6.BÖLÜM "Son Bakış"
6. BÖLÜM
''Son Bakış''
Ölüm kelimesi geçtiğinde dahi tir tir titreyenlere ithafen.
İnsanlar, birbirlerine çeşitli sözler verirler. Bazılarının umurunda olmaz, bazıları ise ne olursa olsun, gerekirse hayatları pahasına verdikleri sözü yerine getirmeye ant içerler. Bu ant belki bir zehir olur, belki bir şerbet. Ama onlar, asla ne olduğuna bakmazlar. Her zaman ne olacağıyla ilgilenirler.
İşte ben de hep öylelerinden oldum. İster adım çıksın, ister canım... Hiçbir zaman yapacağım şeyden kuşku duymadım. Düşündüm düşünmesine, günlerce, haftalarca hatta aylarca belki de... Ama hep son anda karar verdim, hiç de pişman olmadım. Doğrusu, kendime bu hakkı vermedim.
Sanırım, korktum.
Pişmanlığın hem en acı, hem de en ekşi tadını bir anda almaktan, edecek tek bir kelam bulamayıp da "Keşke"ye kalmaktan çok korktum.
Kendimi robotlaştırdım. Rutinlerimin dışına çıkmaz, yeni kişilerle tanışmaz, yeni mekânlar görmez oldum. Yeni duygular tatmayı unuttum, tattıklarımdan da bir haz almaz oldum. Duygularımı yok edemedim, evet, yapamazdım da zaten ama körelttim.
Lakin bir bileyleyen her zaman çıkardı, çıktı da...
Babamın gidişi de tam duyarlılığımın en keskin zamanında olmuştu. Bu, ya benim için en iyisiydi ya da en kötüsü. Ya her duyguyu bir anda tadıp ham bir meyve olmaktan azledilecek, olgunluğa erişecektim, ya da bu gönül sızısına dayanamayıp ölecektim.
Babamın Edirne'de kaldığı kasabaya geldiğimde İstanbul'daki kışı görmemiş olsaydım, mevsimi kesinlikle ilkbahar zannederdim. Gördüğüm her yer en canlı renkleri cesurca kullanan usta bir ressamın elinden çıkmışçasına kusursuz görünüyordu.
Ve bu kusursuzluğun devamını babamın yüzünde de gördüm.
Yatağında yatmış, uyur gibiydi. Huzurlu olduğuna yemin edebilirdim, mutlu olduğuna da. Hatta yüzünde minik bir gülümseme gördüğümü bile iddia edebilirdim.
Bilmiyorum, belki de öyle görmek istediğimdendi ama babamın kendini huzurun kollarına pamuktan yatağa bırakır gibi bıraktığını derinlerimde bir yerde hissediyordum.
Babamla doyasıya vedalaştım. Bu süreyi yapabildiğim kadar uzatmaya çalıştım, onu saatlerce, yüzündeki her bir çizgiyi ezberlercesine izledim ve kokusunun son buramlarını içime çektim. Önümdeki zaman boyunca bu kokunun bana yetmesi gerekti, çünkü artık böylesine güzel kokmayacak, kokusu toprağın yoğunluğuna karışıp yok olacaktı. Cenazesi kaldırılırken nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde yalnız değildim. Kasabadaki onlarca erkek cenaze namazı kılınırken yanımdaydı, hepsi taziyeleriyle, iyi dilekleriyle "Yalnız değilsin!" dediler. "Baban yalnız değildi!" diye haykırdılar ve ben, hayatımda ilk defa gerçek minnet duygusunu yaşadım. Babamı İstanbul'a getirmedim, eğer isteğiyle buraya gelmişse bir bildiği vardır diye düşündüm.
Tabii bir de onu bu ılık renk cümbüşünden ayırıp İstanbul'un ayaz griliğine bırakmak pek akıllıca bir iş olmazdı.
Bir insan babası öldüğünde nasıl mutlu olabilirdi, nasıl gülümseyecek gücü kendinde bulabilirdi?
Ben mutluydum. Zaten doğrusu da buydu. Biliyordum ki babam, artık acı çekmiyordu. Kaderine yazılmış olan acıya ihanet etmişti belki de ama dünyada çekilecek onca acı varken bu pek Tanrı'nın umursayacağı bir şey olmazdı.
Kasabadan bir öğretmen de merak edip endişelenmemem gerektiğini, babamın ona çok yardımı dokunduğunu ve şimdi sıranın kendisinde olduğunu söylemiş, her zaman başucunda bir dua edenin, mezarını sulayanın olacağına dair söz verip içime su serpmişti.
Babamın yıllarca yaşadığı küçük eve son kez gidip bazı eşyaları yanıma almak istedim. Duvara asılı tek çerçevede annem, babam ve benim güler yüzümüzle, ki bu karedeki gülümsememiz kesinlikle gerçekti, çekindiğimiz fotoğraf duruyordu. Fotoğrafı, babamın bordo kaplı, sarı saman yapraklı, içinde şiirlerinin saklandığına emin olduğum defteri ve saksıdaki müge çiçeğini aldım.
Eminim ki babam onu her gün özenle sular, ona gözü gibi bakardı, ki zaten bu çiçeğin canlılığından ve toprağının nemli oluşundan belliydi. Evi terk etmeden önce her bir yanı son kez inceledim.
Bu minik yer kesinlikle babamı anlatıyordu. Gösterişsizdi, hatta buraya ilk defa gelen biri burayı eski bir harabe bile zannedebilirdi. Ama incelendiğinde öyle olmadığı herkesin görebileceği netlikteydi.
Eşyalar çok fazlaydı, özellikle de minik biblolar ve eskilerden kalma kalın kaplı, soluk renkli yapraklara sahip kitaplarla dolan raflar, odayı iyice dar gösteriyordu. Ama eminim ki babam bu bibloların duruşunda gördükleri ve kitapların içindeki her bir kelimeyle ruhunu geniş âlemlere gönderiyor ve asıl huzuru buluyordu.
Hatırlıyordum, annem babamın büyük bir şevkle aldığı minik bibloları çok gereksiz bulur, onun yerine pahalı ve altında ünlü isimlerin imzasını taşıyan tabloları tercih ederdi. Kitapları kalabalık olarak görür, kapaklarının tozlandığı hakkında şikâyet eder ve görünmeyecek bir yerlere koymasını isterdi. Hatta okuduklarını kütüphaneye bağışlaması konusunda ısrar eder ve "Evin kalabalığı kalksın," diye söylenirdi.
Oysaki babamın hayallerini süsleyen kendi kütüphanesini kurma ve her kitap hakkında fikre sahip olma düşüncesi onun benliğini oluşturan güzelliklerden biriydi.
Annem, eminim ki babamın her kitabı alfabe sırasıyla dizdiğini, her bir kitabın raftaki yerine babama göre kitaptaki en güzel satırı lila renkli minik kağıtlara yazdığını bilmezdi.
Okuduğu kitapları sorsanız, birincisini söyler, ikincisinde tıkanır kalırdı.
Ve babam, annemi okuyup da en sevdiği kitap karakteri olarak bilirken, annemin tavırları babamın kalbinde bir yerleri delip geçen, onu en çok üzen şeydi.
Babamın anneme aşkla bakan gözleriyle ve bırakmak istemezcesine, aynı zamanda korkakça tuttuğu elleriyle, kalbinde hazırlayıp diliyle sunduğu şiirlere birçok kez şahit olmuştum. Annem çoğu zaman bunu babamın her ne yaptıysa kendini affettirme yolu olarak düşünür, eğer babamın şanslı günüyse ya da annem sağından kalktıysa bir gülümsemeyle cevap verir, bir iki güzel kelimeyi beceriksizce bir araya getirmeye çalışırdı ama bu, babamı bir ömür boyunca mutlu etmeye yeterdi.
Sanırım babam böyle anların sınırlılığını bilerek kendini avutmak adına hatıraları gözlerinin önüne tekrar tekrar getirirdi.
Yol boyunca babamla yaşadığım iyi, kötü, ne varsa bir kez daha gün yüzüne çıkardım. Hepsini tek tek kontrol edip, boşlukları tamamlayıp ilk günkü gibi saklanacakları yere gönderdim. Babamın üzerini, üşümesin diye dualarımla örttüm, mutluluk çiçeklerimi yeniden ayaklarının dibine serdim ve yola devam ettim.
İstanbul'a geldiğimde ise aklımdaki ilk şey onu görmek ve adını sormaktı. Sürekli "O" kelimesini kullanmaktan bıkmış, güzelliğine hangi ismin yakıştırıldığını merak etmiştim. Saat sabah altıya geliyordu ve Edirne-İstanbul yolundaki dağların ardından kendini göğe çekmeye çalışan güneşi görüyordum.
Sadece beklemem gerekiyordu, güneş ne kadar kısa zaman içinde göğe tırmanabilirse, o kadar iyiydi. Çünkü güneş yokuş aşağı dinlenmeye giderken, ona göstereceklerim vardı.
"Hadi Nuran, yazabilirsin!" Diye kendimi motive edip, "Bitir artık, bir bölümü yazamadın!" Diye zorla telefonu elime alıp sonlandırdığım bölümü okumuş bulunuyorsunuz. Bölümü üç kere kontrol etmeme rağmen telefonun klavyesinin her şeyi anlamsızca düzenlemesi sebebiyle her seferinde yanlışlıklarla göz göze geldim, umarım son olarak güzel bir sonuç çıkmıştır.
Okuduysanız, düşüncelerinizi de belirtmenizi istiyorum, özellikle yanlışlıklarımı belirtmeniz yazımımda daha dikkatli olmam nedeniyle çok önemli.
^•^
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top