Yeni Görev
Müdür en yakınındaki kağıtları düzenleyip konuşmasına başladı. "Sessiz olun."
Kimse neden odada toplandığımızı bilmiyordu. İçeri giren herkes sessizce boş bir köşe buluyor, etrafı incelemeye başlıyordu. Bense başımı önüme eğmiş, yırtık pırtık olan kapüşonumu neredeyse gözlerimin önüne kadar çekmiştim. Kapüşon takmak hayat stili haline gelmişti. Ortalıkta fazla dolanmayan, sessizliğini koruyan, sürekli bir köşede oturan kız rolünü oynuyordum. Halimden de gayet memnundum. Genelde giydiğim kıyafetler siyaha yakın koyu renklerdi, göze batmıyordu.
Koyu kahverengi gözlerimi etrafa dikerek aynı tondaki saçlarımı gözümün önünden çekip kulağımın arkasına sıkıştırdım. Stresten biraz terlemiştim, alnımdan aşağı boncuk boncuk terler akıyordu. Bir yandan da birinin parfümünün şekerli kokusu burnuma geliyordu, en sevdiğim kokulardan biri olan şeftali gibi kokuyordu. Herkes meraklı gözlerle birbirine bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Çoğu kişinin elinde spor çantası vardı, antrenmandan gelmiş olmalıydılar.
Boşalan koltuğu gördüğümde fırsatı iyi değerlendirip çabucak oturdum. Müdürün telaşı dikkatimi çekmişti, önemli gelişmeler hakkında konuşacaktı. Odadaki diğer çocuklarla sınıf düzeyim aynıydı. En küçüğümüzün on yedi, en büyüğümüzünse yirmi olduğunu tahmin ediyordum. Çok geçmeden herkes fısıldaşmaya, tartışmaya başladı. Bazı kişiler ceza aldıklarını düşünüyor, bazılarıysa yeni bir gruba ayrılacaklarını söylüyordu. Tüm konuşmalar odaya geniş bir uğultunun hakim olmasına neden olmuştu.
Takımların özel isimleri yoktu: Her takım hangi ülkedeyse o dile göre değişiyordu. Benim takımım olan Rakunlar veya diğer adıyla Dehşet Verenler en az üyeye sahip olanlardı. Genelde çok az çocuk eğitmeyi kabul eder, aralarına yeni üye almaktan çekinirdi. Hatta tüm takımların bağlı olduğu A.S.K.E.R yeni çocuk almaları için zorlamazsa hiç almazdı. Kendi takımımın en iyi öğrencisi olmamın yanı sıra binanın da en iyi öğrencileri arasındaydım.
Evet, birinci değildim ve olmayacaktım da. Her daim ilk üçe girenler çok göze batardı. Amacım ne çok göz ardı olmak ne de çok göze batmaktı. Bilgilere kolay ulaşabilmek için hem herkesin gözünün önünde olmalıydım hem de kimse beni fark etmemeliydi. Bu nedenle ezikmiş gibi davranmak zorundaydım.
Kimse konuşmasına ara vermeyince mecburen devam etti. "Aranızda katil, Raynaud hastası, ölüm zamanı tahmincisi, Kusursuz var."
İstemsizce bakışlarım avuç içime kaydı, bugün eldivenlerimi takmayı unutmuştum. Parmaklarımın renkleri hastalığımdan dolayı değişmeye, soluklaşmaya başlamıştı. Aralarındaki Raynaud hastalığına sahip kişi bendim. Ellerim çok soğukta kaldığında kan akışı o bölgelerde duruyordu. En büyük korkularımdan biriyse soğukta gereğinden fazla kalıp doku hasarına sahip olmaktı. Vücudumun her yerinde birçok kesik olduğunu varsayarsak yeni yaralar almam hoş karşılanmazdı.
Kusursuz... Henüz bilmesem de bu kelimeyi defalarca kez duyacaktım. Üzerlerinde deneyler yapıldıktan sonra ekstra kuvvet, dayanıklılık, hız kazanan kişilere denirdi. Kısacası insanüstü hale getirilen bireylerdi. Aramızda olduklarını zaten herkes biliyordu, mesele kim olduğunu bulmaktı. Herkes ait olduğu takımı, özel gücünü -tabi özel gücü varsa- söylemezdi. Binanın ilk kuralı sırların saklı kalmasıydı. Belki de bu yüzden yüzümü saklamaya bu kadar çok dikkat ediyordum.
İnsanlar şok içindeydi, en az onlar kadar merak ediyor olsam da sakinliğimi koruyordum. Müdür istediği ilgiyi topladığı için mutluydu, eski kravatını düzeltip önündeki evraklara yeniden göz gezdirdi. Diyeceklerini kağıda mı yazmıştı? Zihnimdeki tüm soruları boş verip arkama yaslandım. sandalyenin sert çıkıntısı sırtıma batmıştı, yerdeki tahtalar da sürekli gıcırdıyordu. Biri ne zaman adım atsa kenarları çıkıyor, diğer tarafı ise iniyordu. Tüm garip sesler iyice sinirimi bozmaya başlamıştı.
"Madem ilginizi çektim, o zaman devam etmemek olmaz." Sıkılmıştım, konuşmayı dinlemek istemiyordum. "Ayrıca bir adet hırsızımız, teknoloji dehamız, katilimizin suç ortağımız var. Biz bunların kim olduğunu bilmiyoruz. Sizin sınavınız ise kimin kim olduğunu bulmak, bize bildirmek. Birbirinize zarar verebilir, hatta öldürebilirsiniz. Tek kuralınız asla yakalanmamak."
Evet, duyduklarınız sizler için korkunç geliyor olabilir ancak bizim gibi unutulmuş çocuklar için oldukça normal. Neredeyse ilk adımlarımızdan beridir birer katil, asker, terörist olmak için özenle eğitildiğimizi varsayarsak tek ilgimizi çeken kısım "Yeni görev." kısmı. Bize yapacaklarımızı söylerler ve biz de yaparız, tıpkı bizden istedikleri gibi. Aksi olursa bir daha izimize rastlanmaz, bizi silerler. Gerçekten unutulur, bir köşede çürüyüp gideriz.
Yıllardır ASKER sisteminin kendi çıkarları uğruna görevler verdiğine tanık olmuştum, hiç boşu boşuna görev vermemişti. Yeni görevimizden çıkarları ne olacaktı? İşe koyulacaksam öncelikle amaçlarını anlamalıydım. Kimin kim olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Gerçek bir katille karşı karşıya olmayabilirdik, sınanıyor olma ihtimalimiz yüksekti. Peki sözcüklerini rasgele seçtiyse nasıl Raynaud hastalığımı tahmin etmişti? Binlerce hastalığın arasından Raynaud'u seçmesi tesadüf olamazdı.
Omzuma dokunan el yüzünden başımı yana çevirdim. "Selam." Fısıldayarak konuşuyordum. "Seni fark etmemişim, malum kapüşonla etrafı göremiyorum."
Savaş gülümserken sorun yok anlamında başını salladı. Gülümsemesi içinizi ısıtacak cinstendi. Dağınık siyah saçları buz mavisi gözleriyle uyum içerisindeydi. İkimizin de olanları umursadığı söylenemezdi veya... Umursamıyormuş gibi davranıyorduk. "Eminim öyledir, odanın en küçük ayrıntısı kazımışsındır aklına." İroni anlamında söylemişti, minik bir kahkaha atarken gözleri biraz kısıldı.
Doğru söylemişti, neredeyse hiçbir yere bakmamış olmama rağmen ayrıntıları kavramıştım. Tavan vantilatörü çalışıyor, odaya hafif bir esinti katıyordu. Cam açıktı, yine de kalabalık olduğumuzdan dolayı pis kokuyordu. Beyaz parkelerden yansıyan tavan yeşil renkteydi. Mobilyalar genel olarak ahşaptan yapılmıştı, masanın üzerindeki eşyalar dağınıktı. Yerler en son iki hafta önce süpürülmüş gibi duruyordu. Köşedeki çöp tenekesinin etrafı buruşturulmuş kağıtlarla kaplıydı. Pencerenin camı hafifçe çatlamıştı.
Aniden gülümsemesini sildi. Başımızı belaya sokmak istemiyordu. "Sakın müdürün lafına karışma. Millet kendi işlerine baksı-"
Susturmaya çalışsa da yeni başlıyordum. Kapüşonumu açtım, suratıma sevimli bir gülümseme yayılmıştı. "Bir sorum olacak." Lafa öyle bir girmiştim ki odaya sessizlik hakim olmuştu. Aslında herkesin bana odaklanması korkutucu gelmemiş değildi. "Daha doğrusu bir şeyi size demem lazım." Savaş elini alnına götürdü, yine başlıyoruz dercesine arkasına yaslandı. "Altı gün sonra saat 17.35 civarında öleceksiniz."
Dediklerimin başıma bela açmamasını diliyordum. Bunu yapmam lazımdı, aksi halde gerçekten bilip bilmediklerini anlayamayacaktım. Bakışlarımı asla kaçırmıyordum, göz temasını kesmek berbat yalancılara göreydi. İnandırıcılığıma artırmak uğruna gülümsememi yavaşça sildim. Son derece sessiz olan odaya fısıldaşmalar hakim olmuştu. Müdür duydukları karşısında korkmuş, hemen ardından da sertleşmişti. Elindeki kağıtları rasgele fırlattığında ise kağıtlar dans eder gibi süzülerek yere inmişti
"Hayır ölmeyeceğim!" Gümüş işlemeli kapıyı işaret etti. "Artık çıkabilirsiniz. Konuşmamız bitmiştir, dağılın."
"Evet, öyle." Artık bir cevabım vardı, amacıma ulaşmıştım. "Ölmeyeceksiniz." Görevliler kimin kim olduğunu gayet iyi biliyordu, zekamı ve psikolojik bilgilerimi kullanarak bunu çözmüştüm.
Üstelik fazla uğraşmama gerek kalmamıştı. Yarın ilk işim araştırmaya koyulmaktı. Odadan ilk çıkandım, hızla ayağa kalmış ve adeta yerimden fırlamıştım. Planladığım üzere günün geri kalanının odamda geçirecektim. Hızlı adımlarla yürürken birkaç kişinin arkamdan bağırdığını duyuyordum, muhtemelen müdür özür dilememi falan beklemiş olmalıydı. Duymamış gibi yapmak en iyisiydi, nasıl olsa herkes tarafından unutulacaktım. Holdeki parlak zeminden gözümü ayırmadan yürümeye devam ettim.
Biriyle utanç verici bir şeyler yaşadığımda o gün giydiğim kıyafetleri bir daha asla giymez, farklı kıyafetlerle çıkardım. Çoğunlukla sorun yaşadığım kişiler tarafından tanınmazdım. Sonuçta kimse önünden geçen rasgele kişilerin yüzünü hatırlamaya çalışmazdı. Yaptıklarım bir tık üzücü olsa da başka kurtuluş yolum yoktu. Ya herkes gibi olacaktım ya da kimsenin ismini bilmediği kız.
Bugün binaya yeni gelen öğrencilerin ikinci günüydü, haliyle her yer kalabalıktı. Koridorlar insanlarla dolup taşmıştı. Hepsi birbiriyle sohbet ediyor, konuşmaya çalışıyordu. Hareketleri mantıksızdı, neden rakip olmak zorunda oldukları biriyle arkadaş olurlardı ki? Kapüşonumu kapatırken tanıdık bir yüzle göz göze geldim, işin garip tarafı o yüzü odada da görmüştüm, benden önce çıkması şaşırtıcıydı. Üstelik eşyalarını dolabına yerleştiriyordu.
Beni görür görmez dikkati üzerimde yoğunlaştı, gözlerindeki ateşi görebiliyordum. Oldukça sinirliydi, sanki patlamak üzereydi. Kuledekiler bilmiyor olsa da eskiden ikimiz çok yakındık, kardeş gibiydik. Hiçbir zaman birbirimizin arkasından konuşmaz, sırt sırta sorunlarımızı hallederdik. Küçükken oyunlar oynadığımızı, şakalaştığımızı hatırlıyordum. Güldüğümüz, kahkahalar attığımız zamanlar cidden çok hoştu. Eski zamanlara dönmek için tüm varlığımı feda edebilirdim.
Yaşadıklarımızın arasından çok uzun zaman geçmemişti, yaklaşık altı yıl önceye kadar tüm konuşmalarımıza devam ediyorduk. Sonrasında üç buçuk yıllığına göreve gönderilmiştim. Döndüğümde ise eski arkadaşımdan eser yoktu, başka biri olmuştu. Arkadaş canlısı hali tamamen gitmişti, resmen yerine şeytan geçmişti. Eskiden antrenman yapmayı sevmezdi, şimdi ise antrenmanlardan başını kaldırmıyordu. Başını kaldırdığı zamanlardaysa karı, kız mevzusu açıyordu. Kimsenin nasıl olduğunu düşünmezdi, görevler sırasında yaralanan kişiler umurunda değildi. O an bir şeyi yapması gerekiyorsa yapıyor, sonrasında hiç vicdan azabı çekmeden ortalıktan ayrılıyordu.
Ortalamanın fazlasıyla üstünde olan tipine aldanmamak lazımdı, dövüşlerde oldukça sertti. Masmavi gözleri hiçbir hamlenizi kaçırmazdı. Aşırı kaslı gözükmese de vücut çalıştığı belli oluyordu, boylarını saymazsak Savaş'a oldukça benziyordu. Yoğun programına rağmen siyah saçları her zaman düzgündü. Genelde sıradan kıyafetler giyer, yüz hatlarını belli edecek renkte bereler takardı. Hafif çıkık elmacık kemiklerine sahipti, her daim dik yürürdü.
Sinirime hakim olamadım, yüzüm kıpkırmızıydı. "Senin sorunun ne?" Konuşurken tükürükler saçıyordum. Normalde yaptığım hareketten utanacak olsam da gözüm dönmüştü.
"Asıl senin sorunun ne Dwan?" Soy ismimle hitap etmesi kötüye işaretti. "Haftada bir-iki kez uzunca sohbet ederdik. Şimdi selamımı almıyorsun." Uzunca sohbetten kastı en fazla üç dakikalık ayak üstü konuşmalardı. Zaman geçtikçe onunla geçirdiğim süreleri kısmıştım.
Kol kola girmiş iki kız bize doğru geliyordu, arkalarında sürükledikleri bavul tok sesler çıkarıyordu. İkisi de aşırı güzeldi, ipeksi sarı saçları omuzlarından aşağı sarkmıştı. Mermer beyazı ten renkleri sayesinde oyuncak bebeği andırıyorlardı. Benzerliklerinden ötürü ikiz olabileceklerini düşündüm. Boyları, benleri dışında farklara sahip değildiler. Göz renkleri dahi aynıydı, hatta tonları bile. Eski arkadaşıma -Kuzey Avcı'ya- bakıyorlardı, galiba şu sıralar bu hanımefendilerle flört ediyordu.
"Görüyorsun." Kızları işaret ettim sinirle, kaba bir davranış olduğunu bilsem de umurumda değildi. "Sorunum bu, asla olmaman gereken birine dönüştün. Asla da eskisine dönemeyeceksin. Ben değişmedim, değişen sensin."
Savaş yetişmiş, bize katılmıştı. Elini omzuma koydu, bu hareketi yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Kaşlarını çatmış, Kuzey'i süzüyordu. İkisi birbirinden nefret etme nedeni benim Kuzey'i sevmememdi, sürekli geçmişi düşünmeme neden oluyordu. Kendime hakim olamıyordum, elimde değildi. Hepimiz kötü olaylar yaşamıştık, abartmaya gerek yoktu. A.S.K.E.R sisteminde olan hiçbir öğrencinin geçmişi içler açıcı olmamıştı ki. Savaş'ı kolundan çekiştirip uzaklaştırdım, beni korumaya çalışıyor olsa da yanlış hamle yapmıştı.
Boyu yaklaşık bir doksandı, hatta biraz daha fazla... Aramızdaki boy farkından dolayı başını yere eğdi. "İyi misin?"
"İyiyim, teşekkür ederim." Çoktan iki-üç adım uzaklaştırmayı başarmıştım. "Biz de konuşmamızı bitirmiştik zaten. Hadi gidelim."
Savaş tek kelime etmedi, neler olduğunu öğrenmek için beni sorguya çekecekti. Sadece doğru anı bekliyordu, odama döndüğümde sorularından kaçamayacaktım. Kuzey koridordaki herkesin sesini bastıracak şekilde bağırdı. "Bugün seni seçtim Jaha Dwan!" Ayağımı yere vurarak arkamı döndüm. Ağzımdan kazayla küfür kaçırmıştım. Duyduğu küfür karşısında sırıttı. "Antrenman eşim sen olacaksın."
A.S.K.E.R sistemi içerisinde biri sizi antrenman eşi seçtiyse itiraz edemezsiniz, onunla antrenman yapmanız gerekir. Tabiri caizse dövüşmeniz gerekir, buna dayak yemek de dahil. Kuzey ile antrenman yapmak berbat bir his, herkesle yapabilirim ama o olmaz. Dövüş esnasında hangi konularda kötü numarası yaptığımı anlıyor, hepsini çözerse işim cidden biter. Bugünkü antrenman eşi olarak seçmesinin tek sebebi intikam almak. Sinir bozucu olduğunu kanıtlar nitelikte. Binadaki en iyi dövüşçümüzün, hatta en iyi askerimizin o olması dışında sorunum yok.
Yüz ifadelerimi muhteşem derecede iyi kontrol edebilsem de karşısındayken kendim engel olamıyordum. Gözüm kızgınlığımdan ötürü sürekli seğiriyordu. Canımı yakmayacak şekilde yumruğumu sıktım. Etraftaki insanların dikkati artık tamamen üzerimizdeydi. Birkaç adım öne doğru yaklaştım, yine de aramızdaki mesafeyi koruyordum. Olası bir kavgaya sebebiyet vermek katlanılmazdı, hem ceza da alabilirdik.
İki kaşımı da yukarı kaldırarak konuştum. "Ya öyle mi?" Beni antrenman eşi seçmesine gerçekten şaşırmıştım. "Nasıl istersen." Eninde sonunda dayak yiyecekti. "Ama haberin olsun... Buna pişman olacaksın."
En yakınındaki sarışın kızın koluna girdi, sanırım onu daha güzel bulmuştu. "Hı hı aynen. Emin öyledir." Göz temasımızı kesitti, sanki üzeri tozlanmış gibi ceketini silkeledi. "Bekliyor olacağım, yirmi dakika içerisinde ana antrenman odasına gel."
Zaten saldırmamak için kendini zar zor tutan Savaş aramızdaki mesafeyi kapattı. Aralarında iki santim ya vardı ya da yoktu. Kuzey'den daha uzundu, gözlerini yere çevirmişti. Buna rağmen başını birazcık bile aşağı eğmemişti. Dik başlılığı hayran kalıcı cinstendi, boşu boşuna benim arkadaşım değildi. İkimiz de birbirimizin kopyasıydık. Sinirden kahkaha atmamaya çalışıyordum.
"Hey! Geri çekilin." Aralarına girip ikisini uzaklaştırmaya çalışmış, becerememiştim. Sanki kelepçelenmiştiler, tüm gücümle itiyordum.
"Jaha'dan uzak dur!"
"Belki."
Geri çekilip durum değerlendirmesi yaptım, ikisini nasıl ayırabilirdim? Olanların hepsi beş saniyeden kısa sürede olmuştu. Eğer daha da uzun sürerse saldırırlardı. Her geçen saniye büyük bir kavgaya yaklaşıyorlardı. Başkalarından yardım isteyemezdim, ikisinin etraftakiler saldırma potansiyeli yüksekti. Binanın verdiği cezalar katlanılamazdı, düşmanlarımın başına dahi o tarz berbat şeylerin gelmesini istemiyordum. Elimi çabuk tutup plan yapmalıydım. En kötü ihtimalle Kuzey'i sakinleştirmeliydim, Savaş her daim sözümü dinlerdi.
Suratıma oldukça sevimli bir gülümseme yerleştirdim. Vücudumun yönünü tamamen Kuzey'e dönmüştüm. "Sakinleş..." Parmak uçlarım kalbinin tam üstünde olacak şekilde elimi koydum. "Eminim bunu diğer günler antrenmanlarda halledebilirsiniz." Bakışları Savaş'tan bana kaydığında yanındaki sarışın kızla beraber yürümeye başladı. "Şükürler olsun."
Kızın arada sırada kafasını çevirip beni süzdüğünü görebiliyordum. Herhangi bir dişi Kuzey'in yanında takılıyorsa cidden geri zekalı olmalıydı, aksi halde mantıklı sebep yoktu. Binadaki herkes birkaç gün flört edip ardından yeni bir kız bulacağını bilirdi, hiç tersi olmamıştı. Tüm kızlarla cilveleşmesi ondan nefret etmemin diğer sebebiydi. Neyse ki sarışınlara yürüyordu, kakaolu sütten biraz daha açık olan tenimle kesinlikle listesinde değildim.
İnsanlar işlerine döndüğünde antrenman odasına doğru yol almıştık. Elbette konuşacaklarımız vardı, kalabalıktan kurtulmaya çalışıyorduk. Aynı kalabalığın sonraki günler olmamasını umuyordum. Gerçi yeni gelen kişilerle binanın yani kulenin nüfusu üç katına çıkmıştı. Acaba bizim takımıza yeni gelen üyeler var mıydı? Bazı gelişmeleri öğrenmek için can atıyordum, diğer insanların aksine benim takımımdaki insanlar kardeş gibi büyürdü. Hepimiz birbirimizi biliyorduk.
A.S.K.E.R dünyadaki her ülkede olan bir şirket, tabii en az beş milyon nüfusa sahip ülkelerde binaları var. Binalardan söz edilirken melce, penah, sığınak, kule gibi isimler de kullanılıyor. Ben çoğunlukla kuleyi tercih ediyorum: Gökdelen şeklindeki yapılara en iyi tarif eden kelime kuşkusuz kule. Amaçları özel güçlü çocukları veya kendileri olmasa da aileleri özel güçlü olan çocukları toplamak, topluma kazandırmak. Tabii bu dünyadaki önemli kişilere söylenen laf.
Burada olup gerçekten mutlu olan kişi sayısı çok azdır. Dört yaşımızdan beridir dövüş eğitimi alıyoruz. Birbirimizle yaptığımız antrenmanlar dışında her gün en az iki saat bireysel antrenman yapmak zorundayız. Gece ondan sonra odalarımıza dönmeli, sabah beş otuz olmadan önce çıkmamalıyız. Antrenman dışında kimseye zarar vermemeli, görevli odalarına da girmemeliyiz. Böylece sosyal hayatımız en aza iniyor, görevlerimize odaklanmamızı sağlıyorlar.
Olurda kurallara uymazsak biteriz. Cezalar ağır dayak cezalarıdır, dört yaşında dahi olsanız dayaklarından kaçamazsınız. Onlar size zarar verirken karşı koymaya çalışırsanız -ki en az 4 kişiden dayak yiyeceğiniz için bu biraz imkansız- ekstra ceza alırsınız, hatta sizi öldürebilirler. Sorgulamayan, emirlere her daim eksiksiz uyan kişiler yetiştirmeye çalışıyorlar. Eğitimlerimiz bittiğinde yeteneklerimize göre yerleştiriliyoruz. Tüm kurallara harfiyen uymama rağmen korkuyorum.
Antrenman odasına varmak üzereydik, haladır konuşma fırsatımız olmamıştı. Sürekli etrafıma bakıyor, rasgele detayları aklımda tutmaya deniyordum. Böylece asıl meseleye odaklanabilirdim. Mesela çalışmayan gri kaplama tavan havalandırmaları gibi... Sürekli tuhaf tıkırtılar çıkarıp duruyorlardı. Yerlere vişne suyu benzeri bir içecek dökülmüştü, temizlikçilerse malzemelerini bırakıp etraftan yok olmuştu. Yoğun kimyasal kokusu başımın dönmesine yol açıyordu. Halbuki birkaç metre ötedeki ışıklı otomat makinesinde vişne suyuna benzer bir içecek yoktu, yeni gelenler yanında getirmiş olmalıydı. Kim vişne suyuna bassa ayaklarının altı kıpkırmızı oluyor, etrafa yayıyordu.
Korku filmlerindeki kan sahnelerinden farksızdı. Floresan lambalardan biri sürekli yanıp sönüyor, adeta düşüncemi destekliyordu. Aydınlatma konusunda oldukça iyi olsalar da bazen tedirgin olmama neden olabiliyorlardı. Gözlerimi kör edici ışıktan ayırdım, duvarlardaki eski boya izlerine baktım. Birkaç hafta önce yeniden vişne rengine boyanmışlardı. Genelde dekorasyon rahatlatıcı şekilde seçilse de ilk kez hata yapmışlardı.
Ne yaparsam yapayım aklıma o geliyordu. Bir türlü unutamıyordum, başıma geleceklerden korkmuştum. İtiraf etmeliyim ki paniklemiştim, herkesin önünde Kuzey'le konuşmak daha tanınır hale gelmeme neden olmuştu. Artık rahatça hareket edemeyebilirdim. Üstelik ana antrenman odaları dopdolu olurdu, aramızda sözlü kavga olursa insanların dikkati yine üzerimize toplanacaktı.
Tanınmamak hem rahat davranabilmemi hem de babama kolayca bilgi aşırabilmemi sağlıyordu. Babam en güçlü takım olan Askerlerin kurucusuydu. Sahip oldukları çoğu bilgiyi benim sayemde bulmuş, ulaşmışlardı. Kızı olduğumdan kimsenin haberi yoktu. Çok fazla olmasa da bana yardım ettiği de oluyordu. Ayrıca yaptığım işlerden para kazanıyordum, rahattım. Tek korkum bunun öğrenilmesiydi, hastalıklarımızı dahi bilen kişiler nasıl olurda ebeveynimi bilmezdi?
Kapının hemen önünde durdum. Etrafımı inceliyordum, Kuzey gelmiş miydi? Kahkaha atarak sohbet eden insanların konuşmalarına kulak verdim, kalabalık yüzünden hepsini görmem imkansızdı. Kapıyı açmaya hazırlanıyordum ki kızılımsı sarışın kız bizi durdurmuştu. "Evet?"
Önünde tuttuğu devasa spor çantasını içine defterlerle doldurmuştu, şeklinden anlayabiliyordum. Sarı saçları omuzlarının iki parmak altına kadar iniyordu. Arkasından da bavulunu sürüklüyordu, bavulun üzerine zümrüt yeşilindeki spor çantasını koymuştu. Boyu benden yaklaşık beş-on santim kısaydı. Beyaz botlarını saymazsak tamamen spor giyinmişti. Suratındaki birkaç ben daha da kusursuz gözükmesine yol açıyordu. Dudaklarına sürdüğü çilekli parlatıcının kokusunu alıyordum.
"Şey..." Tatlı tatlı gülümsedi. "Ben Ece." Elini uzattığında sıkıca tutup gülümsedim. "Bugün gelenlerle geldim, sizi takım binasında da görmüştüm. Aynı takımdan olmalıyız." Gözlerini gri tavana çevirdi. "Rica etsem bana odamı bulmamda yardımcı olabilir misiniz? Çünkü iki saat önce kızıl saçlı bir kızdan yardım istedim ve beni yiyecekmiş gibi baktı."
"Ağ..." Kararı vermem için bekledi, benden söz çıkmayınca iş başa düşmüştü. "Yarım saat beklersen seve seve yardım ederiz, şuan antrenmanımıza geç kalmak üzereyiz." Benim elimi itip kendi elini uzattı. "Hem senin için de deneyim olur, sonraki günler antrenman odasını aramak zorunda kalmazsın. Ha unutmadan diyeyim, ben Savaş."
"Hiç sorun değil." Kapıyı açıp eşyalarını çekti. "Şey burasıydı sanırım?" Antrenmanlardan gelen sesler cevabını almasına yardımcı olmuştu.
Elimi itmesine kızmamıştım, en yakın arkadaşımdı. Minik sebeplerden kavga edemezdik, konuşmayı toparlaması iyi olmuştu. Yeni gelenleri pek sevmesem de yardım etmeye çalışırdım. Dost edinme fırsatım varken edinirdim, düşmanlarımla arkadaş olmalarındansa benimle takılmaları daha mantıklıydı.
Ece'nin duyamayacağı şekilde fısıldadım. "Ne o?" Savaş'a çimdik atıp kahkaha attım. "Güzel kız yani... Öhüm... Yengemiz olabilir diyorsan ayarlarız."
Telaşlanmıştı, ciddi tavrına döndü. "Ne? O mu? Hayır ya..." Elimi kendine doğru çekip üzerine öpücük bırakıyormuş gibi davrandı. "Leydim... Benim ilk göz ağrımsınız." Artık ikimiz de kahkaha atıyorduk. "Of... Jaha ya... Boşver işte."
Antrenman odasında çalışan onlarca kişi vardı, yine de devasa boyutu sayesinde kalabalık değildi. Demir, tahta sopaların birbirlerine vurdukça çıkan ses odanın içinde yankılanıyordu. Kapıya yakın taraftaki duvar yerden tavana kadar aynalarla kaplanmıştı. Önlerinde de tahta oturaklar duruyordu. Çoğu kişi hırkalarını, çantalarını, sularını üstlerine koymuştu. Işıklandırma aşırıya kaçmıyordu. Duvarlar kulenin birçok yeri gibi gri renge boyanmıştı ama siyaha yakın bir tondaydı.
Yerler orta yumuşak, yumuşak, sert olmak üzere üçe ayrılmıştı. Orta yumuşak yerde antrenman yapmayı tercih ederdim, karşımdaki kişiye zarar vermeyi sevmezdim. Zaten orta yumuşağın da gerçekten yumuşak olduğu söylenemezdi, kısacası sorun olmuyordu. Ece eşyalarını yerleştirirken kollarımı sıyırdım. Gözlerim sürekli insanlara kayıyor, Kuzey'i arıyordu. Sebebini anlayamadığım bir şekilde direkt olarak dik dik bakmak istemiyordum.
Belirli aralıklarla bırakılmış olan çantaları itekleyip yer açtım. "Ece birazdan dövüşeceğim bir geri zekalı var. O sana yaklaşırsa uzaklaş, bizim yanımıza gel. O herkese yürür yürür duru-"
Ece'nin hemen önündeki oturaktaki Kuzey lafımı yarıda bıraktırmıştı. "Ah... Lütfen, hünerlerim birilerine yürümekten ibaret değil." Yüzünde aynı küçümseyen, çapkın ifade vardı.
Umursamazlıkla sert zemine geçip boş yer seçti. Sopa almamıştı, tamam belki biraz korkmamı sağlamış olabilirdi. Sopa almamak direkt rakibini yenebileceğinin kanıtıydı, resmen dalga geçiyordu. Bense rakibim en beceriksiz kişi dahi olsa onurunu kırmamak için her daim sopa alırdım. Derin derin iç çekerek tahta sopaya uzandım, kapüşonumu iyice ayarlayıp hemen önüne geldim.
Dayak yiyeceksem de onu sinir ederek yiyecektim, susmamakta kararlıydım. "Bak işin aslı merak ettiğim çok soru var. Mesela kızıl saçlılar çok aşırı güzelken neden sarışınları tercih ettiğin. Üstelik kulede çok fazla kızıl var."
Homurdanarak mesafemizi ayarladı. "Az olanı severim." Saçlarını elinin tersiyle düzeltti. "Sen onu bunu bırak, ağzını burnunu kırdığımda hangi arkadaşının sana yardım edeceğini düşün."
Alaycı şekilde kahkaha attım. "Bilmem..." Gayet sakin tavırlarla tırnaklarımı incelemeye koyuldum. "En azından bazılarımızın aksine arkadaşlarım var."
Henüz başla dememiştik ki sinirlenip ilk hamleyi yaptı, yumruk savurmuştu. Yumruğundan kaçıp kenara sıyrılır sıyrılmaz arkamı dönüp sopayla yüzüne doğru hamle yaptım. Amacım yüzüne hamle yapıyor gibi gözükerek tekme atmaktı, tekmelerim hep güçlü olduğundan kolayca yere serebilirdim fakat o da aynısını düşünmüştü. Tekmelerimizin birbirleriyle buluşmasına ramak kalmıştı ki arkaya doğru kendimizi attık. Yere düşmüştüm, ellerimden destek alarak kalkmaya çalışsam da yapamıyordum.
Hamlelerimizin benzerliği korkutucuydu. "Ya öyle mi? Sen onu küçük çocuk gibi düşmene anlat. En son beş yaşındayken düşmüştüm." Dibime kadar gelip durdu.
Yere düşen sopamı almak için eğilmişti. Sol ayak bileğini bacaklarımla kavrayarak yerde döndüğümde düşürmüştüm. Çenesini yere vurmuştu, ağzından kanlar akıyordu. "Artık on sekiz."
Kalkıp yanına gittim, suratımdan tatlı gülümsememi eksik etmiyordum. Ayağımla sırtına bastırırken tırnaklarımı yeniden inceledim, küstah bir kadınmışım gibi davranarak daha da öfkelenmesine neden oluyordum. Sinir olmasına, nefret etmesine neden olmuştum. Dövüşü kazanmaktan da iyiydi. Boş da kalan elimle esniyormuş gibi ağzımı kapattım. Tüm dövüş yirmi saniye anca sürmüştü. Dövüşü bitirebilirdik, sonuç netti. Elimi uzatıp tutmasını bekledim.
"İtiraf etmeliyim ki..." Öksürdü, akan kanlar çoğalmıştı. "Gayet iyi. Hem de şaşırtıcı derecede." Elimi tutar tutmaz kendine çekti. Dengemi toparlayamayıp üzerine düştüm. "Ama benim daha etkileyici yöntemlerim var."
Altımdan sıyrılıp üzerime çıktı, nefesini yüzümde hissedecek kadar yakındım. Başkalarının bakış açısına göre durumumuz romantik veya utanç verici gözükebilirdi fakat yalnızca sinir bozucuydu. İkimiz de nefret duyuyorduk. Çenesinden, ağzından akan kanlar yüzüme damlıyordu. Kirpiklerimin üzerine sıçrayan kan damlaları gözüme kaçmasın diye sıkıca kapamıştım. Bazı damlalar ağzıma girmiş, midemi bulandırmıştı. Kana tahammül edebilsem de ağzıma girmesine edemiyordum.
Yöntemlerinin hiçbirini öğrenmeyecektim, kendi planlarıma sahiptim. Başkalarına kolay kolay yenilemezdim, sonuna kadar pes etmeyecektim. "Ya öyle mi?" Gülümsememi bozmadım. Gözlerimi açıp onun gözlerine diktim, dikkatini gözlerime toplayacaktım. "Neymiş o?" Parmak uçlarım kenardaki sopama kayarken aynı sakinliği korudum. "Öğrenmeyi çok isterim."
"Öğreneceksin de." Sopayı kavradığımı görmüştü. "Si-"
"Öğrendim!" Sopayı sırtına yaslarken bileklerine baskı uygulayıp dengesini kaybettirdim. Dizimle karnına sertçe bastırdım. Canının yanıp yanmaması umurumda değildi. "İki de bir... Ben kazandım. Seni iki kez yere serdim."
Boğazını sıkmaya hazırlanıyordum. Etraftaki insanlar bağrışıyor, koşuşuyordu. Antrenman yapmadığımızı, birbirimizi öldürmeye çalıştığımızı anlamıştılar. Birkaç saniye daha geç kalsalardı gerçekten birimiz ölecekti. Ceza alacaksam en güzel şekilde hak edecektim, boğazını sıktım. Parmağıyla kapının önünü işaret etti, gayet sakindi. İnsanlar toplanmış, halka oluşturmuştular. Tuhaflığı fark ettiğimde üstünden kalktım. Konuşmalarından yükselen ses yeni gelenlerin sohbetlerinden de gürültülüydü. Üzerinden kalkıp yan tarafa oturdum. Hareket etmeden izliyor, ne olduğunu çözmek için çaba sarf ediyordum.
Kuzey kolunun tersiyle ağzını sildi, ayağa kalkıp kalabalığa doğru gittiğinde peşinden gelmiştim. Sopaları dolabın etrafına dizmiştiler. Bazıları telefonlarıyla fotoğraf çekiyor, bazılarıysa telaşa kapılmış vaziyete uzaklaşıyordu. Savaş'ın yanına geçip kolunu tuttum, zar zor araya girmiştim. Artık ortamdaki panikleyen kişilerin sayısı biraz daha artmıştı, listeye eklenmiştim. Nasıl paniklemezdim ki? Ece'nin, yani az önce tanıştığımız kızın cesedi rafa tıkılmıştı.
Merhaba, nasılsınız? İlk bölümü beğendiniz mi? Lütfen yorum yapmayı unutmayın
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top