Görev Tuhaf


İki gün sonraki görevim babamın yanındaydı, Asker takımının verdiği bir görevdi. Yani Asker üssündeydim. Merdivenlerin başına oturmuş öylece aşağıdakileri izliyordum. Herkes koşuşturuyor, ellerindeki evrakları bir an olsun bırakmıyordu. Boş kalan bir bilgisayar varsa anında kapılıyordu, bazı kişiler bu durum yüzünden kavga etmekle meşguldü. Evrak işleriyle ilgilenmeyenlerse üniformalarını tamamen giymişti, güvenlikten sorumluydular. Genel olarak burası bir film stüdyosunu andırıyordu. Kim varsa oldukça yoğundu, panik halindeydi. 

Masalar oldukça sıkışık dizayn edilmişti, ofisin neredeyse her yerinde kocaman pencereler vardı. Böylece günışığı içeri rahatça giriyor, güzelce aydınlatıyordu. Kullanılan renkler bile çalışanların boğulmasına yeterdi, fıstığa benzeyen yeşil duvarlar iğrenç gözüküyordu. Sanki kırk yıl önce boyanmış, hiçbir izin üstünden tekrar geçilmemişti. Klimadan tıkırtı sesleri geliyordu, yere su damlattığı için hemen altına kova bırakılmıştı. Tamir etmek için gelenler eşyaları ortalık yere bırakıp gitmişti, diğer çalışanlar ise yoğunluktan dolayı olup bitenleri fark etmiyordu. 

Başlarında babam olunca pek de şaşılacak bir görüntü değildi. Başımı parmaklıklara yasladım. Yaklaşık olarak yarım saattir buradaydım. Dışarıdaki kar yağışını düşünecek olursak içerisi epey sıcaktı, halimden memnundum. Kuleden uzaklaşmak kafamı dağıtmama yardımcı olabilirdi. Son oyunda kaybettiğimiz kişileri düşünmemekte kararlıydım, moralimi bozduğum an da kaybederdim. Aklıma Kuzey geldiğindeyse hemen telefonumdaki oyunlardan birini açıyordum, en zor leveli girip kazanmaya çalışıyordum. Bunu ne sıklıkla mı yapmıştım? Asla geçemeyeceğime emin olduğum otuz iki leveli geçecek kadar. 

Eğer oyun oynamaktan sıkıldıysam yemek yiyordum, yeme eylemi rahatlatıyordu. Kısacası kendimden başka kimseyi düşünmemeye çalışıyordum, zor da olsa bir süre sonra alışacaktım. Alışkanlık haline getirilmeye çalışılan her şey ilk başta kolay olmazdı, insan zamanla alışırdı. Cebimden telefonumu çıkardım, yeni bir oyun yüklemiştim. Zorluk ayarlarından çok zoru seçtim. Aslında yeni demek de doğru olmazdı, sabah yüklemiştim. Şimdiden on yedinci levele gelmiştim.

Uygulamadan çıktığımda ilk yaptığım oyunu silmekti, daha zorunu bulmalıydım. Tamam, zihnimi dağıtmak için oyun oynuyordum ama bu denli de kolay olmamalıydı. Resmen beş yaşındaki çocukların geçmesi için yapılmıştı. Yemek yemeli miydim? Daha yarım saat önce hamburger yemiştim, karnım tıka basa doluydu. Telefonumu yanıma koydum, yine insanları izlemeye koyulmuştum.

Tam o esna da biri telefonuma basıp ekranını kırdı, çıkan cızırtılar eşliğine sakince kafamı kaldırıp o kişiye baktım. "Efendim baba?" Ayağının altından kırık telefonumu çektim, artık maaşımla yenisini almak zorundaydım. 

Ayağının altında kalan parçaları da bana doğru itekledi. "Şunları temizleyip peşime takıl." Yüzüme dahi bakmamıştı, upuzun siyah deri ceketi merdivenden aşağı indikçe yeri süpürüyordu. 

Kalan parçaları da çöpe attım. Gerçi neden toplamıştım ki? Kullanılmaz haldeydi. "Nasıl istersen."

Genelde Asker üssünde görev aldıysam hiçbir şey yapmadan bütün gün boyunca oturur, arada çalışanlara yardım ederdim. Bazen de babam beni sorguya çeker, yakın civarda görev verirdi. Sorduklarıysa klasik şeylerdi: Öğrendiğim yeni bilgiler, arkadaşlarımın özel güçleri, başkalarının durumları örnek verilebilirdi. Görevlerimse basitti, aslında kolay görevler almıyordum. Yalnızca  çok kolay geliyorlardı, alışmıştım. 

Odasına doğru gidiyorduk, koridordaki insanlara çarpmamak için ekstra özen göstermem gerekiyordu. Üzerime beyaz çizgili siyah bir panço giymiştim, ellerimi cebime soktum. Parmaklarımı üşümeseler dahi sıcak tutmalıydım, iyi hissettiriyordu. Sıradan bir konuşma yapacakmışız gibi durmuyordu, neden durduk yere telefonuma bassındı ki? Kesinlikle daha önce yaşananları tartışacaktık. 

Odasına geldiğimizde önden girdi, normalde hep masasının karşısındaki yeşil sandalyeye otururdu. Bu sefer masaya yaslanmış, kollarını önünde birleştirmişti. İçerideki iki kadına dışarı çıkmalarını işaret etti. Epey tedirginleşmiştim, korktuğumu beli etmedim. Dik başlılığımı koruyordum. Ellerimi usulüne uygun şekilde önümde birleştirmiştim. Kapı kapandığında nefes alışım yavaşlamıştı. 

"Jaha Dwan." Aha, yine başlıyoruz. "Son aptallıkların için geçerli bir nedenin var mı? Yoksa ben konuşmaya başlayayım mı?" 

"Evet, var." İyi halt yedim, şu an büyük bir halt yedim. Nasıl bir yalan uydurabilirim? "Kurtardığı- Yani kuleden kaçırdığım çocuğu biliyorsun Kuzey Avcı. Bunu anlatmıştım aslında, buradan mı başlama mı istersi-"

Yediğim tokatla donup kaldım. Anında kafam sağa kaymış, dengemi kaybetmiştim. Yanımdaki sandalyeye tutundum, titriyordum. Boş kalan elimle yanağımı tuttum, canım acıyordu. Ne olursa olsun babamı çok sevmiştim, bana vurabileceğini asla düşünmemiştim. Gözlerimden yaşlar boşaldı. Bebekliğimi saymazsak hayatımda ilk kez bu kadar hızlı ağlamıştım, genelde ağlamamak için hep direnirdim. 

Kendimi işe yaramaz hissediyordum. Elimi yüzümden çektim, konuşmak istesem de ağzımı açmadım. Eğer ağzımı açarsam sürekli ağladığım için konuşamazdım. Güvenebileceğim kimse kalmamıştı, hiç kimseden yardım alamazdım. Çığlık atmak, ona saldırmak istiyordum. Daha yetenekli, güçlü olduğunu bilmesem anında yapardım. Gelen hıçkırığı bastırmak için yutkundum. Ömrümde yalnızca bir hafta emirlere uymamıştım, o bir haftanın sonucu da bu kadar ağır olmamalıydı. 

Bir kerecik affetse olmaz mıydı? "Sen kendini kim sanıyorsun Jaha? Görevlerini böylece riske sokamazsın. Eminim ki haklı olduğunu düşünüyorsundur ama değilsin, bilgilerimizin deşifre olması ne demek biliyor musun? Senin yüzünden herkesin hayatı riske giriyor." 

Kafamı onaylar anlamda salladım, konuşamıyordum. Dışarı çıkmamı işaret etti, kendini zar zor tutuyordu. Beklemeden hızla dışarı çıktım, başka ne yapabilirdim ki? Binanın dışına çıkamazdım, sonrasında yanına çağırırsa haber vermeden uzaklaştığım için ekstra öfkelenirdi. Binanın çatı katına ilerliyordum, orası sakin kalmama yardımcı olurdu. Nadiren gelen temizlik görevlilerini saymazsak kimse oranın yüzüne dahi bakmazdı. 

Gelecekteki çocuğuma sesleniyorum, yemin ederim ki sana hiçbir zaman vurmayacağım. Ne pahasına olursa olsun seni koruyacağım, her şeyinle yakından ilgileneceğim. Bir şey seni üzdü mü? O zaman beni de üzecek, olması gereken bu. Her daim bir ebeveyn ve çocuğunun arasında olması gereken budur. Vücudunda tek bir kalıcı çiziğin dahi olmasına izin vermeyeceğim, sen annenden daha iyi şartlar altında yetişeceksin. 

Mezun olduğumda eğer başarabilirsem takımımım başına geçmeyi istiyorum. Rakun takımı varis bırakarak nesilden nesle ilerler, çocuklar öz çocuk olmaz. Yöneticiler kadındır, evlatlık alırlar. Kimse yöneticilerin yüzünü açık şekilde göremez, maske takarlar. Tuhaf maskeler benim en büyük ilgi alanlarımdan, o yüzden tüm bunlar oldukça muhteşem geliyor. Kısacası hayalimi başarabilirsem gelecekteki çocuğumu eğitimlerinde dahi kollayacağım. 

Çatı katına geldiğimde yerdeki çakıl taşlarını tekmelemeye hazırlanıyordum ki her yerin karla kaplı olduğunu hatırladım. Ellerimi cebimden çıkarıp çıplak elle yerdeki karlardan bir avuç aldım, kartopu yaptım. Havaya fırlatıp voleybol oynuyormuş gibi manşet vurdum. Bileğimden sekip havada parçalanarak yere düştü. Öfkemi neyden çıkaracağımı bilmiyordum ama karla oynamak iyi hissettirmişti. Soğuktan ellerimi hissetmeyecek hale gelene kadar karla ilgilenecektim, zaten uzun sürmeyecekti. Hayatım boyunca hiç karla oynamamıştım, açıkçası kartopu yapabilmem bile büyük bir şanstı. 

Kar tanelerinin yere düşüş hızı git gide hızlanıyordu, sanki dans ediyormuş gibiydiler, çok güzel gözüküyorlardı. Ayağımın altında ezilen karların sesiyle hayran hayran etrafımı izledim. Kar taneleri şehrin gürültüsünü azda olsa kesmişti. Keşke telefonum kırılmamış olsaydı, müzik açıp dinleyebilirdim. Rasgele açılacak herhangi bir şarkı bile bu manzarayı süper uyardı. Etrafımda dönüyordum, ellerimi iki yana açmıştım. Uçuşan kar tanelerini yakalamaya çalışıyordum. Koşuştururken ayağım kaydı, düşmekten son an da kurtulmuştum. Oturdum, hatta karın üstüne yattım. 

Gelecekteki çocuğumun benim gibi kötü hastalıkları da olmayacaktı, annesine genetik olarak benzemeyecekti (dediğim gibi evlatlık alacaktım). Genetik olarak babama çekmiştim, özel gücümü ondan alıyordum. Babam saf Kızılderili'ydi, annemse melez. Özel gücümü tam anlamıyla kontrol edemememin sebebi annemden gelen beyaz Kanada'lı genleriydi. Canavarlarım saf bir Kızılderili olmadığımı biliyordu. İlerde ebeveyn olmayı çok istesem de annem gibi olmaktan korkuyordum, annemden nefret ediyordum. Ona karşı olan nefretim üvey babama karşı duyduğum öfkeden de büyüktü. 

"Kar muhteşem." 

Kar taneleri dans ederek kendini aşağı atarken hepsini tutmaya çalışıyor, kendi kendime gülüyordum. Mutlu olmayı başarabilmem harikaydı. Daha yüksek gökdelenlerdeki insanları çoğunlukla göremiyordum, görebilsem bile işlerle ilgileniyorlardı. Yorulunca kenara gelmiş, aşağıyı izlemeye başlamıştım. Trafik oldukça yoğundu, ışıklar gözümü alıyordu. Korno sesleri bir an olsun durmuyordu, birçok araç erken yağıştan ötürü kaza yapmıştı. Yine de insanlar mutluydu, karın tadını çıkarıyorlardı. 

Birkaç sokak köpeği ağızlarındaki sosislerle koşuyor, peşlerinden ise sahipleri geliyordu. Ağaçların üstünde kar birikmiş, dallarının aşağı doğru sarkmasına neden olmuştu. Kırılmak üzereydiler, bilinçli insanlar olabildiğince bitkilere yardım ediyordu. Kaldırımlar kar içinde kaldığı için insanlar altındaki çukurları göremiyor, düşüyordu. Marketten çıkan insanların elindeki çoğu ürün yere saçılmış, karın rengini değiştirmişti. Eh, karın kötü yanları da vardı elbette. Sokak lambalarına konmuş, sırılsıklam kuşlar da buna örnek olarak verilebilirdi.

Asker üssünde görev almamın en kötü yanı hiçbir tanıdığımın olmamasıydı, kimseyle sohbet edemiyordum. Yirmi dakika boyunca karla oynayıp içeriye girme kararkıldım, parmaklarımdan olmak istemiyordum. Babamla karşılaşmamak için dua ediyordum, adımımı her attığımda etrafımı kolaçan ediyor, saklanabileceğim veya meşgul gözükebileceğim bir yer arıyordum. 

Evrak taşıyan insanların arasında kavga eden birini gördüm. Kollarını önünde birleştirmişti, ellerinde de birçok kitap vardı. Yüzünü henüz göremiyordum, önündeki adam paltosunu tamamen kapamıştı. Amacım yanlarından geçerken neler olduğunu anlamak olsa da aniden durmuştum, ses tanıdıktı. Başımı kaldırıp kalabalığa bakındığımda Toprak'la karşılaştım. Yüzü utançtan kızarmıştı, herkes ona bağırıyordu. 

"Toprak?" Lanet! Keşke görmemiş numarası yapıp yanından geçseydim. Şimdi yardım etmek zorundaydım. "Neler oluyor?" 

Çalışanların dikkatini çekmiştim, malum yöneticinin kızıydım. "Kazayla termosumu kağıtların üzerine döktü- Sen neden buradasın?"

İkimizin de mal olması acınacak halde olduğumuzun kanıtıydı. Birbirimize neden burada olduğunu sorup durmuş, aynı takımla ilişkili olduğumuzu anlayamamıştık. "Tamam, hadi siz gidin." dedim çalışanlara bakarak. "Kahve içelim mi?"

Çalışanların itiraz etmeden ortadan yok olmasına anlam verememişti. "O-olur." 

Alt kattaki yemekhaneye gidene kadar hiç konuşmadık. Kahve makinesinden kahvelerimizi aldık, aslında kahve içmekten nefret ederdim. Yine de arada sırada içimi ısıtacak bir şey içmek güzel oluyordu. Toprak şu an da güvenebileceğim tek kişiydi, tabi  bana ihanet edip en yakın arkadaşına dediklerimi taşırsa aramızın bozulacağı kesindi. Kuzey hakkında konuşmalı mıydım? Hayır, o konuyu açmadıkça konuşmayacaktım. 

Cam kenarındaki -en köşedeki- masaya geçtik. Sanki bir akvaryum gibi şehri güzelce görüyordu. Aşağıdaki arabaları, trafiği saymazsak oldukça hoş bir manzara sayılırdı. Her yer tuhaf botanik bitkilerle süslenmişti, duvar kağıtları ise olabildiğince sade seçilmişti.  Masaların aralıkları fazlaydı, sandalyeler demirden yapılmıştı. Çalışanları burada fazla tutmamak için elinden ne geliyorsa yapmışlardı. Şeker paketinin ağzını yırttım, kahvemin içine döküp karıştırmaya başladım. Konuşmaya geçmeden önce işlerimi ne kadar uzatabilirsem o kadar iyiydi. Olabildiğince yavaş hareket ediyordum. Çıkan kokuyu içime çektim, sanırım tadından çok kokusuna aşıktım. 

Gözlerimi bardaktan ayırmadım. "Nasıl hissediyorsun?"

"Pek sayılmaz." Bakışlarım gözlerine kenetlendiğinde cümlesindeki yanlışlığı fark etti. "Yani pek iyi sayılmaz demek istemiştim."

Bir yudum aldım. "Herhalde sebebini sormama gerek yok." Başını onaylar anlamda salladığında konuşmaya devam ettim. "Hangimiz iyiyiz ki? Bak..." Yine konuyu açıyordum, her seferinde açmamaya yemin etsem de her seferinde aynı haltları yiyordum. "Kuzey ve Sıla'nın aynı takımdan olduğunu biliyorsun, ikisi de bizim takımımızdan değil."

Dediklerim biter bitmez konuşmaya atıldı. "Ne demek istediğini biliyorum, yalnızca aklım almıyor. Gerçekten seni seviyormuş gibi gözüküyordu." Kolumun üzerine elini koydu. "Çok özür dilerim Jaha, başta ona destek vermiştim." 

Masamıza çalışanlardan biri yaklaştı. Başta yanımızdaki masaya oturacağını sanmıştım. Elindeki kırmızı işlemeli dosyayı öylece gelişigüzel bırakmıştı. Ne olduğunu okumak için alıp ilk sayfayı açtım. Bana gelen bir uyarı mektubu ve yarın sabaha kadar bitirmem gereken bir görevdi. Öncellikle uyarı mektubunu baştan sona okudum, eğer kurallara uymamaya devam edersem babam yerime başkasını alacağını dolayısıyla da bana verdikleri tüm destekleri çekeceklerini yazmıştı. 

Bu ölmemle aynı şeydi, kulede hâlâ öldürülmemişsem tek sebebi babamdan korkmalarıydı. Gözlerim büyüdü, Toprak yanımda olduğu için ağlayamadım. Okumasını engellemek için dosyayı yarım açmıştım. Görev kağıdına geldiğimdeyse doğru okuyup okumadığımı anlamaya çalıştım. En sonunda pes ederek Toprak' uzattım, kör olmayı yeğlerdim. 

"Okusana bir şunu. Tansiyonum düştü yemin ederim, ikimiz Kuzey'le aynı görevi almışız." Aynı takımda değilsek nasıl Asker üçümüzü tek bir görev için yönlendiriyordu? Tamam, A.S.K.E.R yapsa denk gelebilirdik ama Asker takımının yaptığı göreve üçümüz de denk gelemezdik. 

"E-evet aynı görev diyor bu gece için." Yakasındaki gözlüklerini takarak yeniden okudu. 

"Yanlışlık olma ihtimal-" Karşı masadaki Kuzey'le göz göze gelince hiç de yanlışlık olmadığını anlamıştım. "Arkana baksana sen bir ya."

Onun burada ne işi vardı? Öfkeyle yerimden kalktım. Kahve bardağım elimdeydi. Yanına gittim, tam karşısında durmuştum. Beni baştan aşağı süzerken içtiği tavuk çorbasından bir kaşık daha aldı, sırıtıyordu. Çorbasının içinde çok tuhaf sebzeler vardı, burada bile formuna dikkat ediyordu. Gülüşü sinir bozucuydu, zaten beni öfkelendirmek için bu şekilde gülmüştü. Ağzını bıçak açmıyordu, üstelik neden yanına geldiğimi de biliyordu. Konuşmasını ima ederek öksürdüm, yine gözlerimin içine baktı. Ardından tuzluğa uzandı.

"Ne halt yiyorsun?" Konuşmasını beklemeden kahvemi üstüne döktüm.

Paniklemişti, sandalyesini geriye çekti. Gözleri kocaman olmuştu, yine konuşmadı. Peçeteye uzanıp yüzünü sildi, ne mi yaptım? Peçeteleri de teker teker yüzüne fırlattım. Madem beni sinirlendirmeyi bu kadar çok seviyordu o zaman cezasını da çekecekti. Toprak'a başıyla selam verip yemekhaneden hızla çıktı. Artık son kahve bükücü olmuştum, kulede üzerine kahve dökmediğim kalmamıştı. Pişman da değildim. Toprak görev kağıdını bana uzatıp arkadaşının peşinden gitti. 

Temizlikçiler çoktan gelmiş, yeri temizlemeye başlamıştı. Birinden özür dileyeceksem o kişi onlardı ve yaptım da. Üç kez ardı ardına özür diledim. Ne bana bulaşanlar ne de kötülüğümü düşünenler özrü hak ediyordu. Görevimiz zengin bir iş adamını gözlemekle alakalıydı. Keşke A.S.K.E.R görevlerini daha açık şekilde yazabilseydi. Ne anlamda gözleyecektik ki? Yani seri katil falan olup olmadığını mı anlamaya çalışacaktık? Ya da bir şey çalıp çalmadığını mı inceleyecektik? Üç saat sonra iki sokak ötedeki resim galerisinde olacağı yazıyordu. Toprak ve Kuzey nasıl içeri girecek bilmiyordum ama ben girmesinin yolunu kolayca bulabilirdim.

Şu an yanımda olmadıklarına göre plan yapamazdık. Zaten yanımda olsalar dahi planları tek başıma yapmıyor muydum? Peşlerinden gidip onları bulmaya da çalışmayacaktım, umurumda değillerdi. Resim galerisine girmem için iki seçeneğim vardı: Gizli gizli girmekle sıradan bir müşteri gibi girmek arasında seçim yapmalıydım. İkinci seçenek daha mantıklıydı, uğraşmak istemiyordum. Babam görevlerim için sınırsız maddi destek veriyordu, yine de masraf çıkarmamaya çabalıyordum.

Tüm yaptıklarım ayrı bir aptallıktı. Ortamda dikkat çekmemek için elimi çabuk tutup elbise almalıydım. En nefret ettiğim olaylardan biri de elbise seçmekti, hiçbir zaman yakışmıyorlardı. Kendime uygun rengi de bulamıyordum. Dekolte kısımları ya normalde aşırı fazla ya da hiç yokmuş gibi oluyordu. Tuhaf bir beden yapısına sahiptim. Keşke önceden özel kesim kıyafetler diktirmiş olsaydım ancak ne zaman kıyafet alma imkanım olsa kot pantolondan ilerisine geçmiyordum.

Yemekhaneden çıkarken saati kontrol ettim. "Sanırım ikinci seçeneği boş vermeliyim. Birinci seçenek kelimenin tam anlamıyla mükemmel."

Binanın içinde neler yaptığımı, göreve kadar olan zamanı nasıl değerlendirdiğimi hızlı şekilde geçeceksek: Öncellikle caddeye çıktım, serginin yakınlarında dolaştım. Oldukça tuhaf bir binaydı, kelimenin tam anlamıyla zengin mekanıydı. Neredeyse her yeri altın işlemelerden yapılmıştı. Gerçek altın işlemesi olmadıklarını umuyordum ama sahteleri bile oldukça pahalıydı. Önünde onlarca K9 köpeği geziyordu. Girişin hemen yanında özel otopark vardı, kapının önüne kırmızı halı serilmişti. Tuhaf bitkiler yerleştirilmişti, çoğunu hayatım boyunca hiç görmemiştim. Etrafımı tanımak başarı elde etmemi sağlayacak ilk maddemdi.

Tek giriş yolu güvenliği geçmekti, iyi bir performans sergilemezsem helvamın neyli olacağına karar kılmalıydım. Şükürler olsun ki oyunculuk yeteneklerim oldukça yüksekti. Daha galerinin açılışına saatler vardı. Yakınlardaki spor mağazasından çanta, kıyafet vb. şeyler almıştım. Aslında kıyafet almamın nedeni yoktu, çantanın boş durmaması gerekiyordu. Olabildiğine çalışan gibi gözükmeye çalışıyordum. Saçlarımı at kuyruğu yaptım, yedi yaşımdan beridir ilk kez örgü dışında saçımı farklı bir model yapmıştım (doğal yani toplanmamış halini saymazsak).

Civardaki mağazalar kar yüzünden erkenden kapatmaya başlamıştı, birkaç saat içinde sadece sokak lambalarının bana eşlik edeceğini biliyordum. Kaldırımdaki bütün karlar ezilmiş, balçık benzeri kahverengi bir kıvam almıştı. Hatta küçük çocukların attığı sakızlar donmuş, yere yapışmıştı. Midemi bulandıran görüntülere odaklanmayı bıraktım, binaları inceliyordum. Mimari oldukça hoştu, binaların arasında boşluklar bırakılmıştı, bu alanlar ise park olarak kullanılmıştı. Bu yüzden klasik şehir boğuculuğundan uzaktı.

Önünden geçtiğim petshop ilgimi çekti, cırtlak renkteki köpek tasmaları çok tatlıydı. Adımlarım yavaşlamıştı, dükkanı gezmek istiyordum. Sanırım... Ne yapacağımı çok iyi biliyordum. Önce dışarıdaki ürünleri inceledim. Hangi renk alacağıma, ne alacağıma karar verememiştim. Çalışanlardan biri yanıma doğru geliyordu, yapmacık gülümsemenin gerçekliğinden şüphe etmiştim. Aynı gülümsemeyi takındım.

"Merhaba." Neleri incelediğimi baktı. "Nasıl yardımcı olabilirim?"

"Sadece inceliyorum." Yüzü asıldı, bir şey almayacağımı anladığında gerçek ifadesine dönmüştü. "Köpek tasmalarının fiyatları ne kadar?" Cevap vermek yerine alttaki neredeyse silinmek üzere olan fiyat etiketini gösterdi. "Pardon, görmemişim."

Sonrasına rahat bırakıp içeri girdi. Acaba tasma almalı mıydım? Sebepsizce tasma almak istiyordum. Gözlerimi kapatıp elimi tasmaların üzerinde gezdirdim, birini tutup açtım. Pembe, mor pati desenleri olan bir tasmaydı. Altın rengi künyesi kar yüzünden ıslanmıştı. Kuruladım, içeriye doğru yürürken ürünleri incelemeye sürdürdüm. Henüz işim bitmemişti. Yeni hobimi bulmuştum, gereksiz eşyalara para vermekti.

Henüz vakit gelmediğinden dolayı yavaş hareket ediyordum. İçerideki köpeklerin hepsini sevdim, çok tatlıydılar. Aynı Kuzey'e benziyorlardı. Tabi köpekler sahibine sadıktı, Kuzey itininse sahibi yoktu. Ayrıca köpekler onun aksine oldukça uysaldı, o ise saldırgan pisliğin tekiydi. Tasmayı kime vereceğime karar kılmıştım, elbette ki biricik yeni düşmanıma gidecekti. Doğun gününe az kalmıştı, gelen birçok hediyenin arasında böyle sinir bozucu bir şey görmesi... Hayal edilemeyecek kadar muhteşemdi.

Köpek maması reyonlarının önüne geldim. En pahalı olanını seçtim. "Eh, nasıl olsa bir hediye alınırken parasına bakılmaz."

Çalışan oldukça heyecanlanmıştı. "Ah, ne kadar iyi kalplisiniz. Patili dostlarımız en kalitelisini hak ediyor."

"Hı hı." Keşke bir insana köpek maması aldığımı söyleyebilseydim. "On kiloluk olanlardan alacağım. Rica etsem boş koli verebilir misiniz? Kargoya vereceğim."

İyi ki yanıma para almıştım. Aksi halde adıma çıkartılan babamın kartıyla ödeyecektim. Haliyle de köpek maması almamın amacını açıklamış olacaktım. Yaptığım aşırı komik olsa da açıklamaya çalıştığımda hiç de sandığım gibi olmazdı. Karton koliyi aldığımda tüm mamayı içine boşaltıp tasmayı da en üstüne koydum. Çalışan kadından not yazabileceğim kağıt istemiştim, hayatımda ilk defa hediye alıyor olmasam da ilk kez böyle bir pislik yapıyordum.

"Sizce bir ite yani pardon... Köpeğe doğun gününde ne yazılır?" Hayatımda sorup sorabileceğim en garip soruyu sormuştum. "Özel bir köpek."

"Hım..." Kalem uzattı. "Sevgilerle yazıp ismini söylemekle başlayın. Sonrasında minik patilerinden öptüğünüzü, hediyelerini güle güle kullanmasını diyebilirsiniz." Çalışan benden de deliydi. Açık konuşmak gerekirse sevmiştim. "Son olarak veda yazarsınız."

Patilerini öpme kısmı dışında mükemmeldi. "Teşekkürler."

Sevgili kendini çok beğenmiş Avcı,

  Tasmanı iyi günlerde kullanmanı dilerim. Umarım bu kargo teslim edilene dek kendine uygun bir sarışın bulmuşsundur diyeceğim fakat bir değil, en az dört tane bulduğun kesin. Ha... Gerçi... En son koyu kahverengi saçlı kızlardan da hoşlanıyordun sanki. Yoksa yanılıyor muyum? Evet! Elbette yanılıyorum. Kızılları seviyordun en son! Sadece Kahverengi saçlılardan -benden- hoşlanıyormuşsun gibi yapıyordun.

Tasmanı iyi günlerde takmanı, mamalarını da yemek saatini kaçırmadan yemeni tavsiye ederim. Malum, beni yenmek için durmadan antrenman yapıyordun. Doğru, değil mi? Antrenmanlarının artmasının sebebini bana kızmana bağlamıştım. Beni yenmek istediğini hiç düşünmemiştim.

Her neyse... Konuyu uzatmamıza gerek yok. İyi bir köpekçik ol ve benden uzak dur.

Kutunun kapağını kapattım. Kargo sırılsıklam hale gelmeden postaneye gitmeliydim. Parayı ödedim, tutarın yarısı kadar da bahşiş bıraktım. Çalışanın deliliği beni mutlu etmişti, kendim gibi insanlar görmek iyi hissettiriyordu. Teşekkür edip postanenin yolunu tuttum, arkama baktığımda hâlâ kadının şaşkınlık içerisinde olduğunu gördüm. Eh sarışın, kızıl ayrımı yapan bir köpek görmek imkansızdı. Hak vermiştim, yerinde olsaydım tepkim daha da beter olurdu. Hayatımdaki en berbat gününün aynı zamanda en eğlenceli günü olmasını beklememiştim. Kuzey yüzünde oluşacak olan ifadeyi her hayal ettiğimde kahkaha atıyordum, yanımdan geçen insanlar tuhaf tuhaf beni süzüyordu.

Gelecek olan tüm bu hediyelerin kutusunu teker teker açacaktı, çok hediye almak onun için oldukça normaldi. Yani gelen en mükemmel hediye bile önemsiz olacaktı. Yine de hepsinin içine bakacağından emindim, meraklı kişiliği yüzünden her şeyi karıştırmak isterdi. Hediyeleri açmaya başlayışını, kibirli yüzünü düşündüm. Paketime geldiğinde de anında öfkelenecek, hatta belki de kutuyu atacaktı. Keşke daha önce de yapsaydım. Tasmasız köpek gezdirilmesi yasal bir şey değildi, sokak köpekleriyle onları ayıran tek noktaydı.

Biraz sıra bekledim, çok kalabalık olmaması işime gelmişti çünkü zamanım azalıyordu. Evcil hayvan dükkanında oldukça fazla zaman kaybetmiştim, notu yazmak uzun sürmüştü. "Merhaba, iyi akşamlar. Bu paketi arkadaşıma göndermek istiyorum."

Kutunun içini kontrol ettiklerini bildiğimden dolayı ağzını kapatmamıştım, gerçekten de öyle olmuştu. Kargo kuleye gönderildiğinde görevliler tarafından da itinayla kontrol edilecekti, tabii öncesinde kargo varmadan görevlilere bildirmeliydim. Sahibi belirsiz paketlerin teslim edilmesi yasaktı. İşin tuhaf yanı da öğrenciler birbirlerine kargo gönderebilirken başkalarının gönderemiyor oluşuydu. Babam gibi kişiler -fosil ve kemik göndermek için- aynı takımdaki öğrencileri kullanıyordu.

Kargolama işlemi de bittiğinde neşemi kaybetmeden resim sergisinin olduğu yere gittim. Sergi yirmi dakikadır çoktan başlamıştı. Çok geç kalmadığımı ümit ediyordum, aslında yaptığım plana göre tam da zamanında gelmiştim. Kuzey ve Toprak görev olduğunu hatırlamışlarsa çoktan gelmiş olmalıydı. Muhtemelen beni aramaya çalışmışlardı, telefonumun paramparça olduğundan habersizlerdi.

Kapıdaki güvenlik içeri girenlerin ismini listeden kontrol ediyordu. Elimdeki spor çantayı görebileceği şekilde tutum. Panikle içeri doğru koştum, oyun yeniden başlamıştı. Durdurmaya çalıştı, çantamı gösterdim. "Geç kaldım!" İçeriye doğru yöneldim.

Önüme geçti. "Hanımefendi çalışan girişi burası değil! İsminiz nedir?"

Çantamı havaya kaldırdım. "Görmüyor musun yarım saat geç kaldım! Eğer geç kalırsam seni yönetime şikayet ederim. Çekil önümden."

Başarılı olmuştum, koşup gözden kayboldum. Çalışan odasını arıyordum. İkinci katta sergilenen resimleri görmüştüm, yani birinci katta olmalıydı. Kapısı diğerlerine göre daha eski olan bir odayı gözüme kestirdim, muhtemelen orasıydı. İçeriden çıkan önlüklü iki kızı gördüğümdeyse doğru yeri bulduğum kesinleşmişti. Hemen arkalarından odaya girdim. Çantamı oturaklardan birinin üstüne bıraktım.

Kamera olup olmadığını inceledim, yoktu. Dolapları çekiştirdim, kilitliydiler. En üstteki, normal bir insanın boyunun ulaşamayacağı yükseklikteki dolaplarınsa kilitleri yoktu. Acaba çalışanlar için yedek kıyafet koymuş olabilirler miydi? Krem rengi plastik tabureyi dolabın hemen yanına çektim. Sağlam gözükmüyordu, kırılmaması için elimi çabuk tutmalıydım. İlk iki dolaptan biri boştu, diğerindeyse beyaz örtüler vardı.

Beyaz örtüler işime yarayabilirdi, yere attım. Hemen ardından da taburemi yana kaydırdım. İşte bulmuştum! Bembeyaz gömlek ve kırmızı kareli kalem etek tam karşımdaydı. Hemen kıyafetleri de yere atıp kapakları kapadım. Tabureyi eski yerine çekmemle birlikte içeri iki kız daha girmişti. Başta benden şüphe etseler de önemsemeden yanımdan geçmişlerdi. Sanırım gittikleri yer sergiye çıkan bölümdü, orayı kullanabilirdim.

İmkanım olursa aldıklarımı eski yerine bırakacaktım. Üzerimi hızla değiştirdim, başkalarının gelmesini göze alamazdım. Her an yakalanabilirdim, saçımı yeniden topladım. Kızların geçtiği yere yöneldim, çok uğraşmadan nereye gittiklerini bulmuştum. Merdivenlerden üst katta çıktım. Kıyafetimin dağınık kısımlarını düzeltiyordum. Yakamı iliklerken diğerlerinin aksine oldukça sade gözüktüğümü fark ettim.

"Lütfen yakalanmayayım."

Başımı önüme eğdim, yeni girilen bir ortamda uzun süre başkasıyla göz göze gelmemek fark edilmeme engel olurdu. Sakin davranıyordum, ispiyonlayan olmazsa yakalanmazdım. Resimlerin arasında dolaşıyor, diğer çalışanlar ne yapıyorsa aynılarını yapıyordum. Sıradan bir resim sergisi değildi, eğlence amacıyla yapılmıştı. Çalışanlar klasik müzik eşliğinde içki dağıtıyordu.

İçeri yeni giren adamı gördüğümde aradığım kişiyi bulduğumu anladım. O tarafa içki götürmekte olan çalışanın tepsisini aldım. "Sanırım yönetici seni çağırıyor güzelim, bırak da ben götüreyim."

Yalanlarımdan gurur duyduğumu hiç söylemiş miydim? Adamın yanına varmama metreler kala omzuma biri dokundu. "İçki alabilir miyiz?"

"Tabi ki." Kadına doğru döndüğümde tepsi az kalsın elimden düşüyordu, gelen Sıla'ydı. Hemen arkasında da Kuzey duruyordu. Üzerlerindeki kıyafetlerden anladığıma göre sergiye girerken hiç zorlanmamışlardı. Şahsen Sıla'nın görünüşünü mükemmel bulmuştum, aşırı çekici gözüküyordu. "Bol zehirli mi, orta zehirli mi olsun?"

Tepsiden iki kadeh aldı. "Tatlım yanımızda sen varken zehre ne gerek var?"

Laf mı sokmaya çalıştı o? Hem de tarzımı kopyalayarak sokmaya çalıştı! "Doğru, panzehir olarak buradayım."

Başta laf sokmaya çalışmış, hatta başarmış olsa da karşısındaki bendim. Kolaylıkla soktuğu lafı geri göndermiştim. Üstelik zorlanmamıştım bile. Kuzey saçlarını özenle yapmıştı, giydiği simsiyah takım elbise tarzına uymuştu. Aklıma sabahki kahve olayı gelince güldüm, en azından yanık izleri oluşmamıştı. Zihnimdekileri okumuşçasına kaşlarını çattı, göze göze gelmiştik. Peki o ne yaptı? Gülmeme sevecen bir ifadeyle karşılık verdi, gamzeleri ortaya çıkmıştı.

Kafasını eğdi, kulağıma fısıldadı. "Muhteşemsin." Az önceki laflarımı kastetmişti.

"Biliyorum." Yüksek sesle söylemiştim, özellikle de Sıla'nın duymasına dikkat etmiştim. Amacım Kuzey'i uyarmaktı, iki kızı birden idare etmeye çalışıyordu. "Her neyse, görüşürüz."

Yüzlerine dahi bakmadan yanlarından ayrıldım. Son kalan içkileri de kesinlikle o adama götürecektim. Yanında iki kadının kıyafetlerini inceledim, korumaya benzemiyorlardı. Normal davranacaktım. Yalnızca masadaki konuşmalara odaklanmıştım, duyduğuma göre adama ismiyle hitap etmiyorlardı, kısaca A diyorlardı. A'nın üzerindeki kalın gri kürk yere kadar sarkıyordu. İçine de takım elbise giymişti.

Bütün konukların elbisesi mükemmeldi, garsonların aksine oldukça şık giyiniyorlardı. Pahalı ışık giysilere vurdukça parıldıyor, göz alıyordu. Elit yapısına rağmen disko topu benzeri bir ışık takılmıştı. Eğer hareketli bir müzik çalsaydı gece kulüplerinden farksız olurdu. Yerler, duvarlar bembeyazdı. Tasarım sade tercih edilmişti. Yalnızca kırmızı halının kalan kısımları her tarafa yayılıyordu, eserlerin bir kısmı bulunduğumuz alandaydı. Daha önemsiz olanların yanında koruma yoktu.

Olabildiğince dik duruyordum, ilk an da etkileyemezsem başaramazdım. Diğer çalışan kızlardan daha bakımsız olduğumu ele alırsak şansım olduğunu sanmıyordum. Varsa da iyi değerlendirecektim. Tepsiyi masalarına bırakırken en tatlı gülümsememle yanındaki iki kıza baktım, dikkate almayarak ilgisini çekecektim. "İçki servisimiz." diyerekten iki kadeh bıraktım. Sonrasında adamın orada olduğunun fark etmiş gibi davrandım, tepsiyi tam kaldıracakken son an da bir tane daha koydum. Gözleri benimkilerle buluştuğunda da yine aynı gülümsemeyi takındım. "Hey... Bıyığınız çok güzel."

Garip bir iltifat her zaman düşündürürdü. Düşündükçe de bağlılık artardı. Ellerini en fazla birkaç gün önce tıraş edilmiş bıyıklarının üstüne götürdü. "Teşekkürler." Az da olsa gülümsemişti.

Boşalan tepsiyi arkama çekip iki elimle tutum. Fiziğimi göz önüne seriyordum. "Sergimizde sizin gibi kişileri ağırlamak büyük bir onur, sizi gezdirmemi ister misiniz?"

Kadınlara masa da kalmalarını işaret etti. "Elbette."

Tamam, bir aşama daha kat etmiştim. Peki devamında ne yapacaktım? Adamı nasıl gözlemem gerektiğini, sohbeti nasıl uzatacağım hakkında en ufak fikre sahip değildim. Yakınlık kurmak için kibarca adamın omzuna dokundum, bakışları elime kaydığında gülümsememi artırdım. Sergideki en dikkat çeken resme doğru ilerliyorduk. Çaktırmadan diğerlerinin nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Toprak uzun süredir görünürde yoktu, Kuzey oldukça rahat olduğuna göre sorun olmadığını umdum. Malum hayatında yalnızca Sıla ve Toprak önemliydi, kendisine dahi önem vermiyordu.

Bakışlarım Kuzey'e kaydı. Gülüyordu, kahkaha atıyordu. Sıla ile sohbet etmek gerçekten hoşuna gidiyordu. Onca uğraşıma rağmen sohbetlerimiz en fazla iki dakika sürmüştü, hep de sohbeti ben açmıştım fakat ikisi karşılıklı olarak sürekli konuşma açıyordu. En azından eski arkadaşı olduğum için azıcık konuşmayı deneyebilirdi. Giyim tarzına aşırı dikkat etmezdi, özellikle de saçlarını farklı açıdan hiç ayırmazdı. Yaptıkları bugüne özeldi.

Kıskanmış mıydım? Herkese yalan söyleyebilirdim ama kendime asla, tabi ki kıskanmıştım. Kısa süreliğine de olsa seviliyormuş gibi hissetmek şahaneydi, şimdiyse onu sevdiğini görüyordum. Her geçen duygu gibi bunun da geçeceğini ümit ettim. İşte o an karar verdim, madem beni kandırmıştı ben de aynılarını yapacaktım. Kendime aşık edecektim, sonrasında da terk edecektim. Başarabilirdim, nasıl olsa zor biri değildi.

Adamla fiziksel yakınlaşma kurarsam cüzdanını çalabilirdim. Böylece kimliğine ulaşabilirdim. Biraz daha yakınlaştım, elimi daha da yukarı koydum. Resmi işaret ettim. "Bu şaheserimiz tam tamına iki yüz yıllık. Ressamın iç dünyası hakkında hâlâ çeşitli tartışmalar ortaya çıkıyor."

Kaç yıllık olduğu önündeki bilgilendirme bölümünde yazıyordu. Çoğu ünlü sanatçının resmi her daim tartışma konusuydu. Yani yalan atmamıştım, gayet iyi gidiyordum. A'nın dikkatini çok iyi çekmiştim. Yanlış bir hareket yaparsam görevimiz bitmiş sayılırdı. Kimliğini alıp inceleyecek, gerçek olup olmadığına bakacaktım. Kısacası ismini öğrenmiş olacaktım, görevimizin verildiği yere bunları bildirmem yeterliydi. Detaya girilmiyorsa yalnızca gözlem istiyorlar demekti.

"Öyle mi?" Yanları kırışmaya başlamış iki kaşını kaldırdı. "Bunu sana alacağım, güzelliğinle yarışan bir şeyin olmasını çok isterim."

Cilveyle kahkaha attım, tam bir pisliktim. "Ya... Gerçekten yapar mısınız?" Daha da çok yakınlaştım, elini bel izama koydu. Omzundaki elimi indirdim, vücudumun yönünü tamamen ona döndüm, diğer elimi göğsünün üstüne yerleştirdim.

"Tabi ki." Yanımızdan geçen kızlardan birini durdu, içki aldı. "Bugün benimle takılacak." Elini biraz daha özel bölgeme doğru yaklaştırdığında zamanımın gitgide azaldığını fark ettim.

A burada sözü geçen biriydi. Ceplerine uzandım, cüzdanını aldığımda elini biraz daha yanaştırmıştı. İçkilerden birini alıp bir yudum içtim. Aniden elimi ağzıma götürdüm. "Kusacağım!"

Adam iğrenerek önümden çekilmişti. Az kalsın yüz ifadesi karşısında kahkaha atacaktım. Görmesine izin vermeden cüzdanını arkama çektim, eteğimin kemer bölgesine sıkıştırmıştım. Başkalarının görüp görmediğini kontrol ederken lavabonun yolunu tuttum. Artık hemen hemen her yerde ödemeler sanal olarak yapılıyordu. Yani içerisinde kimlik vb. önemli eşyalar yoksa taşımanın da maksadı yoktu.

Alt kata indim, lavaboyu bulamamıştım. Boğuculuk sinir bozucuydu, çok az alan vardı. Girişteki kapının önünde durup arkamı döndüm, kapıdan biri girerse elimdekini görmemeliydi. Birçok kartvizitin arasında kalmış kimliğini bulduğumda kocaman gülümsedim. Keşke telefonum olsaydı, fotoğrafını çekerdim. Toprak'la karşılaşırsam ondan rica edebilirdim.

Başka önemli şeylerin olup olmadığına da baktım, küçük bir kıza ait iki fotoğraf vardı, en fazla on iki yaşındaydı. Güzel bir okul üniforması giymişti, gözleri biraz çekikti. Karıştırmaya devam ettiğimde de pastel boyalarla çizilmiş bir resimle karşı karşıya gelmiştim. Çöp adam şeklinde çizilmiş küçük bir çocuk ve iriyarı bir adam vardı. Sanırım A onun babasıydı. Kıza acımıştım, ikimiz de berbat babalar sahiptik.

Bu kadarının yeterli olacağını umdum. Cüzdanı geri götürüp çaktırmadan yere bırakacaktım, adam da düştüğünü sanacaktı. Kimse anında bulunan, içinden bir şey eksilmeyen cüzdanı için kameralara bakılmasını istemezdi. Hem bakılsa dahi paçamı kurtardıktan sonra kimse yerimi bulamazdı, bizim kimliklerimiz dahi yoktu ki. Arada sırada dışarı çıkan, hükumetten uzak bireylerdik. Devlet yöneticileri bizi insan yerine dahi koymuyordu. İstedikleri gibi savaştırabilecekleri, üremelerine engel olabilecekleri, üretebilecekleri, deney yapabilecekleri oyuncaklarıydık.

Cüzdanı yine eteğimin kemer yerine sıkıştırdım. Merdivenleri tırmandım, son kez etrafımı inceleyecek ardından da Asker merkezine geri dönecektim. Toprak'la karşılaşırsam belki birlikte giderdik. Tabii ilk üstümdekileri değiştirmem gerekecekti ve güvenlikte aynı kişi varsa feci sonuçlar olabilirdi. İş kıyafetleriyle çıkmam daha mantıklıydı. Uzun bir süre yeni görev almak istemiyordum.

Hep yanlış olanı düşünmüştüm. Neden kulede hayatta kalmaya çalışıyordum ki? Kuleden kaçmaya çalışmayı herkes bırakmıştı. Haklıydılar da, dışarıda en fazla iki gün geçirebilirlerdi. İkinci günün sonunda A.S.K.E.R çalışanları onları bulur, tüm kemiklerini kırardı. Kimse kimliğini saklamaya çalışmamıştı, bizim gibi kişileri çalıştırmak için tonla para ödeyecek şirket sayabilirdim. Gaz maskelerine olan aşkımı düşününce... Bu hayatı yaşayabilirdim.

Kuzey'le Sıla yine o çok muhteşem sohbetlerini yapmaya devam ediyordu. A'ya doğru yaklaştım. Artık bana sıcak bakmayacağı kesindi, üzerine kusmamdan çok korkmuştu. Kimsenin bakmadığına emin olduğumda cüzdanını çıkardım. Tam yere attığım sırada biri bana seslendi, bu yüzden de etrafımdaki herkes bana dönmüştü. 


Evet, bölüm sonu. Hadi iyi mi kötü mü diye yazalım, fikirlerinizi merak ediyorum:

Sıla iyi mi, kötü mü?

Kuzey iyi mi, kötü mü?

Toprak iyi mi, kötü mü?

Savaş  iyi mi, kötü mü?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top