ii- bağrında bir kara kutu

Gecenin bir yarısıydı, sokaklar uzaklarda çalkalanan denizin hırçın dalgalarını plak oynatır gibi duvarlarında oynatıyordu. Duvarların çizgileri şifreli melodileri bağırlarında tutuyor ve saklıyordu. Bir insan bağrında çok şey saklayabildiği gibi duvarların da bağırları vardı, onlar da bağırlarında çok şey saklardı. Bağırları bir kara kutu gibiydi.

İnsan bağrı da bir kara kutu gibiydi.

Francis bağrında yalnızlığını saklayandı, mesela. Bağrında bahtsız bir sevda saklayansa zavallı Cane'di.

Elleri kaskatı kesilmişti soğuktan. Dakikalar öncesinde kendine hakim olamamaktan korktuğu için sıktığı gibi sımsıkı kapalıydı avuçları, tırnakları avuçlarını kazıyordu. Ayakları da kaskatıydı. Hareket etmeden durdukları yere sürekli bir kuvvet uyguluyorlardı. Yerinden kımıldamasın diye tabanlarına çakılan hayalî çiviler yerin iki metre altına kadar uzanıyordu. Yüz yıllık çınarlar gibiydi. Kökleri hayalî çivileriydi. Dalları da vardı bir zamanlar. Ama şimdi dalları kırıktı.

Gözleri sızım sızımdı. Kızarık bir çift kara göz yerlerinden fırlayacak gibiydi. Francis'in girip kaybolduğu kapı eşiğinde çaresiz bekliyordu.

Seslensin diye bekliyordu.

Bana seslen.

Bana yine seslen.

Duymak isterim,

Cane.

"Cane."

Ve donmuş bedenine can geldi Cane'in. Çivileriyle birlikte ayaklarını saplandıkları yerden söküp çıkaracak kuvveti buluverdi, gözlerinde harıl harıl alevler yandı.  Evin ardına kadar açık dış kapısından görünen mutfak kapısında Francis göründü.

"Kahve?" diye sordu. Francis, Cane'in acı kahve gözlerinde bir cevap ararken Cane, Francis'in yeşil deniz gözlerinde akmayan zamana takılı kalmıştı. Sakin dalgalarında boğulacak gibi oluyordu ki Francis, "Cane?" diye seslendi. Cane silkelendi ve agresifçe başını salladı. "Olur," dedi. "Tabii, güzel olur."

"Yalnız sütlü-"

"Biliyorum," dedi Francis. Cane'in lafını balla böldü, bal gibi gülümsemesiyle, yumuşak ve tatlı bir gülümseyişle. Cane'in içi eridi. "Acı kahve içmediğini biliyorum. Ama bugün bir istisna yapmalısın. Acı değil ama sütlü de değil, şekerli ve çok lezzetli bir kahve yapacağım sana." Mutfağa girdi ve kayboldu ama sesi kaybolmadı, duvarların arasından sıyrılıp Cane'in kulaklarında yankılanmaya devam etti.

"Burada kahve alışkanlığım çok değişti benim. Türkler filtre kahve bilmezler, özellikle yerli kesim katiyen içmez ve misafirine de ikram etmez, bulunmaz da zaten evlerinde. Varsa yoksa bir fincan Türk kahvesi. Arkadaşların dükkanlarına uğradığımda ya da komşulara misafirliğe gittiğimde bana hep Türk kahvesi ikram ettiler. Ben de alıştım, filtre kahveyi hemen hemen bıraktım. Artık bir Türk kahvesi bağımlısıyım." Sesi bir süre kesildi. İçerden mırıltılar halinde yine sesi duyuldu. Ancak biraz sonra sesi yine yükseldi. "Bugün burada olduğuna göre sen de bana eşlik etmelisin. Sana dibek kahvesi pişiriyorum. Senin için şekerli, kendime sade, tabii. Sadesi senin için fazla acı olur diye tahmin ediyorum."

Bir süre daha keskin bir sessizlik çöktü aralarına. Rüzgar uğultusu, yaprak hışırtısı, böcek sesi derken Francis'in "Voila!" dediğini duydu ve metal seslerinin, ufak tefek patırtıların ardından bardak, çanak şıngırtısı ile ayak sesleri birbirine karıştı. Elinde minik bir tepsiyle Francis, hâlâ kapının eşiğinde dikilen Cane'e doğru adımladı. Her zamanki yamuk, Cane'in içini ısıtan o gülüşü sarmıştı dudaklarını.

Cane'e, sadece ona, gülümseyerek kapıdan çıktı. "Hadi," dedi. "Oturalım." Cane de sadece ona güldüğünü bilerek peşinden sürüklendi. Bu gülüşü başkalarının da tattığını bilerek yaşamak zorunda olduğu ağır zamanları olmuştu. Şimdi de oluyordu ama o an sadece Cane için gülümsüyordu. Onun içini ferahlatmak için.

Francis'in müstakil evinin küçük ön bahçesinde irice bir karaağaç vardı. Evine ve minik bahçesine o her zaman sevdiği ve İspanya'daki evini de sarıp sarmalayan otantik havayı katmak istemişti, belliydi. Ağacın dallarına renkli fenerler dolamıştı. Altına da eski, tahta bir masa kurmuş, etrafına dört sandalye iliştirmiş, üstüne sarı, soluk pembe desenli bir örtü sermişti. Masanın üstünde bir vazo içinde pembe güller duruyordu. Güller geri kalan her şeyden farklı, canlı ve taze gibiydi.

Bahçenin yola bakan ve eve göre sağda kalan tarafındaki tel örgülere sarmaşıklar ve çiçekli çalılar dolanmıştı. Sol tarafta bir baraka vardı. Eski ve tahta barakanın önünde iki tahta basamak üstüne irili ufaklı saksılar ve içlerinde rengarenk çiçekler dizilmişti.

Evin hemen önünde, kapının solunda, duvara bir koltuk yaslanmıştı. Antika olduğu belliydi. Fuşya rengi kadifemsi kumaşı parlıyordu ve bakımlıydı. Hemen sağında minik bir zigon sehpa, kızıl kahve, parlak ahşap yüzeyiyle bakımlı duruyordu. Üstünde bir radyo ve kitaplar vardı. Koltuğun sol tarafına raflı bir dolap koymuştu. Raflarda bolca kitap ve ufak tefek eşyalar vardı. Maun dolap da ahşap diğer her şey gibi parıldıyordu. Raflarının her birinde el örgüsü örtüler seriliydi. Kolalıydılar ve dışarıda olmalarına rağmen temiz görünüyorlardı. Birkaç yılda Francis'in kanına bolca Türklük karışmıştı anlaşılan.

Bahçenin zemini temiz ve bakımlıydı. Bir köşesinde minik bir bostanı vardı Francis'in. O da bakımlıydı. Zararlı ot yoktu ve toprağı daha yeni çapalanmıştı.

Francis'in zevki hiç şaşmamıştı. Eskiden nasıl bir hayat anlayışına sahipse şimdi de aynı şekilde yürütüyordu hayatını. Bu biraz eskimiş adamda, eskimiş alışkanlıklarının izini görmek iyi geldi Cane'e.

Karaağaç altındaki masaya tepsiyi bıraktı Francis. Cane gelip de masaya oturana kadar onun fincanını ve kendi fincanını masaya bıraktı, tepsiyi de bir kenara bırakıp Cane ile birlikte oturdu masaya. Bahçe buram buram damla sakızlı dibek kahvesi kokuyordu şimdi.

Francis fincanı eline alıp bir yudum aldı kahvesinden. Gülüşü daha da genişledi, ferahlık ve huzurla güldü. Cane ise hâlâ kaskatıydı. Bir tek uyarıcısı, Francis'in sesini duymayı bekler gibiydi.

"E, içsene sen de."

Cane çakmak çakmak olmuş gözlerini Francis'e dikti. Başını sallayarak zarif fincanı eline aldı ve Francis gibi minik bir yudum aldı kahveden. Sıcaktı, dilinin ucu yanmıştı, bu yüzden ilk yudumunda kahvenin tadını pek de alamadı. İkinci yudumunu almadan önce kahve fincanını avuçlarının arasına aldı ve bekletti soğuması için, aynı zamanda ellerini de ıstıyordu. Kaskatı kesilmiş ve heyecan ve gerginlikten buz kesmişti elleri. Bedeni terlemeyi unutmuş gibiydi ama bu sıcakta tir tir titremesini çok iyi biliyordu.

Bakışları kahveye odaklı, bir süre bekledi. Sonra küçük bir yudum aldı, soğuduğundan emin olmak için, ve hemen ardından büyükçe bir yudum alıp bekledi. Tadı güzeldi, şekerliydi biraz ama abartılacak kadar değildi şekeri. Damla sakızı ayrı bir lezzet veriyordu ve kokusu da büyüleyiciydi.

Bakışlarından görülüyordu ne kadar sevdiği. Kahve damağını ıslatıp da tadını alınca ve güzelliğinin keyfine varınca, bu kadar övdüğü kahvenin söylediği her bir kelimeyi hakettiğini bildirmek için başını kaldırdı ve gözlerinin içindeki parıltıyla baktı Francis'e. Ancak başını kaldırınca gördü, Francis'in de pür dikkat onu takip ettiğini.

"Beğendin mi?" dedi, Francis.

"Evet, çok güzelmiş tadı." diye yanıtladı Cane.

Heyecanlanmıştı, kalbi pır pır atıyordu içerde. Francis'in bakışlarının verdiği ferahlığın tarif edilemez huzuru sarmıştı bedenini, uzun zaman sonra ilk defa.

Francis'in semaya diktiği yüzünü inceledi. Baktı kaldı. Yüzüne oturan gülümsemeyi aklını dolduranlar süpürdü kapı dışına. Söylemesi gerekti.

Ellerini birbirine kenetledi, önce masanın üstünde sonra da altında birleştirdi. Sıktı, tırnaklarının izi derisine geçti. "Neden hiç dönmedin geri?" Sesi titredi, nefesi titredi, gözleri, elleri, bütün bedeni titredi.

Ancak ona tersti Francis'in ifadesi. Hala gökteyken gözleri, ziyadesiyle gülümsedi. Francis'in o alışıldık, buğulu ve umarsız gülüşü sardı dudaklarını. "Sevdim buraları. Çok güzel bir yer. Havası, suyu, insanıyla bir başka. Hem ne Fransa'da ne de İspanya'da bir işim kaldı benim artık. Burası güzel." Başını baktığı uzaklardan Cane'e taraf döndürdü. "Yeni arkadaşlar edindim burada. Benim gibi emekli akademisyenler var. Yöre halkıyla da aram iyi, sıkı fıkıyız bayağı. Türkçemi de geliştirdim bu arada. Hiç zorluk çekmiyorum insanlarla konuşurken."

"O kadar mı sevdin buraları?" Tatlı acı güldü Cane. Francis kendinden emin salladı başını. "En azından kısa bir ziyaret için bile mi bir sebebin yoktu, Francis?" Cane'in titremesi durdu. Heyecanı uçtu, koltuğuna hüzün ve keder oturdu.

Dili sardı Francis'in. Bir süredir alışkanlık edindiği gibi kahvesine bir iki damla damlattığı cin tonik yüzünden miydi acaba diye düşündü. Ama birkaç damla cinin ne etkisi olabilirdi ki üstünde? Sarhoş değildi, yine de konuşacağı cümleler birbirine sarıyordu. Önce başa, sonra birbirlerine dolanıyorlardı.

Cane'in içini ferahlatan gülüşlerinin yerini acı bir gülümseyiş doldurdu- Dolduramadı. "Öyle değil, sadece..." diyebildi. Gerisi gelmedi. Bir bahanesi yoktu. Sadece kaçmak istemiş ve kaçmıştı. Ama Cane'den de mi kaçmıştı?

"Sadece anlamaya çalışıyorum, neden aniden gittiğini ve hiç gelmediğini." dedi Cane. Nefesi yine titredi Cane'in. Gözleri de. "Benim için bile. Gelir, dedim. Gitti, evet ama yine de gelir, dedim, çünkü o seni seviyor Cane, dedim kendi kendime. Sürekli bunu dedim, buna inandım ama sen gelmedin Francis. Neden?"

Francis'in suskunluğu sürdü.

"Neden Francis? Neyden kaçtın? Benden mi? Bana bir sebep vermeden çıkıp gittin o zaman da ama umarım sebebi ben değilimdir bu sürekli kaçışlarının çünkü öyleyse..." Nefesi tıkandı bir an için, ciğerleri işlevini yitirdi. Aldığı nefesi veremedi. "Çünkü öyleyse ne yaparım hiç bilmiyorum."

Gözleri yeşerdi. Ciğerlerine batan nefesler aldı ve verdi, aldı verdi, aldı verdi. Francis'ten içini soğutacak, makul bir cevap beklerken zaman ağır ve çok zor geçti. Ama o cevap gelmedi.  Francis, onun yerine baktı gözlerine, en derin ve en dayanılmazından, ışıltılı ama bir o kadar da solgun, narin, solmuş yeşil yıldızlarıyla. Bir şey diyemedi Cane. Ne o konuştu bundan sonra ne de Francis tek bir laf edecek güç bulabildi dermansız dudaklarında. Baktı ve baktılar, Francis gözlerini kaçırıp da verdiği sıkkın nefesin ardı sıra ayaklanana kadar.

Bu kadardı, Francis yine seçmişti kaçmak yolunu, yine kaçıyordu. Konuşmak, açılmak nedir bilmezdi ki o zaten, neyine şaşırıyordu ki.

Cane'in hayal kırıklığı dolu, dolu dolu bakışlarından da bir haberdi ayaklanırken. Cane de o an saklanmayı tercih ediyordu zaten.

Bakmadı Cane nereye gittiğine ama adım seslerini dinledi yine de.

Toprağın üstünde gezinen adımlarını duydu, hışırtılar ve hafif çamur olmuş zeminden gelen yumuşak, vıcık vıcık sesler çıkıyordu bastığı yerlerden. Sonra adımları beton zemine rastladı ve ardından açılan kapının sesini de duydu. Adımlarının evin içinde ilerlediğini, sonra da ortalıkta sağa sola dolanıp durduğunu işitti. İçerden hışırtılar geliyordu, bir yerleri karıştırıyordu herhalde. Aranıyor gibiydi ama ne?

Sonra kısık homurtular duydu Cane. Sırtı dönük, aynı pozisyonda oturduğu kapıdan çıktı tekrar Francis. Adımları betonda ilerlemeye devam etti, sesin yönünden evin barakaya kalan tarafına ilerlediğini tahmin edebiliyordu. Ve ağır bir şeyin sehpaya pat diye bırakıldığını duydu. Dönüp bakacaktı neredeyse, merakla ama vazgeçti son anda.

Francis'in derin bir nefes verdiğini ve ardından ellerini birbirine vurarak çırpıp bir şeyleri kurcaladığını anladı gelen tıkırtı ve cızırtılardan. Daha sonra biraz daha keskin bir cızırtı duydu ve kulağına hafif bir melodi doldu.

Francis'in adımları bir süre sabit kaldı ve sesi de çıkmadı.

Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman yollarını gözlüyorum

Anlamadı cızırtılı plakta oynayan şarkıda denilenleri, Türkçe olduğunu tahmin etti zira bu ne İspanyolca ne Fransızcaydı.

Kulak kabartmış dinlemeye devam ediyordu, neden böyle bir şeye lüzum gördüğünü, gecenin bu saatinde, anlamaya çabalıyordu ki Francis'in yumuşak adım sesleri yeniden ilişti kulağına. Sonra mırıltısını duydu, şarkıyla aynı melodide, eşleşen, kulağına garip gelen kelimeleri gayet düzgün bir telafuzla mırıldanıyordu.

Sesler yaklaşıyor ve yaklaşıyordu. Tam arkasında durdu Francis. Mırıldanmayı kesmişti, Cane'in dakikalardır, ısrarla ona taraf dönmeyen sırtına ve ensesine dikmişti gözlerini. Bir karıncalanma hissetti Cane, sırtından ensesine boydan boya rahatsız edici bir histi bu. Sonra, o hiç beklemezken, Francis'in önce burnu sonra dudakları saçlarını buldu.

Francis'in dudakları Cane'in kısa kahve ve kıvır kıvır buklelerinde gezindi. Cane'in içini fokur fokur kaynatan, boğazını düğüm düğüm eden bir his çöktü bağrına. Eskiden beri alışığı olduğu ama onca yıl sonra ilk defa şimdi tattığı o kavurucu histi bu. Kasıldı kaldı öylece, ne yapacağını bilemedi. Bu sefer inattan değil de birçok duygunun karmaşası, içindeki karmaşadan dolayı çakıldı kaldı oturduğu sandalyeye.

Francis'in burnu Cane'in billur kokusunu bir kez ve derince içine çekti. Dudakları son bir buseyi kondurdu tutamlarının arasına. Sonra yavaşça doğruldu, geri adımladı ve arkasını dönüp eve yollandı.

"Yatağını iç odaya seriyorum." dedi Francis derin ve boğuk bir sesle. "Çok oturma, geceleri soğuk olur buralar."

Sesi uykuluydu. Ama koskoca maziyi gözlerinin önünde diz çöktüren o andan sonra birlikte uyumaları gerekmez miydi? Reva mıydı bu şimdi? Ne olurdu ki şöyle ucundan, yanına kıvrılarak uyusa, on yıl öncesi gibi şimdi on yıl sonrasında da birlikte geçirdikleri her gecenin kurulu geleneğini yerine getirseler? Hiç mi olmazdı?

Artık hiç mi hiç oluru yoktu bunun?

Artık hiç mi hiç oluru yoktu bunun...

Önündeki kahve çoktan soğudu, kasılmış, buz gibi olmuş avuçlarını yaslayıp da ısıtacağı bir şey kalmamıştı etrafında. Ne bir fincan şekerli damla sakızlı dibek kahvesi ne de onun sıcacık Francis'i.

Gece uzundu, soğuktu.

Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman yollarını gözlüyorum
Yarim seni seviyor, özlüyorum
Beni şad et Şadiye'm başın için

***


Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top