Fıçılar! Fıçılar! Satılık Fıçı Var mı?
Saygıdeğer Vikont Chagny'yle tutsak olduğumuz odanın tamamen aynalarla kaplı, düz bir altıgen olduğundan bahsetmiştim. O zamandan bu yana, bu tür odalar çoğunlukla sergilerde birçok kez görüldü. Onlara illüzyon sarayları ya da buna benzer bir isim verildi ama icadın sahibi, sadece Erik'ti. Bu türden ilk odayı Mazenderan'ın kanlı şeriat çağında, gözlerimin önünde inşa etmişti. Dekoratif bir cisim, mesela bir kolon, köşelerden birine yerleştirilir ve aniden, ortaya binlerce kolonlu bir salon çıkardı; çünkü gerçek oda.
Aynalar sayesinde, altı farklı altıgen odayla çarpılır. Onlar da sırayla birbirleriyle çarpılarak sonsuz bir oda çarpımı yaralardı. Ancak, küçük sultan bu çocuksu illüzyondan kısa sürede sıkıldı. Bunun üzerine Erik, icadını bir işkence odasına dönüştürdü. Bir köşeye yerleştirilen mimari motif olarak demirden bir ağaç kullandı. Boyalı yapraklarıyla bu ağaç gerçekten vardı ve işkence odasına kapatılan hastaların tüm saldırılarına dayanabilmesi için demirden yapılmıştı. Bu şekilde oluşturulan oda dekoru, köşelerdeki silindirler ya da bobinlerin dönmesi vasıtasıyla, birbirini izleyen iki farklı dekora aniden dönüşebiliyordu. Bunlar, aynaların açılarıyla uyumlu üç bölüme ayrılmışlardı. Her biri, bobin kendi ekseninde döndüğünde ortaya çıkan dekoratif bir düzeneği kaldırıyordu.
Bu tuhaf odanın duvarları, hastaya elleriyle tutup yapışacağı herhangi bir şey sunmuyordu. Bir kenarda duran yekpare dekoratif obje dışında oda, yalnızca aynalarla döşenmişti. Bu aynalar odaya elleri boş ve çıplak ayak atılan kurbanın tüm saldırılarına karşı koyabilecek kalınlıktaydı. Odada hiç eşya yoktu. Sonrasında taklitleri yapılan usta işi bir elektrikli ısıtma sistemi, istendiğinde duvarların ve odanın sıcaklığının artırılabilmesine imkan tanımıştı. Birkaç boyanmış yaprakla, tropikal güneşin altında parlayan olağan üstü bir ekvator ormanı illüzyonu oluşturabilen bu son derece doğal icadın tüm detaylarını veriyorum ki kimse o sırada akli dengemi yitirdiğimi zannetmesin veya deli olduğumu ya da yalan söylediğimi veya karşımdakini aptal yerine koyduğumu söyleme hakkını kendinde bulmasın. Şimdi gerçeklere bıraktığım yerden devam edeyim Tavan aydınlanıp çevremizdeki orman görünür olduğunda, Vikont müthiş şaşırmıştı. Sayısız ağaç gövdesi ve dallarıyla, içinden geçilmesi imkansız bu orman, feci bir şekilde donup almasına neden olmuştu. Bir düşü def etmek istercesine, dini alnına sürttü. Gözlerini kırpıp duruyordu. Bir anlığına, dinlemeyi unuttu.
Orman görüntüsünün beni hiç şaşırtmadığını söylemiştim. Bu nedenle yan odada olanları, ikimiz adına ben dinledim. Nihayet, manzara değil ama o manzarayı yaratan aynalar dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Bu aynalar parça parçaydı. Evet, işaretlenmiş ve çizilmişlerdi. Son derece sağlam olmalarına rağmen yıldızlarla işaretlenmişlerdi. Anlaşılan o ki, içinde bulunduğumuz işkence odası, amacına çoktan hizmet etmişti.
Evet, Mazenderan'ın kanlı şeriat çağının kurbanları gibi çıplak ayak olmayan bir zavallı kesinlikle bu ölümcül illüzyonun içine düşmüş ve öfkeden delirerek, ıstırabını yansıtmayı sürdüren aynaları tekmelemişti. Acısına son verdiği ağaç dalı, öyle bir biçimde düzenlenmişti ki ölmeden önce gördüğü ve onunla birlikte can çekişen binlerce adam, onun için son bir teselli olmuştu.
Evet, kuşkusuz bunların hepsi Joseph Buquet'nin başından geçmişti! Biz de onun gibi ölecek miydik? Bu saatleri Joseph Buquet'den çok daha iyi değerlendirebileceğimi bildiğim için, öyle olacağını sanmıyordum. Sonuçta, Erik'in numaralarından bütün yönleriyle haberdardım. Bu bilgiden ya şimdi faydalanacaktım ya da asla.
Başlangıç olarak, bizi bu uğursuz odaya getiren geçide dönme fikrinden tamamen caydım. Geçidi kapatan içteki taşı yerinden oynatma ihtimali için zahmete girmek istemiyordum. Bu fikri imkansız kılan basit sebep şuydu: İşkence odasına çok yüksekten düşmüştük ve o geçide ulaşmamızı sağlayacak ne bir eşya ne de demir ağacın bir dalı vardı. Birbirimizin omuzlarına çıkmak da işe yaramazdı. Mümkün olan tek bir çıkış vardı. O da Erik ile Christine'in bulunduğu Louis-Philippe tarzı odaya açılıyordu. Ancak, bu çıkış Christine'in tarafında sıradan bir kapı gibi görünüyor olsa da, bizim için tam anlamıyla görünmezdi. Bu nedenle, nerede olduğunu bile bilmeden onu açmaya çalışmak zorundaydık. Canavar, zavallı genç kızı, işkencelerimizi durdurmaya çalışmasın diye Louise-Philippe odasından sürüklediğini duyduğumda, bizim için Christine Daae'nin tarafında hiç umut kalmadığına emin oldum. Hiç gecikmeden işe koyulmaya karar verdim. Fakat öncelikle ortalıkta çılgın gibi dolanıp duran ve ipe sapa gelmez çığlıklar atan Mösyö Chagny'yi sakinleştirmem gerekiyordu. Christine ile canavarın sohbetinden Vikont Chagny'nin kulağına takılanlar, kendini kaybetmesine epey katkı sağlamıştı. Buna bir de sihirli ormanın yaşattığı şok ile şakaklarından terler damlamasına sebep olan kavurucu sıcağı da ekleyin. Bu şartlarda ne tür bir akli durumda olduğunu anlamanız hiç zor olmaz. Yalancı ormanın ağaçsız alanlarını arayıp bulmak için çabalarken, bir yandan da
Christine'in adını haykırıyor, silahını havalara savuruyor, kafesim cama vuruyordu. Özetle işkence, ona hazırlıksız bir beyin üzerinde sihrini kullanmaya başlamıştı.
Zavallı Vikont'un aklını başına toplamasını sağlamak için elimden geleni yaptım. Aynalara, demir ağaca ve dallara dokunmasını sağladım. Bizi saran ve ışık saçan görüntüleri optik yasalarla açıkladım. Sıradan, cahil insanlar gibi birer kurbana dönüşmemizi engellememiz gerektiğini anlattım.
"Biz bir odadayız, küçük bir odada; bunu kendine devamlı söylemelisin. Ben kapıyı bulur bulmaz, bu odadan çıkacağız."
Eğer bağırarak ve volta atarak beni rahatsız etmeden harekete geçmeme izin verirse, bir saatten kısa sürede kapının numarasını çözeceğime ona söz verdim.
Bunun ardından, Vikont ormana gitmiş bir kişi gibi yere uzandı. Yapacak daha iyi bir işi olmadığı için ben ormanın kapısını bulana kadar bekleyeceğini söyledi! Bulunduğu yerden manzaranın müthiş olduğunu da sözlerine ekledi! Tüm sözlerime rağmen, işkence işe yarıyordu.
Ben ise, ormanı tamamen unutup ayna panellerden birini tutup parmaklarımı onun her yerinde gezdirdim. Erik'in eksenler sistemiyle uyumlu şekilde kapıyı döndürmek için basılan zayıf noktayı aradım. Bu zayıf nokta, bir bezelye tanesinden daha büyük olmayan, ayna üzerinde ufacık bir nokta olabilirdi. Bu noktanın altında zemberek gizliydi. Aradım taradım elimi uzatabildiğim en yüksek yerleri yokladım.
Erik benim boylarımdaydı. Zembereği boyundan daha yükseğe yerleştirmiş olmayacağını tahmin ediyordum.
Peş peşe dizilmiş panelleri büyük bir özenle yoklarken, ısıdan giderek daha çok etkilendiğim için bir dakika dahi kaybetmemeye çalıştım. Bu alev alev yanan ormanda resmen kızarıyorduk.
Bu şekilde yarım saat çalışıp üç paneli incelemeyi tamamlamıştım ki aksilik bu ya, Vikont'tan fısıltı gibi bir haykırış duyarak arkama döndüm. "Boğuluyorum! Tüm bu aynalar şeytani bir ısı yayıyor! O zembereği kısa sürede bulur musun? Eğer işin uzarsa, burada canlı canlı kızaracağız!" Onun bu şekilde konuşmasına üzülmemiştim. Ormandan hiç bahsetmemişti. Refakatçimin aklının bu işkenceye biraz daha karşı koyacağını umuyordum. Ancak, peşinden şunu ekledi: "Beni rahatlatan şey, canavarın Christine'e yarın on bire kadar süre tanıması. Eğer buradan çıkıp yardımına koşmazsak, en azından ondan önce ölürüz! Böylece Erik'in ayini de hepimize hizmet eder!"
Ardından, onu neredeyse bayıltacak olan sıcak havadan soluğunu yutkundu. Saygıdeğer Vikont gibi ölümü kabullenmemi sağlayacak umutsuz nedenlerim olmadığı için ona cesaretlendirici birkaç laf ettikten sonra, üzerinde çalıştığım panele geri döndüm. Fakat konuşurken birkaç adım atma hatasına düşmüştüm. Bu yalancı orman karmaşasında kaldığım paneli bulmam artık mümkün değildi! Baştan başlamak zorundaydım. Panellere baştan sona dokunmaya, yoklamaya, elimle araştırmaya baştan başlamalıydım.
Telaş duygusunun eline düşen kişi olma sırası şimdi bana gelmişti çünkü hiçbir şey bulamamıştım. Hem de hiçbir şey. Yan odaya tam bir sessizlik hakimdi. Ormanın ortasında, bir çıkışımız, pusulamız, rehberimiz, hiçbir şeyimiz olmadan resmen kaybolmuştuk. Ah, kimse yardıma gelmezse ya da o zembereği bulamazsam, bizi neyin beklediğini biliyordum!
Ama ne kadar bakarsam bakayım, dallardan başka bir şey bulamamıştım. Önümde dümdüz uzanan ya da başımın üzerinde zarifçe yayılan güzeller güzeli dallardan başka bir şey bulamadım ama dalların gölgesi yoktu. Tabii, bu gayet doğaldı çünkü bir ekvator ormanındaydık. Güneşin tepemizde parladığı, bir Afrika ormanındaydık.
Mösyö Chagny ile birlikte bazen sıcaktan daha çok bunalmamıza neden olduğunu, bazen de bizi sıcaktan koruyacağım düşünerek paltolarımızı bir giyip bir çıkardık. Ben, hala akli direnişimi sürdürüyordum ama Mösyö Chagny bana epey kendinden geçmiş görünüyordu. Bu ormanda üç gün üç gecedir durmaksızın yürüyerek, Christine Daae'yi aramış gibi davranıyordu! Kimi zaman, genç kızı bir ağaç gövdesinin arkasında gördüğünü ya da dalların arasında süzülerek dolaştığını sanıyordu. Ona, göz yaşartıcı yakarışlarla sesleniyordu. Ardından, sonunda:
"Çok susadım!" diye haykırdı, çılgın gibi bir nidayla.
Bende susamıştım. Boğazım alev alev yanıyordu. Yine de yere çömelip görünmez kapının zembereğini aramaya devam ettim. Özellikle, akşam yaklaşırken ormanda kalmak tehlikeli olduğu için. Gecenin gölgeleri şimdiden etrafımızı sarmaya başlamıştı. Bu, epey hızlı gerçekleşmişti. Gece, tropik ülkelerde öyle hızlı çöker ki aniden, neredeyse hiç alaca karanlık bastırmadan hem de.
Gece, Ekvator ormanlarında her zaman tehlikelidir. Özellikle de bizim gibi, avlanan hayvanları uzak tutacak bir ateş yakmak için elinde hiçbir alet edevat yoksa. Aslında bir an için dalları kırmayı denemiştim. Hırsız fenerimle kırdığım dalları yakabilirdim ama sonunda ben de kendimi aynalara vurdum ve nihayet, boğuştuğum şeylerin yalnızca birer dal görüntüsü olduğunu hatırladım. Sıcak, gün ışığıyla birlikte gitmemişti. Aksine, şimdi ayın mavi ışıklarının altında daha da sıcak hissediliyordu. Vikont'u silahlarımızı ateşe hazır tutması ve kamptan ayrılmaması konularında zorladım. Bu sırada ben de zembereğimi aramaya devam edecektim. Aniden, birkaç metre ötemizden bir aslan kükremesi duyduk. "Ah çok yakın! Onu görmüyor musun? İşte ağaçların arasında. Şu çalılıkta! Eğer yine kükrerse, ateş edeceğim!"
Kükreme tekrar başladı. Bu kez öncekinden daha gürültülüydü. Vikont ateş etti ama aslanı vurduğunu sanmıyorum. Ertesi sabah, şafakta fark ettiğim üzere yalnızca bir aynayı paramparça etmişti. Gece boyunca epey mesafe kat etmiş olmalıydık çünkü kendimizi aniden bir çölün kumlar, taşlar ve kayalarla dolu, kocaman bir çölün eşiğinde bulmuştuk.
Ormandan çıkışın çöle denk gelmesinin gerçekten hiçbir kıymeti yoktu. Bitmiştim kendimi Vikont'un yanına bıraktım. Bir türlü bulamadığım zembereği aramaktan bıkmıştım.
Vikont'a da dediğim gibi, gece boyunca bir başka tehlikeli hayvanla karşılaşmadığımıza son derece şaşırmıştım.
Genelde aslandan sonra leopar ve bazen de çeçe sineği vızıltısı gelirdi. Bunlar, kolay elde edilebilen efektlerdi. Mösyö Chagny'ye Erik'in, aslan sesini taklit etmek için, bir ucuna eşek derisi gerilmiş uzun bir dümbelek ya da zilli tef kullandığını anlattım. Bu derinin üzerine, dümbelek boyunca uzanan bir başka benzer telin ortasına bağlanmış bir kiriş teli düğümlemişti. Erik'in reçineye bulanmış bir eldivenle bu teli ovuşturması yeterliydi. Ovuşturma şekline göre, neredeyse mükemmel aslan ya da leopar sesleri çıkartabiliyor, hatta çeçe sineğinin vızıltısını taklit edebiliyordu.
Erik'in muhtemelen yanımızdaki odada oturuyor olması düşüncesi, onunla bir müzakereye girmeme neden oldu. Onu gafil avlayarak tuzağa düşürme fikrinden vazgeçmemiz gerektiği belliydi. Ayrıca, bu vakte kadar işkence odasının misafirlerinin kimler olduğunu çoktan öğrenmiş olmalıydı. Ona seslendim. "Erik! Erik!"
Çölün öbür yanından, çıkarabildiğim en yüksek sesle bağırdım ama sesime bir cevap alamadım. Sessizlik tüm çevremizi kaplıyordu. Bu soğuk çölün yarattığı bomboş enginlik duygusu etrafımızda uzanıyordu. Bu korkunç ıssız yerin ortasında bize ne olacaktı?
Resmen sıcaktan, açtıktan ve susuzluktan ölmeye başlamıştık. Sonunda. Mösyö Chagny'nin dirseği üzerinde doğrulduğunu ve ufukta bir noktayı işaret ettiğini gördüm. Bir vaha bulmuştu! Evet, epey uzakta bir vaha vardı. Demir ağaçlan yansıtan berrak suyuyla. bir vaha! Of, bu sadece bir seraptı. Anında tanımıştım. Üç dekorun en fenası! Kimse bununla savaşamamıştı hiç kimse. Kendime hakim olup su ümidine kapılmamak için elimden geleni yaptım. Biliyordum ki, eğer su ümidine kapılırsan hani şu demirden ağacı yansıtan suyun ümidine, suya ulaşmayı ümit ederken kendini aynaya yapışmış bulursun ve bunun ardından yapılacak tek bir şey vardır. Kendini demir ağaca asmak! Bu yüzden, Mösyö Chagny'ye bağırdım. "Serap bu! Bu bir serap! Suya inanma! Bu, aynaların bir başka numarası!" Sonra, Vikont bana açıkça susmamı, ayna numaralarım, zembereklerim, dönen kapılarım ve illüzyon saraylarımla birlikte çenemi kapatmamı söyledi! Şu muhteşem ve sayısız ağacın arasında, şuracıkta akmakta olan suyun sadece bir hayalden ibaret olduğunu sanmam için ya kör ya da zırdeli olmanı gerektiğini öfkeyle belirtti. Çöl de gerçekti orman da! Onu kandırmaya çalışmamın faydası yoktu. O, eski ve deneyimli bir gezgindi. Dünyanın dört bir yanına gitmişti!
Kendini, "Su! Su!" diyerek sürüklemeye başladı. Sanki su içiyormuşçasına ağzı açıktı. Benim de ağzım, sanki su içiyormuşum gibi açıktı. Suyu sadece görmemiştik, onu duymuştuk da! Akışını, kıpırtılarını duymuştuk.
Nihayetinde, yağmurun sesini duyduk ama yağmur yağmıyordu ve bu tüm işkenceler arasında en acımasızıydı.
Erik'in bu sesi nasıl çıkardığını çok iyi biliyordum! İçi ahşap ve metal çıkıntılarla dolu, çok uzun ve dar bir boru küçük taşlarla doldururdu. Taşlar düştükçe bu çıkıntılara çarparak yankılanırdı. Sonuç olarak, ortaya bir sağanak sesini mükemmel şekilde taklit eden bir dizi pıtırtı çıkardı.
Ah, dilimiz dışarıda, kendimizi kıpırtılı suyun kıyısına sürüklerken görmeliydiniz bizi! Gözümüz, kulağımız suyla doluydu ama dillerimiz bir boynuz kadar sert ve kuruydu!
Aynaya ulaştığımızda, Mösyö Chagny onu yaladı tabii ki ben de.
Sıcaktan yanıyordu!
Ardından, kısık sesli bir çaresizlik çığlığıyla yere yuvarlandık. Mösyö Chagny hala dolu olan silahı şakağına dayadı.
Ben ise gözlerimi demirden ağacın altındaki Pencap kemendine dikmiştim. Bu üçüncü dekor değişiminde, demirden ağacın odaya neden döndüğünü biliyordum! Demirden ağaç beni bekliyordu!
Fakat Pencap kemendine bakarken, gördüğüm bir şey beni yerimden öyle bir sıçrattı ki. Mösyö Chagny intihar teşebbüsünü ertelemek zorunda kaldı. Vikont'un kolunu tuttum. Tabancayı ondan aldım. Sonra, dizlerimin üzerinde gördüğüm şeye doğru süründüm. Pencap kemendinin yanında, yerdeki bir oluğun içinde ne yapacağımı iyi bildiğim, siyah başlı bir çivi olduğunu fark etmiştim. Sonunda zembereği bulmuştum! Çiviye dokundum. Bir ifadeyle kaldırıp başımı Mösyö Chagny'ye baktım. Siyah başlı çivi, parmağımla bastırmam karşısında teslim olmuştu.
Sonra... Sonra, duvarda bir kapı değil, zeminde açılan ve bir mahzene uzanan bir kapak gördük. Aşağıdaki kara delikten serin hava geliyordu. Berrak bir pınarmışcasına bu karanlık karenin üzerine eğildik. Çenelerimizi bu serin gölgeye daldırmış adeta içmiştik onu. Trapa doğru eğildik de eğildik. Önümüzde açılan bu mahzende ne olabilirdi ki? Su? İçme suyu olabilir miydi?
Kolumu karanlığın içine daldırdığımda, bir taşa ve sonra başka bir tanesine daha denk geldim. Bu bir merdivendi. Mahzene inen, karanlık bir merdiven Vikont kendini deliğe bırakmayı arzuluyordu. Ama ben, canavarın yeni bir numarasıyla karşılaşmaya korktuğumdan, onu durdurdum. Fenerimi yaktım ve aşağı ilk olarak ben indim.
Merdiven döne döne aşağı inerek, zifiri karanlığın içine uzanıyordu. Ama ah, karanlığın da, basamakların da ne leziz bir serinliği vardı! Göl fazla uzakta olamazdı. Çok geçmeden dibe vardık. Gözlerimiz, çevremizdeki şekilleri seçebilmek için karanlığa alışmaya başlıyordu.
Çevremizdeki şekillerin, yuvarlak hatlı şekillerin üzerine fenerimi tuttum.
Fıçılar! Erik'in mahzenindeydik. Şarabını ve belki içme suyunu da sakladığı yer burası olmalıydı. Erik'in iyi şaraba ne denli aşık olduğunu biliyordum. Ah, kim bilir burada ne çok içecek vardı!
Mösyö Chagny yuvarlak şekillere eliyle hafifçe vurarak. "Fıçılar! Fıçılar! Ne çok fıçı var!" dedi.
Gerçekten de, bu fıçılardan iki yanımızda bir dolu vardı. İki sıra halinde ve simetrik şekilde yerleştirilmişlerdi. Bunlar küçük fıçılardı ve Erik'in bu boy fıçı tercih etmesinin nedeninin, onları göldeki evine daha kolay taşımak için olduğunu sanmıştım.
Fıçıları dikkatle inceledik. İçlerinde, önceden açıldığını gösterecek şekilde ağızlığı olmayan bir tane var mı diye baktık. Fakat tüm fıçılar sımsıkı kapalıydı.
Sonra, birini dolu olup olmadığını anlamak için yarı yarıya kaldırdıktan sonra dizlerimizin üzerine çöktük yanımda taşıdığım küçük bir bıçağın yardımıyla, fıçı deliğini açmaya hazırlandım.
Bu sırada çok uzaklardan, Paris sokaklarında sık sık duyduğum için tanıdığım tekdüze bir ezgi kulağıma çalınmış gibiydi.
"Fıçılar! Fıçılar! Satılık fıçı var mı?"
Mösyö Chagny de sesi duymuştu. "Ne tuhaf! Sanki fıçı şarkı söylüyor!" dedi.
Ezgi bu kez daha uzaktan tekrar başladı.
"Fıçılar! Fıçılar! Satılık fıçı var mı?"
"Ah yeminle," dedi Vikont "bu melodi fıçının içinde kesiliyor!"
Ayağa kalkıp fıçının arkasına baktık. "İçinde!" dedi Mösyö Chagny.
Fakat orada hiçbir şey duymamıştık. Bu durumun, duyularımızın içinde bulunduğu kötü koşullardan kaynaklandığını düşünmek zorunda kaldık. Fıçı deliğiyle ilgilenmeye geri döndük. Mösyö Chagny iki elini birden fıçı deliğinin altına koydu. Ben de son bir gayretle, tıpayı çıkardım. "Bu da ne?" diye bağırdı Vikont. "Su değil ki bu!" Vikont dolu olan ellerini fenerime yaklaştırdı. Bakmak için eğildim. Feneri öyle hızlı ve şiddetli fırlatıp attım ki, kırılıp söndü ve bizi karanlığın ortasında bıraktı. Mösyö Chagny'nin ellerinde gördüğüm şey baruttu!
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top