Apollo'nun Liri
Böylece çatıya ulaştılar. Christine bir kırlangıç gibi neşeyle sıçrıyordu. İkisinin de gözleri, üç kubbe ile üçgen alınlık arasındaki boş alanı taradı. Christine, Paris'in üstünde, aşağıda işiyle meşgul görünen tüm vadinin üstünde özgürce nefes alıp Raoul'e yaklaşmasını söyledi. Birlikte kurşuni yollarda, çinko sokaklar boyunca yan yana yürüdüler. Sıcak havalarda yirmi kadar küçük baletin dalıp yüzmeyi öğrendiği, durgun suyla dolu, koca tanklara vuran suretlerine baktılar. Gölge her adımlarını izleyerek onları takip etmişti İki çocuk sonunda, lirini muhteşem bir bronz hareketle göğün merkezine doğrultmuş olan Apollo'nun güçlü koruması altında, güven içinde oturduklarında gölgenin varlığından zerre kadar şüphe etmemişlerdi.
Olağanüstü bir ilkbahar akşamıydı. Batan güneşin getirdiği incecik altın ve mor renkli örtüleriyle bulutlar, yavaş yavaş yanlarından geçmekteydi. Christine Raoul'e, "Yakında bulutlardan çok daha hızlı, onlardan çok daha uzağa gideceğiz; dünyanın sonuna gideceğiz. O gün geldiğinde sen beni terk edeceksin. Raoul ama senin beni uzaklara götürme vaktin geldiğinde, eğer ben seninle gitmeyi reddedersem... Beni zorla götürmen gerekebilir!" dedi.
"Fikrini değiştirmekten mi korkuyorsun, Christine?"
"Bilmiyorum," dedi kız, kafasını garip bir şekilde sallayarak. "O bir şeytan!" Ürperdi ve sızlanarak Raoul'ün kollarına sığındı. "Yer altına... Onunla tekrar birlikte yaşamaya gitmekten korkuyorum!"
"Seni dönmeye ne zorluyor, Christine?"
"Eğer ona dönmezsem, korkunç şeyler gerçekleşebilir! Ama yapamam. Bunu yapamam ben! Biliyorum yer altında yaşayan insanlar için üzülmek gerekir fakat o, korkunç bir insan! Zaman giderek yaklaşıyor sadece bir günüm kaldı ve eğer gitmezsem, gelip beni sesiyle cezbedecek. Beni sürükleyerek yer altına götürecek, kafatasını eğip önümde diz çökecek. Bana beni sevdiğini söyleyecek! Ağlayacak! Ah, şu gözyaşları! Raoul, o iki kara göz çukurundan süzülen gözyaşlarını bir görsen! O yaşları bir daha göremem!
Ona sarılan Raoul onu kalbine bastırırken, Christine ellerini kederle ovuşturuyordu. "Hayır. Onun seni sevdiğini söylediğini bir daha asla duymayacaksın! Gözyaşlarını bir daha görmeyeceksin! Kaçıp gidelim, Christine. Hemen kaçalım!" Raoul onu hemen uzaklara sürüklemeyi denedi. Christine onu durdurdu.
"Hayır, hayır," dedi, kafasını üzüntüyle sallayarak.
"Şimdi olmaz! Çok zalimce olur. Şarkı söyleyişimi yarın akşam da dinlesin. Sonra uzaklara gideriz. Tam gece yarısı olduğunda, soyunma odama gelip beni götürmelisin. O saatte, göl kenarındaki kafeteryada bekliyor olacak. Böylece rahat oluruz; sen de beni götürebilirsin. Bana söz vermelisin Raoul. Ben reddetsem bile beni götüreceğine söz vermelisin. Çünkü öyle hissediyorum ki, eğer bu kez de ona dönersem, bir daha asla geri dönemeyebilirim." Christine içini çekti. Sanki arkasından başka biri de iç çekişiyle ona cevap vermişti.
"Duydun mu?" Christine'in dişleri gıcırdadı. "Hayır," dedi Raoul. "Hiçbir şey duymadım." "Bu çok feci," diye itiraf etti Christine, "devamlı böyle titremek çok feci! Üstelik burası hiç tehlikeli değilken bile; evimizdeyiz, gökyüzünde, açık havada, gün ışığında. Güneş parlıyor ve gece kuşları güneşe bakmaya dayanamazlar. Onu hiç gün ışığında görmedim. Korkunç görünüyor olmalı! Ah, onu ilk gördüğümde ölmek üzere olduğunu sanmıştım." "Neden?" diye sordu Raoul, bu tuhaf gizliliğin aldığı halden gerçekten korkmuş bir şekilde. "Çünkü onu görmüştüm!" Bu kez, Raoul de Christine'le birlikte dönüp etrafa baktı.
"Biri acı çekiyor gibi," dedi Raoul. "Belki yaralı biri vardır. Duydun mu?" "Emin değilim," dedi Christine. "Onun bulunmadığı yerlerde bile, kulaklarım onun iç çekişleriyle çınlıyor. Yine de, eğer sen duyduysan. Ayağa kalkıp etraflarına baktılar. Muazzam kurşun çatıda yapayalnızdılar. Tekrar oturdular. Raoul konuşmaya başladı.
"Onu ilk görüşünü anlat."
"Üç ay boyunca, onu görmeden sesini duymuştum. Onu ilk duyduğumda, tıpkı senin gibi, bu muhteşem sesin yan odada şarkı söyleyen birine ait olduğunu sanmıştım. Odamdan çıkıp etrafa bakındım ama bildiğin gibi sevgili Raoul, soyunma odamda bile aranacak birçok köşe var. Sonuçta, odamda durmaksızın devam eden sesi, odamın dışında bulamadım. Ses sadece şarkı söylemekle kalmıyordu. Benimle konuşuyor ve sorularıma cevap veriyordu. Tıpkı bir erkek sesine benziyordu ama tek farkı. Onun meleksi bir güzelliği vardı. Zavallı babacığımın ölür ölmez göndereceğini söylediği müzik meleğiyle hiç karşılaşmamıştım. Aslında bu konuda Anne Valerius'u birazcık suçluyorum. Ona sesten bahsettiğimde, 'Ses meleğe ait olmalı; en azından o olup olmadığını sormaktan bir zarar gelmez' demişti. Ben de öyle yaptım. Adamın sesi, 'Evet' diye cevap verdi. Melek olduğunu, babamın göndermeye söz verdiği, benim de bekleyip durduğum o melek olduğunu söyledi. O andan itibaren ses ve ben çok iyi arkadaş olmuştuk. Bana her gün ders vermek için benden izin istedi. Ben de kabul ettim. Soyunma odamdaki buluşmalarımıza katılmayı hiç aksatmadım. Sesi duymuş olsan da, bu derslerin nasıl olduğunu hayal bile edemezsin "
"Hayır, hayal edemem," dedi Raoul. Hangi müzikle söylüyordun şarkını?"
"Bize daha önce duymadığım bir müzik eşlik ediyordu. Duvarın arkasından gelen müzik mükemmel şekilde hatasızdı. Ses, beni çok iyi anlamışa benziyordu. Babamın eğitimi tam olarak hangi noktada bıraktığını biliyor gibiydi. Haftalar geçtikçe, şarkı söylerken kendimi tanıyamıyordum. Öyle ki, korktum bile. Bu işin altından bir tür büyücülük çıkmasından korkuyor gibiydim. Ama Anne Valerius beni rahatlattı. Şeytanın ele geçirmekle uğraşmayacağı kadar sıradan bir kız olduğuma emin olduğunu söyledi. Gelişim, sesin sahibinin emriyle sadece ses, Anne Valerius ve benim aramda bir sır olarak saklandı. İlginç bir durumdu ama soyunma odasının dışında, gündelik, sıradan sesimle şarkı söylüyordum. Kimse durumumla ilgili hiçbir şey anlamıyordu. 'Bekle ve gör; birlikte Paris'i şaşırtacağız!' diyordu. Ben de bekledim ve bir tür insanı kendinden geçiren rüyada yaşamayı sürdürdüm. İşte, seni de bir akşam salonda ilk kez o zaman gördüm. Soyunma odama vardığımda öyle mutluydum ki, bu mutluluğumu gizlemek aklımın ucundan bile geçmemişti. Fakat ne yazık ki ses benden ünce gelmişti. Kısa sürede halimden bir şeyler olduğunu anladı. Sorunun ne olduğunu sordu. Ben de ne öykümüzü gizli tutma ne de senin kalbimde kapladığın yeri saklama gereği görmedim. Sonra ses, sessizleşti. Ona seslendim ama cevap alamadım. Yalvardım, yakardım ama nafile çabaladım. Onun sonsuza dek gittiğini düşünerek dehşete düşmüştüm. Ah, keşke gitmiş olsaydı Tanrım! O gece, evime çaresiz bir halde döndüm. 'E, Ses kıskanç, tabii!' diyen Anne Valerius'a olanları anlattım. Böylece sevgilim, seni sevdiğim gerçeği ilk defa ortaya çıktı."
Christine durdu. Kafasını Raoul'ün omzuna dayadı. O şekilde bir süre sessizce oturdular. Bu sırada, onlardan sadece birkaç adım uzakta duran, ürkütücü iki koca kanadın gölgesini çatıda onlara gittikçe yaklaşan, öyle ki üzerlerini örtüp onlara boğabilecek kadar yaklaşan gölgeyi görmediler. Hatta en ufak bir hareketini dahi hissetmediler. "Sonraki gün," diyerek devam etti Christine. İçini çekerek, "Soyunma odama oldukça endişeli bir halde döndüm. Ses oradaydı benimle son derece üzgün bir şekilde konuştu. Bana acı bir şekilde, eğer kalbimi dünya üzerinde herhangi birine verirsem, kendisinin cennete dönmekten başka yapabileceği bir şey olmadığını söyledi. Bunları öylesine insani bir hüzün ifadesiyle söylüyordu ki, hemen şüphelenmeye başlayıp kandırılmış duyularımın kurbanı olduğuma inanmaya başlamam gerekirdi. Ama sese duyduğum ve babamın hatırasıyla son derece iç içe geçmiş olan inancım, hiç zarar almamıştı. Onu bir daha duymama fikrinden daha fazla korktuğum hiçbir şey yoktu. Sana duyduğum aşkı düşündüm. Neticeye varmayacak bir tehlikeden ibaret olduğunu fark ettim. Senin beni hatırlayıp hatırlamadığını bile bilmiyordum. Zaten sosyal konumun seninle evlenme ihtimalini düşünmemi bile engelliyordu. Ben de sese senin benim için artık bir kardeşten ibaret olduğunu, bundan sonra daha fazlası olamayacağını ve kalbimin herhangi bir fani aşka kapalı olduğuna dair yemin ettim. İşte, sevgilim, sahne arkasında ya da koridorlarda seninle karşılaştığımda, seni tanıdığımı ya da gördüğümü inkar etmemin sebebi buydu. Bu sırada, sesin bana ders verdiği saatler, kutsal bir coşkuyla dolup taşarak geçiyordu. Ta ki, ses sonunda bana şöyle diyene dek: 'Artık, insanlara cennetin müziğini biraz olsun tattırabilirsin.' O gece Carlotta'nın oyuna nasıl gelmediğini onun yerine benim şarkı söylememin neden istendiğini bilmiyorum ama şarkımı daha önce hiç bilmediğim bir coşkuyla söylemiştim. Bir an için, adeta ruhumun bedenimi terk ettiğini hissettim!"
"Ah, Christine," dedi Raoul. "Kalbim, o gece sesinin her vurgusunda titremişti. Yanaklarından süzülen yaşlarını görmüştüm. Ben de seninle birlikte ağladım. Ağlarken nasıl oldu da öyle şarkı söyleyebildin?" "Kendimden geçtiğimi hissettim," dedi Christine. "Gözlerimi kapatmıştım. Tekrar açtığımda, sen yanımdaydı ama ses de oradaydı, Raoul! Senin için çok korkmuştum. Seni yine tanımazlıktan gelmem gerekiyordu. Şalımı denizden aldığını hatırlattığında sana gülmeye başladım! Heyhat, sesi kandırmak mümkün mü ki! Ses seni tanıdı. Ses kıskançtı! Seni sevmiyor olsaydım, senden kaçmak yerine sana eski bir dost gibi davranırmışım, dedi. Bunun üzerine kıyameti kopardım. Sonunda sese, "Yeter! Yarın Perros'a, babamın mezarında dua etmeye gidiyorum. Mösyö Raoul de Chagny'den de benimle birlikte gitmesini isteyeceğim," dedim. "Nasıl istersen öyle olsun, ama ben de Perros'ta olacağım çünkü sen neredeysen ben de oraya aitim. Eğer benim için hâlâ değerliysen, bana yalan söylemediysen, babanın mezarının başında, hem de babanın kemanıyla, Lazarus 'un Dirilişi'ni gece yarısı senin için çalacağım." diye cevap verdi ses. "İşte, sevgilim, seni Perros'a getiren mektubu böylece yazdım. Nasıl böyle aldatıldım? Sesin kişisel, bencil bakış açısını gördüğümde bile nasıl oldu da bir tür sahtekarlık olduğundan şüphelenmedim? Yazık ki, artık kendi kendimin efendisi değildim. Onun nesnesi olmuştum!" "Ama sonuçta," diye haykırdı Raoul, "kısa sürede gerçeği anladın! Neden o zaman hemen kendini bu kabustan çekip çıkarmadın ki?"
"Gerçeği bilmek mi, Raoul? Kendimi kabustan çıkarmak mı? Ah, benim zavallı yavrucuğum; gerçeği öğrendiğim güne kadar bir kabusun içinde değildim ki! Acı bana, Raoul. Merhamet et! Carlotta'nın sahnede bir kurbağaya dönüştüğünü düşündüğü o korkunç akşamı hatırlarsın. Hani kopan avizenin yere çarpmasıyla salonun aniden karanlığa gömüldüğü zamanı. O gece öldürülenler ve yaralananlar olmuştu. Tüm salon dehşet çığlıklarıyla yankılanmıştı. Benim ilk aklıma gelen, sen ve ses olmuştu. Ama hemen senin bulunduğun yerle ilgili rahatladım çünkü seni ağabeyinin locasında görmüştüm ve tehlikede olmadığına emindim. Ama ses de gösteriye geleceğini söylemişti, ölebilecek sıradan bir insanmışçasına, onun için endişelenmiştim. Kendi kendime avize sesin üzerine düşmüş olabilir, diye düşündüm. O sırada sahnedeydim. Neredeyse ölü ve yaralıların arasında sesi aramak için salona koşacaktım. Bu fikir aklıma geldiğinde, eğer ses emniyetteyse, kesin soyunma odama gelir diye düşünerek hemen odama koştum. Ses orada değildi. Kapımı kilitledim ve gözümde yaşlarla, eğer hala hayattaysa, kendisini bana göstermesi için yalvardım. Ses cevap vermedi ama aniden, daha önceden bildiğim, uzun ve güzel bir ağıt çalındı kulağıma. Mesih'in sesi karşısında gözlerini açmayı başaran ve gün ışığını gören Lazarus'un feryadıydı bu. Seninle benim Perros'ta duyduğumuz müzikti. Ardından ses, şarkının giriş bölümünü söylemeye başladı. 'Gel! Ve bana inan! Bana inananlar hayatta kalacak! Yürü! Bana inananlar asla ölmeyecekler! ' Bu müziğin üzerimde bıraktığı etkiyi sana ifade edemem. Adeta beni kontrol ediyor, ayağa kalkıp ona doğru gitmem için beni yönlendiriyordu sanki. O geriledikçe ben takip ettim. 'Gel! Ve inan bana!' İnandım ve gittim, Gittim ve olanlar son derece sıra dışıydı. Soyunma odam ben hareket ettikçe uzuyor gibiydi. Genişledikçe genişledi. Bunun, aynaların yarattığı bir etki olduğu apaçık ortadaydı. Önümde bir ayna olduğu için bunu anlayabiliyordum ve derken, nasıl olduğunu anlayamadan kendimi odanın dışında buldum!"
"Ne? Nasıl olduğunu anlayamadan mı? Düşler aleminde gezinmeye bir son vermelisin, Christine!" "Düşler aleminde filan gezinmiyordum, sevgilim. Nasıl olduğunu anlayamadan odamın dışına çıkmıştım işte. Bir akşam odamdan aniden kaybolduğumu görmüş olan sen, belki bu durumu açıklayabilir ama ben yapamıyorum. Sana sadece önümdeki aynanın da, soyunma odamın da ortadan kaybolduğunu söyleyebilirim. Karanlık bir koridordaydım, korkmuştum ve çığlık çığlığa bağırıyordum. Oldukça karanlıktı sadece uzak bir köşeden yansıyan zayıf bir kırmızı ışıltı vardı. Etrafa kulak verdim. Şarkı, keman durduğu için çıkan tek ses benimkiydi. Derken aniden bir el, elimi sardı. Daha doğrusu, taş gibi soğuk ve kemikli bir şey bileğimi sımsıkı kavradı. Tekrar çığlık attım. Göğsüme sarılan bir kol beni taşımaya başladı. Kısa bir süre için mücadele ettim ama sonra pes ediverdim. Küçük kırmızı ışığa doğru sürükleniyordum ve gördüğüm kadarıyla, büyük bir pelerine sarınmış ve tüm yüzünü kaplayan bir maske takan bir adamın kollarındaydım. Kaçmak için son bir çaba daha harcadım. Kollarımı gerip ağzımı bağırmak için açmıştım ki bir el ağzımı kapatıverdi. Dudaklarımda ve tenimde hissedebildiğim bir el... Ölüm kokan bir el. Sonra bayılmışım.
Gözlerimi tekrar açtığımda, etrafım hala kapkaranlıktı. Yerde duran bir fener, fokurdayan bir kuyuyu gözler önüne seriyordu. Kuyudan fışkıran su, sanki fışkırdığı anda, yattığım yerin altında yok oluveriyordu. Başım, siyah pelerinli ve siyah maskeli adamın dizlerinin üzerindeydi. Şakaklarımı, ölüm kokulu elleriyle ıslatıyordu. Ellerini itmeye çalışırken, 'Kimsin sen? Ses nerede?' diye sordum. Sadece iç geçirmekle yetindi. Derken, sıcak bir nefes yüzümün üzerinden geçti. Adamın karanlıktaki siyah siluetinin yanında, beyaz bir siluet gördüm. Siyah siluet beni beyaz siluete doğru götürdüğünde, kulaklarım mutlu bir kişnemeyle selamlandı. 'Cesar!' diye mırıldandım. At ürperdi eyerin arkasında uzanmıştım ve Profeta'da, sık sık şekerle beslediğim bu beyaz atı tanımıştım. Opera binasında bir akşam atın kaybolduğuna ve çalanın da opera hayaleti olduğuna dair yayılan dedikoduyu hatırladım. Sese inanıyordum ama hayalete asla inanmamıştım. Yine de ürpererek, hayaletin esiri olup olmadığımı merak ediyordum. Sesi bana yardıma çağırdım çünkü ses ile hayaletin aynı kişi olabileceği aklıma gelmemişti. Sen de opera hayaletini duymuşsundur, değil mi Raoul?"
"Evet, ama sen Profeta'daki beyaz atın üzerindeyken olanları anlat." "Hiç kımıldamadım ve kendimi öylece bıraktım. Siyah siluet beni tuttu. Ben de hiç kaçma teşebbüsünde bulunmadım. Garip bir huzurla kaplanmıştı. Bir tür uyuşturucunun etkisinde olmalıyım, diye düşündüm. Duyularımın hiçbirinin kontrolünü kaybetmemiştim; gözlerim de aralıklı ışıltılarla aydınlanan karanlığa alışmıştı. Opera binasının alt bölümünün muhtemelen tamamını kaplayan, yer altındaki devasa boyutta ve dar bir dairesel geçitte olduğumuzu tahmin ediyordum. Daha önce bu mahzenlere inmiştim ama üçüncü kata kadar gelmiştim. Oysa aşağıda iki kat daha vardı. Burası koca bir kasabayı içine alabilecek kadar muazzamdı. Ancak, gördüğüm şekiller yüzünden oradan kaçmıştım. Orada, aşağıda iblisler cirit atıyor; neredeyse her yerleri kapkara, buhar kazanlarının önünde dikilen, ellerindeki kürek ve yabalarla ateşi karıştırıp alevleri canlandıran iblisler. Eğer onlara yaklaşırsan, kazanlarının kızıl ağızlarını aniden açarak seni korkuturlar. Cesar beni sırtında usulca taşırken, bu iblisleri uzaktan görmüştüm. Kazanlarının kızıl alevlerinin önünde küçücük görünüyorlardı. Biz kavisli yolumuzda ilerlerken, onlar bir görünüp bir kayboluyorlardı. Sonunda hepsi kayboldu. Siluet hala beni tutuyor ve Cesar da kendi başına, emin adımlarla yürümeye devam ediyordu. Ne kadar süre böyle gittiğimizi hiç bilmiyorum. Bildiğim tek şey, devamlı dönüp durduğumuz. Sanki dünyanın merkezine giden bir döner merdivenden iniyorduk. Belki de sadece benim başım dönüyordu ama hiç sanmıyorum; hayır, aklım gayet yerindeydi. Sonunda Cesar burnunu kaldırdı ve havayı koklayıp biraz daha hızlı adımlar atmaya başladı. Havadaki nemi hissedebiliyordum. Cesar durdu. Karanlık dağılmıştı bir tür mavi ışık etrafımızı çevreliyordu. Kurşun rengi suları karanlıkta uzaklara kadar yayılan bir gölün yanında duruyorduk. Mavi ışık sahili aydınlatınca, rıhtımda demirlemiş küçük bir tekne olduğunu gördüm!"
"Tekne mi?"
"Evet. Ama tüm bunların gerçekten var olduğunun ve bu yeraltı gölü ile tekneyle ilgili herhangi bir doğaüstü durum olmadığının farkındaydım. O kıyıya hangi sıra dışı koşullarda vardığımı bir düşünsene! Siluet beni tekneye taşırken uyuşturucunun etkisi geçmiş miydi bilmiyorum ama korkum tekrar canlandı. Ürkütücü refakatçim de bunu fark etmiş olacak ki, Cesar'ı geri yolladı. Tekneye atlayan adam halatları çözüp kürekleri eline alırken, atın merdiven basamaklarını ezen toynaklarının sesini duyabiliyordum. Tüm gücüyle ve hızla küreklere asıldı. Maskesinin altından bakan gözlerim benden ayırmıyordu. Mavi ışığın altında, suda adeta kayar gibi gidiyorduk. Sonra tekrar karanlık etrafımızı sardı. Bir kıyıya yanaştık. Yine adamın kollarındaydım. Çığlık attım ama sonra, ışığın gözümü almasıyla, aniden sakinleştim. Evet, sürüklendiğim yerin ortasında göz alıcı bir ışık belirmişti. Ayağa fırladım. Bir misafir odasının ortasındaydım. Oda, bana sadece ama sadece çiçeklerle dekore edilip süslenmiş ve döşenmiş görünüyordu. Çiçekler, onları sepetlere bağlayan ipek kurdeleler yüzünden, aynı anda hem olağanüstü hem de aptalca görünüyorlardı. Tıpkı cadde üstü dükkanlarda satılan çiçek sepetlerine benziyorlardı. Sepetlerdeki çiçekler ise, eskiden gala gecelerinden sonra soyunma odamda bulduğum türden, hayli hoş çiçeklerdi. Maskeli adamın siyah silueti, onca çiçeğin ortasında duruyordu. 'Korkma Christine. Tehlikede değilsin.' Bu, sesti!"
"Öfkeli olduğum kadar şaşkındım da. Sesin yüzünü görme amacıyla çıkartmak için maskeye uzandım. 'Maskeme dokunmadığın sürece tehlikede değilsin,' dedi ses. Sonra, beni bileklerimden nazikçe tutarak, oturmam için bir sandalyeye götürdü. Önümde diz çöktü. Başka hiçbir şey söylememişti! Öyle alçak gönüllüydü ki, tekrar biraz cesaret kazanabildim. Işık, tekrar beni hayatın gerçeklerine döndürdü. Yaşadığım macera hayli sıra dışı olsa da, şimdi gayet ölümlü, görünür ve elle tutulur şeylerle çevriliydim. Mobilyalar, duvar kağıtları, mumlar, vazolar ve sepetlerin içindeki -nereden, ne kadara alındıklarını neredeyse söyleyebileceğim- gerçek çiçekler: hayal gücümü, en azından operanın mahzenlerinde olmama mazeretine sahip o sıradan misafir odasının sınırlarına hapsetmişti. Baş etmem gereken kişinin ise yerin beş kat altını. Opera binasının altını, gizemli bir şekilde yuva haline getirmiş, korkunç ve tuhaf biri olduğu şüphesizdi. Ses, maskenin ardındaki o tanıdık ses, şimdi önümde diz çökmüş bir erkeğe aitti! Ağlamaya başladım. Hala önümde diz çökmüş duran adam da gözyaşlarımın sebebini anlamıştı. 'Evet, Christine, doğru! Ben ne bir melek, ne bir ruh, ne de bir hayaletim. Ben, Erik'im,' dedi."
Christine hikayeyi anlatmayı tekrar yanda bıraktı. Sanki arkasında, sözleri tekrar tekrar yankılanıyordu. "Erik!" Yankıdan cevap gelmedi. Christine de, Raoul de kafalarını çevirdiklerinde gece karanlığının indiğini gördüler. Raoul bir kalkma hamlesi yaptı ama Christine onu tuttu."Gitme," dedi. "Her şeyi burada öğrenmeni istiyorum!" "Ama neden burası, Christine? Üşüteceğinden korkuyorum." "Traplardan başka korkacağımız hiçbir şey yok, sevgilim. Burada traplardan metrelerce uzaktayız. Zaten seni opera binasının dışında görmeye iznim yok. Şimdi onu kızdırmanın sırası değil. Onu şüphelendirmemeliyiz." "Christine, içimden bir ses yarın geceyi bekleme hatasına düşmeden, hemen kaçmamız gerektiğini söylüyor."
"Dediğim gibi, yarın gece beni dinleyemezse, sonsuz bir ıstırap çeker." "Onu hiç üzmeden sonsuza dek terk etmen pek kolay olmayacak."
"Haklısın, Raoul kaçışım onu mahvedecek.'' donuk bir sesle ekledi. "Ama bu durumun sıkıntısını yaşayacak olan sadece o değil; çünkü giderek, onun bizi öldürme riskini de göze almış olacağız."
"Seni bu kadar çok mu seviyor?"
"Benim için cinayet bile işler." "Ama biri onun yaşadığı yeri bulabilir. Birileri onu bulmaya çalışabilir. Artık Erik'in bir hayalet olmadığını bildiğimize göre, birileri onunla konuşup onu hesap vermeye zorlayabilir!"
Christine başını iki yana salladı.
"Hayır, hayır! Ondan kaçmaktan başka hiçbir şey yapamayız."
"Peki, kaçabilecekken, neden ona geri döndün?"
"Çünkü mecburdum. Onu nasıl terk ettiğimi anlattığımda, nedenini anlayacaksın sen de."
"Ah, ondan nefret ediyorum!" diye haykırdı Raoul. "Ya sen Christine? Söyle, sen de ondan nefret ediyor musun?"
"Hayır," dedi Christine.
"Hayır, tabii ki hayır... Onu seviyorsun tabii! Bunca korkun, dehşetin... Bunların hepsi aşk! Hem de aşkın en harika hali. İnsanın kendisine bile itiraf edemediği türden bir aşk." dedi Raoul acı acı. "Düşündüğünde sana heyecan veren türden. Gözünde canlandır. Yer altındaki sarayında yaşayan bir adam!" diyerek, kıza yan yan baktı.
"Oraya geri dönmemi istiyorsun yani, öyle mi?" dedi genç kız insafsızca. "Dikkatli ol, Raoul. Dediğim gibi gidersem asla dönmem!" Üçünün -konuşan iki kişi ile arkalarında onları dinleyen gölgenin- arasında berbat bir sessizlik oldu.
"Buna cevap vermeden önce," dedi Raoul sonunda, çok yavaş bir şekilde konuşarak, "ondan nefret etmediğine göre, sende nasıl duygular uyandırdığını bilmek istiyorum." "Korku!" dedi kız. "Bu korkunç bir şey. Her yanımı dehşetle dolduruyor ve yine de ondan nefret etmiyorum. Nasıl nefret edebilirim ki, Raoul? Yeraltı gölünün ortasındaki evde, ayaklarımın dibine çökmüş halde Erik'i bir düşün. Kendini nasıl suçladığını, kendi kendisine lanetler yağdırdığını, onu affetmem için nasıl yalvardığını bir düşün! Çevirdiği dalavereleri itiraf ettiğini ve beni sevdiğini söylediğini düşün! Muhteşem olduğu kadar, acıklı da bir aşk sundu bana. Bana duyduğu aşk yüzünden sürükledi beni oraya! Sadece aşk için beni yer altına hapsetti. Ama bana saygı da duyuyor. Sürünüyor, inliyor, sızlanıyor! Karşısına dikilip de, beni hemen özgür bırakmazsa ondan nefret edeceğimi söylediğimde, gizemli yolu göstermeyi teklif etti. Yalnızca benimle beraber ayağa kalkarak şarkı söyledi. Bu bana, onun bir melek ya da bir hayalet veya bir dahi olmasa da, benim için daima o ses olarak kalacağını hatırlattı. Ve onu dinledim. Orada kaldım! O gece başka bir şey konuşmadık. Uyuyana dek bana şarkı söyledi.
Uyandığımda, sade bir şekilde döşenmiş bir yatak odasındaki bir kanepede tek başıma yatıyordum. Odada sıradan maun bir karyola vardı. Louise-Philippe tarzı şifonyerin mermer tezgahında duran bir lamba odayı aydınlatıyordu. Kısa sürede, orada tutsak olduğumu anladım. Odamdan tek çıkış kapısı, konforlu bir banyoya açılıyordu. Yatak odasına döndüğümde şifonyerin üzerinde kırmızı mürekkeple yazılmış bir not buldum: 'Sevgili Christine, kaderinin ne olacağıyla ilgili endişelenmene gerek yok. Bu dünyada senin için benden daha temiz kalpli ve güvenilir bir dost olamaz. Şu anda, sana ait olan bu evde yalnızsın. İhtiyaç duyabileceğin şeyleri getirmek için alışverişe çıkıyorum. ' Deli bir adamın eline düştüğüme emindim. Küçük dairemde, bulması başaramadığım bir kaçış yolu arayarak dönüp durdum. Beni bu tuzağa düşüren, mantıksız batıl inançlarım yüzünden kendi kendimi bir güzel payladım. Aynı anda hem kahkaha atmak hem de ağlamak istiyordum. Erik beni bulduğunda bu haldeydim. Duvara üç kere vurduktan sonra, daha önce fark etmediğim bir kapıdan içeri sessizce girdi. Sonrasında bu kapıyı açık bıraktı. Ellerini dolduran paket ve kutuları sakin bir şekilde yatağın üzerine bıraktı. Bu sırada ben de onu hakaretlerimle boğuyor ve eğer kapattığı dürüst bir adamın yüzüyse, o maskeyi çıkarmasını söylüyordum. Sakince yanıt verdi. 'Erik'in yüzünü asla görmeyeceksin.' Günün bu saatine kadar giyinip hazırlanmadığım için serzenişte bulundu. Saatin öğleden sonra iki olduğunu söyleme lütfunu göstermişti. Bana yarım saat daha vereceğini söylerken saatimi kurdu. Ardından, bizi güzel bir öğlen yemeğinin beklediği yemek odasına davet etti beni öyle sinirliydim ki, kapıyı suratına çarpıp banyoya gittim. Çıktığımda, kendimi oldukça tazelenmiş hissediyordum. Erik, beni sevdiğini ama ben izin vermediğim müddetçe bunu söylemeyeceğini, kalan zamanımızın müziğe ayrılacağını söyledi. 'Kalan zamanla neyi kastediyorsun?' diye sordum. 'Beş gün,' dedi kararlı bir şekilde. O zaman özgür kalıp kalamayacağımı sorduğumda, 'Özgür kalacaksın, Christine çünkü bu beş günün ardından beni görmemeyi öğrenmiş olacaksın. Sonrasında, zavallı Erik'i zaman zaman görmeye geleceksin!' dedi. Karşısındaki küçük masanın sandalyelerinden birini gösterdi. Hayli kaygılı bir halde sandalyeye oturdum. Yine de birkaç karides ve tavuk kanadı yedim, Königsberg mahzenlerinden getirdiğini söylediği Macar likör şarabından da yarım bardak içtim. Erik ise ne yedi ne de içti. Uyruğunu ve Erik isminin İskandinav kökenine işaret edip etmediğini sordum. Bir isminin ya da memleketinin olmadığını, Erik ismini ise şans eseri aldığını söyledi.Yemekten sonra ayağa kalkıp bana dairesini gezdirmek istediğini söyleyerek parmak uçlarını uzattı. Fakat elimi elinden çekip çığlığı bastım. Dokunduğum şey hem soğuk hem de bir deri bir kemikti. Ellerindeki ölüm kokusunu hatırladım. 'Ah, beni affet'.' diye inleyerek önümdeki kapıyı açtı. 'Eğer görmek umurundaysa, burası yatak odam. Epey tuhaf bir yer. ' Tavırları, sözleri ve tutumu bana güven vermişti. Tereddütsüz içeri girdim. Adeta ölü bir adamın odasına girmiş gibi hissettim. Duvarlar siyah kaplıydı ama kasvetli döşemeyi genellikle belirginleştiren beyaz süslemeler yerine, birçok kez tekrarlanmış olan Dies Irae şiirinin dizeleri ve bu dizelere yazılmış notalar ile nota çizgileri her tarafı kaplamıştı. Odanın ortasında üzerinden kırmızı kabartma nakışı; kumaştan perdelerin asıldığı bir karyola sayvanı, sayvanın altında ise açık bir tabut vardı. 'İşte, burada uyuyorum.' dedi Erik. 'İnsan hayatta her şeye alışmalı; ahirete bile.' Görüntü beni öyle allak bullak etti ki, kafamı çevirdim. Sonra, duvarlardan birini boydan boya kaplayan bir orgun klavyesini gördüm. Masada kırmızı notalarla dolu bir müzik defteri vardı. Gidip bakmak için izin istedim. Üzerindeki Muzaffer Don Juan yazısını okudum. 'Evet'dedi. 'Bazen beste yaparım. Bu esere yirmi yıl önce başladım. Bitirdiğimde, tabutuma onunla birlikte yatacak ve bir daha asla uyanmayacağım.' 'Bu eser üzerinde olabildiğince az çalışmalısın,' dedim. 'Bazen, hayatımı yalnızca müzikle sürdürdüğüm on dört gün ve gece boyunca bu işin üzerinde çalışır, sonra da yıllar boyunca dinlenirim.' ' Bana Muzaffer Don Juan'dan bir şeyler çalar mısın?' diye sordum, onu memnun etmeyi düşünerek. 'Benden bunu asla istememelisin.' dedi kasvetli bir sesle. 'Sana Mozart çalarım; eğer istersen. Bu seni sadece ağlatır. Ama benim Don Juanım, yakar hem de cennetin ateşinden doğmamış olmasına rağmen.' Bunun üzerine misafir odasına döndük. Dairenin hiçbir yerinde bir tane bile ayna olmaması dikkatimi çekti. Bu konuda bir yorumda bulunacaktım ki, Erik'in çoktan piyanonun başına oturduğunu gördüm. 'İşte, Christine bazı müzikler öyle fecidir ki, ona yaklaşan herkesi yakıp kül ederler. Neyse ki sen o tür müzikle henüz karşılaşmadın. Yoksa yüzünün o güzel rengini kaybederdin ve Paris'e döndüğünde seni kimse tanıyamazdı. Haydi operadan bir şeyler söyleyelim, Christine Daae.' Bu son sözleri, sanki bana bir hakaret savurur gibi söylemişti."
"Sen ne yaptın peki?"
"Sözcüklere yüklediği anlamları düşünecek vaktim yoktu. Othello'daki düete başladık hemen ve felaket üzerimize çökmüştü bile. Desdemona'yı daha önce asla sergilemediğim bir umutsuzluk ve dehşetle seslendirdim. Onun sesi ise her notada kindar ruhunu ortaya sererek gürlüyordu. Aşk, kıskançlık ve nefret, etrafımızda yürek parçalayan çığlıklarla patlak veriyordu. Erik'in siyah maskesi bana Venedikli Mağribi'nin doğal maskesini hatırlatıyordu. O, Othello'nun ta kendisiydi. Aniden, maskenin ardını görme ihtiyacı hissettim. Sesin yüzünü görmek istedim. Tamamen kontrolümün dışında gerçekleşen bir hareketle, parmaklarım maskeyi süratle çekip çıkardı. Ah, dehşet, dehşet, dehşet!"
Christine, onu korkutan görüntünün tekrar aklına gelmesiyle durmuştu. Bu sırada, Erik'in adını tekrarlayan gecenin yankıları, şimdi Christine'in çığlığını üç kez üst üste iniltiyle tekrarlıyordu.
"Dehşet! Dehşet! Dehşet!"
Raoul ve Christine birbirlerini sımsıkı kucaklayıp gözlerini berrak ve huzurlu gökyüzünde parıldayan yıldızlara çevirdiler.
"Ne garip Christine bu sakin, yumuşak gece kederli seslerle dolu. Öyle ki insan, üzüntümüzü paylaştığını düşünebilir," dedi Raoul.
"Sırrı öğrendiğinde Raoul, kulakların ağıt ve feryatlarla dolacak. Tıpkı benimkiler gibi."Christine, Raoul'ün onu kanatlan altına alan ellerini avuçlarının içine alıp uzun süren bir ürpertiyle devam etti.
"Evet, yüz yaşıma gelsem de, o korkunç görüntüyü gördüğüm sırada attığı o insanüstü keder ve gazap çığlığı hep kulaklarımda yankılanacak. Ölülerin kafalarını görmüşsündür, Raoul. Yüzyılların ardından kuruyup solarlar. Belki, o sırada sadece bir kabusun kurbanı olmamışsan, Perros'ta onun da ölü kafasını görmüşsündür. Maskeli baloda dolaşan kızıl ölümü de gördün. Ama bu kuru kafalarını tümü hareketsizdi ve dilsiz dehşetleri canlı değildi. Ama eğer yapabilirsen. Kızıl maskesinin: göz yuvarları, burnu ve ağzından oluşan dört kara delikle, müthiş öfkesini, bir iblisin muazzam hiddetini ortaya sermek için aniden canlandığını bir hayal et. Ve oyuklardan zerrece ışık gelmediğini düşün! Sonradan öğrendiğime göre, parıldayan gözleri sadece karanlıkta görülebiliyormuş. Düşüp arkamdaki duvara çarptım; o da bana doğru geldi, dişlerini gıcırdatıyordu. Ben dizlerimin üzerine çökerken bana çılgın, abuk sabuk sözler tısladı ve bana lanetler yağdırdı. Üzerime eğilip haykırdı. Bak! Görmek istiyordun! Gör, bakalım! Gözlerin bayram etsin, lanetli çirkinliğimle doyur ruhunu! Erik' in yüzüne bak! Şimdi sesin yüzünü görüyorsun, işte! Beni duymak seni tatmin etmedi, ha? Nasıl göründüğümü öğrenmek istedin! Ah siz kadınlar, ne meraklısınız! Peki, tatmin oldun mu şimdi? Ne yakışıklıymışım, değil mi? Bir kadın, tıpkı senin gibi beni gördüğünde artık bana aittir. Beni sonsuza dek sever. Biliyorsun, bir tür Don Juan'ım ben!' Sonra eli kalçasında, omuzlarının üzerinde kafa niyetine duran o gudubeti sallayarak, dimdik durarak bağırdı. 'Bana bak! Ben Muzaffer Don Juan'ım!' Sonra ben kafamı çevirip merhamet dilediğim de, ölü parmaklarını doladığı saçlarımı acımasızca kendisine çekti."
"Yeter! Yeter!" diye bağırdı Raoul. "Öldüreceğim onu. Tanrı aşkına Christine, göldeki yemek odasının yerini söyle bana! Onu öldürmeliyim!"
"Ah, Raoul. Öğrenmek istiyorsan, sessiz ol!" "Evet, nasıl ve neden geri döndüğünü bilmek istiyorum. Bilmeliyim! Ama, her halükarda onu öldüreceğim!"
"Ah Raoul dinle, dinle! Beni saçımdan sürükledi ve sonra... Ve sonra... Ah, öyle feci ki!" "Ee? Ne? Çıkar ağzındaki baklayı!" dedi Raoul hiddetle. "Söyle, çabuk!"
"Sonra bana tısladı. 'Ah, korkuttum seni, öyle değil mi? Galiba öyle! Belki de başka bir maskem daha olduğunu sanıyorsun, ha ve bu... Kafam da bir maskedir belki, ha? Pekala, bunu da diğeri gibi sök çıkar! Gel çabuk ol! Israr ediyorum! Ellerin! Ellerin! Ellerini ver bana!' Ellerimi kaptığı gibi o berbat yüzüne yapıştırdı. Tırnaklarımla etini yırtıyordu, tırnaklarımla o korkunç ölü etini yırtıyordu! 'Haberin olsun,' diye bağırdı, boğazı adeta bir kalorifer kazanı gibi gümbür gümbür soluyor, hırıltılar çıkarıyordu. Ben baştan aşağı ölümden oluşuyorum ve bu, sana aşık ve hayran bir ceset. Bu ceset, seni asla terk etmeyecek! Bak, şimdi gülmüyorum, ağlıyorum, hem de senin için ağlıyorum, Christine. Maskemi söküp alan ve bu yüzden benden asla ayrılamayacak olan senin için! Benim yakışıklı olduğumu sansaydın, bana dönebilirdin. Dönerdin, eminim! Ama artık çirkinliğimden haberdar olduğuna göre, benden geri dönmemek üzere kaçarsın. İşte, seni bu yüzden burada tutacağım! Beni neden görmek istedin ki?
Ah, beni görmeye meraklı çılgın Christine! Öz babam bile beni asla görmemişken ve ilk maskemi, beni görmemek istemeyen annem armağan etmişken, sen neden beni görmek istedin ki?'
Sonunda gitmeme izin verdi ama yerlerde sürünüyor ve feci şekilde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir yılan gibi sürünerek odasına gidip kapıyı kapattı ve beni düşüncelerimle baş başa bıraktı. Hemen ardından, orgun sesini duydum. Erik'in opera müziğinden bahsederken takındığı o küçümseyen tavrı artık anlıyordum. O sırada duyduğum şey, o güne dek duyduklarımdan tamamen farklıydı. Başta onun Muzaffer Don Juan'ı (o anın dehşetini unutmak için kendi şaheserine sığındığına emindim) uzun, müthiş ve muhteşem bir hüngür hüngür ağlama sesi gibi geldi bana. Ama sonra yavaş yavaş insanın muktedir olduğu tüm duygu ve ıstırapları dillendirdi. Beni kendimden geçirmişti. Bizi ayıran kapıyı açtım. İçeri girdiğimde Erik ayağa kalktı ama yüzünü bana dönmeye cesaret edemedi. 'Erik,' diye haykırdım 'çekinmeden yüzünü göster bana! Tanrı şahidim olsun ki, insanların en mutsuzu ve en muhteşemi sensin! Eğer sana bakarken titrersem bir daha, bil ki bunun nedeni, dehanın görkemini aklıma getirmem olabilir ancak!' Sonra Erik, sözlerime inandığı için, yüzünü bana döndü. Kendime olan inancım geri gelmişti. Aşk sözcükleriyle ayaklarıma kapandı; bir cesedin ağzını andıran dudaklarından dökülen aşk sözcükleriyle müzik durmuştu. Elbisemin eteklerini öptü. O sırada gözlerimi kapattığımı görmemişti. Sana daha ne anlatabilirim ki, sevgilim? Şimdi bu trajedinin nasıl bir şey olduğunu biliyorsun. Ona iki hafta boyunca yalan söylemeye devam ettim. Yalanlarım da en az o yalanlara ilham veren canavar kadar feciydi. Ama özgürlüğümün bedeli de buydu. Maskesini yaktım ama yine de öyle iyi idare ettim ki durumu, şarkı söylemediği zamanlarda bile, sahibinin yanında oturan bir köpek gibi bakışlarımı yakalamaya çalışıyordu. Benim sadık kölemdi. Bana sonsuz ilgi gösteriyordu. Gitgide, ona öyle bir güven aşıladım ki, beni göl kenarında dolaşmaya ve gölün kurşuni sularında tekneyle gezmeye götürmeye bile cesaret edebildi. Tutsaklığımın sonlarına doğru, Scribe Sokağı tarafındaki yeraltı geçitlerini kapatan kapılardan geçmeme bile izin verdi. Burada bizi bir at arabası bekliyordu. Araba bizi Bois'e götürdü. Seninle karşılaştığımız o gece, seni müthiş kıskandığı için, benim açımdan neredeyse ölümle sonuçlanacaktı. Senin yakında çok uzaklara gideceğini söylemek zorunda kaldım. Sonunda bazen acıma, bazen coşku, bazen de çaresizlik ya da dehşetle geçen iki haftalık esaretin ardından, ona döneceğimi söylediğimde, bana inandı!"
"Gerçekten de döndün, Christine," diye sızlandı Raoul.
"Evet, sevgilim. Şunu belirtmeliyim ki; sözümü tutmamın nedeni, beni özgür bırakırken ettiği ürkütücü tehditler değil, tabutunun başında yürek parçalayacak şekilde hıçkıra hıçkıra ağlamasıydı. Bu ağlama, ona veda ettiğim sırada, beni bu talihsiz adama, kendimin dahi tahmin edemeyeceği seviyede bağlamıştı. Zavallı Erik! Zavallı Erik!"
"Christine," dedi Raoul ayağa kalkarak, "beni sevdiğini söylüyorsun ama özgürlüğünü, Erik'e geri dönmeden sadece birkaç saat önce kazanmıştın! Maskeli baloyu hatırlasana!"
"Peki sen, seninle geçirdiğim o saatleri hatırlıyor musun, Raoul? İkimizin de büyük tehlike altında olduğu o saatleri?"
"O saatler süresince, senin aşkından şüphe edip durmuştum."
"Hala şüphen var mı, Raoul? O halde şunu bil ki, Erik'e yaptığım her ziyarette, ona olan korkum daha da arttı. Çünkü ben, bu ziyaretlerin onu sakinleştirmesini umarken aksine bu ziyaretlerle aşktan çılgına döndü! Öyle korkuyorum ki!"
"Korkuyorsun... Peki ama beni seviyor musun? Eğer Erik yakışıklı olsaydı, beni yine de sever miydin, Christine?" Bu kez Christine ayağa kalktı. Titrek kollarını delikanlının boynuna dolayıp. "Ah, benim nişanlım, seni sevmemiş olsaydım sana verir miydim dudaklarımı? Onları ilk ve son kez al," dedi. Delikanlı, kızı dudaklarından öptü ama onları kuşatan gece parçalanıyordu. Yaklaşan fırtınadan kaçtılar. Aşıkların Erik'in korkusuyla kararan gözleri, ortadan kaybolmalarından önce onlara üstlerinde Apollo'nun lirinin teline yapışmış gibi duran ve keskin gözlerini onlara dikmiş, kocaman bir gece kuşu gösterdi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top