6-HALÜSİNASYON

İyi okumalar!

Ados-Yıkılır

Maviyi severdim. Sebebi gözlerimin rengi olması değildi. Bana birçok şeyi anlatırdı. Denize rengini veren mavi, sonsuz gökyüzünün rengi olan mavi. Moru da severdim. Hiçbir renge karşı bir düşmanlığım yoktu. Ancak yeşil yalnızca annemin gözlerinde ya da doğada gördüğüm herhangi bir renk değildi artık benim için. Yeşil beni tüketen renkti. Ben yeşili ilk defa birinin gözünde böyle görüyordum. Acımasız, umut bitiren, korkusuz...

Öksürüklerim kesilirken yaşaran gözlerimin ardındaki perde açıldı. Bir de alay vardı bakışlarında ama bu diğerleri gibi gizli değildi. Bana tam da bu şekilde bakarken mutfağa giren Bahar'la bakışlarımız birleşti. Ona çok kızgındım.

"Eylül? " dedi endişeli sesiyle. "İyi misin? "

Başımı salladım. Bakışlarımı onlardan çekerek yerdeki bardağı aldım ve bir bez ıslatarak portakal suyu döktüğüm yeri gelişigüzel temizledim. Mutfaktan çıkarken önümü kesen Bahar'a sorarcasına baktım.

"Eylül bir sorun mu var? "

Ağzımdan çıkan hah sesi aslında birçok şeyi açıklıyordu ama görmek istemiyordu. Şu anda 'o' buradayken konuşmamı nasıl beklerdi?

"Uyuyacağım. " diyerek onu kenara ittim ve hızla yukarıya çıktım. Aptal! Nasıl da bir şey yokmuş gibi davranıyordu!

Yatağıma girip uyumaya çalıştım. Onunla bir kez daha konuşmam gerekecekti. Bahar insanlara kolay güvenirdi. Ulaş'ın onu harcamasına izin veremezdim. Burnum aklama başladığında sonunda ziyaretime gelen uykuma kendimi teslim ettim.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama hiç uyumamış gibiydim. Gözlerimi zorlukla da olsa açarak yanı başımda duran Bahar'ı gördüm. Beni dürtükleyip duruyordu.

"Günaydın." dedi gülerek. Saçlarımı geriye itip başımı salladım. Soğuk elini alnımda hissedince geri çekildim. "Ateşin var!"

"Boş ver." diyerek yataktan çıktım. Elim kapının kolundayken arkamda olduğunu hissettim.

"Eylül neden bana böyle davranıyorsun? Ne yaptım sana?"

Yavaşça ona döndüm. "Bana değil, kendine yapıyorsun."

Kaşlarını çatarak sorarcasına baktı. "Ne demek istiyorsun?"

"O adamla konuşma."

"Neden böyle konuşuyorsun? Onu tanıyormuş gibi konuşma."

Onu tanıyordum. Evet hiç karşılaşmamayı dilerdim ama onunla defalarca konuşmuştum. Onunla konuşmaman için illa Doruk'u mu anlatmam gerek?

"Tanımıyorum. Ama sen de tanımıyorsun." diyerek kapıyı açtım ve lavaboya ilerledim.

"Tanımaya çalışıyorum." dediğini duyunca gözlerimi devirdim ve içeri girdim. Pislik herif! Nasıl kandırmıştı onu? Yüzümü yıkayıp aynada kendime baktım. Eskiden de çok iyi giden, yolunda olan bir hayatım yoktu ama bu kadar çaresiz kaldığımı hatırlamıyordum.

Ulaş bize ne yapıyordu?

Cevabını tam olarak alamayacağım bir soruydu bu. Onca şey yaşandı. Şu son altı günde hayatım baştan yazıldı sanki. Ayak uydurmaya çalışırken ayaklarım birbirine dolanıyordu. Yaptığım yanlıştı. Ulaş'a hiç karşılık vermemeliydim belki ama Doruk'un kollarımdaki cansız bedeni beynimi meşgul ederken zor oluyordu. Her gün bu son diyerek Batak'a gidiyordum ama dönüşüm beraberinde yarını getiriyordu. Görünen öyle ki bugün de öyle olacaktı.

Banyodan çıkıp odama girdim. Bahar yoktu. Zaten şu anda onunla normal bir konuşma yapamazdım. Önce Ulaş ile bu konuyu konuşmam gerekiyordu. Üzerimi değiştirip aşağı indim. Babam çıkmıştı. Annem mutfakta tek başına kahvaltı yapıyordu. Normalde bir şey yemeden çıkmayı düşünmüştüm ama annemin karşısına geçip oturdum. Nedeni belliydi.

"Anne dünkü misafir kimdi? " diye sordum ağzıma salatalık atarken. Yüzüne yayılan gülümseme kaşlarımı çatmama neden oldu. Ondan hoşlanmış olamazdı değil mi?

"Sorma kızım. Bahar'ın arkadaşıymış. Ama biraz daha samimi." Son kelimeyi söylerken fısıldamıştı.

Samimi.

Bunu ben de biliyordum. Ne vardı bu adamda? Şeytan tüyü olduğunu sanmıyordum. Gerçi olsa da şaşırmazdım. Çünkü onun kendisi bir şeytandı.

"Neden çağırmış ki?" diye sordum yüzüne dikkatle bakarken. "Bahar bu zamana kadar hangi arkadaşını getirdi eve?"

"Büyüdü Eylül." dedi uyarıcı bir sesle. Mümkünmüş gibi kaşlarımı daha çok çattım. "Böyle şeylerin olması normal artık."

"İkinci sınıf daha. Büyüdü öyle mi? Ben ne yaptım anne?" Sesim yükselmişti ama düşünecek hâlde değildim. "Hala o küçük çocuk muyum?" Bana şaşkın bakışlar atarken ayağa kalktım. "Doruk öldü anne. Bu acı beni Bahar'dan daha büyük yapmadı mı?"

Akan gözyaşımı silmeden kapıya doğru ilerledim. "Eylül! " Önümde durarak eliyle yüzümdeki yaşları sildi. Yüzü her an ağlayacakmış gibiydi. "Ben öyle mi dedim annem? Çocuk musun dedim? Büyüdün tabi. "

Geri çekilerek kapıyı açtım ve kendimi dışarı attım. Sorun benim ailemin gözünde küçük olmam değildi. Bahar'a bir zarar gelsin istemiyordum. Tek sorun buydu. Elimle cebimi yokladım. Astım spreyim yanımdaydı. Nedense Batak'a giderken spreyimin yanımda olup olmadığını kontrol etme gereği duyuyordum çünkü ne yapacağı belli olmayan bir Gölge vardı. Ondan korktuğum doğruydu. Gözleri katil gibi bakan bir adamdan kim korkmazdı ki?

İfademi imzalamadan önce emniyette bana yaptığı ziyaret aklıma geldi. Üç yıl önce, Batak'a ilk gelişim.

O zaman Batak denen cadde sonradan onun olmuştu. Belki de hala onun değildi. Baba parasıyla hava atan bir ahmaktı belki de. Ne beklenirdi ki zaten? Adımlarımı hızlandırdım. Onunla bir an önce konuşmak istiyordum. Gerçi söylediklerimi ne kadar umursardı bilmiyordum ama en azından şansımı deneyecektim. Yarım saati aşkın bir süre sonra o yol ayrımına geldiğimde düşünmeden sol tarafa doğru adımlarımı sürdürdüm. Arka cebime sıkıştırdığım beremi başıma geçirdim. Gözlerim yanıyordu. Elimle ceplerimi yokladım. Peçetem yoktu. Dişlerimi sıkarak yürümeye devam ettim.

Adımlarımı yavaşlatmama neden olan şey birkaç metre öteden bana ulaşan bağrışmalardı. Etrafta hiç ağaç yoktu. Görünme ihtimalimi göz önünde bulundurarak ileriye doğru birkaç adım daha attım. Sayısı yirmiyi geçmeyecek olan insan topluluğu Hapishane'nin önünde daire oluşturacak şekilde toplanmış , önlerindeki korumaları aşmaya çalışıyorlardı. Aralarında Stef'i gördüm. Büyük demir kapının önüne siper almış topluluğa sertçe engel olmaya çalışıyordu. Elinde copa benzer bir şey vardı ve düşünmeden kapıyı aşmaya çalışan kalabalığa doğru savuruyordu.

"Geri çekilin!" diye bağırdı kalabalığa doğru. "Aptallar! Hepiniz öleceksiniz!"

Saniyeler sonra Hapishanenin kapısı açıldı. Gözlerimi kısmış ne olduğunu anlamaya çalışırken onu gördüm; Taner'i. Yüzünde en ufak bir acıma duygusu olamadan peşinde sürüklediği gence onun yapması gerektiği gibi baktım, acıyarak. Yaşamıyor gibiydi. Yüzünü seçemiyordum çünkü kırmızıydı. Kan kırmızısı. Gözlerimin önünde beliren bedenle adımlarım benden bağımsız kalabalığa doğru ilerlemeye başladı. Gencin yüzü Doruk'unki gibiydi. Tükenmiş, ama aynı zamanda tüketiciydi.

Bakışlarım tekrar Taner'e kaydı. Mavi gözlerinin buz gibi soğuk ve granit kadar sert olduğunu fark ettiğimde kendi gözlerimden nefret ettim. Genci yere savurup kalabalığa döndü. Şimdi devasa demir kapının arkasında yirmi kişiye karşı duruyordu.

"Bırak onu! "

"Gölge bunu yanına bırakmaz! "

Toplulukta çıkan bağrışmalar korumalar tarafından bastırılmaya çalışılıyordu. Ama pek başarılı oldukları söylenemezdi. Bakışlarımı onlardan ayırıp tekrar demir kapının arkasındaki sahneye çevirdim. Taner duyduklarıyla kısa bir kahkaha attı.

"Gölge bunu yanıma bırakmaz mı? " ciddileşerek devam etti. "Pek üzgünüm olduğum söylenemez ama Gölge bunu tam da yanıma bıraktı piç kuruları! "

"Asıl piç kurusu sensin!"

Kalabalıktan ses kesildiğinde tüm bakışlar Stef'in kollarını arkasında birleştirerek zapt etmeye çalıştığı gence döndü.

"Sadece seni yendi diye ona bunu yapmaya hakkın yok. Tüm dövüşlerini haksızlıkla kazanıyorsun. Paran cebinde kalsın onu rahat bırak!"

Taner çatmaya başladığı kaşlarını eliyle gerdirdi. Dudaklarının kenarında yer edinen iğrenç sırıtışı beni de kalabalık gibi öfkelendirmişti. Eli arka cebine giderken bakışlarımız kesişti. Kısa bir duraksamanın ardından sırıtışı yüzüne biraz daha yayıldı . Beni tanıdığını anladım. Sessizce yutkunurken cebinden çıkardığı parlak metale baktım. Bakışlarımdaki öfke yerini korkuya bırakırken ağzım şaşkınlıkla açıldı.

"Bu yüzden buradayız zaten." dedi bakışlarını benden ayırmadan. "Onu rahat bırakacağız."

Nefesim hızlanmaya başladığında Ulaş'ın ona nasıl izin verdiğini düşündüm. Önüne gelen herkes buraya girip adam öldürebiliyor muydu?

Yerde cansız gibi yatan genci ensesinden tutarak doğrulmasını sağladı. Arkasına geçip keskin metali yavaşça boğazına dayadığında kalabalıktan yükselen bağrışmalar onu daha fazla eğlendirdi.

"Hiçbiriniz benim Batak'taki önemimi bilmiyorsunuz değil mi? Ben burada adaleti sağlıyorum."

Dayanamayarak öne doğru kalabalığı aşarak ilerledim. Adaleti mi sağlıyordu? Kimi kandırıyordu? Omuzlarımda hissettiğim baskıyla önümde dikilen kaslı bedene baktım. Önce Stef olduğunu sandım ama onun aksine spor giyinmişti ve kel değildi. Kahve gözleriyle bana bakarken ona boş bir bakış attım.

"Bırak!" dedim dişlerimin arasından.

"İleriye geçemezsin. Orada ne olduğunu anlamadın mı?"

Onu iterek ellerinden kurtuldum. "Orada ne olduğunun farkında olduğum için tepkisiz kalmayacağım. Hepiniz bir avuç aptalsınız. Kime, niye hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz!""

Kaşlarını çattı. "Senin bilmediğin çok şey biliyoruz ufaklık. Aynı zamanda öğretiyoruz da."

"Nasıl yaşarken ölmeyi mi öğretiyorsunuz ?" diye bağırdım yüzüne doğru. Kalın dudaklarını araladı ama bir şey söylemeden tekrar kapattı. Kalabalıktan yükselen bağrışmalar attığında Stef'in zorlukla tuttuğu genci bıraktığını gördüm. Bakışlarım demir kapının arkasına kaydığında ağzımdan çıkan çığlık kalabalığın sesine karıştı. Taner elindeki kanlı metali kalabalığa doğru savurarak konuşmaya başladı.

"Herkes hak ettiğini bulur. Kan dökerek ya da kanını vererek." İçimdeki öfke hiç olmadığı kadar kendini belli ederken ellerimle demir kapıya vurmaya başladım.

"Kapının arkasında kendine kurduğun sahneden oyununu oynayarak mı adalet sağlıyorsun?" diye bağırdım. "Bu mu insanlara öğrettiğiniz şey? Düşünmeden canlarını aldığınız insanların geride bıraktıkları neden umurunuzda değil?" Boğazımın yırtıldığını hissettim. Ama susmayacaktım. "Sadece paraya ihtiyacı var diye neden masum bir insan ölmek zorunda?"

Karnımı sarmalayan ellerle ayaklarım yerden kesildi. Kulağımın dibinde hissettiğim nefes kısa bir an için susmama neden oldu. "Sesini kes."

Kim olduğunu bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum. Tek istediğim karşımda hala sırıtarak bana bakan pisliğin gebermesiydi.

"Bırak beni!" diye bağırdım karnımdaki ellerini çözmeye çalışarak. "Sen katilsin Taner!" Berem başımda değildi. Bir arabanın içine savrularak atıldığımda elim göğsüme gitti. Nefesim hızlanmaya başladığında elimle herhangi bir düğme aramaya başladım.

"Ne halt ediyordun orada?"

"Pencere aç." dedim fısıltıyla. Bağıracak gücüm kalmamıştı.

"Ulaş buna hiç sevinmeyecek." dediğinde ona yandan bir bakış attım. Adını hatırlamıyordum. Beni ve Doruk'u o gece bir duvarın dibine bırakıp giden çocuk olduğunu biliyordum.

"Ulaş'a götürme o zaman." dedim sinirle. Düğmeyi bir türlü bulamamıştım. Elim bu sefer ceplerime gitti. Başımı koltuğa vurdum. Ardından bir kez daha. Spreyim yoktu.

"Seni ona götürmemi kendisi istedi."

"Şu pencereyi aç!" diye bağırdım.

Bana garip bir bakış atarak bir yere dokundu. Camdan bana vuran rüzgara açlıkla sarıldım. Akan burnumu çektim. Gözlerim yaşarmıştı. Hasta olduğum için boğazım kurumuştu. Üstüne üstlük bir de o kadar bağırmıştım.

"Neden her gün burada görüyorum seni?"

Ona bakmadım. Cevaplamak zorunda değildim ama araba durduğunda boğazımı temizleyerek ona döndüm. "Sahibine sor."

"Boşuna direnme. Gölge'yi aşamazsın." Ona bakmadım. İki dakika geçti ki arabayı durdurdu. "İn." diyerek çenesiyle arkamı işaret etti. "Seni yönlendirecekler."

Bir şey söylemeden indim ve Pain Place'e boş boş baktım. Kapı açıldığında Stef'e göre daha kalıplı bir adam bana doğru gelmeye başladı. O esnada beni bırakan gencin ters yöne gittiğini gördüm.

O taraf buraya ilk geldiğimde kullandığım yoldu. Shıny Club. Dark. Daha kaç mekan vardı burada bilmiyordum. Hiçbiri beni Pain Place kadar endişelendirmiyordu. Görevliyi takip ederken etrafa garip bakışlar atıyordum. Sadece bir kilometre ötede katliam yaşanırken burada insanlar hayatına devam ediyordu.

Asansöre bindiğimde görevli gelmedi. "Altta." Tek söylediği şey buydu. Kapılar kapanırken gözlerimi de kapattım. Buraya zaten onunla konuşmaya gelmiştim ama az önce gördüğüm şeyler görmeyi beklediğim şeyler değildi. Gözlerim yanıyordu. Burnum akıyordu. Boğazım kurumuştu. En önemlisi nefesim kesiliyordu. Saniyeler sonra asansörden indiğimde etrafa bakındım. Görünürde kimse yoktu. Kulağıma ulaşan sesler adımlarımı yönlendirdi. Tahmin ettiğim gibi Ulaş buradaydı. Kum torbasını yumruklarken yaptığı her harekette havaya karışan ter damlaları ne kadar süredir burada durup kum torbasını yumrukladığını düşünmeme neden olmuştu. Hareketleri yavaşlarken ona doğru yaklaştım. Bakışları yalnızca siyah kum torbasının üzerindeydi.

"Yine işime karıştın kelebek."

Sesi hırlar gibi çıkmıştı. Umursamaz davranmak isterdim ama maalesef olmuyordu. Bu aptal çocuk kendisinden korkmamı sağlıyordu.

"Anladığım kadarıyla senin işin değildi." dedim zor duyduğum sesimle. Gerçekten suya ve peçeteye ihtiyacım vardı. "Taner infaz konulu bir film sergiledi. Belki haberin vardır."

"Hapishane'de gerçekleşen her boktan haberim olur." dedi yumruklarını daha sert atmaya başlarken.

"Ne güzel ya." diye söylendim. "Yaşı yirmi bile olmayan çocuklar sizin gibi kendini bir halt sanan insanlar tarafından gereksiz görüldüğü için öldürülüyor. Geride kalanlara sabır dileyen biz, sizin tehditleriniz yüzünden hiçbir şey yapamıyoruz." dedim artık tutamadığım gözyaşlarımın arasından. "Buna bir son vermeniz için bizim gibi çaresiz insanların ne yapması gerekiyor?"

"Öncelikle kelebek, sen çaresiz değilsin. Ama benim karşımda yapacak başka bir şeyin kalmadığı için kendini öyleymiş gibi gösteriyorsun. Çünkü korkaksın. Arkam sana dönükken yaptığın cesaret gösterilerini sana döndüğümde yapamıyorsun." Sağ omzunu ileriye doğru öyle bir attı ki çıktığını düşündüm. Aynı anda ileriye doğru atılan kum torbasından boşalmaya başlayan ince kumlar gözlerimi şaşkınlıkla açmama neden oldu. Kum torbasını patlatmıştı. Hala durmadan vurmaya devam ederken söylediklerini düşündüm. Ondan korktuğum doğruydu. Bunu inkâr etmiyordum. Karşımda kurban keser gibi bir insanın boğazını kesiyorlardı. Şimdi de bir tanesi yüzüme denk gelse sağlam kemik bırakmayacak yumruklarıyla kum torbasını patlatmıştı.

"Yapılması gereken tek şey sen ve senin gibi aptalların yaşamaması."

"Sen kendini yaşaması gereken biri olarak mı görüyorsun? " diye bağırdım öfkeyle.

Çenesini sıkarak "Eylül! " diye bağırdı ve yumruğunu sertçe kum torbasına indirdi. Torbaya bir patlak daha açarken sanki bana vurmuş gibi hissetmiştim.

Nefesim hızlanmıştı. Evet, şu an fazlasıyla korkuyordum. Yumruklamaya bir son verip bedenini bana döndürdü. Dudaklarımı kurumaya başlayan dilimle ıslattım. Bakışları bir süre orada oyalandı. Kirpiklerinin gölge düşürdüğü yeşil gözleri öfkeden koyulaşmıştı. Şu an beni öldürmek istediğine emindim.

"Görmüyor musun?" diye fısıldadım. "Bana zarar verdiğinde ben Batak'tan çıkamayacağım. Buna bir son ver!"

Başını iki yana salladı ve bana doğru gelmeye başladı. Arkama dönüp koşmak istiyordum ama ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi.

"Seninle konuşarak anlaşamayacağımızı anlamıştım zaten. Gölge'yle tanışmayı sen istedin." diyerek elini bana doğru uzattığında irkilerek geri çekildim ama bunu yapmamı zaten bekliyor olacaktı ki benden önce davranıp bileğimi yakaladı ve ne olduğunu anlamadan sırtımı kendisine çevirdi. Bu ani ve beklenmedik hareketiyle ağzımdan küçük bir inleme çıkmasına izin verdim.

"Ne yapıyorsun?" diye debelenmeye başladım. Ama tabi ki umursamıyordu. "Bıraksana!" Aklıma gelen hatıra beni daha da korkuttu. "Sakın! Sakın aynı hatayı yapayım deme!"

Beni o şekilde asansöre doğru çekerken kolumun gerçekten acımaya başladığını hissettim. Biraz sonra asansörün içindeydik. Yüzümü asansörün soğuk duvarına dayadı ve bedenini bana yasladı. Ayağımı kaldırıp ona vurmaya çalıştım ama dizlerimin arkasına yasladığı dizleri beni çaresiz bırakmıştı. Üstü çıplaktı. Hatırladığım kadarıyla terliydi de ama korkudan bu durumdan rahatsız bile olamadım.

"Amacın ne?" diye sordum kuru bir sesle.

"Sınırını korumazsan Hapishane'yle tanışırsın." diye fısıltıyla konuştu. Nefesi ensemi işgal ediyordu. "Duydun mu?" diyerek sustu. Aklıma Stef'in söyledikleri geldi. Kızlara yatak ve ring dışında dokunmaz.

"Beni mi döveceksin?" diye devam ettim. Bunu söylerken dişlerimi sıkmıştım. "Senden beklerim. Sen adi birisin. Sana insan bile diyemiyorum." Dudaklarını enseme bastırdığında "Ne yaptığını sanıyorsun?" diyerek hareket etmeye çalıştım ama boşunaydı.

"Sana ne yaptım?"

Donakaldım. Bana sorduğu sorunun saçmalığını düşünmekten sorduğu soruya cevap aramadım bile.

"Ne?" diye sorabildim sadece.

"Gayet açık." Dudakları hala ensemde o noktada oyalanıyordu. Öpmemişti. Zaten gerek de yoktu. Çünkü şu an dudaklarının değdiği yer yanmaya başlamıştı. "Çelik'i ben öldürmedim. Taner'in eline bıçağı veren de ben değilim. Nasıl bana adi birisin diyebilirsin?" Kollarımı serbest bıraktığında hızlıca ona döndüm. Ciddiydi. Ciddi ciddi bana bu cümleleri kurmuştu.

"Tüm bunlar senin mekânında oluyor." dedim. "Sen verdin. Taner'in eline az önce o bıçağı sen verdin!" Bir adım yaklaştım. Aramızda mesafe kalmadı. "Az önce senden habersiz bir şey olmayacağını söyledin. Öldürücü darbeyi sen vurmadığın için katil değilsin mi sanıyorsun?"

Bunu söyler söylemez bakışlarını kaçırdı. Eliyle çıkışı işaret ederek "Son uyarım." dedi. "Defol git. Gözüm görmesin seni."

Haklı olduğumu biliyordu. Çok iyi biliyordu hem de. "Ablamdan uzak dur." dedim son olarak. Buraya zaten bunun için gelmiştim ama beklemediğim birçok şey bunu unutturmuştu.

Bir şey söylemeden bir düğmeye bastı. Hangi ara asansörü durdurduğunu anlamamıştım bile. "İşlerime karışma."

Bakışlarım tekrar yüzüne kaydı. Gülmüyordu ama sesi alaylı çıkmıştı. "Buraya bir daha gelmemi istemiyorsan Bahar'dan uzak dur.Asansörün kapısının açılma sesiyle bana bakmadan indi. Üst kata çıkmıştık. Cevap vermesini ümit ederek arkasından seslendim. "Bana neden kelebek diyorsun? Buna düzgün bir cevap ver bari."

Omzunun üzerinden bana baktı. Dudağının kenarı alayla yukarı kıvrıldı. "Sanırım bunun cevabını vermem için buraya tekrar gelmen gerekecek. "

Beni orada öylece bırakıp giderken arkasından anlamsız bakışlar atarak gidişini izledim. Söylediği şeye şaşırmamıştım. Buraya tekrar geleceğimi biliyordum. Asansörden inerek etrafa bakındım. Girişteydik. Odasına çıkmasını bekliyordum. Üstü çıplak bir şekilde bar taburelerinden birine oturdu. Terleyen elimi kotuma sildim. Derin bir nefes alarak oraya doğru yürüdüm. Arka planda Chantaje çalmaya başlamıştı. Sarı saçlarımı geriye itip bir tabureye oturdum. İçkisini tek dikişte bitirdi ve barmene doğru boş bardağı itti. Barmen hemen yeni bir tane verirken ortamın ilk geldiğimden daha sakin olduğunu fark ettim. Shakira'nın sesi salonu doldururken hala ona kaçamak bakışlar atıyordum.

Ellerimi siyah mermere koydum ve dudaklarımı araladım. "Su alabilir miyim?" Ulaş'ın başını hafifçe yana çevirdiğini fark ettim ama bana bakmadı. Barmen bana garip bir bakış atarak elindeki bezi bıraktı ve boş bir bardak alıp arkasına döndü.

"Buz ister misin?"

"Hayır." dedim sakince. Bakışlarım yanımda oturan bedene kaydı. Teri soğumuştu. Her hareket ettiğinde burnuma dolan erkeksi kokusu hala üzerindeydi. Burnumu çekerek bakışlarımı su bardağını bana uzatan barmene çevirdim.

"Teşekkürler." diyerek bardağı aldım ve büyük bir iştahla içmeye başladım. Kuruyan boğazım can bulurken boş bardağı mermere bıraktım.

"Yeni misin?"

Tam kalkarken duyduğum soruyla duraksadım.

"Değilim." diye mırıldandım. Göz kalemi ile belirginleşen mavi gözlerini bana dikti. Erkeklerin göz kalemi çekmesine alışkın değildim. Dudağının kenarındaki sırıtış hiç muzip gelmiyordu.

"İlk defa gördüm seni. " Hafifçe alnına dökülen sarı saçlarını eliyle arkaya atarak gözlerini bana dikti. "Kiminlesin?"

Kaşlarımı sorarcasına kaldırdım. "Tekim." Aniden boğazımdan yükselen iğrenç tatla yüzümü ekşittim. Elimle dudaklarımın üzerini kapattım.

"Buraya gelmen için bir amacının olması lazım."

Bakışlarım tekrar yanımda gergin bedeniyle oturan Ulaş'a kaydı. İçkisini tek dikişte bitirdi ve ayağa kalkıp barmene bir bakış attı. Gencin bakışları benden uzaklaşırken midemin beni sersemleten bulantısı kendini belli etti. Tabureden inerken "Var zaten." dedim ve hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Başım dönmeye başlamıştı. Sabah kahvaltı yapmamıştım. Ama son birkaç gündür yapmıyordum zaten. Hastalığım yüzünden olduğunu düşünerek elimi ağzımdan çekmeden kendimi dışarı attım.

Temiz havayı içime çekip bir süre öylece ayakta bekledim. Gözümün önünde canlanan sahneyi uzaklaştırmak istercesine başımı ellerimin arasına alarak sıktım. Doruk'u görüyordum. Geçen hafta gördüğüm rüyamdaki gibi hafifçe gülümsüyordu. Ama gözleri hayal kırıklığı ile bakıyordu. Gözlerimi sımsıkı yumdum. O an yaşamadığına yemin edebilirdim.

"Yanlış yoldasın Sarı ."

"Doğru yolu göster o zaman." diye fısıldadım. Gülümsemesi yavaş yavaş kaybolurken ağzımı açıp bir şey bile söyleyemedim. Sanki söylesem gitmeyecekmiş gibi. Doruk gözümün önünden yok olup giderken omzuma aldığım darbeyle öne doğru sendeledim. Gözlerimi açmak istemiyordum. Başım feci derecede dönüyordu. Akan burnumu silmek için bir harekette bulunmadım. Ellerim başımdan kayarken istemli hiçbir şey yapamadığımı fark ettim. Dizlerimin bağı çözülüp yere düşerken yanağımı ıslatan sıcaklığı hissettim. Başım yerle buluştuğunda gözlerimi yavaşça açtım. Görüş alanıma giren ayakkabıların sahibinin Ulaş olmadığına emindim. Çünkü onun ayağındaki spor ayakkabılar siyahtı. Ya da bulanık gördüğüm için uyduruyordum.

"İyi misin?" Tanıdık gelen sesin sahibi yere diz çöktüğünde ben gözlerimi tekrar kapatmıştım.

Tarihi hatırlamıyordum. Bugün kaç gün oldu? Bugün bu lanet yere kaçıncı gelişim? İçime dolan rahatlatıcı hava kendimi saatler öncesinden daha dinç hissettirirken gözkapaklarımı araladım. Gördüğüm beyaz tavan hastane odasında olduğumu düşündürmüştü. Başım dönmüyordu. Midem bulanmıyordu. Batak'ta bayılmıştım. Beni buraya kadar getiren kişiyle tanışıp teşekkür etmeyi aklıma not ettikten sonra ağzımı kapatan hava maskesini çıkardım. Yatakta doğrulup başımı ovuşturdum. Görüş açım netleşince bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Hastane odasında falan değildim. Hala Batak'taydım. Gözlerimi siyah duvarlardan ayırıp tavana diktim. Beyaz falan değildi. Aksine duvarlarla aynı tonda; siyahtı. Odada hiç pencere yoktu. Ya da ışık kapalıydı. Çünkü oda aşırı karanlıktı. Elimle yatağı yokladım. Oksijen maskesi gerçekten vardı. Ama gözlerimi açtığımda gördüğüm aydınlık oda yoktu. Halisülasyon gördüğümü düşünüp ayaklarımı yere değdirdim. Ayakkabılarım ayağımda yoktu. Çoraplarım da.

Ayaklarım soğuk zeminle buluştuğunda ürperdim. Elimi önüme siper ederek yürümeye başladım. Saniyeler sonra elim soğuk bir duvara değdi. Aniden geri çekildim. Geriye doğru bir adım attığımda kalçam yatağın demirleriyle buluştu. Nefes alış verişlerim hızlanmaya başlamıştı. Bu kadar kısa sürede yatağa varmış olamazdım. Tereddütte ileriye doğru bir adım attım. Başım duvara vurduğunda inledim. Kutu gibi bir yerdeydim. Ve duvarlar üzerime doğru geliyordu. Sağa doğru bir adım attığımda ayağımda ıslak bir şey hissettim. Dudaklarım titremeye başlamıştı. Bir adım daha attığımda bir bedene çarptım. Ağzımdan çıkan çığlık duvarlardan sekerek tekrar bana ulaştı. Yerde yatan bedene doğru yavaşça eğildim.

Gözlerim karanlığa alışmıştı. Ayağımın dibinde duran tarafı yüzüydü. Titreyen elimi kaldırıp yüzüne uzatırken burada ne işi olduğunu düşündüm. Neden baygın birisi ile aynı yerdeydim? Elim saçlarına değdiğinde hissettiğim tek şey mide bulantısıydı. Terden ya da başka bir şeyden yapış yapış olmuş saçlarından elimi çekerken yüzün aniden bana dönmesi ile kuvvetli bir çığlık atarak ayağa kalktım. Sırtım duvara değdiğinde hala çığlık atıyordum. Yerde yatan kişi Doruk'tu. Hıçkırarak ağlamaya başladım. O ölmüştü. Evet ölmüştü. Ama şu anda nasıp baktığını anlamadığım gözleriyle bana bakıyor ve ayağa kalkıyordu. Arkama dönerek duvara vurmaya başladım.

"İmdat! Çıkarın beni buradan!" Boğazım acıyordu. Çaresizce duvara vurup yardım isterken arkamda hissettiğim hareketlilikle bir kez daha çığlık attım.

"Yüzüme baksana Eylül. "

"Sus! Konuşma!" diye bağırdım. Ellerimle kulaklarımı kapatıp ağlamaya devam ettim. "Sen o değilsin. Öldün sen!"

"Öldürüldüm."

"Öldün!"

"Ben öldürüldüm sarı!" diye bağırdığında irkildim. Onu duymamak için kulaklarıma uyguladığım baskı yetersizdi. Susmuyordu. Tam arkamdaydı. Durmadan söylediği kelime dudaklarından her döküldüğünde ölmek istiyordum.

"Biliyorum." diye bağırdım gözyaşlarımın arasından.

"Bilmiyorsun."

"Sussana! Sus!" Başımı duvara vurup yere doğru kayan bedenime acıdım.

"Hiçbir şey yapmadın! Ben orada can çekişirken hiçbir şey yapmadın Eylül!" diye bağırdığında kulağımın dibinde hissettiğim nefes ile başımı bir kez daha duvara vurdum.

"Yaşamıyordun! Yaşamıyordun!"

"Artık bir önemi yok." diye fısıldayarak kanlı elini dudaklarıma örttüğünde boğazımı yırtarcasına bağırdım. Gözlerimi sımsıkı yumup çığlığımda boğulmayı beklerken iki eli bu sefer yanağımda hissettim.

"Yaşamıyordun!" Başımı iki yana sallayıp ellerinden kurtulmaya çalışırken sırtım yerle buluştu.

"Eylül kendine gel." Duyduğum tanıdık ses beni şaşkına uğratırken hala ağlıyordum. "Gözlerini aç! "

"Çok karanlık." diye mırıldandım kısılan sesimle.

"Karanlık değil." dedi tanıdık ses beklentiyle.

"Ellerin..." Sustuğumda yanağımdaki eller sıkılaştı. Daha fazla konuşamadım.

"Gözlerini aç kelebek."

Kelebek.

Kulağıma ulaşan kelime ağlayışımı durdurup iç çekişlere dönüştürürken gözkapaklarımı korkuyla araladım. Mavilerimle birleşen yeşil gözleri gördüğümde derin bir nefes aldım. Evet, onun yanı koruyucu değildi. Evet, onunlayken gözlerimi dört açıyordum ; korkuyordum. Ama şimdi yüzümdeki ellerin sahibinin Doruk değilde o olması beni rahatlatmıştı.

"Ulaş..." diye mırıldandım yorgun sesimle. Gözlerini kapatıp birkaç saniye bekledi. Sakinleşmeye çalışıyor gibiydi. Ona adıyla seslenmem hoşuna gitmiyordu. Ama kızmamıştı. Ya da belli etmiyordu.

"Aptalsın!" diye tıslayıp geri çekildiğinde sırtımın yere düşeceğini sandım. Ama dirseklerimden tutup beni kendine doğru çektiğinde kendimi ona bıraktım. "Nasıl anlamazsın?" Sorusuyla yaşlı gözlerimi onunkilere çevirdim. Neyden bahsediyordu? "Suyuna hap koyduğunu nasıl anlamazsın?"

Söylediklerini birkaç saniye düşündüm. Gözlerimiz birbirine kenetliyken ağzım şaşkınlıkla açıldı. Barmen suyuma ilaç mı koymuştu? İyi ama neden?

"Ben..." deyip sustum. Dilimle dudaklarımı ıslatırken bakışları oraya kaydı. Yutkunduğunu görünce bakışlarımı kaçırdım. "Başım dönüyor."

Ayağı kalkıp benim de doğrulmamı sağladı. Ayaklarım yere basarken korkak bakışlarımla yere baktım. Kan yoktu. Elimi yüzümde gezdirirken bakışları beni delip geçmek ister gibi üzerime dolanıyordu. Yüzümde de kan olmadığına emin olunca derin bir nefes verdim.

"Beladan başka bir şey değilsin."

Arkasına dönüp ağır ağır yürümeye başladı. Ben uzun zamandır uyuyor olduğumu düşünmüştüm ama yalnızca dakikalar geçmişti. Kulübe girerken elini girişteki kapıya sertçe vurdu. Stef'in bakışları ondan ayrılıp beni bulurken ürkekçe arkama döndüm. Beni karşılayan kalabalık irkilmeme neden olurken sol elimle sağ avucumu kaşıyarak yürümeye başladım. Her adımımda önümdeki insanlar bana dar bir geçit sunuyordu. Uğultular kulağımı meşgul ederken aklıma Stef'in söyledikleri geldi. Ulaş bir kıza yatak ve ring dışında dokunmazdı. Ama az önce elleri yanağımda geziyordu. Yatakta değildik. Ringde de. Ulaş bana vurmamıştı. Aksine kabustan uyanmam için yardımcı olmuştu. Bu yüzden sinirlenmişti. İnsanların dudaklarından çıkan ismimi duydukça adımlarımı hızlandırdım. Gölge bana yardım etmişti. Bunu Pain Place'teki insanların gözlerinin önünde yapmıştı. Avucumu kaşımayı bıraktım. Batak'tan çıkarken beynime yankı yapan kelimelerin zihnimi meşgul etmesine izin verdim.

Gözlerini aç kelebek.

🔗🔗🔗

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top