Bir Acemin Opera Mahzenlerindeki İlginç Ve Eğitici İniş Çıkışları
Göldeki eve ilk kez girmiştim. Trap sever memleketimde Erik'e taktığımız lakap buydu gizemli kapılarını bana açması için çok kez yalvarmıştım. Beni her seferinde reddetti. Kabul görmek için birçok teşebbüste bulundum ama hepsi nafileydi. Operayı kalıcı olarak mesken tuttuğunu öğrenince mümkün olduğunca onu gözledim ama karanlık öyle yoğundu ki, göldeki duvarda bulunan kapı üzerinde nasıl çaktığını görmeme olanak tanımıyordu. Bir gün kendi kendime düşünürken, sandala atlayıp duvarda Erik'in yok olduğunu gördüğüm bölüme doğru kürek çekmeye karar verdim.
İşte o zaman, girişi koruyan ve büyüsü benim için neredeyse ölümcül olan denizkızıyla karşılaştım.
Kıyıdan ayrılmamın üzerinden az bir zaman geçmişken, kürek çektiğim suyun ortasındaki sessizlik etrafımda dönüp duran bir tür şarkı fısıltısıyla bozuldu. Sesin yarısı nefes, yarısı müzikti gölün sularından yumuşak bir şekilde yükseldi. Ne tür bir hileyle yaptı anlamadım ama beni çevreleyiverdi. Sonra beni takip ederek benimle birlikte hareket etti, öyle yumuşaktı ki. Azıcık bile tedirgin olmadım. Aksine, bu tatlı ve baştan çıkarıcı armoninin geldiği yere yaklaşabilme arzusuyla. Küçük sandalımdan suya doğru eğildim. Şarkının sudan geldiğine emindim. O sırada, gölün ortasındaki sandalda tek başımaydım. Artık kesinlikle bir insan sesi olduğu ortaya çıkan ses suda yanı başımdaydı. Eğildim, daha da öteye eğildim. Göl mükemmel bir sükunete sahipti. Scribe Sokağına bakan hava boşluğundan süzülen ay ışığı, gölün dümdüz ve mürekkep kadar kara yüzeyinde hiçbir şey bulunmadığını gösteriyordu. Duyduğum şeyin bir uğultu olabileceğini düşünerek kulaklarımı şöyle bir silkeledim. Ama kısa süre içinde, beni takip eden ve kendine çeken bu fısıltılı şarkıdan armonik bir uğultu olamayacağı gerçeğini kabullenmek zorunda kaldım.
Biraz olsun batıl inançlı olsaydım göldeki evin sularında ilerlemeyi göze alan yolcuların kafasını karıştırmayı iş edinmiş bir denizkızıyla karşı karşıya olduğumu düşünürdüm kesin. Neyse ki tepeden tırnağa incelemeye meraklı olmadığımız fantastik şeylere epey düşkün olan bir memleketten geliyordum. Bunun. Erik'in yeni bir tür icadı olduğuna şüphem yoktu. Ama bu icat öyle mükemmeldi ki, sandaldan eğildim. Onun numarasını keşfetme arzusundan ziyade, büyüsünün keyfine varma isteği beni harekete geçirmişti. Eğildim eğildikçe eğildim, ta ki sandalı alabora olacak raddeye getirene kadar.
Aniden, suyun ortasından kocaman iki kol çıktı ve beni boynumdan yakalayıp karşı konulmaz bir güçle suyun derinliklerine çekti. Erik'in beni tanımasını sağlayan bir çığlık atmış olmasaydım, kesinlikle kaybolur giderdim. İlk niyeti beni boğmak olmasına rağmen, bunun yerine benimle birlikte yüzerek beni nazikçe kıyıya yatırdı.
"Ne kadar ihtiyatsızsın!" dedi üzerinde sular damlayarak önümde dikilirken. "Neden evime girmeye çalışıyorsun? Seni hiç davet etmedim! Ne seni ne de başkasını istiyorum orada! Hayatımı, katlanılmaz hale getirmek için mi kurtardın yani? Ne büyük bir yardımın dokunmuş olursa olsun. Erik sonunda hepsini unutabilir ve bildiğin gibi, Erik'i kimse dizginleyemez. Erik'in kendisi bile."
O konuşuyordu ama benim, çoktan denizkızı numarası adını taktığım şeyi öğrenmekten başka bir arzum yoktu. Pers topraklarında işbaşında gördüğüm ve gerçek bir canavar olan Erik, bazı yönlerden sıradan bir çocuk gibi kibirli ve kendini beğenmiş olduğundan dolayı, olağanüstü akli becerilerini ortaya sermek için insanları şaşkına çevirmekten daha çok sevdiği bir şey yoktur.
Gülerek uzun bir kamış gösterdi.
"Bu görüp görebileceğin en ahmak numara," dedi. "Fakat suda nefes alıp şarkı söylemek için epey kullanışlı. Nehir yataklarında saatler boyu gizlenebilen Tonkin korsanlarından öğrendim bu numarayı."
Onunla sert bir şekilde konuştum.
"Numara yüzünden neredeyse ölüyordum!" dedim. "Ve bu numara başkaları için de ölümcül olabilir! Bana ne söz verdiğini biliyorsun, değil mi Erik? Başka cinayet yok!"
"Ben gerçekten de cinayet işledim mi?" diye sordu, olabilecek en sevimli havayı takınarak. "Sefil herif" diye haykırdım. "Mazenderan'ın kanlı şeriat çağını unuttun mu?" "Evet" diye cevap verdi, daha üzgün bir ses tonuyla. "Unutmayı tercih ederim. Gerçi, küçük sultanı güldürmeyi başarırdım!" "Bunların hepsi mazide kaldı ama bugün bizim ve bugünümüz için bana borçlusun. Çünkü isteseydim, senin için hiçbir anlam ifade etmezdim. Şunu hiç unutma. Erik: Senin hayatını kurtardım!" Sohbet konumuzun değişmesini fırsat bilip ona uzun süredir aklımda olan başka bir şeyden bahsettim. "Erik." dedim. "Erik, bana yemin et..." "Ne yemini?" diyerek sözümü kesti sert bir şekilde "Bildiğin gibi, yeminlerimi hep bozarım. Yeminler, enayileri tuzağa düşürmeye yarar." "Söyle. En azından bana söyleyebilirsin." "Neyi?"
"Şey avizeyi... Avizeyi Erik!"
"Ne olmuş avizeye?"
"Ne demek istediğimi biliyorsun."
"Ah," diyerek kıkırdadı. "Avizeyle ilgili sana söylemekten çekineceğim bir şey yok! Onu düşüren ben değildim! Avize epey eski ve yıpranmıştı."
Erik güldüğünde her zamankinden de korkunç olurdu. Sandala binerken öyle korkunç kıkırdıyordu ki, elimde olmadan ürperdim.
"Çok eski ve yıpranmıştı, Sevgili Darogam!" Çok eski ve yıpranmış bir avizeydi! Kendiliğinden düşüvermiş! Düşmüş ve paramparça olmuş! Şimdi Daroga, sözümü dinle ve gidip kendini kurula. Yoksa kafanı üşüteceksin! Sandalıma da bir daha sakın binme. Ne yaparsan yap, evime girmeyi deneme. Her zaman orada olmayabilirim, Daroga! Ağıt Ayinimi sana adamak zorunda kalırsam çok üzülürüm!"
Böyle söylerken, bir maymun gibi sağa sola sallanıyordu. Hala kıkırdarken yanımdan ayrılıp gölün karanlığında gözden kayboldu.
O günden sonra, evine gölden girme fikrinden vazgeçtim. O giriş belli ki çok iyi korunuyordu, özellikle benim yolu bildiğimi öğrendikten sonra, daha da iyi korunacaktı.
Ama bana başka bir giriş daha olması gerekiyor gibi geliyordu çünkü Erik'i takip ettiğim zamanlarda, nasıl olduğunu anlayamamıştım ama onun üçüncü mahzende birçok kez ortadan kaybolduğunu görmüştüm.
Erik'in, Operada yaşamaya başladığım keşfettikten sonra, onun korkunç arzularının sonu gelmez dehşetine kapıldım. Konu benimle ilgili değildi ama başkaları için endişe duyuyordum. Her kazada, gerçekleşen her ölümcül olayda, kendi kendime hep bunu yapan Erik ise hiç şaşırmam diye düşünürdüm. Diğerleriyse "Hayaletin işi bu!" demeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Bu cümleyi insanların tebessüm ederek söyleyişlerini ne çok duydum! Zavallıcıklar! Hayaletin kanlı canlı var olduğunu bilselerdi, eminim öyle gülemezlerdi.
Erik bana ciddi bir şekilde artık değiştiğini ve onu olduğu gibi seven birini bulduğundan beri dünyanın en erdemli insanına dönüştüğünü söylemişti ve bu cümle başta beni aşırı derecede şaşırtmıştı ama yine de canavar aklıma geldikçe ürpermeden edemiyordum. Korkunç, emsalsiz ve tiksindirici çirkinliği onu insanlıktan çıkarmıştı. Bu yüzden insanlık karşısında hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi davrandığını düşünürdüm. Onun aşk ilişkisinden bahsetme şekli endişelerimi artırmaktan başka işe yaramadı çünkü son derece böbürlenerek bahsettiği bu olayın yeni ve her zamankinden korkunç trajedilere sebep olacağını sezmiştim. Diğer yandan, kısa süre sonra canavar ile Christine Daae arasında gelişen tuhaf derecede erdemli çalışmayı keşfettim. Genç primadonnanın soyunma odasının yanındaki eski eşya odasına saklanıp Christine Daae'nin apaçık şekilde müthiş zevkler tattıran mükemmel müzik sunumlarını dinledim.
Fakat yine de. Erik'in gök gürültüsü kadar gürültülü ya da bir meleğin ki kadar yumuşak olan sesinin genç kıza onun çirkinliğini unutturabileceğini aklımın ucundan bile geçiremezdim.
Her şey Christine Daae'nin onu hiç görmediğini öğrendiğimde aydınlandı! Soyunma odasına girme fırsatı yakalamıştım. Erik'in bana önceden öğrettiklerini hatırlayınca aynalı duvarın dönmesini sağlayan numarayı keşfetmekte zorlanmadım. Christine Daae'nin, Erik'in sesini sanki tam arkasındaymış gibi duymasını sağlayan içi boş tuğlaları vb. araçları keşfettim. Böylece, kuyuya ve zindana komünistlerin zindanına giden yollarla birlikte, Erik'in sahnenin altındaki mahzenlere doğrudan gidebilmesine olanak tanıyan trapı da buldum.
Birkaç gün sonra Erik ile Christine Daae'nin birbirlerini gördüklerine hem gözlerim hem de kulaklarımla şahit olmak da, canavarı Komünistlerin Yolundaki küçük kuyuya eğilmiş, baygın haldeki Christine Daae'nin alnına su serperken bulmak da şaşırtmadı beni. Beyaz bir at hani operanın altındaki ahırdan kaybolan. Profeta'daki at sessizce yanlarında duruyordu kendimi gösterdim. Sonuç feciydi. O sarı gözlerden fışkıran kıvılcımları görebiliyordum. Daha tek bit kelime dahi etmemiştim ki kafama beni bayıltan bu yumruk yedim.
Kendime geldiğimde Erik de, Christine de, beyaz at da çoktan gitmişti. Zavallı kızın göldeki ev de tutsak olduğuna emindim. Hiç tereddüt etmeden, beni bekleyen tehlikeye rağmen yine gölün kıyısına gitmeye karar verdim. Yirmi dört saat boyunca canavarın görünmesini bekledim. Beliren erzak ihtiyacını karşılamak için dışarı çıkmak zorunda kalacağını hissediyordum. Bu münasebetle şunu da söyleyeyim. Sokaklara çıkıp halkın arasına karıştığı zamanlarda o korkunç burun deliği yerine altında bir bıyık bulunan kartondan bir burun takardı. Bu onun cesedimsi havasını tamamen ortadan kaldırmıyordu ama onu neredeyse bakmaya katlanılır kılıyordu.
Bu yüzden göl kıyısında etrafı gözledim. Uzun bekleyişim sonucunda bitap düşmüş bir haldeyken, onun üçüncü mahzendeki kapıdan gitmiş olduğunu düşünmeye başlamıştım. Tam bu sırada, karanlıkta hafif bir şıpırtı duydum. Mum gibi yanan iki sarı göz gördüm. Çok geçmeden sandal kıyıya ulaşmıştı. Erik sandaldan inip bana doğru yürüdü.
"Yirmi dört saattir buradasın," dedi. "Artık sinirlenmeye başladım. Sonra söylemedi deme. Bu işin sonu iyi değil. Kendi başını derde sokmuş olacaksın çünkü sana son derece sabırlı davrandım. Beni izlediğini zannediyorsun ama seni izleyen benim! Hakkımda neler bildiğini de biliyorum. Seni dün Komünistlerin Yolunda öldürmedim ama seni uyarıyorum. Sakın seni bir daha orada yakalamayayım! Of, Tanrım! Dediğim hiçbir şeyi anlamıyorsun!" Öyle öfkeliydi ki, o sırada sözünü kesmeyi aklımın ucundan dahi geçirememiştim. Oflayıp pufladıktan sonra, korkunç fikrini kelimelere döktü.
"Evet, sana söylenenleri tam anlamıyla bak, tam anlamıyla diyorum! Anlamayı öğrenmelisin! Bu dikkatsizliğin yüzünden operanın mahzenlerinde ne yaptığım bilmeyen fötr şapkalı gölgeye iki kez yakalandın. O, sahne düzeneklerine ve sahne arkasındaki hayata ilgi duyan, tuhaf bir Acem
olduğunu düşünen yöneticilere seni götürdü. Evet, hepsinden haberdarım çünkü ben de orada, ofisteydim. Biliyorsun, ben her yerdeyim. İşte, bu dikkatsizliğin yüzünden, sonunda neyin peşine takılıp buraya geldiğini öğrenmek isteyecekler. Erik'in peşinden buraya geldiğini öğrenecekler, sonra onlar da Erik'in peşine düşecek ve göldeki evi keşfedecekler. Eğer tüm bunlar olursa, senin için hiç de iyi olmaz eski dostum, hem de hiç iyi olmaz! Günah benden gider."
Ve yine oflayıp pufladı.
"Günah benden gider! Eğer Erik'in sırları Erik'in sırları olmaktan çıkarsa insan ırkından çok sayıda kişi için fena bir manzara çıkar ortaya! Sana söylemem gereken her şey bu kadar. Koca bir sersem değilsen, bu kadarı zaten sana yeter. Gerçi sen leb demeden leblebiyi anlamaktan acizsin." Sandalın arka tarafına oturmuş, topuklarıyla ahşabı tekmelerken ona cevap vermemi bekliyordu. Sadece şu kadarını söyledim: "Peşine düştüğüm kişi Erik değil ki!"
"O halde kim?" "Senin de çok iyi bildiğin gibi, Christine Daae," diye cevap verdim.
Yanıtı sert oldu. "Onu evimde görme hakkına sahibim. Beni olduğum gibi seviyor."
"Bu doğru değil." dedim. "Onu kaçırdın ve esir aldın " "Dinle." dedi. "Sana, beni olduğum gibi sevdiğini kanıtlarsam bir daha ilişkilerime karışmayacağına söz verir misin?" "Evet, söz!" dedim hiç tereddütsüz çünkü böyle bir canavarın böylesi bir kanıt getiremeyeceğini hissediyordum. "Peki, o halde çok basit. Christine Daae ne zaman isterse buradan ayrılacak ve sonra da geri dönecek! Evet, geri dönecek. Hem de kendi isteğiyle, kendiliğinden dönecek çünkü beni olduğum gibi seviyor!" "Ah geri döneceğinden şüpheliyim! Ama gitmesine izin vermek senin yükümlülüğün."
"Yükümlülüğüm ha! Seni koca budala? Bu benim isteğim. Onun gitmesini istiyorum fakat o geri dönecek çünkü beni seviyor! Bu işin sonu evlilikle sonuçlanacak. Nikah ayinimin yazıldığını söylersem inanır mısın? Kyrie'yi duyana kadar bekle."*
Sandalının tahtasında topuklarıyla tempo tutmaya başladı.
"Kyrie! Kyrie! Kyrie Eleison! Dinleyene kadar bekle. Ayin ilahisini duyana kadar bekle."
"Bak buraya!" dedim. "Sana ancak Christine Daae'nin göldeki evden çıktığını ve kendi isteğiyle döndüğünü görürsem inanırım."
"Sonra işlerime burnunu sokmayı bırakacak mısın? '"
"Evet."
"Pekala bu gece göreceksin o zaman. Maskeli baloya gel Christine ve ben gidip etrafa bir göz atacağız. Depoya saklanıp Christine'i görebilirsin. Soyunma odasına gitmiş olacak sonra da Komünistlerin Yolundan memnuniyetle geri dönecek. Şimdi toz ol çünkü gidip biraz alışveriş yapmalıyım."
Olaylar şaşırtıcı şekilde. Erik'in söylediği gibi gerçekleşti. Christine Daae göldeki evi birçok kere terk etti. Görünüşe göre, oraya mecburiyetten değil, kendi rızasıyla döndü. Erik'i aklımdan çıkarmak benim için epey zordu. Yine de tedbiri elden bırakmamaya kararlıydım. Göl kıyısına dönmek ya da Komünistlerin Yoluna girmek gibi bir hataya düşmedim. Fakat üçüncü mahzendeki gizli giriş fikri aklımın bir köşesinde kaldı. Birçok kez, bir sebeple oraya bırakılmış olan, Lahore Kralı operasından kalma bir dekorun arkasında bekledim. Sonunda sabrımın karşılığını aldım. Günlerden bir gün canavarın, dizlerinin üzerinde bana doğru geldiğini gördüm. Beni göremeyeceğine şüphem yoktu. Arkasında saklandığım dekor ile bir başka dekor parçasının arasından geçip duvarın yanına gitti. Bir zembereğe basarak duvardaki bir taşı oynattı. Böylece duvarda geçebileceği bir boşluk açıldı boşluktan geçti. Buradan geçti ve taş arkasından kapandı.
Onu en az otuz dakika beklemişimdir. Bu sürenin sonunda, zembereğe basan bu kez ben oldum. Erik'in zembereğe bastığında olanların aynısı tekrarlandı. Erik içeride olduğu için delikten geçme cüretini göstermeyecek kadar ihtiyatlıydım.
Öte yandan Erik tarafından yakalanabileceğim fikri, aklıma aniden Joseph Buquet'nin ölümünü getirdi. Birçok kişinin. Erik'in deyişiyle "İnsan ırkından çok sayıda kişinin." işine yarayabilecek bu büyük keşiften istifade etme fırsatım riske atmak istemedim. Taşı özenle yerine yerleştirdikten sonra Opera mahzenlerinden ayrıldım.
Erik ve Christine Daae arasındaki ilişkiyle yoğun bir şekilde ilgilenmeye devam ettim. Bu ilgimin sebebi, hastalıklı bir merak değil. Hayal ettiği şekilde olduğu gibi sevilmediğini keşfettiği takdirde Erik'in her şeyi yapabileceği fikrinin kafama takılmasıydı. Operada dikkatli bir şekilde gezinip dolanmaya devam ettim. Kısa süre sonra, canavarın ümitsiz aşk hikayesiyle ilgili gerçeği öğrendim. Christine'de uyandırdığı korku duygusuyla genç kızın zihnini doldurmuştu. Üstelik bu tatlı çocuğun kalbi tamamen Vikont Raoul de Chagny'ye aitti. Masum nişanlılar gibi davranma oyunlarını, canavardan sakınmak için operanın üst katlarında oynarlarken onları izleyen biri olduğundan pek şüphelenmemişlerdi. Her şeyi yapmaya hazırdım. Gerektiği takdirde canavarı öldürmeye bile. Sonra da polise bunu itiraf edecektim ancak. Erik ortaya çıkmadı. Ama bu içimi daha çok rahatlanmamıştı.
Tüm planımı açıklamam gerek. Canavarın kıskançlık sebebiyle evinden uzaklaşması sayesinde üçüncü mahzendeki geçitten güvenli bir şekilde içeri girebileceğimi düşünüyordum. Ancak, herkesin iyiliği için içeride neler olduğunu tam olarak bilmem çok önemliydi. Bir gün fırsat kollamaktan bıkmış bir halde, taşı yerinden oynattım ve müthiş tür müzik duydum. Canavar evindeki tüm kapıları sonuna kadar açmış. Muzaffer Don Juan'ın üzerinde çalışıyordu. Bunun hayatının eseri olduğunu biliyordum. Kıpırdamamaya özen göstererek, dikkatli bir şekilde karanlık deliğimde kaldım.
Bir an için çalmaya ara verdi. Evinde çılgınlar gibi dönüp durmaya başladı. Yüksek sesle, olabilecek en yüksek sesiyle haykırıyordu.
"Önce bu tamamlanmalı! Tam olarak tamamlanmalı!"
Bu sözlerin beni rahatlatmasına bel bağlayamazdım.
Müzik tekrar başladığında, taşı usulca kapadım. Christine Daae'nin kaçırıldığı gün, kötü haberler duyma endişesiyle, akşamın ilerleyen saatlerine kadar opera binasına gitmedim. Sabah gazetesinde Christine ve Vikont Chagny'nin yaklaşan evlilikleriyle ilgili haberi okuduktan sonra, canavarı ihbar edip etmemek arasında bocalayarak berbat bir gün geçirmiştim. Fakat aklım başıma geldi bu hareket yalnızca olası bir felaket olduğuna ikna olmuştum.
Arabam beni operanın önünde bıraktığında, binanın hala ayakta durduğunu görünce resmen şaşkına döndüm! Ama tüm iyi Doğulular gibi ben de bir tür kaderciyim. Bu yüzden, içeri girerken olabilecek her şeye hazırdım.
Christine Daae'nin Tutsaklık Sahnesinde haliyle herkesi şaşkına çeviren kaçırılmasına hazırlıklıydım. Kızın yerinin Hokkabazlar Prensi Erik tarafından, el çabukluğuyla değiştirildiğine oldukça emindim. Bunun Christine'in ve belki de diğer herkesin sonu olduğuna o kadar şüphem yoktu ki, salonda duran insanlara kaçmalarını önermeyi dahi düşündüm. Ancak, bana kesin deli gözüyle bakarlar diye bundan vazgeçtim. Diğer taraftan, kaygılı olan tek kişi ben olduğuma göre, daha fazla vakit kaybetmeden harekete geçmem gerektiğine karar verdim. Erik'in aklında o sırada sadece tutsağı olacağından şans benden yanaydı. Üçüncü mahzenden Erik'in evine girmek için doğru an gelmişti. Teklifimi beni derinden etkileyen bir şekilde bana güvenerek duyar duymaz kabul eden zavallı, küçük, çaresiz Vikont'u da yanımda götürmeye karar verdim. Uşağımı tabancalarımı almaya göndermiştim. Tabancalardan birini Vikont'a verip ateş etmeye hazır şekilde durmasını tembihledim çünkü her şeye rağmen Erik, duvarın arkasında bizi bekliyor olabilirdi. Komünistlerin Yolundan gidip traptan inecektik. Tabancalarımı gören küçük Vikont, düelloya girip girmeyeceğimizi sordu. "Evet, hem de ne düello!" dedim. Ama elbette ona bir şey açıklayacak vaktim yoktu. Küçük Vikont cesur bir adam fakat rakibi hakkında pek bilgi sahibi değildi ve böylesi çok daha iyiydi. En büyük korkum, Erik'in yanı başımızda Pencap kemendini hazırlıyor olmasıydı. Pencap kemendini atmasını kimse ondan iyi bilmez. Çünkü Erik, hokkabazlar prensi olduğu kadar, boğazlama kralıdır da. Mazenderan'ın kanlı şeriat çağında, küçük sultanı güldürdükten sonra sultanın kendisi ondan ürkütücü bir şeylerle onu eğlendirmesini isterdi. Pencap kemendi eğlencesini o zaman başlatmıştı.
Hindistan'da yaşamıştı ve boğma sanatında inanılmaz derece ustalık kazanmıştı. Eli kargılı ve palalı genelde ölüme mahkûm edilmiş bir savaşçıyla birlikte kendini bir avluya kapattırırdı. Erik'te sadece kemendi olurdu ve her seferinde savaşçı, Erik'i muhteşem bir darbeyle düşüreceğini düşünürken kemendin havada süzülürken çıkardığı ıslık sesini duyardık. Erik, bir bilek çevirişiyle, ilmiği rakibinin boynuna dolayıp sıktıktan sonra, onu bu şekilde sultanın ve bir pencereden ona bakıp alkışlayan kadınlarının önüne sürüklerdi. Pencap kemendini kullanmayı kendisi de öğrenen küçük sultan, bir sürü cariyesini ve hatta kendini ziyarete gelen arkadaşlarını bu şekilde öldürdü. Fakat bu feci Mazenderan'ın kanlı şeriat çağı konusunu kapatmayı tercih ederim. Vikont Chagny, opera mahzenlerine gittiğimizde refakatçimi boğazlanarak ölme tehlikesine karşı korumam gerektiği için bu konuya değindim. Tabancalarım hiçbir işe yaramazdı çünkü Erik'in kendini göstereceği filan yoktu. Ama Erik'in bizi boğma şansı her daim vardı. Bunların hepsini Vikont'a açıklayacak vaktim yoktu. Zaten durumu karmaşıklaştırmak bize bir şey kazandırmayacaktı. Mösyö Chagny'ye yalnızca kolunu bükerek elini göz hizasında ateşe hazır tutmasını söyledim. Kurbanı bu pozisyonda duran kişi boğma konusunda bir usta olsa bile kemendi atarken üstünlük sağlayamaz. Sizi yalnızca boynunuzdan değil, kolunuzu ve elinizi de sararak yakalar. Bu da sizin kemendi kolayca çözmenize fırsat tanır.
Böylece kemeni zararsız hale gelir. Komiseri, birçok kapı örtücüyü ve kazancıyı atlattıktan, sıçan tutucuyla karşılaştıktan ve kimseciklerin farkına varmadığı fötr şapkalı adamı geçtikten sonra. Vikont ve ben hiçbir engelle karşılaşmadan üçüncü mahzende, bir çiftlik evi dekoru ile Lahore Kralı operasından kalma bir dekorun arasına ulaştık. Taşı çalıştırdım ve Erik'in operanın temel duvarlarındaki çift karkasta kendisinin inşa ettiği eve girdik.
Bu evi yapmak, Erik için son derece kolay olmuştu çünkü Erik operanın mimarı Philippe Gamier'in baş asistanlarından biriydi. İnşaat savaş, Paris ve Komün kuşatması sırasında resmen durdurulduğunda, Erik evi üzerinde kendi başına çalışmaya devam etmişti.
Erik'i öyle iyi tanıyordum ki, evine girdiğimde kendimi hiç de rahatsız hissetmedim. Mazenderan'daki o saraya ne yaptığını biliyordum. Akla gelebilecek en masum binadan, kısa sürede son derece şeytani bir ev yaratmıştı. Öyle bir yere dönüştürmüştü ki orayı, yankıyla tekrarlanmayan ya da kim senin kulak misafiri olmadığı tek bir kelime dahi edilemiyordu.
Canavar, tüm o traplarıyla, her türden sonu gelmez trajediden sorumluydu. Tesadüfen birçok şaşırtıcı icat yapmıştı. Bunların arasında en ilginç, korkunç, tehlikelisi, işkence odası olarak bilineniydi. Küçük sultanın zararsız vatandaşlara acı çektirerek eğlenmesi gibi özel durumlar haricinde, işkence odasına idama mahkum edilen zavallılardan başka kimse sokulmazdı. Bu zavallıların bile, yetti artık dediklerinde, demirden bir ağacın dibine bırakılmış bir Pencap kemendi ya da iple hayatlarına son verme özgürlükleri vardı.
Dolayısıyla Vikont Chagny'yle düştüğümüz odanın Mazenderan'ın kanlı şeriat çağındaki işkence odasının tam kopyası olduğunu gördüğümde son derece endişelendim.
Tüm akşam boyunca ödümü kopartan Pencap kemendini ayaklarımın hemen yanında bulmuştum. Bu ipin, tıpkı benim gibi, Erik'in üçüncü mahzendeki o taşı kurcalarken yakalayan joseph Buquet üzerinde iş gördüğüne emindim. Muhtemelen o da taşa basmayı denemiş, işkence odasına düşmüş ve oradan ancak asılı halde ayrılabilmişti. Erik'in, başından atmak istediği bedeni Lahore Kralı operasından kalma bir dekora nasıl sürüklediğini ve ibret olsun diye ya da gizli barınağına uzanan yolları korumasına yardım eden batıl korkuyu artırmak için, onu oraya nasıl astığını kafamda çok iyi canlandırabiliyordum! Sonrasında, derinlemesine düşünmesinin üzerine Erik, tuhaf şekilde kirişten yapılmış ve bir sorgu yargıcını hayli düşündürecek olan Pencap kemendini almak için geri dönmüştü. İşte bu, o ipin nasıl kaybolduğunu açıklıyor.
İşte şimdi, o kemendi bulmuştum. Hem de ayaklarımın dibinde işkence odasında! Korkak olduğum söylenemez ama fenerimin kırmızı ışık halkasını duvarlarda gezdirirken, alnımı soğuk terler basmıştı.
Mösyö Chagny bunu fark ederek sordu.
"Sorun ne, Bayım?"
Sessiz olması için, onu öfkeli bir işaretle uyardım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top