9.BÖLÜM "Har"

Endişenin, korkunun, yitirilen umutların oluşturduğu göçük altında nefesini arayan herkes için...

Korku...

Korktuğunuzu nasıl anlarsınız?

Kalbinizin hızla çarpmasından mı, ruhunuza çöken, ne yapacağınızı bilmemenizin ağırlığından mı, düşünme yetinizi tuzla buz eden umutsuzluk çekicinin başınıza çarptığında hissettiğiniz acıdan mı?

Ben, korktuğumda hepsini hissederim.

Bu, aslında diğerlerinin "Hissizlik" olarak tanımladığı o meçhul histi. Fakat hissizlik, değildi.

En büyük hislerin, en derininde çökerdi, aynı bir insanın ayağına taş bağlanıp denize atılması gibiydi.

Düşüncelerinin ağırlığıyla, seni umutsuzluğa davet eden engin denizin o teklifini seve seve kabul eder, uyku haline geçerdin.

Daha sonra, aniden tüm düşüncelerin çalkalanıp, etrafa saçılırdı. Tıpkı durgun bir kar küresinin hırçın bir insanın elinde hırpalanması gibi, içinde can kırıkları salınırdı.

Ve hepsi, ruhunu keserdi.

Bir insanın ruhu kanar mıydı? Kanıyordu işte. Hem de en acı verici haliyle.

Vücudundan akan somut kandan çok daha farklıydı bu. Kırmızı kan, akar akar pıhtılaşırdı. Fakat bu kan, soyuttu. Pıhtılaşmazdı. Bir anda çağlamazdı. Damla damla terk ederdi ruhunu. Ve rengi...

Ölümün rengiydi.

Hila'dan önce bu kanın tıpkı su gibi, saydam olduğunu düşünürdüm. Anladım ki, değilmiş.

Ölünce ruhun kanıyor ya hani, o kan, tüm ruhunu sarıyor. Ölmeden önceki son nefesini verene kadar geçen sürede, tüm ruhun onunla boyanıyor ve rengini, o kişiden başka kimse göremiyor.

Aslında, o da yaşamla ölüm arasındaki şeffaf çizgiden geçene kadar, ölümün rengini görmüyor, bilmiyor.

Ölüm sessizce yaklaşıyorsa ruhuna, varlığından dahi haberi olmuyor.

Bildiklerimiz, bizim ya en şanslı ya da en şanssız kişiler olmamızın nedeniydi. İyi ya da kötü, bilmiyordum ama "En" olduğumuz kesindi.

Hila bana ölümün rengini aradığını söylemeseydi, bunlar arasındaki bağlantıyı asla kuramazdım. Bildiğim tek şey, içimin acıdığından ruhumun kanadığı olurdu. Ama artık biliyordum, ruhumu saracak olan şey bir renkti ve benim, renklerin arasında boğulmaya hiç niyetim yoktu.

Uyuyordum, rüya görüyordum, Hila gidiyordu.

Uyanamıyordum.

Bilinçli bir şekilde düşünebiliyordum, her şeyi, en ince ayrıntısına kadar. Fakat lanet olası gözlerimi açabilmeye yetmiyordu gücüm. Düşündüm, düşünebiliyordum ya nasılsa...

Ben, acizin tekiydim.

Hila beni bırakıp gitse, ortada annesi tarafından terkedilmiş çocuk gibi, mezarın başında boynu bükük bekleyen biri gibi kalacaktım, dımdızlak. Rüyasına bile dayanamıyordum, her şeyin içinde olan gerçeklik payı aklıma geliyor, aklımı alıyordu. Hila, gidemezdi.

Düşüncelerim git gide umutsuzluk kuyusunun en dibine gönderiyordu beni, etraf gittikçe karanlıklaşıyordu. Karanlık insanın aklını, kalbini kilitler, anahtarı ise kilitli kalanların hiç ulaşamayacağı mavi sulara atardı.

Uyanmak istiyordum!

Gücümün son zerreciklerini kullanarak gözlerimi açmaya çalıştım, ne hikmetse bunu başardım da. Sanırım, Tanrı mutlu anlarımı mutsuzluklarımla eşitlemek adına zihnime bir oyun oynamıştı. Rüyaların tersi çıkardı, değil mi?

Ya değilse?

Hila'nın gideceğine inanamıyordum ama, ya gittiyse? Bana beklediğim sürece orada olacağını söylemişti. Ben onu bekliyordum, bekleyecektim de ama o, söylediği gibi orada olur muydu?

Rüyaların en fazla yedi saniye olacağı gerçeğini göz önünde bulundurursak, o kadar kısa sürede can çekişmem imkansızdı. Canım yanıyordu, değil bir uyku boyu, bir ömür boyu onun gideceğiyle yüz yüze gelmiş gibiydim. Rüyalarım, yine güne başlamadan yormuştu beni.

Yatakta doğrulmam, neredeyse bir dakikamı almıştı. Gideceği hakkındaki telaşımın tam zıttı olarak, korku beni yavaşlatmıştı. Bir yaralı gibi sendeleyerek yörüngeme ihanet etmemeye çalıştım. Başım... Uzun zamandan beri hiç ağrımadığı kadar ağrıyordu.

Kendime yeniden hatırlattım, rüyaydı, sadece rüya.

"Hayır, değildi." Diye fısıldadı içimdeki yabancı, bir diğer ses "Rüyaydı" telkinlerini vermeye devam ederken. "Orada olacağım" demişti, daha neden endişeleniyordum ki. İnsanların kendi kafasından binbir türlü senaryo uydurmalarını, kendi kendilerine streslenip kuruntu yapmalarını her zaman saçma bulmuştum ama insan, başına geldiğinde anlıyordu işin aslını.

Hastaneye gitmem sadece bankta gözlerimi tek noktaya sabitleyerek oturmama neden olacaktı. O yüzden bana sadece beklemek düşüyordu. Hem, sırf bir rüya için bu kadar tantanaya gerek yoktu ki...

Aslında, vardı...

Ama kendimi teskin edebilmemin tek yolu buydu.

~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•~•

Hastane duvarlarının yanında yavaş adımlarla, ellerimi her bir demir korkuluğa değdirerek yürüyordum. Yavaşlığım, göreceğim şeye olan korkumdandı.

Daha doğrusu, göremeyeceğim şeye olan korkumdandı.

Eğik başımla ilerlediğim yolda görebildiğim tek şey ayakkabılarım ve kaldırım taşlarıydı. Başımı kaldıramıyordum, başımı kaldırırsam, hayal kırıklığımın kaldırmamın imkansız olduğu bir yük olacağından korkuyordum.

Belirsizlik, hayattaki en berbat şeydi.

Elinde kesin bir bilgi varsa, ne üzerine düşüneceğini bilirdin, yaralandıysan, iyileşmeyi beklerdin.

Ben, şu an yaralanmayı bekliyordum. Ve bu bekleyiş beni bilinmezliğe her saniye bir adım daha yaklaştırırken, gözlerim kapalı, vurgunumu yemeyi bekliyordum, şiddetini bilmeden.

Banka iyice yaklaştığımda, gözlerimi artık dizilişlerini ezberlediğim kaldırım taşlarından çektim, ilk önce bankın etrafındaki mor çiçeklerin fazlalığı dikkatimi çekse de, daha fazla oyalanmak istemediğimden daha da yukarılara doğru çevirdim gözümü.

Oradaydı.

İçimdeki endişenin kara bulutları bir bir dağılıp yerini gökkuşağına bıraktı. Yüzünde muzip bir kızgınlık vardı. Çatılan kaşları, ışıldayan gözlerini gölgeleyemiyordu. "Geç kaldın." Dedi. "Neredeyse beni ektiğini düşünüp gidecektim."
"B-ben..."kekelememi engelleyememiştim. Kendimi gittiği fikrine öylesine alıştırmıştım ki, onu burada gördüğüme şaşırmış, mutlu olmuş, sanki uzun süredir görmüyormuş gibi de özlemiştim. Konuşmamı beklemeden "Bugün de ben seni bir yere götürmek istiyorum, gidelim mi?" Diye sordu. Kafamı salladım, dilim tutulmuştu, sanıyorum ki mutluluktandı.

O yürümeye başladığında sonunda kaybettiğim kelimelerimi bulmuştum, "Arabayla geldim, istersen onunla gidebiliriz." Dedim. Kafasını iki yana salladı, "Bugün hava çok güzel, yürümek istiyorum."

Hila'ya yetiştiğimde, yüzünü incelemeye başladım. Bugün, geçmiş günlerden ayrı bir mutluluk vardı sanki yüzünde. Onu böyle görünce, ben de yaşadığım tüm endişelerimi, korkularımı unutmuş, onun ruh haline ayak uydurmuştum.

"Geldiğinde yüzün kireç gibiydi, ne oldu? Ne korkuttu seni bu kadar?"
"Rüyam..." Dedim lafı dolandırma gereği duymadan. "Rüyamda gidiyordun." Hızlı tempoyla ilerlemeye devam eden bacakları birden durakladı, arkamda kaldı, ondan biliyorum. Sonra devam etti yürümeye, "Bütün gün boyunca bunun korkusuyla aldım her nefesimi ama geldiğimde oradaydın. Ne yersiz korkuydu ama... Öyle rahatladım ki seni beklerken görünce."

Gülümseyen yüzü bir anda gerildi, daha sonra dudakları tekrar kıvrıldı. "Beni beklediğin sürece orada olacağımı söylemiştim." Dedi kısık sesiyle. "Peki sen, ne zamana kadar bekleyeceksin beni?"

Rahat bir tavırla "Sonuma kadar." Dedim. Ben, birilerine çok zor bağlanan biriydim. Hatta bu kadar yoğun duyguları ilk Hila'da tatmıştım. Tabiki şimdiye kadar birilerine karşı bir şeyler hissetmiştim, ama evrende varolan tüm duyguları bana ancak bu kadın yaşatmıştı. "Ki sonsuzluk denen kavram, hiçbir canlının akıl erdiremediği bir zaman dilimi olduğuna göre, kimsenin anlayamayacağı, bilemeyeceği kadar beklerim seni, bu da seni ne kadar çok sevdiğimin cevabı niteliğinde."

"Sonuna kadar değil de, sonuma kadar beklemeye ne dersin?"

Manasını algılayamadığım cümleyi bir kez daha duymak adına "Efendim?" Sorusu çıktı dudaklarımın arasından. O ise takmayıp, "İşte, geldik." Diye kendince cevapladı beni.

Güzel, müstakil bir evin bahçesinden içeri girdiğimizde, burnuma gelen hoş kokuları desteklercesine, son günlerde görmeye aşikar olduğum mor çiçekler karşıladı beni. Hila'nın ayak bastığı her yerde bu çiçekler yaşam buluyordu sanki. O ilerlerken, ben de onu takip ettim. Bu ev, gerçekten çok güzeldi. Bahçesiyle, barındırdığı renklerle, mobilyaların, aksesuarların birbiriyle olan uyumuyla...

Hila, önümden ilerlerken oldukça neşeliydi. Bazı şeyler anlatıyordu ama onu izlemekten ilerisine gidemiyordu zihnim. Onu hep böyle mutlu, neşeli görmek istiyordum. Ömrümün son saniyesine kadar. "Beni dinlediğine emin misin sen?"
"Şey, evet. Evet dinliyorum."
"İyi, öyle olsun bakalım. Gel benimle."

Evinin kapısını bana açtı, bu bana her ne kadar özel olduğumu hissettirse de, sabahtan kalma düşüncelerimin kırıntıları her şeye umut bağlamamamı fısıldıyorlardı. Küçük, sade salon, günün son kırmızı ışıklarıyla harmanlanmış, beyaz olan her yeri alacalı bir kırmızıya boyamıştı. Hila elindeki anahtarları bir köşeye koyup, heykel gibi kalan beni sağıma döndermişti.

Gördüklerime anlam veremiyordum.

Hila'ya inanılmaz derecede benzeyen bir kadın, koltukta öylece yatıyor, gülümseyerek bize bakıyordu.

"Seni, annemle tanışman için getirdim."

Annesi... Tıpkı Hila gibi mavi gözlü, sarışın bir bayandı. Vücut fonksiyonlarının görevini yerine getirmeyip onu bu yatağa mahkum ettiği bariz ortadaydı. Öyle ki, gülümsediğinde ortaya çıkan derin gamzelerinin titreyişindeki acıyı görebiliyordum.

Bu bayanın orada öylece yatıyor olması değil, başarılı bir iş kadını edasıyla bana bakıyor, ciddi bir öğretmen tavrıyla gözlüklerini yukarıya doğru çekip bana ciddi sorular soruyor, ya da büyüleyici bir manken gibi etrafta inanılmaz gülümsemesini sergileyerek bizimle sohbet ediyor olması lazımdı.

Düşüncelerimden kurtulup Hila'ya baktığımda, gözlerindeki endişeyle harmanlanmış acıyı gördüm. Onun yüz ifadesi, beni etten duvar ören düşünceler arasına gönderdi, düşünceler arasından sıyrılıp ona bazı şeyler sormak istiyordum ama sınıra her yaklaştığımda onlardan biri beni yakalıyor, aklımı, kalbimi, vücudumu ele geçiriyordu.

Hila'nın annesinin hastanede olması gerekmiyor muydu?

^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^
Multimedya; Hila
Merhabalar, sizlerden bir isteğim var!
"Sizce, ölümün rengi nedir?"
Bunun hakkındaki düşüncelerinizi çok merak ediyor ve de heyecanla bekliyorum. Umarım görüş belirtirsiniz.

Okuyorsanız, sessiz kalmamanız en büyük ricam. Daha önce söylediğim gibi, yanlışlarımı belirtmediğiniz sürece yerime saymaya mahkum kalırım.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top