Sahte Sakarlık
Yaklaşık otuz saat sonra Kanada'ya varmıştık. Henüz tuvaletleri temizlememiştik, cezamız kuleye geri döndüğümüzde başlayacaktı. Kuzey aldığımız cezadan dolayı sinirlendiyse haklıydı, muhtemelen de sinirlenmişti. Cezamız aşırı utanç vericiydi, dayak yemeyi tercih ederdim. Tuvaletleri temizlerken insanlar yine fotoğraflarımızı çekeceklerdi. Üstelik her yerimiz berbat kokacak, gün boyu kirlenecektik. Uzun süredir sosyal medyada takılamamıştım, hakkımızda neler yazıldığını merak ediyordum.
Balçık benzeri vıcık vıcık yapıya bastığımda yüzümü buruşturmadan edemedim. Yemyeşil kusmuk benzeri yapının üzerinde küçük hava kabarcıkları oluşmuştu. Yosun benzeri bir bitki olduğunu tahmin edebiliyordum. Hemen arkamızdan gelen öğrenci grubunun yürüyüşünü aksatmamak için devam ettim. İkişerli, üçerli karışık sıralar halinde ilerliyorduk. Varacağımız yer ormanın içindeki askeriyelerden biriydi. Yaklaşık iki yıldır hiç kullanılmıyordu, araştırma amacıyla gönderilmiştik.
Sıkı giyindiğime sevinmiştim, karlı bölgeye girmek üzereydik. Dizlerimin hemen altına kadar olan bağcıklı çizmelerim ayaklarımı sıcak tutuyordu, içleri de yumuşacıktı. Kar yürüyüşüne uygundular. Kahverengi montum, kışlık taytım giyimimi tamamlıyordu. Saçlarımı toplamaya uğraşmamıştım, yaptığım tembelliğin kötü fikir olduğunu kar taneleri düşmeye başladığında anlamıştım çünkü saçlarıma yapışıp ıslatıyorlardı. Askeriyeye varana dek soğuktan ölmeyeceğimi ümit ediyordum.
Ha son olarak muhteşem güzellikteki eldivenlerimi de unutmamak lazımdı, kış görevlerinde kullanabilmem için oldukça fazla para harcamıştım. Sanırım parayı düşünmeden aldığım ilk üründü. Bileklerim açılınca hızla montumun kollarını eski yerine çektim. Hastalığıma rağmen birçok insana göre çevik hareket ediyordum. Bir yandan da çantamdaki şapkamı çıkarıyordum, saçlarımı içine tıkacaktım. Böylece dondurucu soğuktan biraz olsun korunacak, aynı zamanda da saçlarımın daha fazla ıslanmasına engel olacaktım.
Uzaktan veya üstten bakıldığımızda göç eden hayvanları andırdığımıza emindim. Gruplar halinde arka arkaya gittiğimiz için en önde kalanlar daha çok yoruluyordu çünkü karları ilk ezen kişilerdi. Neyse ki en önde yetişkinler duruyordu. Ayağımın atlındaki karları ezdikçe mutlu oluyordum, çıkan ezilme sesi hoşuma gidiyordu. Kar yağışı durmuş olsa da ara sıra rüzgar esiyor, çam ağaçlarının üstündeki karları yere düşürüyordu. Böylece filmlerdekine benzer yapay kar yağışı meydana geliyordu.
Sanırım insanları zorlayan en kötü koşul kıştı. Soğuk hava kıyafetleri çok ağırdı, terleme gibi durumlarda da çıkarma gibi şansınız yoktu. Zaten çıkarırsanız hasta olacağınız kesindi. Mecbur olarak vücudunuzun yapısı altüst oluyordu. Kıyafetlerimi şartlara uygun seçmiştim, hareket etsem de aşırı derecede terlemiyordum. Kafamı çevirip arkama baktığımda en arkada kalanların yaklaşık yirmi metre ötede olduğunu gördüm, korkuya kapılmaya gerek yoktu. Her şey yolunda ilerliyordu.
Diğerlerinin aksine başkalarının ne durumda olduğunu her daim kontrol ederdim, kimsenin kaybolmasını istemiyordum. Aksilik çıkarsa biz kaybolan kişi bulunmadan ölürdü. Elimi belime koyduğumda koluma Savaş girmişti. Kaşlarının üstünde birkaç parça kar vardı, lapa halinde bir arada duruyordu. Tıpkı cama atılmış kar topu gibi yavaş yavaş erimeye, kaymaya başladı. Anlaşılan altsınıflardan biri kar topu fırlatmıştı.
"Hey..." Sırıtmama engel olamadım. "Sen mi yendin, onlar mı?"
Karları elinin tersiyle silip asker yeşili şapkasını taktı. "O veletler beni resmen avladı. Çiğ çiğ yemediklerine dua ediyorum."
"Nedense yalnızca seninle uğraşıyorlar." Sesimi alçalttım, başkalarını rahatsız etmemeliydik. "Küçük öğrencileri çok koruyorsun, dolayısıyla seni seviyorlar. Ben de olsam ben de seni severdim."
"Ne yani? Sevmiyor musun yoksa beni?" Dalga geçmek amacıyla çapkın bir bakış attı, sonrasında kahkahasına yenik düştü. "Of... Umarım öyledir. Kanımı emmedikleri sürece ne olursa olsun tamamım."
Burnumun ucu donmaya başlamıştı. Yürüyüş boyunca ya arkamdaki insanlara ya da yere odaklanmıştım. Sohbet esnasında görev ekibinde Sıla'nın da olduğunu fark etmiştim, erkek kardeşi de yanındaydı. Göz göze geldiğimizde birkaç saniye daha beni izlemiş, herkesin duyabileceği şekilde kahkaha atarak önüne dönmüştü. Aklından neler geçtiğini merak ediyordum, hareketlerimi izlediğine göre bana pislik yapacaktı.
A.S.K.E.R kurallara uyduğumuz ve görevlerimizi aksatmadığımız sürece bize engel olmazdı fakat aramızda olup bitenlerden haberdar olurdu, kim kiminle düşmansa anında öğrenirlerdi. Bunu tecrübelerim sayesinde öğrenmiştim. Birileri ne zaman kavga etse birkaç gün sonra aynı göreve gönderilirdi. Eğer görevde kavga ederlerse sorun var demekti, görev düzenini bozmaktan ceza verilirdi.
Sıla'yla aynı göreve denk gelmiş olmalıydım. Kavgamızdan kimsenin haberi olmamıştı. Göreve gönderilmemin asıl sebebi Kuzey'di, bir kez olsun yüzüme bakmamıştı. Böyle olması hoşuma gidiyordu. Onunla aramın ne denli kötü olduğunu merak ediyorlardı. Başta ceza vermemelerinin sebebi de bizzat buydu: Görevdeki durumumuza göre karar vereceklerdi. Kendimi aslanların arasında kalmış yavru ceylan gibi hissediyordum. Her an saldırıya hazır olmalı, aynı zaman da fark edilmemeliydim.
Arkamızdakilerle aramızda fazla mesafe kalmamıştı. Neredeyse tek adımlık alan vardı, aniden dursam takılıp düşerlerdi. Savaş hızlanmamı sağladı. "Sıla'yı gördün değil mi? Yine kuyruk acısı çekiyor."
"Maalesef gördüm."
Liderimiz otuzlu yaşlarını sonlarındaki görevliydi. Nasıl donmadığına hayret ediyordum, yalnızca eşofman takımı giymişti. Üzerindeki yağmurluk olmasa ölü olduğuna karar kılardım. Kıyafetlerinin markası genelde zengin insanların kullandığı markalardandı. Buna rağmen berbat bir kombin yapmıştı, saçlarını kısacık kesmişti. Asker olma ihtimali epey fazlaydı, zaten A.S.K.E.R sistemiyle olabileceğiniz meslek sayısı çok azdı. Bize sıra değiştirmemizi söylemiş, telefonundaki listeye göre yerlerimizi değiştirmişti. Arada sırada yer değiştirmek zorundaydık.
Tam arkama Kuzey gelmişti. Artık istesem de diğer kişilerin geri de kalıp kalmadığını kontrol edemezdim, onunla göz göze gelmek keyfimi kaçırıyordu. Esnerken uykumun geldiğine karar kıldım, saatlerdir hiç dinlenmemiştim ki. Hatta günlerdir dinlenmemiştim. Belki de soğuk nedeniyle uykum geliyordu, korkuyla kendimi toparladım. Pes edemezdim, diğerlerinin hastalığımı öğrenmesi kıyametin gelmesiyle eş değerdi. Sonuçta A.S.K.E.R beni hastalığımdan dolayı arıyordu.
Sıla'nın yanında erkek kardeşi, en yakın arkadaşı vardı. Üçü de kol kola yürüyordu. Kahkaha atmamak için zar zor duruyordum, her hareketleri utanç verici geliyordu. Bana kötülük yapan insanları ne yaparsam yapayım sevemiyordum. Arada sırada kafalarını çevirip Savaş'la beni süzüyorlardı, direkt olarak izlediklerini görmesem de hissedebiliyordum. Kulaktan kulağa fısıldaşıyor, yüksek sesle de kahkahaları sürdürüyordu. Çevredeki insanlar da onlara sinir olmaya başlamıştı, ses rahatsız ediyordu.
Geniş bir ağacın etrafından dolanıyorduk. On kişi el ele tutuşup daire yapsak yine de gövdesini tamamlayamayabilirdik. Yüzlerce yaşındaki ağaç ilgimi çekmişti, asırlardır yaşıyor olmalıydı. Çok sayıda nesneyi aynı an da hissetmeye başlamıştım, etrafta uzun süre önce ölmüş birçok canlının olduğu kesindi. Kemiklerinin kar altında kaldığını tahmin etmek zor olmamıştı. Orada kaldıkları sürece de sorun çıkmayacaktı.
Kötü ihtimalle karşı geçtiğimiz yerleri aklımda tutmaya çalışıyordum, aklımda her daim birçok ayrıntı tutardım. İnsanlar ayrıntıların kafa yorucu olduğunu düşünürdü, haklılardı fakat ayrıntıların eninde sonunda bana yardım edeceğini biliyordum. Ayrıntılar çoğunlukla herkesin gözünün önünde olurdu, başımızdan bir olay geçtiğinde işe yaramaz hale geliyorlardı. Eğer kullanacaksak öncesinde kullanmalıydık, sonrası için önemi kalmıyordu.
Orman genelde çam ağaçlarıyla doluydu. Çoğunun türünü bilmiyordum. Birkaç Amerika Bodur Huşu'nun yanından geçerken zihnime kazıdım, diğer ağaçlardan farklıydılar. Kaybolma durumunda onlar sayesinde yolumu bulabilirdim. Yaklaşık beş dakika içinde nehrin kıyısına gelmiştik. Nehrin kolları açılıyor, küçük çaylar oluşturuyordu. Çayların bazı kısımları donmuştu. Az kalsın bazı öğrenciler takılıp düşecekti. Bastığım her yere dikkat ediyordum, balçık olayı ders almama yardımcı olmuştu.
Sıla'nın bastığı yere bastığım esna da takılıp düştüm. Üstelik adımımı sağlam atmıştım. Bu nasıl olurdu? Resmen ayağımı bir şey tutmuştu, sanki çalıya takılmıştım. Nehrin içine düşmüştüm, soğuk suyu tenimde hisseder hissetmez bittiğimi anlamıştım. Adeta tenime onlarca bıçak saplanmıştı. Ne yapacaktım ben? Suyun üstüne çıkmaya çalışsam da başaramıyordum. Dibe battıkça aşağıda bir şey parıldıyordu.
"Uyu uyu uyu. Yatağın kenarına çok yakın uzanma."
Boğulmayacak olsaydım en büyük küfürleri edecek, kaba laf konusunda yeni bir çağ başlatacaktım. Ses anneme aitti, yine o berbat anılardan görüyordum. Anı demek doğru olmazdı, kabustular. Hayal olup olmadıklarını keşke bilebilseydim, özel gücüm yüzünden mi görüyordum?
"Yoksa küçük gri kurt gelecek."
İhtimallerden biri de özel gücümün bu tarz anıları göstermemesiydi. Psikolojim bozuk olduğundan dolayı görüyor olabilirdim. Kimseden yardım alamazdım, sıradan insanlar dahi bu tarz bir olayda yardım istese deli hastanesine tıkılırdı. Kusursuz güzellikte sesiyle söylediği ninnin tek kötü tarafı sesinin gırtlaktan gelmesiydi. Sanki biri boğazını sıkıyor, kurtulmak için çığlıklar atarken söylüyordu.
"Ve seni sürükleyerek ormana götürecek."
Aşağıya baktığımda yüzünün siluetini yaklaşık eli metre dipte gördüm. Loş ışık yüzüne vurduğunda bazı hatları belirginleşiyordu. İşin tuhaf yanı nefes alıp verebiliyordum. Suyun altında değildim. Neler oluyordu? Kendimi yukarı çektiğimde, tam suyun üstüne çıkmak üzereyken yüzeye çarptım. Dışarı çıkamıyordum, basbayağı cama yapışmıştım. Gücüm tükeniyordu, enerjimi kaybetmiştim. Kendimi suya bırakmaya hazırladığım esna da etrafımdaki her şey değişti.
Hemen yanı başımda Savaş oturuyordu, paniklemişti. Beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Jaha! Jaha? Beni duyuyor musun?" Hemen cevap verememiştim. "Jaha? Hey!"
"Evet, evet duyuyorum."
"Şükürler olsun." Sıkıca sarıldı, biraz canım acımıştı. "Beni çok korkuttun, neler oldu?" Ona nasıl cevap verecektim ki? Ben de ne olduğunu bilmiyordum, ondan öğrenebileceğimi ümit etmiştim.
Üstüm aynı şekilde sırılsıklamdı. Hemen yarım metre yakınımda derinliği otuz santimi geçmeyecek bir su çukuru vardı, genişliği de ancak iki metreydi. Acaba onun içine mi düşmüştüm? Hayır, olamazdı. Az önce gördüğüm yer nehirdi. Akışı durmuş, muhtemelen bir kısmı donmuştu. İnsanlar bize bakıyordu, feci halde utanmıştım. Aptal gibi gözüktüğümün farkındaydım, çoğu kişinin gözlerinde acıma duygusu vardı.
Çok garipti, üzgün olmadığım sürece hiç böyle hayaller görmemiştim. "Hiçbir fikrim yok. Canım acıyor, kalbim..."
Hâlâ sarılmayı bırakmamıştı. "Sana zarar gelecek diye ödüm koptu." Ayağa kalkıp kalkmama yardım etti. "Askeriyeye kadar sabret, sonra benim kıyafetlerimi giyersin."
Çantam da sırılsıklam kalmıştı. "Ah lanet olsun ya."
Küçük çocuk gibi rezil olmuştum. Artık herkesin gözünde sakar, aptal kızdım. İlgi çekmek için garip garip hareketler yapmıştım. Çığlık atmadığıma dua ediyordum. Eğer akıl sağlığım yüzünden bunları gördüysem daha da kötüleriyle yüzleşeceğim kesindi. Ekip yeniden yürümeye başladığında Sıla alayla gülmüştü, kendi aralarında konuşmayı bırakmıştı. Kuzey'e dahi rezil olmuştum. Feci halde utanç duyuyordum, yaşadıklarım altıma işememle eş değerdi.
Kuzey yürümemizi beklemiş, yürüyemediğimde iç çekmişti. "Küçük çocuk gibi taşınmak mı istiyorsun? Yani yapmayacağımdan değil, yaparım."
Yürümeye devam ettim. "Ben almayayım, bak arkada yardıma ihtiyacı olan sarışınlar var. Hemen git çiftleşme çağrını yap."
Yumruğunu sıktı. "Sarışın sevmiyorum."
Daha on adım atmamıştım ki yeniden düştüm. Yürümem için bana yardım eden Savaş da peşimden düşmüştü. Kuzey ikimizin üstüne düştüğünde kendime küfür ettim. Resmen birbirine uymayan zıt yapboz parçaları gibi birleşmiştik. İkisi de bana sinir olmuştu, Kuzey söylenirken yerden kalktı. Savaş hiçbir laf dememişti, iyi olup olmadığıma emin olduğunda beni kucağına aldı. Hayatımın en utanç verici anını yaşıyordum. Önümüzdeki birkaç hafta yaşadıklarımı düşünüp başka hiçbir şeye odaklanamayacaktım.
Kafasını sırılsıklam saçlarımın arasına eğdi. "Durduk yere düşmezsin, sakar değilsin. Bastığın yerlere ben de bakıyordum. Takılabileceğin nesneler de yoktu." Sıcak nefesi yüzüme vuruyor, az da olsa ısınmama yardımcı oluyordu.
"Biliyorum."
İpuçlarının gözümün önünde olduğuna emindim, neyi kaçırıyordum? Gözlerimi kapattım, dinlenmek düşünmeme yardımcı olacaktı. Savaş takılabileceğim nesnelerin olmadığını demişti, öyleyse haklıydık. Kendimi yere atıp numara da yapmadığıma göre ne olmuş olabilirdi ki? Yaşadıklarım çok karışıktı. Kimse itmemiş, çelme takmamıştı. Ruh sağlığım yüzünden gördüğüm saçma hayaller kolay kolay yok olmazdı. Soğuktan dolayı karnıma ağrılar giriyor olsa da o an acı çekmediğime emindim.
Sıla'nın gülüşü zihnimde canlandı. Onun pislik yapacağını daha önce demiştim, gerçekten düşmemi sağlamış olabilir miydi? Alaylı gülüşü, sürekli beni izlemesi bu işte parmağı olduğunu kanıtlıyordu. Beni izleyen başkası yoktu, Kuzey haricinde. Şüphelerim yalnızca ikisinin üzerine yoğunlaştı. Peki ya düşmemi nasıl sağlamıştılar? A.S.K.E.R tarafından verilen listede illüzyon gücü olan birinin olduğu da yazıyordu. İkisinden birinin gücünü bulmuştum.
Sıla'yla daha uzun bir geçmişe sahip olsam da çoğu kavgalardan ibaretti. Kuzey'le daha normal anılarım vardı, onunla geçirdiğim zamanları düşündüm. Garip, insanüstü olayları ararken listeyi yeniden düşünüyordum. Kuzey'in gücü neydi? Listenin hangi aşamasındaydı? Teknolojiyi kontrol eden değildi, Raynaud hastalıklı olan da değildi. Biriyle kardeş olma ihtimali var mıydı? Listedeki herkesle tanışmamıştım ama kimseye benzediğini söyleyemezdim. Kusursuz da olamazdı, Kusursuzlar onun gibi rahat davranamazdı. İstediği zaman istediğini yapıyordu. Katille bağlantılı olma ihtimali beni korkutuyordu, eski arkadaşımın katil çıkması üzücü olurdu. Silah taşıyor olması da apayrı konuydu. Öte yandan neden benim suya düşmemi istesindi? Suç atmak istemiyordum ama içinden bir ses illüzyon ustasının Sıla olduğunu bağırıyordu.
"Pışt, uyan artık. Geldik, saçlarının kurutulmaya ihtiyacı var." Beni nazikçe yere bıraktı. "Anlaşılan daha yeni başlıyoruz."
Başta ne demek istediğini anlamamıştım, ta ki üzeri kanla kaplanmış kara bakıncaya dek. Önceki ekipten birkaç öğrenciyle yaklaşık on beş asker bizi karşılamıştı. Ellerindeki otomatik silahları sıkıca tutmuşlardı. Demir çitin iç kısmındaki karlar temizlenmiş, yerler buz tutmuştu. Babam da aralarındaydı. Giydiği upuzun deri ceket yere sürtüyordu. Kızgındı, başımı belaya mı sokmuştum?
Ne olduğunu eninde sonunda öğreneceksem acele etmeme de gerek yoktu. Savaş'ın kapüşonlusunu giyerken başımı önüme eğdim. Yere düştüğüm de yüzüm çizilmişti, hiçbir zaman yüzümdeki yaralar tamamen iyileşmiyordu. Antrenmanlarımda yaptığım çizikler bitse görevlerde yeniden oluşuyordu. Yıllardır bu duruma alışmıştım, yadırgamıyordum da. Dudağım patlamıştı, elimin tersiyle kanı sildim.
Tüm kanı yüzüme yaymıştım, umursamadım. Babama doğru birkaç adım attım, beni görmüştü. Elbette görecekti, en büyük sırrıydım. Takmadan bakışlarını kaçırdı, şükürler olsun ki benim yüzümden gelmemişti. Belki de günlerdir buradaydı. Eğer dikkatini çeken bir şey olduysa da üzerimdeki ıslak kıyafetlerdi. Bıkkınlıkla bir ağacın yanına gittim, sırtımı yaslayıp olacakları izledim.
Kapkara bulutların arasında güneş ara sıra kendini gösteriyor, kar birikintilerinin erimesinde yardımcı oluyordu fakat sıcak olduğu söylenemezdi. Resmen hiç etki etmiyordu. Su birikintilerinin içinde onlarca solucan geziyordu, hava durumunu fırsat bilmişlerdi. Yeşil bir ot görmek imkansızdı, her yer kupkuru ölü bitkilerle kaplıydı. Orman kilometrelerce uzanıyordu, tek bir tepelik alan dahi yoktu. Her yer oldukça düzdü, ağaçlar yan yana sık sık ekilmişti. Eğer yaprakları normal ağaçlar gibi olsaydı etrafımızın tamamen karanlık olacağına emindim.
Askerler bizi gözlüyordu, tedirginlik duyuyorlardı. Çok uzaklaşmamıştım, hemen yakındaki bir ağaca yaslanmıştım. Aksi halde ilgilerini çekerdim, üzerimin aranmasını istemiyordum veya sürekli olarak izlenmeyi. Bazı kısımlarda olan kanları daha detaylı incelemek istedim, merakım gitgide artıyordu. Ağaçların diplerindeki karları saymazsak diğer yerlere göre pek te kar yoktu. Bitki örtüsü de değişiklik göstermeye başlamıştı, daha cansız gözüküyorlardı.
Başımı yana çevirdiğimde geçen sefer beni video kaydına alan kızla göz göze gelmiştik, korkarak önüne dönmüştü. İstemsizce güldüm, demek birilerini korkutuyordum. Oysaki üç gün öncesine kadar herkes için en arkadaş canlısı kızdım. Şimdiyse katil olduğumu düşünüyorlardı, hakkımda tuhaf dedikodular yayıyorlardı. Kötü birine benzemiyordu, arkadaşlık kurmayı deneyebilirdim. Sadece yanlış kişiye bulaşmıştı.
Karların üzerindeki kanların kime ait olduğunu boş verdim, babam buradaysa merak etme hakkına sahip değildim. Her şeyin kontrolü altında olduğunu bilerek verilen emirleri yapmalıydım. Aksini planlamak imkansızdı. Bizi organize eden yöneticimiz askerlerle konuşmuştu, muhtemelen sorun çözülmüştü. Diğer öğrenciler askeri üsse doğru ilerlediğinde peşlerinden gittim.
Ne çok geri de ne de öndeydim. Ne çok tanınan ne de çok popüler... Öyle olmalıydım ama değildim. Kuzey yüzünden başım belaya girip duruyordu. Peki ya odama o cesetleri koyan kişiler?.. O kişi her kimse ona değil, bulup ihbar edeni araştırmalıydım. Sonuçta kimse durduk yere birinin odasına girmezdi. En yakın arkadaşlar bile izin alırdı, Savaş'ın odasına izinsiz girsem hemen yanlış anlardı. Açıkçası benim de duygularım farksız olmazdı.
Küçük olaylar yüzünden büyük olaylara odaklanamıyordum, vakit bulamıyordum. "Tuvalete yakın olan köşe benimdir!"
Az kalsın gülmekten ölecekti. "Her türlü senden önce lavaboyu kaparım." Elini yumruk yapıp işaret parmağını azıcık ısırdı, durmaya çalışıyordu. "Hâlâ küçüklüğümüzdeki Jaha Dwan'sın."
"Kıvırmaya çalışma." Hızlanarak önüne geçtim.
Peşimden koşuyordu. "Ya Jaha hile yaptın ama!"
Üssün içine girdiğimde şaşkınlığımı gizlemedim, askerler kendi aralarında oyun oynuyordu. Çeşitli kart oyunları, bilgisayar oyunları, masa oyunlarıyla dolu bir kafeye gelmiştik sanki. İstemsizce doğru yere girip girmediğimi merak ettim. Hareketsiz durup çevremi incelemiş, sonradan salakça davrandığım kanısına varmıştım. Üşüyordum, önceliğim üzerimi değiştirmekti.
"Çantanı alabilir miyim?" Çantasını fırlattığında yere değmesine santimler kala tutabilmiştim. Fazla ağırdı, ne koymuştu ki? "Ceset konusunda benden değil, senden şüphelenmeliler. Yanında evcil ceset taşımadığına emin misin?"
"İlk çamaşırına ihtiyacın yoktur diye düşünüyorum." Uzatmamam gerektiğini söylüyordu. "Alttaki krem rengi kazak seni daha sıcak tutar. Pijamamı al, pantolonum sana aşırı uzun kalır. Keşke havlu da alsaydım, saçlarını kurulardık."
İçerisi beyaz-koyu yeşil renklere boyanmıştı. Yerdeki parkeler soluk turuncuydu. Renk seçimleri ciddi bir görüntü oluşturuyordu, hoşuma gitmişti. Her on metrede bir pencere vardı, büyüklükleri sayesinde tüm üssü aydınlatıyorlardı. Geniş koridorun üst kısımları silindir misali kıvrılıyordu, düz yapılmamıştı. Kenarlara masalar konulmuştu, bazılarında askerler oturmuştu. Konuşmalarına kulak misafiri oluyordum, sevdikleri diziler hakkında konuşuyorlardı.
Nereye gideceğimi bilmediğim için sesleri takip etmeye karar verdim, öğrencilerin gülüşmelerini duyuyordum. Normalde görevler esnasında sohbet etmemiz yasaktı, ceza alıyorduk. Herhalde kahkahalarımızı duysalar cinnet geçirirlerdi. Başımızda görevli olmadığından kuralları yok saymıştık, kafamıza göre takılıyorduk. Eğlence uzun süremeyecekti.
İyice yorulmuştum, fırsatım varken dinlenecektim. Koridorun sonundan sağa döndüm. "Antrenman yapacağımıza adım gibi eminim."
"Ya..." dedi arkamdaki ses. Korkmuştum, elbette beli etmedim. "Öyle mi dersin? Güzel, birlikte antrenman yapabiliriz. Eski günlerde olduğu gibi..."
Peşime takılmasını işaret ettim. "Yine mi beni dövmek istiyorsun? Ne dövülmek ne de seni dövmek istiyorum, teşekkür ederim. Belki başka zaman..."
"Dwan sana daha önce de söyledim, sana zarar vermek istemiyorum, bundan korkuyorum." Henüz dolmamış bir odayı gösterdi, orasının uygun olabileceğini düşünmüştü. "Yalnızca aramızı düzeltmeye çalışıyorum. Bilirsin... Minnettarlık olarak."
İçeriye girerken kafamı iki yana salladım. "Kimsenin bana minnettarlık beslemesini istemiyorum." Kendini savunacaktı, laflarımı gerekçelendirmeliydim. "İllaki bir şeye minnettarlık beslemek istiyorsan her neye inanıyorsan ona besle. Tanrı, mesih, herhangi bir ilah... Ya da en iyisi kendine beslemelisin."
Kuledeki birçok çocuğun farklı dinleri olurdu, hiçbir dini eğitimimiz olmamasına rağmen çoğumuz dindardık. Neye inandığıma karar vermemiştim, sanırım kendimi bir dine ait hissetmemiştim. Öğrenciler sık sık ülke değiştirirdi, hepimiz farklı kültürler görmüştük. Çoğu öğrencinin dindar olma sebebini sık sık ölümle yüz yüze gelmemize bağlıyordum. Ölmekten korkmuyorlardı, ölümlerinden sonra A.S.K.E.R cehenneminden kurtulmak istiyorlardı. Hayatım boyunca kimseye dinini sormamıştım, sormayacaktım da.
Gözüm boş bir yatak arıyordu ki Sıla'yla göz göze geldim. İşte o an ne mi yaptım? Söylemekten utanıyor olsam da... Tıslamıştım! Resmen kıza tısladım. Başıma ne geliyorsa hak ediyordum, iyice bebekleşmiştim. Hiçbir şey demeden dışarı çıkmaya hazırlandığımda arkamdan bağırmıştı. "Korkma seni yemem." Gülerek Kuzey'i süzdü. "Genelde okyanus gözlü kişileri yemeyi tercih ederim."
"Niye? Geri zekalı mısın?" Mırıltımı yalnızca Kuzey duymuştu.
İçeriye girdim, boş kalan ranzanın üst yatağına çantamı koydum. En ortadaki yataktaydım, tabiri caizse en kullanışsız olandaydım. Köşedeki yataklar daha rahattı, konforlarını sadece evinden uzun süre ayrılmak zorunda kalanlar anlayabilirdi. Odanın içinde on beşten fazla yatak vardı, hepsi ranzaydı. Alt kısma da oturdum. Yerimin kapılmasını istemiyordum.
Heyecanla Kuzey'in vereceği cevabı bekledim. İkisinin flört ettiğini görmek epey komik olacaktı, uzun süredir eğlenmediğim kadar eğlenecektim. Zaten ikisi de uzun süreli ilişki yapmıyordu, çabuk sıkılıyorlardı. Birbirleriyle takım olacaklar diye korkmama gerek yoktu. Yine de bilgilerim düşmanımın eline düşerse biterdim, en kötü ihtimalle Kuzey'i dövmeliydim. Sanki umurumda değilmiş gibi davranıyordum, yatağımın örtüsünü düzelttim.
"Savaş'tan hoşlandığını bilmiyordum Sıla." Ne? Hayır, Sıla o anlamda dememişti ki. En yakın arkadaşım elden gidiyordu. Başımdan aşağı dökülen kaynar suların miktarını tahmin edemeyecek hale gelmiştim. "İstersen ayarlamaya çalışırım, eh ne de olsa güzel kızsın... Sanırım..."
Hızlı düşün Jaha ama düşün. Düşünmeyi unuttuğunda aptalca cevap veriyorsun. "Yani Savaş'ın sevgilisi var." Az önceki yalanımı kapatmak için daha da ayrıntı vermeliydim. "Çok iyi tanıdığınız biri, çok yakından. Güzel bir kız."
Kuzey ellerini püh be anlamında birbirine vurdu. "Siz sevgili miydiniz? Kahretsin!"
Yanımıza yeni yeni varan Savaş yavaşça içeriye girmişti, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kaşları çatıktı, iki poşet taşıyordu. Üzerlerinde A.S.K.E.R sembolleri basılmıştı. "Bunlar görevliler tarafından gönderildi. İnanmayacaksınız ama sanırım bir tür oyun oynamamızı istiyorlar." Yere bıraktı kibarca. "Üstelik birbirimizi kesmemizi biçmemizi de istememişler. Sanırım zorunlu değil."
Konunun kapanmasına sevinmiştim. Kuzey de ben de Sıla'nın saçlarından daha kırmızı olmuştuk. Poşetlere göz ucuyla baksam da karıştırma taraftarı olmadım. Ne yani bize çocukluğumuzda dahi oyun oynatmayan şirket şimdi oyun mu oynamamızı istiyordu? Yılbaşı filan gelmiş olmalıydı, herhalde kurucular rüyalarında cehenneme gittiklerini görmüştü. Savaş'ın çantasını alıp fermuarı açtım. Aynı oda da yalnızca ikimiz olsak direkt yatağın üzerine boşaltırdım.
Eşyalarını dağıtmamaya özen göstererek en alttaki kazağı, pijamasını aldım. Hepimiz küçüklüğümüzden beridir iç içe büyümüştük, birbirimizin önünde üzerimizi değiştirebiliyorduk. Kimse sapıkça bizi izlemiyordu, tabi ben istesem de yapamazdım. Vücudumdaki onlarca çizik engel oluyordu. Düşüncesi dahi berbattı, üzerimi çıkaracaktım ve insanlar acıyarak beni süzecekti. Keşke çiziklerimin gözükmesini engelleyecek özel güçlerim olsaydı.
Kuzey bu oda da mı kalıyordu? Çaktırmadan çantasını aradım. Çantasının neye benzediği hakkında en ufak fikrim yoktu, buraya gelirken çanta taşıdığını da görmemiştim. O zaman bana nasıl havlu verecekti? İstememiştim, o vermek istemişti. Yine garip olaylardan biriydi, üzerine kafa yormaktan vazgeçtim.
"Lavaboya gideceğim."
Ellerim o kadar da üşümüyordu, ayaklarım donuyordu. Hızla botlarımı çıkarmalıydım, kalın kışlık çoraplar giymeliydim. Her zamanki gibi yürürken insanların konuşmalarına kulak misafiri oluyordum, her şeyin yolunda gittiğinden emin olmalıydım. Askerlerin normalde olduğundan daha dikkatli olup olmadığına, yüz mimiklerini inceledim. Lavabonun yakınındaki pencerenin önünde durdum.
Babam birkaç askerle kavga ediyor, hepsine bağırıyordu. Her ne olduysa durumdan hoşlanmamıştı. Yüzündeki damarlar belirginleşmişti, dondurucu soğuğa rağmen alnından aşağı terler akıyordu. İşaret parmağıyla rasgele bir noktayı gösteriyordu. Beni görmesinden korktuğum için oyalanmadım, her ne olmuşsa olmuştu. Umursamamak başına bela almamaktı. Bir kez Kuzey'i umursadım ve başıma gelmeyen kalmadı.
Lavaboya girdiğimde üzerine kahve döktüğüm, bizi kayda alan kız korkuya kapılmıştı. Makyaj malzemelerini yere dökmüştü. Çantasını toparlamaya çalışırken de lavabonun üzerinde kalanlar yere dökülmüştü. Kumrala yakın sarı saçlara, güzel dolgun dudaklara, bembeyaz tene sahipti. İnce çerçeveli siyah gözlüklerini düzeltti. Yüzüme bakmıyordu, sanırım ondan özür dilemeliydim. Yere koyduğu postacı çantasının ağzı açıktı, okuduğu kitabın adını kolayca okuyabilmiştim.
"Merhaba." Dostça el salladım. "O kitabı biliyorum, arkadaşım da çok sever. Belki tanışmışsındır, sürekli takım elbise giyip yakasında gül taşıyan bir çocuk. İsmin neydi?" Toprak'tan bahsediyordum.
Gözlerini kıstı, gözlüğü de yetersiz kalıyordu. "Adım Zoe. Sanırım tanışmadık, kimseyle tanıştığım söylenemez. Yeni geldim kuleye, gelir gelmez de üstüme kahve döktün." Aksanı tuhaftı, sanırım Fransız'dı. "Tabi benim hatam, erkek arkadaşınla seni kayıt almamalıydım. Özür dilerim."
Konuşurken eşyalarını toparlamasına yardımcı oluyordum, dizlerimin üstüne çökmüştüm. "Benim de hatam var, özür dilerim. Eh... Boş ver gitsin." O an kafama dank etti. "Erkek arkadaş mı? Böyle mi demeye başladılar şimdi de? Kahretsin! O yalnızca benim evcil köpeğim."
Makyaj çantasının ağzını kapattı, işimizi bitmişti. "Sanki evcil hayvandan biraz fazlası..." Öyle bir yüz ifadesi takınmıştım ki tekrardan korkmuştu. "Düşman olarak yani."
Yalanına kanmış numarası yaptım, sıcakkanlılıkla gülümsedim. "On beş dakika içinde üzerimi değiştirmiş olurum. Eğer antrenmana çağırmazlarsa akşama kadar dinlenmemize izin verirler. Akşam herkesin oyun oynayacağını düşünüyorum, katılacak mısın?"
"Neden olmasın? Kitabımı bitirebilirsem seve seve katılırım."
Konuşmayı uzatmayacaktım. Görüşürüz anlamında işaret yapıp boş olan kabinlerden birine girdim. Yanımda yedek bot almamıştım, şu an giydiklerimin kurumasını beklemeliydim. Çok yorgundum, uykum vardı. Kestirdiğimde kurumaları için sıcak bir yere bırakacaktım. Islak kıyafetler vücuduma yapışmıştı. Çıkardığımda durumumun daha da kötü olduğunu fark ettim, meğerse vücudum alışmıştı.
Görevlerim aksamadığı müddetçe hastalanmam önemsizdi. Artık gerçek bir göreve gitmek istiyordum, ceza olmayan bir göreve. Kazak kalındı, bedenimin hatlarını gizliyordu. Sutyenimi çıkarabilmiştim, iyi haberdi. Diğer ıslak kıyafetlerimin arasına ilk çamaşırlarımı yerleştirdim. Islak botlarımı giyip yeniden odanın yolunu tuttum. Sıcak hissetmek muhteşemdi, uyumayı iple çekiyordum.
Odama vardığımda bana göz kulak olması için Savaş'a rica ettim. Eşyalarımın karıştırılmasını, berbat oda arkadaşı şakaları yapılmasını kaldıramazdım. Yorganımın içinde cenin pozisyonu almıştım, sıcacıktı. İçerisinin kapkaranlık olması güzelce uyumamı sağlamıştı. Arkadaşlarımın bağrışmaları, kahkahaları umurumda olmamıştı. Uzun süredir uyumuyordum, hiçbir ses uykumu bölemezdi. Dinlenmek iyi gelmişti. Kemiklerim yorgunluğunu atmıştı, kaslarımdaki ağrılar da geçmişti.
Günlerce uyuyabilirdim, hatta asırlarca. Görevimiz bittiğinde zamanımı yalnızca uyumak için harcayacaktım, yeni görev filan da almayacaktım. İyi bir öğrenci olmamı görevlerim biter bitmez kendi isteğimle yeni görev almama bağlıyordum. Dinlenmeyi hak etmiştim, görevlerin canı cehennemeydi. Vakit akşamı geçmişti, gece olmuştu. Savaş beni uyandırmadığına göre antrenman yapılmamıştı. Duvardaki saat gece olalı ancak birkaç saat olduğunu kanıtlıyordu, kısacası daha çok uyuyabilecektim.
Önce yaşam belirtisi vermek için yorganımın altından çıkmalıydım. Ayaklarımı aşağı sarkıtırken kollarımı açtım, esnemiştim. Uyku yetersiz kalsa da yeniden doğmuş gibiydim. Daha iyi düşünebiliyordum, mantıklı cevaplar verebilecektim. İnsanlar yerde halka oluşturmuştu. Oyun kartları zemine gelişigüzel dizilmişti. Şişe benzeri nesnenin yerde döndüğünü duyuyordum, kulaklarımı tırmalayan sesten rahatsız olmuştum.
Isıtıcının yanında botlarımı alıp giydim, şükürler olsun ki kurumuştular. "Yeniden kuru hissetmek süper."
"Jaha!" Elindeki telefonu gözümün önüne doğrulttu. "Hani o girdiğim kız grubu vardı ya... Ona kazayla girmemişim. Bir kız benden hoşlanıyormuş, kızlar bilerek eklemiş." Suratı çok komik gözüküyordu. "Tepkimi merak etmişler. Bugün bana küfür edip kazayla numarasının son rakamı farklı olan kişiyi gruptan çıkardılar." Ürkmüştü, sol elini yelpaze misali sallıyordu. "Ben ne yapacağım şimdi?"
"Yengemiz güzel mi?"
"Eve- Ay hayır!" Gülmeme kızmıştı. "Sana ciddi ciddi soru soruyorum ya... Kabahat bende." Telefonunu kapatıp arka cebine koydu. "O kız grubundan çıkmak istemiyorum. Çok hoş konular dönüyor, geçen gün biri sevgilisini hafızasını silip evlenme teklifi ettirdiğini söyledi. Diğer kızlar da polis çağırmak yerine kullandığı ilacın adını istedi."
"Yerinde olsam numaramı değiştirirdim. O kızlar her şeyi yapabilir Kuzey." İsim karışıklığını sonradan anladım. "Pardon Savaş! Hâlâ uykuluyum da... Kusura bakma lütfen."
Kuzey tam karşımdaki ranzaya uzanmıştı. İsmi geçince bakışlarını bize çevirmişti. Yüzüne yansıyan ışıktan video izlediğini anlamıştım, içerisi çok aydınlık değildi. Gece lambalarını yakmamışlardı, üç-dört adet mum yanıyordu. Odanın içerisi is kokmuştu, biraz da cips. Kahkaha atanların arasında Sıla da vardı, doğruluk mu cesaret mi oynuyorlardı. Sanırım oyun bitmişti, etraf sessizliğe bürünmüştü.
Koridora çıkmak istesem de yapamadım, etraf karanlıktı. Elektrik kesintisi olmuştu. Neden Savaş'a sormamıştım ki? Hemen uyumak istemiyordum, en kötü ihtimalle yarım saat boş boş oyalanmalıydım. Zaten az olan vaktimi verimli kullanacaktım, ya katille ilgili araştırma yapacaktım ya da Kuzey'i rahatsız edip ağzını yoklayacaktım. İkisini birden yapabilirdim, nasıl mı?
"Oyuna dahil olarak." diye mırıldandım ve halkanın içine girdim. "Yeni oyun başlamadan geleyim dedim." Benim de katıldığımı gören Zoe yanıma geçmişti. Savaş ne olduğunu anlamasa da beni yalnız bırakmak istememişti, artık oyundaydı. "Kuzey geliyor musun?" Cevap vermeye yeltenmedi. "Gelirsen antrenman teklifini kabul ederim."
Telefonunu fırlatırcasına yatağına attı. "Şartım var, bir antrenman olmaz. En az on beş antrenman için anlaşalım."
"Söz." Tam karşıma oturdu, Sıla'nın yanına oturmuştu. "Öyleyse kim başlıyor?"
Sıla şişeyi çevirdi, Savaş'ın önünde durmuştu. "Arkadaşının en utanç verici olayı nedi-" Asıl soruyu sormadığını sonradan fark etmişti, dalmıştı. "Doğruluk mu cesaret mi?"
Savaş doğruluk sorulursa ne denileceğini biliyordu. Çattık kaşlarını daha da çatarak bir rekor kırdı. "Cesaret." Arkadaşının sırlarını, bilgilerini ölse dahi paylaşmazdı.
Diyeceği gayet netti. "Öp beni."
Ağzı felç geçiriyormuş gibi haller almıştı. "Ya-yanında dezenfektanı olan var mı?" Bana baktı, buna inanamıyordu. Sırrımı satmamasının cezasını çekiyordu. "Sıla iğrençsin ya!" Kusmak üzereydi, öpme fikri bile midesinin bulanmasına yetmişti. "Aman be. Sözüm sözdür benim." Yanına gidip alnına öpücük kondurdu. "Öpüş demedin, öp dedin. Ben de ekmek öper gibi öpüp başımın üstüne koydum."
Alt sınıflardaki kızlar kendi aralarında fısıldaşmıştı. Savaş birkaç ağız dezenfektanı bulabilmeyi başarmıştı, hepsini sıkıyordu. Kimse umurunda değildi, yalnızca ağzını temizlemeliydi. İşi bittiğinde çoktan dört el daha geçmişti, alt sınıflardan birine gelmişti sıra. Çevirdiğinde de Kuzey çıkmıştı. Kuzey hiç düşünmeden cesareti seçmişti, kendi hakkında konuşmaktan nefret ediyordu.
Kızın hayalleri yıkılmıştı, yüz mimiklerini kontrol edememişti. "Benimle çekildiğin resmi İnstagram hesabına at." Utanç verici bir görev: Kuzey için değil, kız için. O ünlü bir oyuncu değil ki, neden ona Hollywood ünlüsü gibi davranıyorlar? Havasını şişiren kuledeki öğrenciler.
Kuzey denileni yaptı. Hiç filtre uygulamadan, ilk çekildiği resmi paylaşmıştı. Her resimde olduğu gibi muhteşem çıkmıştı. "Şimdi çevirmem gerekiyor sanırım." Gerçekten oynamayı bilmiyor muydu? Kimseden yanıt gelmeyince şişeyi çevirdi, ben gelmiştim. Keyiflenmişti, yani en azından öfkeli yapısı gitmiş, umursamaz hali gelmişti. "Sana ne yaptırma mı istersin? Veya ne sormamı?.."
Güldüm. "Kurallar böyle değil. Bana sormayacaksın. Tabi öncellikle doğruluk mu cesaret mi olduğunu sormalısın." Cesaret dersem aptalca bir şey isteyebilirdi, oyun dışında da işine gelecek bir şey... "Doğruluk diyorum, bana soru sormalısın."
İşaret parmağını çenesinin hemen altına koymuştu. Baş parmağıyla yüzünü okşuyordu. "İyi de sen doğruyu demezsin ki." diye söylenmişti. "Sence ben yakışıklı mıyım?"
Ne diyecektim? Yalanımın beli olmaması lazımdı. Durun... Yalan mı atacaktım? Kötü söz söylemem kalbini kırabilirdi, insanlar tipine sanıldığından çok önem verirdi. O da önem veriyor olabilirdi, alnımdan aşağı terler akmaya başlamadan önce tepki göstermeliydim. Hareketsizdim, düşünüyor gibi yaptım. Mavi gözler... Vişne rengi dudaklar... Ortalamanın üzerinde bir boy... Simsiyah saçlar... Çekici bir vücut...
"Hayır."
"Pekala." Arkasına yaslandı. "Sıra sen de."
Kalbinin kırılmadığına sevinmiştim. Yalanımı da kimse yememişti, oysaki attığım en kötü yalandı. Tamam, kendisinden nefret ediyordum ama yakışıklılığı inkar edilemezdi. Dikkat etmeden şişeyi çevirmiştim. Sıla'ya denk gelmişti! Üç saniye boyunca hile yapıp yapmadığımı anlamaya çalıştı, yapmamıştım.
"Doğruluk."
Sırf korkmadığını beli etmemek için seçmişti. Kahkaha attım, deli gibi gözüküyordum. İnsanların dikkati üzerime toplanmıştı. Elimin tersiyle ağzımı kapatıp sakinleştim. "Gücünü benim üzerimde kullandın mı?" İşte bilgiyi elde etmemi sağlayacak soruydu, tek bir dürüst cevapla sonuca ulaşacaktım.
"Evet." Şişeyi çevirdi, ben gelmiştim. Sonuçtan kendi de memnun olmamıştı. "Doğruluk demeyeceğini ummuyorum Dwan. Malum durumlar yüzünden..." Şişenin ağzı yere gelecek şekilde dik koydu. "Bize bugün yaptığın sakar deli taklidini yine yapar mısın? Hani şu boğuluyor gibi olduğun."
Herkes kahkaha atmaya başladığında canım acımıştı. Asla böyle bir taklit yapmazdım, taklit bile değildi ki! Ona gününü gösterecektim. Başıma bugün ne geldiyse onun yüzünden gelmişti. Birçok psikolojik hastalığımın yanına sinir hastalığı da eklenecekti. Kollarımı önümde buluşturdum. Ayağa kalkıp gidemezdim, yeni bir bahane arıyor olsam da bulamayacaktım.
Hepimizin telefonuna aynı an da mesaj gelmişti, ekranlar aydınlanmıştı. Telefonunu sessize almayan bazı kişilerin de bildirim sesleri duyulmuştu. Belki mesaja bakmayı deneyebilirdim ancak uzun süremezdi, kapana kısılmıştım. Herkesin gözü üzerimdeydi, gülmeye yer arıyorlardı. Kuledeki yeni eğlence kaynaklarıydım.
Savaş iç çekti. Duruma el koymalıydı. "Ağ! İMDAT FARE!" Ayağa fırlayıp Sıla'nın arkasını gösterdi. "ORADA! Ayy! Size doğru koşuyor."
Numarası işe yaramıştı, öğrenciler koşuşturuyordu. Çığlık sesleri yükseliyordu. Arkadaşım beni kurtarmıştı. "Muhteşemsin."
Cam şişeyi alıp yatağın altına fırlattı. "Görmediniz mi kocamandı! Üstelik gri gibiydi." Şişe paramparça olmuştu, oyunun da sonuna gelmiştik. Telefonumdan saate baktım, gece yarısı olmak üzereydi.
Yeni ileti: İki kişiyi öldür.
Pencereler kapandı, üzerlerine demir kepenkler inmişti. Elektrik gelmişti, havalandırmalar çalışıyordu. Jeneratörlerden çıkan ses koridorda yankı yapmıştı. Havalandırmalardan gelen koku nane kokusunu andırıyordu. Bizi zehirlemeye çalışıyorlardı. Yavaş yavaş yapacaklardı, eğer kimse birini öldürmezse hepimiz ölecektik. Uygulamaya geçmemiz için çok, düşünmemiz içinse az zaman vermiştiler. Herkes kendi arasında konuşmaya, fısıldaşmaya başlamıştı. Çok geçmeden ortama gürültü hakim oldu.
Oy atmayı ve yorum yapmayı unutmayın lütfen, hepsi benim için çok değerli.❤🥰
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top