iii. iki gülümseyiş, bir seviş

Evin sessizliğine uyandı. Geçen gecenin gürültüsünden sonra çok ağır gelmiş olmalıydı sabahın sessizliği. Ama yine de kulaklarını tırmalayan bir şey vardı bu sessizliğin içinde. Bu, ya dolu kalbinin boş sesiydi ya da içgüdüsel bir uyanışın.

Yok. Evde yok.

Dinledi, çıt çıkmıyordu evde. Ne bir adım sesi ne bir tıkırtı ne bir şey. İşittiği, bir günün ışığıyla can gelmiş sokakların uğultusuydu bir de kalbinin gümbürtüsü.

Daha ne kadar sabit durabilirdi bilmiyordu ama öylece durduğu zaman boyunca içinde bir boşluk büyüyordu. Dayanamayacak gibi olduğu bir an doğruldu yattığı yerde. Yaptığı bu ufak hareketin çıkardığı ses bile sessizlikten şikayetçi kulaklarına ilaç gibi gelmişti. Sonunda ayaklandı. Üstünü başını giyindi, Francis'e ait ona bol gelen pijama takımını katlayıp bir kenara koydu. Çarşafları düzeltti, yattığı yeri topladı güzelce. Kaldığı oda, daha çok Francis'in eşyalarını, kitaplarını sakladığı bir yer gibiydi. Bir tek eski çekyat vardı köşede, onun dışında duvarlar, raflar ve dolaplarla sarılıydı. Belli ki bir yandan da misafir odası işlevini de görüyordu bu oda. Yeterliydi de, gelen üç beş misafiri birkaç geceliğine ağırlamak için idealdi.

Cane, o üç beş misafirden biri değildi.

Odanın kapalı kapısını açıp pamuktan adımlarla geçti antreye. Dün yerini öğrendiği banyoda elini yüzünü yıkadı, saçını düzeltti. Buraya gelirken yaptığı bir aptallık da -hiç düşünmemek ve adımlarını ölçüp biçmemek dışında- yanına hiçbir şey almamaktı. Evini bir hışımla terk etmiş, atladığı gemiyle buraya kadar zar zor atmıştı kendini. Pis hissediyordu, en azından geçici olarak kendine bir diş fırçası, havlu filan alması gerekliydi, ilk fırsatta bunu yapmayı da kafaya koymuştu. Geçici bir çözüm olarak şimdilik ağzını iyice çalkalamış ve banyo dolabında bulduğu Francis'in parfümünden sıkmıştı biraz.

Banyoda işini halledip çıktığında sessizlik ve yalnızlık hissi bir kez daha hem kulaklarını hem de kalbini tırmaladı. Başka hiçbir yere girip çıkmadan kendini bahçeye attı. Gün aydınlıktı, sıcaktı. Esinti yoktu, emaresi bile yoktu. Yine de burnuna mis gibi çiçek kokuları taşınıyordu. Bunun ruhuna iyi geldiğini hissetti.

Ada canlıydı, yaşam vardı, yaşam özü vardı. Havası temiz, sıcak ve güzel kokuluydu. Sakin bir yerdi ve huzur veren, göze güzel gelen; hem gözü hem gönlü doyuran bir yanı vardı. Sevmişti burayı şimdiden. İyi hissediyordu, iyileşmiş hissediyordu, ruhu arınmış ve çiçek açmış gibiydi kalbi. Tek ihtiyacı biraz can suyuydu. Gerçi, neredeydi can suyu?

Sevimli bir gülümseyiş sarmıştı dudaklarını. Mimiklerine oturmuş bir dinginlikle dün gece oturduğu sandelyeye bıraktı kendini. Biraz uykunun düzeltemeyeceği yoktu ona göre. Her şeye bir mola gerekti, uyku da günlük yaşamın molasıydı işte.

Başını geriye atmış, karaağacın sık dallarını sarmış yaprakların arasından göğe, görebildiği kadarına bakıyordu. Önce ayak seslerini duydu, dolu poşetlerin hışırtısını, sonra bahçe kapısının gıcırtısını.

"Burada mıydın?" dedi Francis, önündeki dört basamağı çıkarken. "Günaydın." İşte kalbinin can suyu da gelmişti. Onun da sesi canlı geliyordu. Kulaklarını okşayan bir tınısı vardı bugün.

"Günaydın."

"Yeni mi uyandın?"

"Sayılır, biraz oldu uyanalı."

Başını salladı, tatlı bir ifadeyle güldü ve elindeki poşetleri havaya kaldırdı göstermek için. "Evde pek bir şey kalmamıştı, ben de sen uyanmadan alışverişe çıkayım dedim. Acıkmışsındır hem sen de. Ben kahvaltı hazırlayayım, sen otur burada." Yine gülerek poşetleri sallaya sallaya içeri girdi. Cane hiçbir şey demedi, arkasından baktı sadece. Garip hissediyordu ama hoş bir gariplikti bu içini kavuran. Halinden memnundu, denebilirdi hatta.

O gelip geçeni izlemeye koyulmuşken içerden bir vakit öncesine kadar kulaklarını tırmalayan sessizliği dağıtan takırtıların sesi geliyordu kulağına. Ufak bir sırıtış kondu yüzüne. "Omlet yer misin?" diye bir soru geldi içerden o sırada. Biraz düşünüp "Güzel olur." diye yanıtladı Francis'i ve önüne döndü tekrar.

Çok geçmeden Francis kocaman, dolu bir tepsiyle çıktı içerden. Tepsiyi masaya bırakıp hemen geri döndü içeriye. İkinci seferde de bir elinde çaydanlık, diğerinde kahve dolu sürahiyle geldi. Cane'in gözü tepsidekilerdeydi. Kendi önüne denk gelen tabakta omlet vardı, Francis'in klasik, domatesli, biberli ve peynirli omletiydi bu. Biraz yeşil soğan da vardı ve karabiber ekmeyi de unutmamıştı üstüne. Hâlâ dumanı üstündeydi ve güzel göründüğü gibi güzel kokuyordu da.

Karşı tarafta bakır bir tava içinde domatesli, biberli ve yumurtalı bir şey vardı. Ne olduğunu bilmiyordu ama kokusu geliyordu burnuna ve güzel koktuğunu reddedemezdi. Tepsinin ortasında zeytin, bal, çeşitli reçeller, bir iki çeşit peynir ve dahası diziliydi. Tabakların yanını bir kahve fincanı ve ince belli bir çay bardağı bekliyordu.

Francis elindekileri masanın köşesindeki altlıklara bırakıp tepsiyi boşaltmaya koyuldu. "Sana sabah kahvesi ve bana da bir demlik çay. Soğutmadan ye hadi." Boşalttığı tepsiyi bir kenara bırakıp kendi de sandalyesini çekip oturdu. Hemen öncesinde de Cane'e kahve, kendine de çay doldurmuştu.

"Güzel görünüyor." diye mırıldandı Cane ilk lokmayı ağzına atmadan hemen önce.

"Afiyet olsun." Resmen şakıdı Francis ve ekmeğinden bir parça koparıp önündeki tavaya bandırdı. Omletini yerken bir yandan da gözleri Francis'deydi Cane'in.

"Benim bir iki bir şeye ihtiyacım var." diye lafa girdi Cane. Kısa bir tereddüt yaşamıştı, sonunda lokmalarının arasından ağzındaki baklayı çıkarabildi.

Her şey eskisi gibi değildi, hatta hiçbir şey eskisi gibi değildi ona göre. Eskiden olsa küçücük bir konu hakkında konuşurken tereddüt etmezdi ama şimdi eder olmuştu. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi değildi ve bunu düşünmesi Cane'in aklına zarardı.

"Ne gibi?" diye sordu Francis, bir yudum çaydan sonra.

"Evden çıkarken yanıma bir şey almadım, bir tek düşünebildiğim kendimi sağ salim getirebilmekti. O yüzden lazım olacak şeyleri almayı unutmuşum. Diş fırçası, havlu, yedek kıyafet gibi. Cüzdanım yanımda ama Türk parası yok tabii, paramı çevirtmem de gerekir ilk önce. Bana yardım edebilir misin?"

Francis, "Hiç sorun değil, haklısın. Dün de fark etmem gerekirdi aslında, valizsiz geldin buraya. Fark etseydim sabah çıkmışken bir kısmını hallederdim ama neyse. Öğlene doğru dışarı çıkar, alınacakları da alırız." dedi ve gülerek yemeğine geri döndü. "Tabii, harika olur." diyerek Cane de tabağındaki yarısı yenmiş omleti yemeye döndü.

Bir süre daha sadece çatal bıçak sesleri ve bardak şıngırtıları duyuldu bahçede.

"Sabah şerifleriniz hayrolsun, Francis Bey!" Arkadan bir kadın sesi duyuldu o an. Francis ağzındaki lokmayı hızla yutup üstüne de bir yudum çayı yuvarladı ve ayağa kalkıp bahçe girişinde beliren kadının  yanına ilerledi. "Size de günaydın Melihat Hanım, buyursanıza?" Francis'in gülen sesine karşılık karşısındaki kadın da yine gülerek "Hiç girmeyeyim efendim, yetişmem gereken bir yer var." diye yanıtladı. "Nasılsınız?"

"Gayet iyi. Sizi sormalı?"

"İyiyim ben de, çok şükür. Geçerken bir selam vereyim dedim. Bir şeye ihtiyacınız var mıydı?"

"Hayır, çok sağolun, daha bu sabah alışverişe çıktım."

Onlar konuşurlarken Cane bekliyordu. Türkçe'den anladığı söylenemezdi ama yine de Francis'in konuşurken hiç zorluk çekmediğini görebiliyordu. Çok akıcı ve duraksamadan, belli bir özgüvenle ediyordu lafını. Onda en çok imrendiklerindendi bu dil öğrenme kabiliyeti. Kendisi de edebiyat mezunu olmasına rağmen onun kadar kolay öğrenemiyordu diğer dilleri.

Ve daldığı yerden gerçekliğe çekildiğinde onlar hâlâ konuşuyorlardı.

"Çaya gidiyordum ben de, Fehmi Beyler çaya çağırdı bugün. Siz de gelin, rica ediyorum."

Gülerek başını salladı Francis ve "Maalesef, misafirim var." diyerek eliyle arkasında kalan Cane'i işaret etti. Melihat Hanım'ın başı o yöne dönünce "Öğrencilerimden. Beni ziyarete gelmiş bir süreliğine. Biz de kahvaltı yapıyorduk tam." diye de durumu özetlemiş oldu.

"Anladım," diyerek başını salladı ve "Başka sefere o zaman, yapacak bir şey yok." dedikten sonra iyi günler dileyerek uzaklaştı Melihat Hanım. Francis de yemeğe döndü böylece.

"Arkadaşın mı?" diye sordu Cane, en sonunda, Francis'e hiç bakmadan.

"Komşum ve arkadaşım, evet."

"Ne hoş." Kuru bir sesle söylemişti bunu. Sonra sustu tamamen. Biraz sonra da, kendisinin bir daha ağzını açıp iki kelime laf etmesine gerek kalmadan, Francis konuşmaya başlamıştı zaten.

"Burası benim gibi emekliler için biçilmiş kaftan. Hepsi yaşını almış, emekli olup kafa dinlemeye gelmiş insanlar buranın sakkinleri, yerli halk dışında. Melihat Hanım, mesela, öğretmen emeklisi. Yıllar önce emekliliğini isteyip taşınmış buralara. Buradaki komşularımın hepsi öyle. Tatlı insanlar, bana da arkadaşlık ediyorlar buralara geldiğimden beri. Hoş sohbet, misafirperver, arkadaş canlısı. Dil engeli kalktıktan sonra anlaşması çok kolay oldu."

Böyle konuşmaya devam etti Francis. Nispet yapar gibi anlatıyordu her şeyi. Cane, ne demesi gerektiğini bilmeden, dinliyordu sadece. Oldukça suskundu, yüzünde kas oynamıyordu; dinliyor, önündeki omletten yiyor, kahvesini içiyor, dinliyordu.

Francis konuşmayı kestiğinde ağır bir sessizlik çöktü bahçeye. Çatal bıçak sesleri, bardakların şıngırtısı, suskunluk. Beş dakika kadar -ancak o kadar dayanabilmişti Francis- böyle sessiz oturdular. "Sen neler yaptın?"

Başını gömüldüğü tabaktan kaldırdı, boş bir ifadeyle baktı Francis'in yüzüne. Neyi kastediyorsun der gibi yana yatırdı başını, bilmezden gelmeyi tercih ederdi.

"İspanya'da neler yaptın? Çalıştın mı, yazdın mı bir şeyler, ne yaptın?" Sorusunu böylece daha açarak tekrarladı. Cane, ağzındaki lokmayı yutmakta zorlanarak ağzının içinde çevirdi durdu, geviş getirir gibi.

Hiç konuşmasaydı ne olurdu? Konuşacaktı. Dürüst mü olmalıydı? Dürüst olacaktı. Acımasız olacaktı.

"Hiçbir şey." dedi, ağzına attığı son lokmayla birlikte, çenesini kaldırdı ve dik dik, onu seyreden Francis'e baktı. Dirseklerini masaya dayamış ve ellerini kavuşturarak çenesinin altında sabitlemişti, çenesi havada ve bakışları aşağıdaydı. Bakışları boştu ve belki de Cane'in en çok canını sıkan bu bomboş, hiçbir şey olmamış gibi bakan hissiz bakışlarıydı. Kendine hakim olamıyor ve buz dağlarının içindeki kibri, büyüklenmeyi seziyordu. Anlayamıyordu. Yanılıyordu.

Sessizlik uzadıkça çenesini sıktı ve başına saplanan ağrıyla da kaşları çatıldı. "Hiçbir şey yapmadım. Konuşmadım, evden çıkmadım, yemedim içmedim, hiçtim. Hiçlikteydim. Sen beni bir hiçliğe bırakıp gittin Francis. Ve ardına da hiç bakmadın." Gözlerinin dolmaması için çabalıyordu, bütün vücudu gerilmiş ve baştan aşağı bütün kasları kasılmıştı bu çabasından dolayı.

"Ben senin ardından çok baktım, oysa. Benim gözüm sen benden kilometrelerce uzakta da olsan hep sendeydi. Sen hiç mi dönüp ardına bakmadın, Francis? Ben geldim, giden sen olmana rağmen, ben sana geldim. Sen neden gelmedin, peki? Ya da gelmeyi hiç düşünmedin mi Francis? Ben senin için bir hiç miyim ki beni o hiçlikte bırakabildin ve onca yıl geri dönmedin, sormadın, aramadın, haber göndermedin?"

Aldığı titrek ve sesli nefesi hiç tutmadan dışarı verdi. "Ben başkalarından durumunu öğrenip, kalkıp buraya kadar gelmesem tek başına ölüp gidecek miydin? Beni görmeden, gönlümü almadan gidecek miydin, Francis?"

En çok canını sıkan, aralarındaki o bitmek bilmez sessizlikti, Francis'in ağzını bıçak açmazken konuşmak, içini dökmek çok daha zor geliyordu.

Sonunda pes eder gibi bitkin bir el hareketi ve yılgınlıkla kendini bıraktı. Sırtını sandalyenin arkalığına yaslayıp gözlerini Francis'in derinliksiz bakışlarından, kibirli duruşu ve pişkin surat ifadesinden uzaklara çevirdi. "Her neyse." dedi nefesinin altından. "Geçti gitti zaten."

O an Francis, birkaç dakikadır ilk defa bir harekette bulundu ve ellerinin bağını çözüp ayaklandı. "Belli ki geçmemiş, sevgili Cane." Francis, yere sağlam basan ağır adımlarla masanın etrafından dolanıp, Cane'in onu takip eden meraklı bakışlarının eşliğinde yanına kadar geldi. Durduğu sağ yanında yere çömelip dizlerinin üstüne çöktü. Cane'in biri dizinde titreyen, öteki baskıdan kızarmış yanağına yaslı ellerini kavrayıp göğsüne doğru çekti. "Belli ki hiçbir şey geçmemiş, sevgilim, Cane. Geçmesini de beklemezdim, asıl geçmiş olsa çok şaşırırdım"

Cane'in harelerinde gezinen ifadeler karmaşasına aldırmadan öne doğru, ona doğru, eğilmiş gencin ellerini alıp omuzlarına bıraktı ve kendi de tutarak düşmemeleri için orada sabitledi. Sonra Cane'in soluk renkli elleri omuzlarında, ayağa kalkıp önünde dikilmeye devam etti. Cane'in o ayaklanırken onunla birlikte yukarı kalkan başını tuttu ve nazikçe okşadı, parmaklarını bukleli saç tellerinin arasına daldırdı, nazikçe okşadı.

"Benimle ufak bir tura çıkmak ister misin?"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top