fırsat vermeden elimin üzerine minik bir öpücük kondurdu. "Bakalım Küçük Hanım iyi miymiş?" Kahkaha atarak dışarı çıktı, peşinden koşuyordum. Hem öpücüğün yüzünden hem de plansız şekilde dışarı çıkmasından dolayı öfkeliydim. "Evet, iyiymiş."
Bir süre peşinden koşsam da vazgeçtim, nefesimi boş şeylere harcayamazdım. Bizden önce odalardan çıkan üç-dört kişi anca vardı. Toplam sekiz oda saymıştım, hepsi de kare şekli oluşturacak şekilde dizilmişti. Ortalarındaki boşlukta duruyorduk. Odamın karşısına demirden yapılma metal kapı denk gelmişti. Diğer kişilerin ne zaman çıkacağını merak ettim veya... Çıkabilecekler miydi?
Bizden önce çıkmış olan Toprak'ın odasından Savaş da çıkmıştı. Harika, güya arkadaşlarıma neler olduğunu soracaktım. Yeni yarışa sokulacağımızı tahmin edememiştim. Odamdaki farklılıkları birebir kopyalayamadıklarını, sakladığım eşyaları da kopyalayacak kadar ileri gitmediklerini ümit ediyordum. Sıradaki oyunumuz ne olacaktı? At yarışındaymış gibi koşacak mıydık? A.S.K.E.R sisteminden beklenmeyecek iş değildi. Tabi ölümleri, cesetleri daha da çok seviyorlardı. Eh, nihayetinde manyakça sınavlara sokulacağımız kesindi.
Bulunduğumuz alan kar tanesi şeklindeydi, bazı köşeler dinleme cihazları konulmuştu. Robotik tarzdaki kalın ses ilk açıldığında kulaklarımızı kapatmıştık, yankılanan cızırtı resmen beynimizi kemirmişti. "Herkes dışarı çıksın."
Dışarı çıkanların arasında Sıla, Savaş, Melissa, Toprak, Zoe, Alexsander ve Sıla'nın geri zekalı kardeşi de vardı. Birinin bu kadar çok Kuzey ile ortak noktasının olması şaşırtıcıydı, aptallıkları neredeyse aynı kişi olmalarını sağlıyordu. Yalnızca Kuzey beni çok seviyordu (gerçi seviyor numarası da yapıyor olabilir ama konumuz şimdilik bu değil), uğruma canını feda edebilirdi. İşin en tuhaf yanı da bunu hak etmek için hiçbir halt yapmamıştım.
Kitaplardaki ana karakterler gibiydim, hiçbir özelliğim olmamasına rağmen erkek karakter peşimden koşuyordu. Her ne kadar düşüncelerim bu yönde olsa da zekiydim, aşırı güzel olmasam da çekiciydim. Fiziğim sürekli antrenman yaptığımdan oldukça hoştu. Bazı erkeklerin zekaya aşık olduğunu okumuştum, belki de bu tarz bir şey aramıştı. Her neyse... Bana aşık olduğu, gerekirse de amacına ulaşmak uğruna canını vereceği kesindi.
Geri kalanlar da çıktığında odaların kapıları kapanmıştı. Diana'nın dün geceden dolayı gelemediğini ümit ediyordum, Kuzey detay vermemekte ısrar etmişti. Açıkçası katilin onu yaralayıp yaralamadığını bile bilmiyordum, doğruca koşmuştum. Toplam dokuz kişiydik. Yani geriye on kişi mi kalmıştı? Onca kişinin arasından on kişi... Oyun bitmemişti bile, hapı yutmuştuk. Daha ne kadar azalacaktık?
"Oyunlarınıza hazırlanın." Konuşmayı her kim yapıyorsa birkaç kez öksürüp bardağından bir yudum aldı. "Yakında başlayacaksınız."
Katil hepimizi öldürürse ne yapacaklardı? Son sınıfların en önemli öğrencileriydik, ortadan kaybolmamız zarara uğramaları demekti. Amaçları neydi? Belki de hep en iyisi olduğumuzu düşünmüştük, aslında atıklarıydık ve hayatta kalma hakkı olanların yeterince zeki olanlar olduğunu düşünüyorlardı. Nerede hata yapıyordum? Savaş'ı kolundan tutup çekiştirdim, o ölürse dayanamazdım. Bana yakın durmalıydı.
Alarmın çalmasıyla her yeri kırmızı ışık kapladı. Güçsüz bir ışık değildi, gözlerimizi kapatsak dahi acıtacak türdendi. Ayaklarımın altındaki zemin hareket etmeye başladığında ne olduğuna inanamamıştım. Görevliler her ne halt yemişlerse işlerini iyi yapmışlardı. Yerdeki parkeler hareket edip üç parçaya ayrıldı. Savaş'la Melissa da benimleydi, Zoe ise düşmek üzereydi. Zemine sıkıca tutunmuştu, çığlık atıyordu. Herkes gibi şoku üzerinden atamamıştı.
Savaş da ben de aynı an da eğildik. Kollarından tutmuştuk ancak yukarı çekebileceğimiz kadar kuvvetli değildi. Parmaklarımdaki kesikler yeniden açılmıştı. "Yapabiliriz!"
"Üç dediğimde..." Zoe'nin eli kaymıştı, artık kendi tutunamıyordu. Yalnızca biz tutuyorduk, yerdeki döşemeler oldukça kaygandı. "Bir..." Derin derin nefes aldı. Üzerinde bulunduğumuz parça diğer iki gruptan gitgide uzaklaşmıştı. "İki..." Hazır olup olmadığımı anlamak için gözlerimin içine baktı. "Üç!"
Yukarı çekmeyi başarmıştık. Kendimizi yere attık, öylece birkaç saniye boyunca tavanı izledik. Kalkmaya halimiz kalmamıştı. Parça sürekli hareket ediyor, dönüyordu. Arada sırada hızlanıyordu. Genel olarak hepimiz yavaş hareket ediyorduk. Küçük bir çocuğun eline oyun konsolu verilmiş gibiydi. Melissa dengesini kaybedip düşmekten kıl payı kurtulunca bizim yaptığımızı yaptı, yere uzandı. Midemiz bulanmıştı, başımızı döndürmüşlerdi.
"Teşekkür ederim." dedi dehşet dolu bir şekilde. Gözleri kocaman açılmıştı, eli kalbindeydi. "Gerçekten çok teşekkür ederim."
"Sorun değil." Ayağa kalkmasam da olduğum yerde dikleştim. "Yalnızca hayatta kalmaya bak."
Parça en sonunda metalik renkteki bir odanın girişine varmıştı, içeri girip girmemek arasında tereddüt etmiştik. Birbirimize bakıyor, ne yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyorduk. Acaba diğerleri nereye gitmişti? Zemin minik minik ufalanarak ayaklarımızın altından kaymaya başladığındaysa hiç olmadığımız kadar hızlı davrandık, kendimizi odanın içine attık. En son gelen kişiydim, resmen son an da ayağımı güvenli bölgeye atabilmiştim. Acele etmem gerektiğini bilsem de bu tarz olaylar normal gelmeye başlamıştı.
Her yer bomboştu. Zemin gümüş renkteydi, duvarlarsa demirle kaplıydı. Demirlerin şekli dalgaları andırıyordu, konteynırlardan yapılmıştı. Yukarısı bomboştu, tavan yoktu. Duvarlar beş metre yüksekliğindeydi. Özgürlük bizlere yalnızca bu kadar uzaktı, basitçe hepimizin gitmesini sağlayabilirlerdi. A.S.K.E.R için çalışan paralı kişiler yok muydu? Neden durduk yere fazlasını isterlerdi? Yalnızca diğer insanlardan farklı olarak doğmuştuk. Farklılığın bedeli bu denli kötü olmamalıydı.
Gökyüzünü inceliyorum, yakında öleceksem bari son zamanlarımda güzel şeyler göreyim. "Acaba neyle karşılaşacağız?"
Devasa büyüklükteki odanın tam ortasından birkaç tıkırtı duyuldu. Yerden yeni cilalanmış, tahta bir masa ve dört bıçak çıkmıştı. Bıçakların boyutu kalemtıraş bıçaklarıyla aynıydı, hatta sanırım direkt olarak aynı tür bıçağı kullanmışlardı. Yalnızca uçlarına jilet görünümü elde etmelerini sağlayan bir şekil verilmişti, keskinlikleri normalden fazlaydı. Dört kişi, dört jilet... Bizi izliyorlardı, dört kamera konulmuştu. Gizlenmeye de çalışılmamıştı.
Kahkaha attım. "Ne o intihar mı etmemizi sağlayacaksınız?"
Az kalsın küfür de edecektim, elenmekten çekindim. Ses gelmedi, parmaklarımı birbirine vurdum. Öksürük benzeri bir ses gelmişti. Sırıtmadan edemedim, kapüşonumu kapattım. Sonuçta kameralar yukarıdaydı, belki yüz ifademi göremezlerdi. Masaya doğru yaklaştım, bir adım ötesinde duruyordum. Neden her zaman düşünme sorunu bana kalıyordu?
Arkama döndüm. "Anladığım kadarıyla fikriniz yok."
Ellerimi saçlarımın arasına attım, bedenimin ön tarafını arkadaşlarıma çevirdim. Olası ihanetlerden kaçınmalıydım. Yeniden odaklandım, yapmamızı istedikleri şey apaçık ortadaydı. Birbirimize zarar vermemizi istiyorlardı. Yapacak mıydım? Hayır, hiçbir zaman. Peki diğer iki grup yapacak mıydı? Muhtemelen evet. Savaş'ı yanıma çekmekle iyi yapmıştım, aksi halde aklım onda kalırdı ve asla yoğunlaşamazdım. Dört bıçak... Dört kişi... Defalarca kez tekrarladım.
"Herkes eline bir bıçak alsın." Avucum açık olacak şekilde elimi masanın üzerinde gezdirdim. "Görüyorsunuz... Dört kişi, dört bıçak var." Kızlar birbirimize saldıracağımızı sanmışlardı, korkuyorlardı. Beli etmemeye çaba sarf etseler de anlıyordum. "Onların istedikleri bazılarımızın zarar görmesi. Ya kendinize istedikleri kadar zarar verirsiniz ya da ben size zarar veririm."
Bıçağımı alıp kapüşonlu ceketimin kollarını sıyırdım. Hemen ardından da kesik attım. Savaş da tedirgin olmuştu. Zarar göreceği için değil, duruma çok alışıkmışım gibi hakim olmam korkutmuştu. Eh, öyleydim de. Yaşadıklarıma göre minik bir acıydı. Sanırım henüz iyileşmekte olan kesiklerimi de görmüştü. Tereddüt etmeden diğer bıçağı alıp koluna kesik attı. Hiçbir yüz ifadesi oynamamıştı, sadece dişlerini sıkmıştı.
"Hanımlar sıra sizde." Zoe birkaç adım öne attı.
Bıçağını sıkıca tuttu, tutuş şeklinden deneyimli olmadığı anlaşılıyordu. O an fark etmiştim, o sivil öğrencilerdendi. Siviller hayatı boyunca hiç dövüş eğitimi almıyordu, diğer çocuklar gibi okula gidiyorlardı. Normal ailelere sahiptiler, doğdukları evde kalıyorlardı. Yani anne babası bu tarz işler için eğitmiyorsa kesinlikle bilgileri olmuyordu. Bazense yeteneklerini kontrol edemiyorlar bu nedenle. Ara sıra internet dünyasını özel güçlü insanların kameraya yakalanmasıyla ilgili videolar kasıp kavuruyordu. En sonunda da kimse gerçek olduklarına inanmıyordu, montaj olduğunu iddia ediyorlardı.
Gözlerini sıkıca kapatıp bıçağı koluna değdirdi. İlk başta duraksamıştı, gerçekten kolunda hissetmesi ürpermesini sağlamıştı. Hemen ardından da bastırdı, aşağıya doğru da çekti. Küçük bir inilti çıkmıştı dudaklarının arasından. Gözlerini açar açmaz bıçağı yere attı. Canı acımıştı, gözleri dolmuştu. Aklıma anılarım gelmişti, ilk yaralanmamda aynı tepkiyi vermiştim. Sonrasında güçlü olmayı yavaş yavaş öğrenmiştim, öyle ki çocukken hastalığıma alışabilmem için hep soğukta bekletmişlerdi.
"Tamam, sorun yok, geçti." Sıra Melissa'daydı, gözler ona dönmüştü.
"Ah h-hayır." Kafasını iki yana salladı. "Yapamam, biriniz yapsın! Lütfen..."
"Tamam, ben yaparım." Temiz bıçağı aldım. "Tutun kollarını." Zoe'nin tutmadığı kolu tutacaktım, Savaş'ın daha sıkı tutacağını biliyordum. Suratıma boşu boşuna yumruk yersem görevliler istediklerini gerçek anlamda alırdı.
Kollarından tutuklarında çok kan kaybetmeyeceği bir noktayı seçtim. Benimkinden biraz daha küçük bir kesik attım. Başta kolunu çekmeye çalışmış, Savaş sıkıca tutunca vazgeçmişti. Yaradan çıkan kanları gördüğündeyse konuşmadan birkaç saniye öylece bakakalmıştı, gözleri büyümüştü. Far görmüş tavşan gibiydi. Aniden kafası öne doğru düştü, bayılmıştı. Normal bir gün olsa ayılmasına yardımcı olur, iyi olup olmadığını anlardım ama bu kadar çok oyunu geçeceksek onunla ilgilenemezdik. Herkes kendi yaşamından sorumluydu.
"Cidden mi?" Kızın çenesini tuttum, yüzünü kaldırdım. "İşe yarayacak olsa tokat atma vb. ilkel yolları denerdim."
Bayılmanın sırası mıydı? Daha önce iki kez bayılmış olsam da sonuna kadar savaştığım için olmuştu. Küçükken aldığım en zorlu görevlerimde dahi bayılmamıştım. Bırakmalarını işaret ettim, sıradaki oyuna kadar ayılmasını bekleyebilirdik. Eğer o ayılmadan oyun başlarsa ve ağırlık taşımamamız gereken bir şeyse yardım edemezdik. Aksi halde bir kişi için üç kişi ölürdü. Mantıklı düşünmek zorundaydık. Kameralara doğru baktım. Neden hâlâ yeni oyuna geçmemiştik?
"Merhaba A.S.K.E.R yöneticileri hazretleri!" En yakınımdaki kameraya dönmüştüm. "Zahmet olmazsa sırada her ne varsa ona geçebilir miyiz? Kör değilseniz görmüşsünüzdür, ne istediyseniz yaptık."
Yaklaşık üç dakika boyunca öylece kalakaldık. Ne bir ses ne de bir hareket vardı. Diğer iki grubun kavgalarının henüz bitmediğini ümit ediyordum, birbirimize saldıramazdık. Planımdaki gibi kendine zarar vermeyi düşünen de olmadığını biliyordum. Akla ilk geleni, düşünme gerektirmeyeni tercih etmişlerdi. Sinirle duvara yumruk attım, metal yamulmuştu. Nasıl yaptığım hakkında en ufak fikre sahip değildim. Neden arkadaşlarımızı öldürmek zorundaydık ki?
"Sizden nefret ediyo-" Aniden ayaklarımızın altındaki zemin kaydı, hızla yere düşüyorduk.
Yaklaşık on saniye boyunca düşmüştük, hayatımda yaşadığım en uzun on saniye diyebilirdim. Havanın hızla vücuduma çarpması tuhaftı. Yere düştüğümüzdeyse yumuşak bir zemine çakılmıştık, antrenman salonlarındaki minderleri andırıyordu. Hızımı alamadığım için bedenim biraz yuvarlanmış, yumuşak zeminin dışına sürüklenmişti. Kırık benzeri büyük bir acı hissetmediğim için minnettardım. Hareketlilik durmuştu, etraf fazlasıyla karanlıktı. Işık saçan cihazlar yoktu. Başka kişiler de yakınlarımıza düşmüştü, diğer iki gruptan sağ kalanlardı. Kimlerin birbirini öldürdüğünü merak ediyordum. Acaba kim reddetmeden emirlere uymuştu? Yöneticilerinin her dediğini kabul eden bir zihin korkulması gereken bir zihindi, asla güvenilmezdi.
Küfür seslerini saymazsak ortam da çok sessizdi. Savaş konuşmamıştı, o sormadıkça ben de konuşmayacaktım. Nedense sessiz olmamız gerekiyormuş gibi hissediyordum. Her an arkadaşlarımız tarafından avlanabilirdik. Dizlerimin üstüne kalkıp etrafı yokladım, Melissa'yı arıyordum. Nereye düşmüştü? Elim duvara çarptığında kenara geçip sırtımı yasladım, onca yaradan sonra ezilerek yenilerini ekleyemezdim. Çekildiğim an da önümden biri geçti, ayağımın ucuna çarpmıştı. Durdu, neye çarptığını anlamaya çalıştı. Hemen ayağımı kendime doğru çekiverdim. Yürümeye devam etti, fazla uzaklaşmamıştı.
"Kardeşimi öldürmüş o." Sesin kime ait olduğunu çıkaramamıştım. Kız sesiydi, Sıla'ya ait olabilir miydi? "Ben de onu öldüreceğim."
Ayağa kalkmadan ellerimle kendimi ittirdim, uzaklaşmaya çalışırken oturan başka birine çarptım. Daha doğrusu kasıtlı olarak yanıma oturduğu için çarpmıştım. "Selam Küçük Hanım." Aniden panikleyip kaçmamı engellemek için kolunu omzuma attı. İşaret parmağını da dudaklarıma bastırdı, yine sıcacıktı. "Soğuksun."
Saçını çektim, birkaç saçı kopup elimde kalmıştı. "Bir de kalbimi gör." Böyle bir durumda konuyu nasıl aşk meşk işlerine getirebilirdi?
Kopan saçlarını almak için parmak uçlarımı tuttu. "Kalbini açarsan orayı da ısıtırım ki... Benim kalbimi alev alev yakan sensin, sıcaklığı ikimize de yeter." Saçları alıp kafasının üstüne attı, yaptığı aşırı komikti. "Ben de olan ben de kalsın, bir gün senin olursam ve soy ismim Dwan olursa alabilirsin."
Kuzey'e ne içirdiler? Sorunun cevabını artık katilin kim olduğunda daha çok merak ediyorum. "Hı hı."
Çaktırmadan birkaç santim uzaklaştım ama aramızdaki mesafeyi eskisinden de çok kapattı. Madem yanımda kalmak istiyordu, o zaman kalabilirdi. Görevlerle, antrenmanlarla dolu normal bir gün de yapsaydı ağzını kırmıştım. Zaten birkaç dişini daha önce kırmıştım. Ağzını kırmak da hiç zor olmazdı. Işıklar açılmamıştı, ne yapmamızı bekliyorlardı? Yine mi birbirimize zarar verecektik? Hep klasik tarz da sınavlar yapıyorlardı. Sınavlarımızı kim oluşturduysa hayal gücünden yoksundu.
Gerçi benim ki de farklı kafaydı, kim sınavların ne kadar orijinal olduğunu düşünürdü ki? Arada sırada duyulan birkaç konuşma dışında kimse ses çıkarmıyordu, salonun içerisinde sağa-sola hareket edenler haricinde kıpırdayan yoktu. Böyle böyle yarım saat beklemiştik. Ellerim üşümeye başlamıştı, içerisi soğuyordu. Sınavın soğuklukla ilgili bir sınav olmadığını ümit ettim, Kanada'da zaten denememişler miydi? Avuçlarımı birbirine sürtüp ovuşturdum.
Yaklaşık iki saat daha geçtiğinde merakım katlanarak arttı. Odanın içi gitgide soğuyordu. Nefes alışlarım bunaltıcı gelmeye başlamıştı, havalandırmaları çalıştırmamışlardı. Işıklar yandığında salonun büyüklüğü daha da çok ortaya çıkmıştı. Herkes rasgele köşelerdeydi. Savaş odanın diğer ucunda, tam karşımdaydı. Melissa daha yeni kendine gelmişti, başını ovuşturuyordu.
Kimlerin aramızdan ayrıldığını kontrol ediyordum. Herkes tam gözüküyordu. Alexsander ortalıkta yoktu, Sıla'nın kardeşi de yoktu. Yanlış görüp görmediğimi kontrol ettim, ayağa kalktım. Herkesin görüş açımda olmasına özen gösterdim. Evet, ikisi de yoktu. Acaba onları kim öldürmüştü? Az önce konuşmasını duyduğum kızın Sıla olduğu da kesinleşmişti. Bakışlarım Kuzey'in omzundaki kana döndü, içinde yer aldığı gruptan biri ona saldırmıştı.
Şaşkınlığımı fark etmişti. "Önemli bir şey değil." Tişörtünün yakasını sıyırıp yarasını incelemeye başladığımda kesiğin üzerini örttü. "Ne kadar inatçısın. Önemli bir şey olmadığını söyledim işte."
Yeniden yaraya hamle yaptım. "Sorduğumu hatırlamıyorum."
"Birimizin inatçılığı bırakması lazım, yoksa gelecekteki çocuklarımız mutlu bir çift olduğumuzu düşünmeyecek." Bunları numaradan söylemişti, amacı yalnızca beni durdurmaktı. Bu tarz konuşmalardan hoşlanmadığımı biliyordu. Eğer normal şekilde karşı gelseydi kesinlikle sorun olduğunu anlardım, yavaş yavaş beni tanımaya başlamıştı. "İnatçılığı asla bırakmam, eğer bırakırsam seninle ortak bir geleceğim olmaz. Yani bırakması gereken kişi sensin." Kahkaha attı.
Gerçek anlamda söylememiş olsa da dediklerinden nefret etmiştim. Hayali peri masallarından da imkansızdı, siviller haricinde kimse bu çöplükten kurtulamazdı. Bırakın kurtulmayı görevlerinden başını kaldırmayı dahi hayal edemezdi. Sorumluluklarımızla başımız yeterince derde girmişti, mezun olduğumuzdaysa beş kat zorlaşacaktı. Öğrencilerin büyük çoğunluğu Asker ve Siyah takımdandı, bu iki takım da mezunlarını kısırlaştırıyordu.
Sebebine gelecek olursak, çocukların doğmasını istemiyorlardı. Özel güçlü insanlar kontrol altında tutulmalıydı. Nasıl olsa her halükarda dünyanın bir ucunda kontrol altına alabilecekleri özel güçlü insanları bulabileceklerdi, kendi himayesi altındakilerin çoğalmasını engel olarak belirli bir miktar sayıyı düşürüyorlardı. Biz evcil hayvanlarıydık, isterlerse ürememize izin verirlerdi. İstemezlerse yaşamamıza bile karşı gelirlerdi. Rakun takımından olsam da babam kendi takımdakilerle aynı şartları yaşattırıyordu, muhtemelen kısırlaştırılacaktım.
Deney yapmadıklarını söyleseler de denetlenmiyorlardı. Siyah takımı birçok Kusursuz'a sahipti. Nasıl olur da hepsini elde edebilirdi? Tabi ki laboratuvarlarında yapıyorlardı veya diğer Kusursuzların saklamaya çalıştıkları bebeklerini zorla alıyorlardı. Bizim aksimize dünyadaki herkes Kusursuz denilen insanlardan haberdardı. Sihirli olmayan şeyler onlara korkutucu gelmiyordu. Çoğu kişi de deneylere devam edilmesini savunuyordu.
Neden mi? Kusursuzlar bizden uzun yaşıyordu, kolay kolay hastalanmıyorlardı. Soğuğa karşı en az dört kat dayanıklıydılar, çeviktiler. Vücutları kanser tarzı hastalıkları kolayca yeniyordu, hemen yorulmuyorlardı da. Daha kolay ağırlık kaldırabiliyorlardı. Listeye sayamadığım birçok madde eklenebilirdi. Hiç direkt olarak bir Kusursuz'la karşılaşmamıştım, kendilerini saklamak için epey uğraşıyorlardı. Az önce saydıklarım yalnızca diğer görevlilerden duyduklarımdı.
En sonunda görevliler anons yapmayı başarmıştı. "Işıktan kaçın."
"Ne?" Nasıl kaçabilirdik ki? "Bir fikrin var mı Avcı?"
Işıklar söndü, etraf kapkaranlık oldu. Herkes kargaşa esnasındaki insanlar gibi bağırmaya, konuşmaya başlamıştı. Söylenenleri doğru düzgün duymak mümkün değildi. Yeniden ışıkların yanmasını bekliyorduk. Başımıza geleceklerden habersizdik. Kapı zilini andıran bir ses duyulduğunda herkes sustu. Nereden geldiğini bulmaya çaba sarf ediyorduk. İlk fark eden kişi olmuştum.
"Orada!" Bağırarak parmağımla gösterdim.
Üç-dört parke büyüklüğündeki kare ışıklar yerde hareket ediyordu, hızla üzerimize doğru geliyorlardı. Tam olarak ne yapmalıydık? Basmamaya mı çalışmalı yoksa üzerinde de mi durmamalıydık? Tam tersi yönde başka ışıklar da belirmişti. Birbirlerinin aynısıydılar, satranç zeminindeki kareleri andırıyorlardı, kısacası beyazlardan kaçmalıydık. Saçtıkları ışık gözlerimizi acıtmıştı, yani hem kaçmaya çalışmalı hem de görüş yeteneğimizden olmamalıydık.
"Yeter artık!" Anlık olarak herkesin dikkati Zoe'ye döndü. Işık saçan karelere en yakın olan kişiydi. "Bu ne biçim sınav? Ailem beni buraya gönderdiğinde anlaşmasında bu tarz şeyler yoktu. Onları kandırdını-" Kareler kızın altına geldiğinde kırmızı renge döndü ve onu ortadan ikiye kesti.
Çığlıklar ortama hakim olmuştu, donduğum için hiçbir şey yapamamıştım. Birkaç saniye öylece bakakaldım. Tamam, birçok ceset görmüştük ama önümüzde birinin parçalanıp ortadan ikiye bölünmesini algılayamamıştık. Çok vahşice bir ölüm şekliydi, direkt olarak avlanmıştı. Kızın cesedinden fırlayan kan yerleri ve üzerimizi kırmızıya boyamıştı. Ağzımın içine dahi et parçaları girmişti. Kanın sıcaklığını hissediyordum, damlalar halinde aşağıya doğru süzülüyordu.
Elimin tersiyle yüzümü sildim. Saniyeler içinde üzerimdeki ceketi çıkarttım, ağzımın içindekileri de yere tükürdüm. Cehennemin dahi daha güzel olduğuna emindim. Üzerime doğru gelen karenin hemen yan tarafına doğru kaçtım. Ceketimi bırakmamıştım, yavaş da olsa yüzümü temizliyordum. Aksi halde tamamen üzerimdeki kanlara odaklanacak, aklımı oyuna veremeyecektim.
İşim bittiğinde ceketimi yine bırakmadım. Diğerleri de benim gibi kaçıyordu. Aslına bakarsak durmaya fırsatımız yoktu, sürekli hareket halinde kalmak zorundaydık. Bu tarz işlere alışkın olduğumdan iki işi aynı an da yapabiliyordum, Savaş ile ait olduğum takım bu tarz koşuşturma işleri için eğitim veriyordu. Arada sırada iyi olup olmadığını kontrol ediyordum. Diğerlerinden uzaklaştım, hepimiz iç içe durursak kolay hareket edemezdik.
İkinci oyundaydık, şimdiden üç kişi ölmüştü. Geriye yedi kişi kalmıştı, gittikçe de zorlaşıyordu. Katil şu an aramızdaydı, kim olduğunu bulmalıydım. Kendimi ve Diana'yı saymazsam kalan beş kişi arasında seçim yapmam gerekecekti. Yüzdelik olarak ele alırsak herkesin katil çıkma ihtimali beşte birdi. Bu saatten sonra en yakın arkadaşımdan dahi kuşkulanmalıydım. Ya da... Katil ölmüş de olabilirdi. Diana'dan şüphelenmiyordum, ona defalarca kez katil saldırmıştı. Gözlerimle görmüştüm.
Kuzey'in suçsuz olduğu ortadaydı, her defasında yanımdaydı. Savaş... O yalnızca bir sefer yanımda olmuştu, Kumsal'ın saldırısının asıl sebebi olabilir miydi? Biricik düşmanım Sıla'yı es geçemezdim, o da şüpheliydi. Katilin yakın olmadığım biri olduğunu umdum. Ölmüş olma ihtimali cazip geliyordu, yeni bir şey olmadıkça yaşayanların arasında olduğunu varsaymayacaktım. Arkadaşlarımı suçlamamalıydım.
Her taraftan kareler geliyordu. Değişmeye başlamıştılar: Üçgen, yuvarlak vb. şekillerde de oluyorlardı. Boyutları değişiyordu, bazen kavun büyüklüğünde oluyorlardı. Küçük olanları görmek, büyük olanlardansa kaçmak çok zordu. Arkamı kolaçan ettim, yakınımda yoktu. Gözüme bir kareyi kestirmiştim, birazdan deneyeceğim şey oyunda daha iyi olmamı sağlayacaktı. Yaklaşıyordu, diğerlerinin aksine daha yavaştı. Rengi yeşildi, yeşil olanlar ortalama hızda olanlardı.
Bana yaklaşmasına saniyeler kala gözüme Kuzey çarptı. İnsanlardan uzaklaşmıştı, Sıla onu süzüyordu. Yaklaşan karenin üzerine ceketimi fırlatacağım esna da donup kaldım, Sıla'nın kardeşini öldüren Kuzey'di. Nasıl yani emirlere harfiyen uymuş muydu? Yemin ederim ki ondan asla beklemezdim. Omzundaki kesik çocuğu öldürdüğü esna da olmuştu, demek ki kurbanı direnmişti. Görevler de en büyük başarıyı elde eden kişilerdendi, emirlere karşı geleceğini beklemek büyük bir hataydı.
Biri üzerime doğru atladı, yere düşmüştük. "Jaha! Aklın nerede?" Daha düşer düşmez yerden kalkıp elini uzattı. "Ölmemi istemiyorsan kendine dikkat et." Mavi gözlerinin önüne düşen simsiyah saçlarını düzeltti. Nereye baktığımı kontrol etti. "Ah, hayır... Aşık olmuş olamazsın. Gülünç olma J."
"Pardon." Elini tutup kalktım, ona yaklaşan bir kareyi görür görmez üzerine atıldım. Yeniden yerdeydik, dizlerim acımıştı. "Aşık olmadım."
Duvardan destek alarak kalktık. Gittikçe yoruluyorduk, daha dayanabilir miydik? Kuzey antrenmana yeni başlamış gibiydi, bizden iyi durumdaydı. İkinci oyuna başlamadan bizi bekletmelerinin nedeni içerideki havanın gitgide boğucu olmasını sağlamaktı, içerisini soğutmalarının nedeniyse kimse kolay kolay antrenmana ısınmadan başlayamazdı. Bilek burkulmaları, sakatlanmalar en çok bu tarz zamanlarda meydana gelirdi. Basit şekilde yaralanabilecekleri ve nefes sorunu olanları elemek istiyorlardı.
"O zaman neden ondan gözlerini alamıyorsun?" Yaklaşan iki dairenin arasında sıkışmıştı, son an da kenara çekildi. "J kız sohbet grubundaki iki yüz kızdan üç yüzü ondan hoşlanıyor. Lütfen bir şey varsa da sadece hoşlanmakla kal, kalbinin kırılmasını istemiyorum."
"Hoşlanmıyorum!"
Gözlerini alamıyorsun da demek de ne demek oluyor? Topu topu beş saniye boyunca izlemişimdir. Abartmaya gerek yok. Yaptıkları çok tatlı, yine de nefret ediyorum. Bana aşık olsa da sevmiyorum, asla da sevmeyeceğim. Yalnızca iyi bir arkadaş olarak görmek istiyorum. Hem kim bilir kaç tane daha kıza aynılarını söylemiştir. Hakkımda bildikleri bile o kadar şüpheli ki... Bay Uyuyan Güzel'in hayallerini süslemeyeceğim, o peri masallarında yaşamaya devam etsin. Masallarına inanmıyorum.
Yerdeki ceketimi aldım. "Sence şekillerin üzerine basmasak da olur mu? Yani üzerlerinden atlayabilir miyiz?" Son beş dakikadır uygulayamadığım planımı ancak yapabilecektim.
"Bilmem." Kenara çekilmemi işaret etti. "Deneyip riske girme sakı-"
Ceketimi gelen karenin üzerinden karşı tarafa attım, hiçbir şey olmamıştı. "Bir şey mi diyordun?"
Şimdi ise sıra gerçekten test etmekteydi. Karşı taraftan üzerime doğru gelen kareyi gözüme kestirdim. Arkamdaki kare bana varana dek ters yöne koştum hemen ardından arkamı dönüp bir önceki kareye doğru gittim. Üzerinden zıpladığımda sorunsuz şekilde yere inmiştim. Ne yaptığımı gören Savaş az kalsın baygınlık geçirecekti, risk almamdan nefret ederdi. Eh, artık yalnızca kenara çekilmeyecektik. Üzerlerinden de atlayabilirdik.
"Jaha bazen tam bir geri kafalı oluyorsun." Söyledikleri kalbimi kırmak için değildi, aptallıklarımı durdurmak içindi.
"Teşekkürler."
Henüz kimse ölmemişti. Yorulmamızı saymazsak herkes iyi gidiyordu, önümüzdeki on dakika içinde birkaç kişi yorgunluktan yere yığılabilirdi. Kendilerini zorlasalar bile ciğerleri uzun süre dayanmazdı. Şahsen illaki birinin ölmesi lazımsa Sıla'yı itebilirdim. Sahi neredeydi o? Hiçbir yerde yoktu. Arkamı kontrol ettiğim esna da yerini değiştirip değiştirmediğini de inceledim. Önceki odalara göre bu oda daha küçüktü (bir sınıf kadardı), yani görmemiş olamazdım.
İki metre genişliğindeki dikdörtgen üzerime doğru hızla geldiğinde zıpladım. Eğitimlerim sayesinde yükseğe zıplayabiliyordum, yere en uygun şekilde de iniyordum. Uzun bir süreden sonra işimi iyi yapabiliyor olmak güzeldi, aldığım derslerin yüzünü kara çıkarmamıştım. Bu oyunun en kötü tarafıysa, ne kadar yetenekli olursanız olun en küçük bir hatanızda elenecek olmanızdı.
"Şekillerin üzerinden atlayabilirsiniz, yeter ki basmayın." diye bağırdığımda anlık olarak dikkatler üzerimde toplanmıştı.
O an fark etmiştim, Sıla tam önüme geçmişti. Az önce gözümden kaçtığını düşündüm, tek sebebi buydu lakin Kuzey mükemmel şekilde ilerken düşmüştü. Biri arkasından itmiş gibi olmuştu, ceketinin kıvrıldığını dahi görmüştüm. Çok umursamadan yerden kalktı, arkasını kontrol etti. Şaşırmıştı, gerçekten birinin ittiğini sanmıştı. Yanılmamıştım, karelere basıp basmadığımı çok umursamadan yanına doğru ilerledim. Birkaç metre kaldığında şekillerin sayısı artmıştı.
Neredeyse basacak yer yoktu. Ayrıca insanların en kalabalık olduğu bölgedeydim, küfrettim. Fare kapanındaydım. Zıplayıp portakal büyüklüğündeki -kapanmakta olan- daireye bastım. Oradan da başka yere basana kadar yaşadığım süreç hayatımın en zor süreciydi çünkü ayağımı çeker çekmez alan tamamen kapanmıştı. Duraksamadan boşluğa, Kuzey'in olduğu kısma geçtim. Bana çarpmaması için seslenmeye karar verdiğimde olduğum noktadan biri tekme atıyormuş gibi düştü. Parmaklarının uçları önündeki kareye değmiş, kesilmişti. Sanırım sol serçe parmağı ikinci boğumuna kadar kesilmişti. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Çığlık attım, hayatımda ilk kez çığlık attım. Çok büyük bir çığlık değildi ama o an ki hislerimi yeterince yansıtmıştı. Zarar gelmesini beynim algılayamamıştı. Sanki hiç zarar görmeyen bir eşya, çok iyi korunan bir tarihi eserdi. Bu denli yetenekli birinin yenileceği, düşeceği aklıma gelmezdi. Yavrusuna zarar geldiğini gören hayvanlar gibiydim, deliye dönmüştüm. Nefes hızım eskisine göre üç kat artmıştı, yine de yetersiz kalıyordu. Yanına yaklaştığımda yerden kalkıp hızla bana doğru döndü. Parçalanan elini sıkıca yumruk yapıp havaya kaldırdığında çoktan gözlerimi kapatmıştım.
Eli gözlerimin önündeki saçlarımı havalandırdığında geriye adım attım. "Benden nefret ettiğini biliyordum ama bu kadar da ileri gidebileceğini sanmıyordum! Ya benden uzak dur ya da beynini o tuhaf ışıklara sürte sürte dağıtırım."
Selam, yorum yapmayı lütfen unutmayın. ❤💕
Çünkü yorumlarınızı okurken çok mutlu oluyorum. Sizi seviyorum.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top