Liste
İki saatlik yolu yirmi dakikada koşmuştuk. Hayretler içindeydim, gerçi imkansız değildi: İkimiz de bebekliğimizden beridir koşu, nefes düzenleme eğitimleri alıyorduk. Korkumuz yüzünden de epey hızlanmıştık. Kuzey'de sorun olmasa da artık dayanamıyordum, ciğerlerim acıyordu, sanki göğüs kafesimden dışarı fırlayacaklardı. Yerimde başkası olsa beşinci dakikasında koşmayı bırakmıştı. Bense resmen ona meydan okuyordum, koşunun aksine yarış olarak görüyordum.
"Kuzey..." Yorgunluğum beni yere çekiyor, vücudum ona karşı direniyordu. "Yeter! Bu koşuşturma ne için? Kimseyi öldürmediğimi biliyorsun, seninleydim."
Kulenin girişine yaklaşmıştık. Sakince durdu, kollarını önünde birleştirdi. "Orası kesin Dwan." Beni inceliyordu. "Yalnızca ne kadar çabuk gidersek o kadar çok bilgi ediniriz. Ayrıca kulede seni bulamadıklarında öğrencilerin hepsini sorguya çekecekler. Dua edelim ki henüz seni aramaya başlamamış olsunlar."
Dediklerine hak veriyordum. "Umarım yakalanmazsı-"
"Umarım yakalanmayız." diye ben söylemeden düzeltmişti.
"Şimdi dinlenmemiz lazım, hemen ardından da görevlinin yanına gideriz. Aynı zamanlarda geçmeyelim, ben aranıyorsam sana zarar gelmesin." Ellerimi dizlerimin üstüne koydum. Alnımdan aşağı terler akıyordu, üstüm sırılsıklam kalmıştı. "Bizi sorgulayacak olurlarsa her şeyi bana bırak, hallederim."
Başını onaylar anlamda salladı, birkaç adım atıp yaklaştı. Yanılmıyorsam yardım etmeye karar vermiş, hemen ardından da vazgeçmişti. Vücudum zorlandığı için beden hareketlerini, yüz mimiklerini takip edemiyordum. Dolayısıyla psikolojik gerçekleri anlayamıyordum. Yaklaşık on dakikalık dinlenme anca nefesimi düzenlememe yeterdi, kalp atışlarımı düzenleyebilmem için yarım saate ihtiyacım vardı. Zamana sahip değilken mola vermek kötü fikirdi, dikleştim. Ağzımı kapatamıyordum, boğazımdan hırıltılar çıkıyordu.
Gözleri boynumdaki kolyeye takılmıştı. Kendime hakim olamadım, kolyeme baktım. Öz babamdan hediye olan fosil kolye, onlarca asır yaşındaydı. Nesli tükenmiş bir kaplana aitti. Tahminimce ön dişlerinden biriydi, öldüğü zaman henüz yavru olduğunu varsayıyordum. Ona sahip olmadan önce bakımları oldukça güzel yapılmıştı, kolay kolay zarar görmesi imkansızdı. Şu an da bile servet değerindeydi, satın alındığı dönem babam borca girmiş olmalıydı.
"N-ne oldu?" Yürümeye devam ettim, minik adımlarla da olsa ilerlemeliydik.
"Kolyen..." Duraksadı. "Sanki onu biliyorum." Sesi boğuktu. "Çocukluk anılarının ne kadarını hatırlıyorsun?"
Biliyordum... Hem de hepsini... Bu da ne demek oluyordu? Hakkımda bilgi kazanmaya çalıştığını umuyordum, biz özel yetenekliler aynı taktiği birbirimize karşı sürekli uygulardık. Çoğunlukla da istediğimiz bilgilere kolayca ulaşırdık. Önce biraz merak uyandırır, sonra kendimizi acındırırdık. Üçüncü hamle soğuk davranmaktı, karşıdaki kişiyi suçlu hissettirirdi. Böylece bildiklerini ağzından kaçırırdı.
"Dört yaşından hemen önce alınanlardan değilim." Gözlerinin içine odaklanmıştım, rahatsız edici olmaya çalışıyordum. Düşüncelerini kolyemden uzaklaştırmalıydı. "Ailem ajanmış, doğar doğmaz alınmışım." Ömrüm boyunca nefes almaktan çok yalan atmıştım, yüzüm dahi kızarmıyordu.
Yanıma yaklaştı, kolumu tuttu. "Sana yardım etmemi ister misin? Ya da dur... Seni taşıyayım." Tam hamle yapacaktı ki engel oldum. "Bu çok tuhaf oldu." Saçlarını düzeltti biraz utanarak. "Sadece ben... Off... Bilmiyorum..."Bakışlarını üzerime doğru çevirdi. "Müdür anlattı biliyorsun, herkes sırlarını saklıyor. Bazılarının birkaç adet sırrı var. Benim sakladığım sırrım kardeşimin olması. Kim olduğunu bilmiyorum, yalnızca puan kazanmak için arıyorum."
"Ha ha ha... Ne komik ama!" Suratındaki ciddilik şaka yapmadığını kanıtlıyordu. "Üzgünüm, bu imkansız. Ben Kanadalıyım, aslen Kızılderili."
Yaklaştıkça görevlinin dikkatimi üzerimizde toplanıyordu, önden gitmesini işaret edip arkada biraz oyalandım. Kolayca üst aramasından geçti. Belgelere girerken ihtiyacımız olmuyordu, çıkarken kontrol ettirmemiz yeterliydi. Üst aramasını saymazsak gayet sorunsuz geçiş yapıyorduk. Telefonuma yeni mesaj gelip gelmediğini incelerken görevlinin yanına geldim, suratına gülümseme yayılmıştı.
Bana doğru yaklaşıp üzerimi aradı, bir kez tamamen aramıştı. Şimdi elleri biraz daha temas ederken, vücuduma dokunurken ikinci aramasını yapıyordu. Özel bölgelerime yakın kısımlara geldiğinde daha da yavaşlıyordu. Onun boğazını kesip atmalıydım. Çaktırmadan askerleri süzdüm, hiç mi denetlemiyorlardı? Yardım istesem anında üzerime suç atacak, ceza almamı sağlayacaktı. Kuleye izin almadan kesici alet getirmenin cezası dayak yemekten de beterdi, nasıl yalan atacağını gayet iyi biliyordum.
"Biraz fazla yakın temas göstermiyor musunuz?" Nefesi berbat kokuyordu. "Neden hiç kadın görevli yok?"
Cevap vermedi, elim kolyeme gitti. Onu kesinlikle öldürecektim, yeminler ediyordum. Adama lanetler okurken üçten geriye teker teker saymaya başladım. Eğer bu iş uzarsa sonraya kalmadan yaratıklarımdan birine anında yem olacaktı, göbekli adam eti en sevdikleriydi. İşi bittiğini sandığım an geriye adım attım, birine çarpmıştım. Yaşı ortalamadan bir tık fazlaydı, üstü jelibon tozuyla kaplanmış bir sakalla sahipti.
Kenara kaymadım, Kuzey arkamdaydı. Hiç olmadığı kadar öfkelenmişti, kolunu tuttum. Kavga çıkarsa işimiz oracıkta biterdi. Gitmemizi söylüyor, çekiştiriyordum. Bana cevap vermiyordu. "Ne yaptığını sanıyorsun lan sen?"
"Kuzey!" Adama doğru gülümsediğimde Kuzey'i boş verip gülümsemiş, sararan dişlerini öne çıkarmıştı. "Hadi gidelim." Parmak uçlarıma kalktım, kulağına yaklaştım. Omzuna tutunmuştum. "Ölmemizi mi istiyorsun? Önemsiz bir şey hem bu." Hayır, tam olarak o kadar da önemli bir şeydi. "Sonrasında icabına bakacağım."
Geri çekildi, bileğimi bırakmıyordu. "Yürüyelim."
Hızlı hızlı uzaklaşırken arakamıza bakıyor, sorun çıkıp çıkmadığına emin oluyordum. "Teşekkür ederim." Doğruyu söylemek gerekirse başımızı belaya girmekten kurtaran kişiydim, iyi bir amaçla da olsa kule şartlarına uymayan bir biçimde tepki vermişti.
"Onu öldüreceğim, onu öldüreceğim." Gözleri yere odaklanmıştı. "Ne zamandan beridir sana yapıyor bunu?"
Sorusunu görmezden geldim. "Dediklerimi hatırlıyorsun, yakalanmışsak çaktırmayacaksın. Ben en iyi şekilde paçamızı kurtarmamızın yolunu ya da az ceza almamızın yolunu bulurum." Kocaman gülümseyerek simsiyah saçlarını dağıttım, çoğu kişi gülümsememin insanlara bildikleri her şeyi unutturduğunu söylerdi. "Günde iki kez dikişlerini kontrol etmeye geleceğim, çok hareket etmemeye çalış. Dikişler açılırsa biteriz."
"Antrenmanlarımı aksatamam." Suratına gülümseme yayılmıştı. "Bu düşmanlarımın önüme geçmesi demek Küçük Hanım."
Ne dersem diyeyim kendi fikirlerine uymayı sürdürecekti, pes etmiştim. Onunla göz göze gelmemeye çalışıyordum, ne zaman birbirimize baksak yeni sorunlar ortaya çıkıyordu. Durumumu ne kadar süre daha devam ettirebileceğimi düşünürken bize yaklaşan Savaş'ı görmüş, sakinleşmiştim. Elimi havaya kaldırdım. Koşar adım yürüyordu, surat ifadesi oldukça ciddiydi.
Zihnimin doluluğundan dolayı düşünemez hale gelmiştim, henüz odamda bulunan cesetler üzerine yeni yeni yoğunlaşıyordum. Birbirimize yaklaştıkça şüphelilerimi teker teker eliyordum. On kişi civarında şüphelim vardı. Etrafı araştırdıkça elemeyi artıracaktım. İşin en zor kısmı ismi ise o kişiye görev olarak verilip verilmediğini bulmaktı. Eğer görev olarak verildiyse onu suçlu sayamazdım, yapmak zorundaydı.
Asıl sorumun cevabı basitti: Görevliler cesetleri biliyordu çünkü daha yeni odam yanmıştı. Birçoğu eski odamı temizliyor olmalıydı, diğerleri de yeni odamı temizliyor olmalıydı. Görülmemesi imkansız olan düşmanımın zorunda olduğu için yaptığı kesindi. Belki katil kendisiydi, belki de değildi, yalnızca cesetleri taşımıştı. Cesetlere otopsi yapılmıyordu, bizim bulmamızı istiyorlardı.
Yaptığım çıkarımı zekice bulmuştum. Kuledeki diğer kişilerin de aynı şeyi düşünmesini isterdim fakat katil olduğumu sanacaklardı. Başıma ağrılar girdiğinde ağzıma gelen tüm küfürleri ettim. Nasıl olsa yanımızda yetişkinler yoktu. Hiç aksatmadığım görevlerimi aksatmış, bir kerecik dahi olsun yalan atmadığım babama onlarca yalan atmış, kulede yardım ettiğim tüm insanların güvenini kaybetmiştim. Üstelik hepsi yirmi dört saatten kısa sürede meydana gelmişti.
"Jaha konuşabilir miyiz?" Kuzey'i inceledi. "Siz ikiniz, neden dışarıdaydınız? Sorumun cevabını çok merak ediyorum ama yakalanmadıysanız burnumu sokmayacağım." Beni Kuzey'den uzaklaştırdı, asansöre gidiyorduk. "Sonuçta ben senin neyinim ki? Ne hadimime canım!"
"Evet, anlat bakalım." Asansör birkaç dakikanın ardından gelmeyince bakımda olduğuna karar kılmış, binanın öbür ucundaki asansöre gitmiştik. "Özet olmadan, detaylarla... Ayrıntılar önemlidir."
Asansörün tuşuna kibarca basıp bekledi. "Öncelikle oluş sırasına göre başlayalım mı? İkinizin fotoğrafı şu kuledeki kızların açtığı dedikodu sayfasına atıldı. Ayrıca İtalyanca dersi alanların da ortak grubuna atıldı." Asansör hala gelmemişti, tuşa saniyelik farklarla tıklamaya başladığımda sinir oldu. Elini elime doğru attı, parmaklarımızın uçları birbirine değerken yine aynı kibarlıkla sinir bozuculuğuma son verdi. "Başka gruplara da atılmış olabileceğini düşünüyorum."
"Neden kız dedikodu grubunda varsın?" Asansör geldiğinde içeri girdik. Tuşa basmama izin vermeyip önce davrandı. "O grubun yalnızca kızların sevgilileri hakkında konuşup birbirlerine regl tavsiyeleri verdiği bir yer olduğunu sanıyordum."
"Hım... Beni kazayla eklemişler, kız sanıyorlar. Ben de sevgilileri hakkında konuştuklarını utanç verici mesajları okuyunca kahkaha atıyorum. O yüzden çıkmaya çalışmadım." Ellerini beline koydu, ağzı beş karış açılmıştı. "İnanabiliyor musun bir kız sevgilisi Ukrayna'da göreve gitti diye suyuna uyku ilacı koymuş." İki kaşı da aynı anda yukarı kalktı. "Okuduğumda şok oldum."
"Oha." Asansör gitmek istediğimiz kata geldiğinde kendime hakim olamayıp güldüm. "Yengemize söylerim bunu, üzerinde denesin. Belki gözün filan kayar başka kızlara." Daha çok kahkaha atmamak için yanaklarımı ısırıyordum. "Etkili yöntemmiş."
Karnını okşadı. "Yengemiz varsa bile yemişimdir ki ben." Karnı guruldamıştı. "Sen ve Kumsal haricinde ne varsa fark etmiyorum. Uyku sersemiyken filan karşıma çıktıysa çok geçmiş olsun."
***
Siyah tayt, siyah uzun kollu bluzla kombinim tamamlamıştım. Bağcıklı siyah çizmelerimi de geçirdiğimde dışarı çıkmaya hazırdım, dağınık eşyalarımı topluyordum. Yatak odama geçtiğimde saçlarım omzumu tamamen ıslatmıştı, içerisi sıcak olduğundan en geç yirmi dakika içinde kuruyacaktı. Kapımın altından içeriye sokulmuş kitap ekstra işkence demekti. Toprak bana kitap bırakmıştı, en sevmediğim yazarın eserlerindendi (kitaplarında hiçbir olay yoktu).
Beraberken elimizdeki dedikodular bittiği an kitaplar hakkında sohbet ediyorduk. Okumayı sevsem de vakit ayıramıyordum. Antrenmanlar, görevler, dil dersleri tüm zamanımı çalıyordu. Kitabın ilk sayfasını açtığımda yere bir kağıt düşmüştü. Kitabın içinden düşmemişti, altına yapışmıştı. Kağıdı sonra götürmek için kenarı koyacaktım ki bana geldiğini anladım, müdür bulmamızı istediği kişileri tam liste olarak göndermişti.
-Katil (dört seviye atlanacak, +15 puan)
-İki adet kusursuz (her biri için beş seviye atlanacak, +10 puan)
-Raynaud hastalıklı (+2 puan)
-Teknolojiyi kontrol eden kişi (+73 puan)
-İllüzyon ustası (+7puan)
-Kardeş olan iki kişiyi bulma (her bulunan kişi için +2)
-Katile yardım eden kişi (iki seviye atlanacak, +3 puan)
-Bipolar bozukluğa sahip kişi (+2 puan)
-Hiç G.R.İ.F.T sisteminde bulunmamış, aramıza yeni katılan kişi (+10 puan)
-Özel gücü duvarlardan geçmek olan kişi (+2 puan)
Not: Yakalandığınız durumlarda ceza alacaksınız, yarışın yalnızca kendi aranızda olduğunuzu unutmayın. Birileri bulundukça veya oyun dışı kaldıkça bildirilecektir. En düşük iki puandaki yarışmacılar oyun sonunda ölecektir. Katılımcılar; Sıla Akar, Kumsal Aydın, Savaş Kandemir, Aslı Bektaş, Diana Sivers, Ece Atılgan, Burak Kaya, Kuzey Avcı, Melissa Bronova, Alexander Raen, Jaha Dwan, Ahmet Yılmaz, Toprak Taş.
Yazıları okudukça dehşet içinde kalıyordum. Yere oturup arkamı yatağa yasladım. Çok yorgundum, ruhum yorulmuştu. Resmen yemek tarifi alır gibi birbirimizi öldürmek için liste almıştık. Birilerini öldürmekle suçlandığım için ekstra tehlike içindeydim. Yeni odamın da kilidini bozup kendime göre olan önlemleri almalıydım. Aksi halde birkaç hafta içinde öldürüleceğim kesindi. Çevremdeki herkes birilerini öldürüp kendilerini haklamak için yeterince deneyime, beceriye sahipti.
"Ece'nin ismini henüz çıkarmamışlar, bu bir mesaj mı yoksa dalga mı geçiyorsunuz?" Yerden kalktım, başka kişilerin düşüncelerini de merak ediyordum.
Görevliler tarafından üst yataklardan birine fırlatılmış spor çantamın içine kemiklerimi yerleştirdim. Kolayca kırılmayacak olanları koyuyordum, koşuşturma olayları yaşamam an meselesiydi. Çantanın bir yere çarpma ihtimali de yüksekti. Kemikler birbirlerine çarptığında ses çıkarmaması için penye kıyafetlerimden birkaçını gelişigüzel yerleştirdim. Sağa-sola hareket ettirerek test ettim, sorunsuzdu. Kapımın arkasına asılmış koyu lacivert ceketimi omuzlarıma attım, çıkarken kapımı kilitlediğimden üç kez emin oldum. Ceset bulunma olayının tekrardan yaşanmasını istemiyordum.
Dışarıya çıktığımda kalabalıktan geçilmez olacağını zannetmiştim, ölüm haberleri her yere yayılmışsa yeni gelenler korkuya kapılmış olabilirdi. Kafama takmadım, beynimi önemli olaylar için kullanacaktım. İyi tarafını ele alacak olursam bulunduğum kat kütüphanenin, bilgisayar odasının bulunduğu kattı. Öğrencilerinde görevlilerinde sessiz olması gerekirdi, geceleyin beni rahatsız eden olmayacaktı. Olağandışı bir ses duyarsam başımın tehlikede olduğunu rahatça anlayacaktım. Yerdeki kahverengi ipek halıları dahi ses çıkarılmaması için tasarlanmıştı.
Tüm ses yalıtımlarına rağmen duvarlar maviye boyanmıştı, sakinleştirici renkler tercih edilmişti. Her köşede takımların sembolik yaratıklarıyla süslenmiş tütsüle vardı, etrafa yaydıkları dumandan ötürü güzel kokularını düşünmek imkansızdı. Ceketimi giyerken bilgisayar odasının geniş tahta kapılarından içeriye girdim. Kapüşonumu kapatıp kapatmamakta kararsızdım, artık neyi saklayacaktım ki? Hakkımdaki tüm sırları neredeyse öğrenmiştiler.
Savaş en arkadaki masalardan birindeydi. Yanındaki kız ve bizim haricimizde iki kişi vardı. "Hey."
Dikkatini üzerime topladı, sarılmaya hazırlanan bir insan misali kollarını iki yana açtı. "Merhaba güzellik." Aramızda son kalan mesafeyi kapatırken kızdan gözlerini asla ayırmadı. Az kalsın kablolara takılıp düşecekti. "Görüşmeyeli boyun mu uzadı senin?" Evcil kedisiymişim gibi kafamı okşadı.
En yakın arkadaşımın şakalarına kırılacak değildim, ben de ona karşı espriler yapıyordum. "Bir gün aramızdaki flört lafları yüzünden bizi sevgili sanacaklar." Kıza doğru bakıp gülümsedim. "Bu arkadaşımız kim?"
Kızın yüzündeki korku dehşet verici cinstendi. Herkes benden böyle korkacak mıydı? Savaş araya girip "Adı Melissa." dedi. Kızın elini tutup bana uzattı. "Bu da Jaha, benim en yakın arkadaşım."
"Memnun oldum, lütfen bana neden Melissa'nın burada olduğunu açıklar mısın?" Açık olan bilgisayar ekranını inceledim. Daha önce Melissa'yı hiç Fransızca derslerinde görmemiştim, Fransızca konuşmaya başladım. "Umarım birilerine zarar vermek zorunda kalmam, ayrıca en alttaki puanda da kalmamalıyız. Ne yapacağız?"
Güldü, kusursuz dişleri meydana çıkmıştı. "Seni bilmem ama benim yetmiş üç puanım hazır."
"Ne?" Yetmiş üç puanı mı hazır? "Kim- Kimi buldun?" Hangi öğrenciye ait olduğunu tahmin etmeye çalışıyordum. "Tek-teknoloji dehasını mı?" Bir şeyler düşünürken konuşmaya çalıştığımda eğer şaşkınsam kelimeleri doğru telaffuz edemez, kekelerdim. "Nasıl yani?"
"Ta daaaaaa!" Kızı gösterdi. "Çok şirin dimi?"
"Ağzım açık kaldı. Gerçekten mi, kızı söyleyecek misin?"
"Bu tamamen biraz sonraki planımı ispiyonlayıp ispiyonlamadığına bağlı." Melissa'nın omzundaki saçları geriye attı. Yanına gelmemi işaret etti. "Farkındaysan herkes dövüş antrenmanına gitti, bu saat ortak antrenman saati. Gitmeyen varsa büyük ceza alırlar." Dudaklarını büzdü. "Ne acı ama..."
Bizim haricimizdeki diğer iki kişinin çoktan gittiğini fark ettim. Planı her neyse korkmamı sağlamıştı. "Ağ... Bensiz plan yapıp uygulamaya mı geçtin sen az önce?"
"Eh... Sonuçta her daim sen plan yapacak değilsin." Öne eğilip kızın kulağına İspanyolca kelimeler söyledi, ne dediğini kestiremiyordum, öğrendiğim diller arasında değildi. "Antrenman başlangıç alarmı başlamak üzere. Bitiş alarmını kapattırdım. Diğerlerinin odasını araştıracağız." Hızlıca geriye çekilip alkış tuttu. "Oyun başlasın!"
"Ne? Hayır! Sakın bunu yapm-" Alarm çalmıştı. Artık istesem de istemesem de oyunun parçasıydım.
İnanamıyorum, bu kadar aptal olduğumuza inanamıyorum! Biz ne yapmaya çalışıyoruz böyle? Başımıza bela alıp duruyor, amacımıza ulaşamıyoruz. "Tamam, sakin olun." Plan Savaş'ın olsa da soğukkanlılıkla yönetilmeye ihtiyacı var, bunu yapabilecek tek kişiyim. "Melissa ortalıkta görünme. Burada masanın altında durabilirsin, ses çıkarmazsan kimse seni fark etmez. Görevliler kütüphanenin başını belaya bulaştırmayacak öğrencilere göre olduğunu savunuyor."
İnsanların odalarını arayacaksak eleme yapmalıydık. Hepsini aramaya zamanımız olmayacaktı, oda arkadaşım olmasa da Savaş'la Kumsal'ın oda arkadaşlarını rahatlıkla eleyebilirdim. Onların eşyalarını normal zamanlarda çaktırmadan kurcalayabilirdim. Odaları temizleyen, eğitim odalarına giden görevliler saymazsak yakalanma gibi bir durumumuz yoktu. Yine de feci halde korkuyordum, geriye dönüp antrenman bitiş alarmını çalıştırmalıydık.
Güvenlikten sorunlu görevliler herkesin bir arada olmasını fırsat bilerek antrenman vakitlerinde molaya çekilirdi. Öyle ki görevden yeni dönmüş öğrencileri kulenin içine dahi almazlardı. Özet geçmek gerekirse öğretmenler canımızı çıkartırken dinlenmeye fırsatları oluyordu. Hak veriyordum, kulede herkesin psikolojik desteğe ve dinlenmeye ihtiyacı vardı, özellikle de benim. Kırk günlük sınavımı bitirebilirsem hayatta kalacak, kiralayabilecekleri ajanlarından olacaktım. İstesem de istemesem de verdikleri işleri yapacaktım.
Kütüphanenin girişi oldukça normaldi, yemekhaneye giriyormuşsunuz hissi veriyordu. Sıradan, kestane rengi kapılara sahipti fakat içeri girdiğinizde en az beş metre yükseklikteki devasa odayla karşı karşıya kalıyordunuz. Tüm duvarlar raflarla, ortadaki boş alanlarsa çalışma masalarıyla kaplıydı. Aralardaki garip boşluklara ise bilgisayarlar yerleştirilmişti. Eğlence odalarında bulunanların aksine oldukça eskiydiler, nedeni ise oldukça normaldi: Kütüphanedeyken sadece çalışmaya odaklanmamızı istiyorlardı, oyun oynamaya değil.
Stresten dolayı ne yapacağımı şaşırmıştım. Tozlu halının üstünde bir ileri, bir geri gidip geliyordum. Kütüphanenin elektrik sistemi berbat yapılmıştı, o yüzden her yerde tuhaf kablolar vardı. Birkaç metre ötemizdeki akvaryumun çıkardığı ses olmasa daha da paniklerdim çünkü insanlara dair tüm sesler kesilmişti. Herkes olması gerektiği yerdeydi, kimse iş çevirmiyordu. Daha da sakinleşmek için akvaryuma baktığımda pek yardımcı olmadı, balıklardan ikisi ölmüştü.
Dün yeni gelenler odalarına yerleşmişti, sınav bugün başlamıştı. Nasıl test edileceğimizi, nelere dikkat edecekleri hakkında fikre sahip değildim. Tek bildiğim, canımıza okuyacaklarıydı. Ayağımı en kısa zamanda denk almalıydım. Kural ihlalleri kısa sürede ölümlerle sonuçlanabilirdi. Canıma önem vermiyordum, arkadaşlarımınkini önemsiyordum. Öte yandan ömrüm boyunca bunun için çalışmıştım, ülkelere satılacak bir ajan olabilmek için...
"Melissa." Korkudan donmuştu, dediklerimi geç algılıyordu. "Lütfen artık saklan. Yakalanırsan da sakın bizi deme, çişinin filan geldiğini söyle."
Mavi gözleri girişe kaydı. "Jaha gidelim mi?" Cevap vermek yerine işe koyuldum, Koşuşturmaya başlamıştık. "Bu kattan başlayalım. Yanılmıyorsam Kumsal'ın odası, Diana Sivers diye bir kızla Ece'nin erkek kardeşi Burak'ın odası var."
Sessimizin duyulmamasına özen gösteriyordum. "Kumsal'ı boş ver, o kız öldürse öldürse Kuzey'i öldürür." Duvar kenarına sırtımızı vererek ilerliyorduk. "En yakın arkadaşlar her daim kardeşlerden daha çok kargaşa demektir. Ondan başlayalım."
Evet, bize kardeş olanları bulmamızı da söylemiştiler ama kardeş olduğu zaten bilinen kişileri kastetmemişlerdi. İkisinin kardeş olduğu, en azından küçüklükten beridir beraber takıldıkları herkes tarafından bilinirdi. Birbirleriyle yemek yedikleri, ağladıkları, hatta üstü kusmukla kaplanmış küçüklük resimlerine sahiptiler. Görünüşlerinde benzerlik yoktu, Burak albinoydu.
Tüm öğrencilerin hareketlerine dikkat ederdim: İkisini uzun süre sohbet ederken gördüğümü hatırlamıyordum ya da aynı hobiyle uğraşırken, zıt kişiliklere sahiptiler. Burak sürekli hüzünlüydü, Ece ise neşeli. Sanırım yerinde olsam ben de öyle olurdum. Hastalığından dolayı güneşe çıkamıyor, çoğu etkinliğe katılamıyordu. Görevlerde zorunlu olarak çıkması gerektiğinde cildinde ceviz büyüklüğünde kan kırmızı yaralar çıkıyordu. Evet, Ece dün gelmişti ama daha önceki yıllar kulede gördüğüme adım gibi emindim.
Altın işlemeli kapının kolunu çevirdiğimde gülümsedim. İşte bu, işte herkesin güvendiği kule öğrencileri. Kulede hiç hırsızlık olayı yaşanmamıştı, malzeme çalıyor olsam da işimde ustaydım. Asla yakalanmıyordum. Bu sebeple odaların kapılarını kapatarak çıkarlardı. Asla odasını kilitlemeden çıkan öğrencilerden olmayacaktım, kendi yediğim haltları düşündüğümde imkansız geliyordu. Gerçi kilitleseler dahi açmam en fazla iki dakikamı alırdı.
"Herkesin gittiğine emin miyiz?" Kapıyı araladığımda gıcırdama sesi tüm koridora yayılmıştı. "Hay, lanet olsun ya." Hızlıca içeriye girip kapıyı kapattık, görevliler kontrole gelirse tüm kapıları teker teker açmaları gerekecekti. Bir nevi zaman kazanmıştık.
"Banyoyu kontrol ediyorum, sen yatak odasını ara." Hızlıca banyoya gitti.
Hemen arkasından işe koyuldum. Yastık altlarını aramak benim yaş grubum için aptalcaydı, aramaya değmezdi. Yalnızca panik anında telefon, ilaç benzeri malzemelerini gizlerlerdi. Yastığı kaldırmadan elimi altına sokarak yokladım, boştu. Ranzayı kaldırıp altına baktığımda fotoğraf albümlerine ulaştım, bir sonraki aşamaya biraz daha yaklaşmıştım. Dışarı çıkarır çıkarmaz yüzümü hüzün kaplamıştı.
Albüm kutusunun üzeri şeffaf plastikten yapılmaydı. Her yerine yıldız çıkartmaları yapıştırılmış, tahta kalemleriyle Diana&Ece sonsuza kadar birlikte yazılmıştı. Fotoğrafların iki kız arkadaşa ait olacağını düşünsemde genel olarak Burak'a aittiler. Beyaz saçlı çocuğun her yaştan resimleri mevcuttu. Çok küçük resimleri evde çekilmişti, kolayca anlaşılıyordu. Henüz ailesinden alınmadığı dönemlerden kalmaydılar. Genel olarak güzel bir çocukluğu olmuştu, mutluydu. Birçok oyuncağı, oldukça ilgili ebeveynleri vardı.
İtiraf etmeliyim ki doğun günü fotoğrafı özenilecek cinstendi. Yanında birçok akrabası, arkasında da minik bir tepe oluşturmuş hediye paketleri vardı. Kafasına taktığı şapka elma şekerlemesine benziyordu. Önündeki devasa pasta muhteşem gözüküyordu, üstünde doğun günü tarihleri yazıyordu. Normal içeceklerin yanı sıra olan alkoller de göze çarpıyordu. Kulede büyütülmüş hiçbir çocuğun doğun günü kutlanmazdı, sadece arkadaşlar kendi aralarında parti düzenlerdi. Parti yapıldığı için kıskanmamıştım, ailesiyle arasının iyi olması şahaneydi.
Öte yandan iki arkadaşa ait resimler bir elin parmağını geçmiyordu. Birbirlerine yazdıkları mektuplar, çeşitli kız tokalarını saymazsak onlara ait oldukları anlaşılamazdı. Mektupların fotoğrafını çektim. Tüm fotoğrafları topladığımda yere kağıt düştü, kaşlarımı çatarak almıştım. İşte büyük bir ipucu yakalamıştık. Üçünün de birlikte yer aldığı tek resme ulaşmıştım.
Ece ortada duruyor, kardeşinin de arkadaşının da elini tutuyordu, gülümsüyordu. Gamzeleri meydana çıkmıştı. Kardeşi kaşlarını çatmış, koyu masmavi gözleriyle etrafı süzüyordu. Diana'nın gözleri yere, Burak'a doğruydu. Kızarmış yanakları özenle incelediğinde rahatça anlaşılıyordu. Giydikleri tişörtler aynıydı: Açık mavi renkte, ortasında Coca-Cola şişesi basılmıştı. V yakanın kenarlarında İtalyanca kelimeler yazılıydı. İlk çamaşırı beli eden kıyafetlerdendi.
"Demek iki aşık..." Fotoğrafı bıraktım, albüm kutusunun kapağını kapatıp yerine koydum. "Ayrıca hiçbir şeyden haberi olmayan bir kız kardeş. Ne hoş..."
Komodinin çekmecelerini açtığımda o tişörtü görmüştüm, artık emindim. Diana arkadaşının erkek kardeşinden hoşlanıyordu. O önemsiz tişörtlerden değildi. Yaptıklarım huzurumu kaçırmıştı, insanların özeline burnumu sokmayı sevmezdim. Zamanı geriye alabilsem kendime hakim olurdum. Aynıları bana yapılsa -ki imkansızdı- sırlarım, hislerim ortaya çıktı diye psikolojim altüst olurdu. Neyse ki hoşlanma mevzusunu kimseye demeyecek, beli etmeyecektim. Hal ve hareketlerimi iyi kontrol ediyordum.
Son kalan çekmeceleri, gül yaprağı desenli kıyafet dolaplarını, gri kilimin altını kontrol ettiğimde gitme vaktimiz gelmişti. "Hadi gidelim. Bir şeyler bulabildin mi?"
"Hayır."
Düzenli davranıp davranmadığını sormama gerek yoktu, benden de dikkatli olduğu kesindi. Sonuçta daha yetenekli bir hırsızdı. Kimseyle karşılaşmadığımız için şanslıydık. Tahminimce ilk on beş dakikamızı bitirmiştik, geriye yetmiş dakika kalmıştı. Ayrılırsak daha çok kişinin odasını araştırabilirdik. Öte yandan Savaş insan psikolojisini bilmiyordu, nerelere bir eşya saklanabileceğini kestiremezdi.
"Sen Burak'ın odasını ara." Hemen yan taraftaki odaydı. "Odanın tamamını hızlıca bana video çek. Çok uzun olmasın, yalnızca analiz yapacağım. Ardından kendi aramanı yap. Yakalanmamışsan bana mesaj atıp Alexsander'ın odasını ara. Ben Sıla'nın odasını kurcalayacağım, Kuzey'in odasında buluşalım."
İyi sonuçlar çıkaracağa benziyorduk. Sıla'nın odası tam anlamıyla sırlarla kaplıydı, nerede olduğunu kimse bilmiyordu. Yalnızca dört kat yukarıda takıldığını duymuştum, odası veya arkadaşları orada olmalıydı. Kişiliğimizi yansıtan en büyük ipuçları arkadaş seçimlerimiz olduğundan nereye gitmem gerektiği hakkında aklımda soru yoktu. Etraftaki sesleri dinlerken ilerlemeye devam ettim. Havalandırmalardan gelen sesler, antrenman odalarından gelen kavga sesleri, fotokopi makinelerinin çıkardığı sesler haricinde insan sesi duyulmuyordu.
Düzenli spor yapmama rağmen merdivenlerden nefret ediyordum. Sıradan bir günümde en az otuz kez merdiven inip çıkıyordum. Neyse ki oldukça genişlerdi, istediğim an durup mola verebiliyordum. Acele etmek zorunda olmasam daha da iyi olabilirdi. Akşam yemekleri yapılıyordu, yemekhane katını geçerken güzel kokular karnımın acıkmasını sağlamıştı. Tamamen dört kat yukarı çıktığımda oda kartlarında yazan isimleri teker teker okudum, Sıla'yı bulamıyordum.
İsimleri yeniden gözden geçirdiğimde durdum. "Nemesis Sıla Akar?" Kahkaha atmamak için yanağımı ısırdım. "Düşman Sıla Akar, vay canına... İsmi çok uyuyor, iki isme sahip."
Kapı kolayca açıldı, zorlamama gerek kalmamıştı. İçeri girer girmez şok oldum. Her yer mumlarla kaplıydı, yeni söndürülmüşlerdi. İçerideki duman arka arkaya öksürmemi sağladı. Yangın alarmının çalışmaması için etrafına naylonlar, bez parçaları sarılmıştı. Tahta işlemeli sandıklar açık bırakılmıştı. Alarmın fotoğrafını çektim, ipucu olmasa bile şantaj için kullanabilirdim. Birçok ağacın yaprağı masanın üstüne bırakılmış, kenarlarına yapıştırılmış kağıtlara isimleri yazılmıştı. Küçük cam şişelerin içinde değişik tozlar vardı. Bunlar en normal eşyalarıydı, geriye kalanlar ise korkutucuydu.
Birçok abuk sabuk iğne yan yana dizilmişti. Bazıları oldukça düzken bazıları ise tuhaf şekillerdeydi, içlerinden en çok dikkatimi çeken ise kayan yıldız şeklinde olandı. Küçük çocukların çizdiği çizimler gibi değildi, gerçek bir kayan yıldızı andırıyordu.
Kalınları farklı boyuttaydı, soldan sağa doğru sıralanmışlardı. Kalınlaştıkça bazı iğneler yün şişine dönüşmüştü. Birkaç tanesi paslanmış, birkaçı ise kurumuş kanla kaplanmıştı.
Odanın en tepesinde rüya kapanı asılıydı, içerisinin boğucu havasına rağmen durmadan dönüyordu. Etrafındaki dumanları hareket ettiriyor, uğultuya benzer sesler çıkarıyordu. Bazı çekmecelerin üstü doğal tuzla kaplıydı, Eski Türklerin büyülerde kullandığı türdendi. Boş saksıların içine dal parçaları yerleştirilmişti, bir kısmı filiz vermeye başlamıştı. Dikkatimi çeken en büyük şey ise her yerin kedi tüyü ile kaplı olmasıydı, ortalıkta gezinen bir kedi yoktu. Zaten kuleye hayvan sokmak imkansızdı.
Sıla benim gibi cadıydı. Büyücülük işlerine merak sarmış da olabilirdi. Tabi birinci ihtimalin olma olasılığı çok yüksekti, aksi halde nasıl bu denli iyi bildiği açıklanamazdı. Öz babamın kullandığı malzemelere sahipti. Kağıtlara yazdığı isimlerin fotoğrafını çektim. İçi tozla kaplı olan cam şişede durdum. Ossis kelimesinin anlamını yeterince biliyordum, kemik. Benim yeteneğimin aynısını mı yapmaya çalışıyordu? Ağzıma gelen en kötü küfürleri ederken geriye çekildim.
Kardeşinin eşyalarını da inceleyip acilen çıkmalıydım. Öğrendiklerim kaldıramayacağım cinsten bilgilerdi. Doğuştan gelen yeteneğime başkaları da sahip olmaya çalışıyordu muhtemelen. Geçmişi hatırlayamıyordum, yeteneğimi hiç başkalarının yanında kullanmış mıydım? Sıla ile çok fazla ortak görev almıştık, gücümü öğrenmediğini ümit ediyordum. Belki de küçüklüğünden beridir nefret etmesinin temel nedeniydim, sahip olmak istediğine sahiptim. Üstelik bunun için elimi dahi kımıldatmamıştım.
Ahmet'in eşyalarını çok karıştırmadım, onun hakkında sonradan araştırma yapacaktım. Elimde kim olduğuna dahi birkaç bulgu vardı. Sıla eşyalarını saklama zahmetine girmediğine göre kardeşiyle ortak çalışıyordu. Başım dönüyordu, gözümün önünden bazı karaltılar geçiyordu. Tıpkı kabuslarımdan uyandığımda olduğu gibiydi. Gerçek değillerdi, beynim uyduruyordu. Bana seslenişlerini, insanlara zarar vermemi söylediklerini duyuyordum.
Gelen bildirim sesiyle mesajları okudum. "Lütfen yakalanmamış ol."
Savaş: Kuzey'in odasının olduğu kata gel. Acil.
Savaş: O kat çok yoğun, çok görevli var. Nefes alsak duyulur. Araştıracaksak aynı anda girelim.
Savaş: Karnım acıktı.
:İki dakikaya oradayım.
Mesajları kapatmadan telefon ekranını kapattım. Kalbim davul misali atıyordu. Bazen bilgiye sahip olmak olumsuzlukla sonuçlanırdı, yaşadığım durum aynısıydı. Yürürken saklanmaya özen göstermiyordum, zihnimin kontrolünü kaybederken akıl sağlığımı kaybetmemek için savaşıyordum. Etrafta dolaşan hayali yaratıkları görmemek için başımı öne eğdim. Zemine sürtükleri tırnakları, dişlerinin açılıp kapanma sesleri, iğrenç nefesleri hepsi zihnimdeydi.
Güzel olayları düşünmeliydim. Peki neyi düşünecektim, hayatımda güzel olan ne olmuştu ki? Güzel anıları düşünmeye çalıştıkça batıyordum. Acı gerçeklerle yüzleşiyordum. Kalbimin mi bedenimin mi acıdığına karar veremiyordum ve bu daha da çok acıtıyordu.
Beni takip eden ayak sesi tüm koridorda yankılanıyordu, gerçek olmadığı beliydi. Yanımdan geçerek uzaklaşmıştı. Onu tanımıştım, annemdi. Kendini astığı gün olduğu gibi ayakları aynıydı, çıplaktı. Üşüdüğü moraran teninden kolayca anlaşılıyordu. Paçaları kıvrılmış bol kot pantolonu da üzerindeydi, hiçbir fark yoktu. Kalp atışım polis sirenlerini, babamın beni vermemek için ettiği kavgaları bastıramayacak hale gelmişti.
Merdivenlere geldiğimde sesler kesilmişti, zihnimi boşaltabildiğimi sanmıştım. Arkama bakmış, gidip gitmediğini kontrol etmiştim. Önüme döndüğümdeyse annemin ölü bedeni ile çarpıştım. Aynı dehşeti yaşamak kalbime bıçak saplamıştı. Sallanan beden yaşıyordu, gözleri bembeyazdı, teni soluktu. Bana bakıyor gülümsüyordu. Saçları, gözleri, ten rengi benimle birebir aynıydı. Ona olan benzerliğim daha da üzülmeme neden oluyordu.
"Sen beni öldürdün Jaha. Sen beni öldürdün. Öldürdün beni." Boynuma uzanmaya çalıştığında kendimi geriye attım.
Biri koltuk altlarımdan tutup düşmemi engellemişti, o kişi babamdı. Yüzünün yarısı çürümüş, salya benzeri yeşil sıvıyla kaplanmıştı. Bu kısım A.S.K.E.R sisteminin görevlilerinin en çok şiddet uyguladığı noktaydı. Çenesinin altından beynini bir kısmını görebiliyordum. Kollarımı çekmeye çalıştım, çok güçlüydü. Daha önce Kuzey'e uyguladığım tekniğin aynısını uygulayarak yere çekmeye çalıştım, başarısız olmuştum. Zihnimle savaştığım için karşı koyamıyordum, üstelik gerçekten olup olmadıklarını da bilmiyordum. Yeni bir yara edinmek istemiyordum, gitmelerini ümit ettim.
"Buradan defolun!" Kolumu çekmeye çalışırken çıkardığım ses inlemeleri andırıyordu. "Sizi öldürmedim ben!" Pes ettim, ne olacaksa olacaktı. Zihnimle savaşamazdım. "Ben sizi o kadar çok seviyordum ki..."
"Jaha..." Sesi koridorun sonundan gelmişti. "Yine özel gücün ile ilgimi sorun mu yaşıyorsun?" Yanıma gelip yere oturdu, babam da annem de yok olmuştu.
"Oradaydılar." Hıçkırığımı son anda bastırmıştım. Ağlamak istesem de insan içindeyken yapamazdım. "Savaş, sen gelince gittiler." Parmağımla eskiden oldukları noktayı gösterdim. Kollarını omuzlarıma atarak bana sarıldı. Konuşmadan bir süre boyunca öyle kaldık. "Sanırım buna ihtiyacım varmış, teşekkür ederim."
İçtenlikle gülümsedi. "Küçük kız kardeşime kendi bile zarar veremez." Hızlıca ayağa kalkıp elini uzattı. "Kumsal ve sen benim için çok değerli. Takımımdaki herkes kardeşim fakat siz benim için daha değerlisiniz."
"Biliyorum, siz de." Gülümsemeye çabaladım, başarmıştım da. "O halde son oda mı?"
"Evet" Koyu lacivert kot ceketinin cebinden telefonunu çıkardı. "Yirmi dakikadan az vakit kalmış."
Son kalan odaya girdiğimizde odanın sadeliği dikkatimi çekmişti. Neredeyse hiç süs, ekstra mobilya yoktu. Açık mavi renk çarşafları olan dört yatak, sarı renkteki masadan ibaretti. İki arkadaşın aynı takımdan olduğunu varsayıyordum. Kule her ay öğrencilere belirli bir miktar para öderdi, benim masraflarımı babam ödüyordu. Öğrencilere para ödemeyen bir takımdan olmalıydılar. Bu arada öğrencilere verilen maaşın ne kadar olduğuna hiç bakmamıştım.
Masanın üzerindeki not defterlerini kurcaladım, dil ile ilgili notlar alınmıştı. "Gizledikleri hiçbir şey yok. Püf..." Yatağın kenarına oturdum. "Oysaki Kuzey'le Toprak bu oda da kalıyor. En azından kız numaraları yazan bir defter, eski sevgililere dahi fotoğraflar bulmalıydık."
"Cidden mi Jaha?"
Kahkaha attım hafifçe. "Tuhaf demek ki terk edilen taraf değil, terk eden taraf olmuş her zaman." Geçtiğim dalgalar gülmeme yardımcı oluyordu. "Hadi gidelim, çaktırmadan odalarımıza dönsek iyi olu-" Kuzey'in yatağının kenarından gözüme bir parıltı takılmıştı. Metal bir şeyin parıltısıydı. Toprak'la kitaplar hakkında sohbet etmeye geldiğimde hiç görmemiştim. "Bekle biraz!"
"Siz ikiniz!.." Ağzım beş karış açıkken arkamdaki sese döndüm, yakalanmıştık. "Burada ne yapıyorsunuz?"
Bir günlük bölüm gecikmesi için kusura bakmayın, dünün salı olduğunu unutmuşum. 💖❤🐾 Düşüncelerinizi yorumlarda belirterek lütfen destek olmayı unutmayın🍁
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top