12.BÖLÜM ''Umut''
12. Bölüm:
''Umut''
7 Ağustos, benim ölümün ne demek olduğunu gördüğüm gün.
07.08.2007 tarihinde, küçük bir çocuğun gözlerinde, yüreğinde derin bir yara açıldı. Bir kız son nefes ne demek işitti, acı ağlayışları, haykırışları da, şoka girmiş bir ifadeyle öylece duvarı izleyenleri gördü, belledi.
Cansız bir bedenin göğsüne boşu boşuna bastırılan aletlerle hayata döndürülme çabasını izledi. Can olmak istedi.
Üç koca çocuğun babasını kaybedişini gördü, ölüm saati lafını duydu, ''Başınız sağolsun''ları belleğine kazıdı.
''Ben onsuz ne yapacağım''lardan sonra yaşanan günleri, canlanan gülüşleri gördü.
Küçük bir çocuk, beyaz bir kapının arkasından cansız bir bedene bakarak, ruhunu göremese de gitmemesi için yalvardı.
Bir annenin feryadını, bir eşin hayat arkadaşını sonsuzluğa uğurlayışını gördü. Bir kız çocuğunun babasının gidişinden sonra suskunluğuna hapsolduğunu, beyaz bir duvarın ötesini görürmüşçesine, o duvarı bakışlarıyla delermişçesine baktığını gördü, ''Anne'' dedi, ona dönmeyen bakışları belleğine kazıdı.
Bir kız çocuğunun yaralarına tuz olan anılarına ithafen.
Bugün, bu hikâyeye bir bölüm yayımlamayı borç bildim.
Yıldızların altında parıldayan şehir ışıklarını izlerken, yanımda ciğerimden bir nefesle, onların parıltısına kanmayacağıma yemin ettim içimden.
Kuzey yıldızından daha parlaktı şehrin yaramaz, yanıp sönen ışıkları. Fakat asla doğruyu göstermiyordu, gideceği yönü şaşırtırdı insana iyilik yapmadığı gibi... Karanlığı gizlerdi, oysa karanlık vardı. Kötülükleri, yalnızlığı gizlerdi. Oysa kötülük de, yalnızlık da o şehrin içinde yanıbaşımızdaydı.
Kandırıyordu, kanıyorduk. Yıldızları bırakıyorduk, ''Gözümün nuru'' dediğimizi terk ediyorduk, şehrin içine kendimizi atıyorduk, sonra kendimizi kaybediyorduk, bulamıyorduk. İlk yol ayrımında yeminlerimizi orada bırakıp bedenlerimizi gönderirdik o yollardan birine. Oysaki tek yapmamız gereken, o yeminlerimizi yolun sonuna kadar taşımaktı kalbimizde.
Fakat artık o yeminler, mühürlüydü gönülde. Ne yeminler çıkacaktı içinden, ne de kelimelerin mezarlarını sulayacaktık. Yeminler de, kelimeler de, yürekler de yaşayacaktı. Artık biliyorduk, ne gerek vardı keşke deyip önceden bilmek istemeyi üstelemeye, ne gerek vardı pişmanlıkları ömrün sınırlı zamanının önüne geçirmeye?
''Ölmek istedim, Çağdaş.
Doktor, onun üzerine vazife olmadığı halde bana kalan ömrümü söyledi. Bir kâğıda baktı, yüzümü inceledi ve bana yaşayacağım gün sayısını hiç çekinmeden söyledi. Fakat bu ömür biçici doktor nasılsa, bunun sebebini bir türlü söyleyemedi.
Nasıl bir doktorsa, hastalığımı bile bilemedi.
Ama buna rağmen bazı şeyleri söyleyebildi. Bir süre sonra unutabileceğimi, görüşümün bulanıklaşabileceğini, nefes almakta zorlanabileceğimi söyledi.
En çok unutmaktan korktum, Çağdaş.
Esasen o şubat gecesine kadar her şeyi göze almıştım. Ölümü kabullenmiştim. Beni dünyaya bağlı tutan tek şey, annemdi. Hayatla tek bağlantım oydu. Diğer her şeyi çoktan öldürmüştüm, içimde. Fakat annem, umursamamaya kıyamayacağım, öldüremeyeceğim kadar güzeldi. Ben de onun yaşama bensiz tutunabilmesi için bir arayış içine girdim. Bir de tabii... Ne kadar kabullensem de ölümü, korkuyordum.
Ölünce olacaklardan korkuyordum. Öldüğüm yetmezmiş gibi o toprağın altında her an boğulmaktan, sanki mutlu bir yirmi beş sene geçirmişim gibi geriye kalan sonsuz süreyi yine acı içerisinde geçirmekten korkuyordum. Karanlıktan korkuyordum. Yanına oturdum ve sana sordum.
Seni bu renk cümbüşünün içine kendi ellerimle soktum. Hayatını hiçe sayarak aslında hiç bulmak, bilmek zorunda olmadığın ölümün rengini sana sordum ve senin de en az benim kadar ölüm denen şeyin içine girmene sebep oldum.
Görüşmediğimiz süre boyunca düşündüm.
Ben ne acımasızmışım ki, seni yaşarken ölümü düşünmeye hapsetmişim, ne umursamazmışım ki bunca zaman bundan hiç rahatsız olmamışım. Ne arsızmışım ki, utanmadan bir de sürekli sana ölümü hatırlatmışım ve ne aptalmışım ki seni, korkularıma alet etmem yetmezmiş gibi bir de sığınak olarak görüp, annemi sana yamamaya çalışmışım.
Özür dilerim, Çağdaş.
Sonsuz kere özür dilerim. Yapabileceğim hiçbir şey yok bu aciz özürleri dillendirmekten başka... İnan bana çekip gideceğim. Zaten öleceğim, evet ama o zamana kadar gözükmeyeceğim gözüne. Unut beni, ben seni unutmadan unut ki, daha fazla yorulmayalım.''
Gözden düşen damlalarla, kalpten kaçan bin bir itirafla, hıçkırıklarla birlikte de olsa, ilk defa bu kadar uzun konuşmuştu Hila.
''Beni üz, beni ağlat. Ama ne olursun beni bırakma, beni öldürme.''
''Ölüm diyorum, Çağdaş...''
''Ama ben ölüm demiyorum, Hila. Bir gün zaten hepimiz öleceğiz, öyleyse ne önemi var bunun ne zaman olduğunun? Daha bir bebeğin ilk nefesi çok görülüyorken, annesinin kucağı hor görülüyorken ona, bizim bu konuda ne hakkımız var şikâyet etmeye? Unutacak mısın? Unut! Ama sakın bana unut deme, sakın bana ölüm hiç uğramayacakmış gibi konuşma, sakın yaşanacak zamanın hükmünü vermeye kalkma. Ne istiyorsun, senin haberini başkasından almak...''
Kesti sözümü.
''Benim haberimi hiç almamanı istiyorum.''
Kesin konuşuyordu, sertti sözü, netti sesi, titremiyordu. Fakat karşıya dikmişti gözlerini, çeviremiyordu bana. O menekşe gözlerden anlıyordum ben ne demek istediğini, anlıyordum ölmek istemediğini, bırakmak istemediğini, eğer yapabilseydi burada kalmak istediğini...
''Seni seviyorum.''
Biliyordu, biliyordum.
''Bir insana neden yar denilir, biliyor musun Hila?
Eğer ''O'' dediğin insan senin yaran olmuşsa, yüreğini kanatmışsa, düşürmüşse gözünden, gönlünden gelen bir damla yaşı, yetmişse küçücük bedeniyle bir yumruk kadar kalbin göğsünü delmesine, işte ondan yar denilir.
Benim kalbim, senin avucunun içine sığacak kadar. Atabilirsin şu uçurumdan aşağı, sıkabilirsin paramparça etmek istercesine, binlerce kez kanatabilirsin türlü işkencelerle. Ama o kalp, ne olursa olsun o yarın elinde atacak, yaşamı da, ölümü de onda tadacak. Mecbur buna.
Ben de sana yüreğimden ''Yar'' diyeceğim bundan sonra.
Yaralarımın sahibi oldun, ondan ''yar'' oldu adın, Hila. Burada...'' dedim göğsüme vurarak, ''Burada senin elinden, dilinden, gözünden, tırnağından yaralar olmasaydı, ne anlamı kalacaktı seni sevmemin?''
Derin bir nefes aldı, yanaklarında gözyaşlarının çizdiği yol parlıyordu.
''Bir sevginin kollarına kendimi atacak, o aşkı yaşayacak kadar zamanım olsaydı, hiç kuşkusuz kalırdım burada, biliyorsun.''
''Ama buradasın, demek ki hala zamanımız var, hala alıyorsak nefesi ve bir nefeslik daha zamanımız varsa, bir aşkı ömrümüze sığdırabiliriz demektir. Aldığın her nefese şükret ki, can bulsun aşkımız.''
''Aldığım her nefes beni biraz daha yaklaştırıyor ölüme, sen ise benden aldığım her nefese şükretmemi istiyorsun...''
''Aldığın her nefes, seninle olabilmem için bir umutken, nasıl şükretmiyorsun...''
''Umuttan bahsetme, Çağdaş. Umudun olmadığı bir anda umuttan bahsetmek gibi bir saçmalığa karışmaya, bir beklenti yaratmaya gerek yok. Ben bunu yapmayı uzun zaman önce bıraktım. ''
''Ölümün olduğu bir yaşamda umut varsa, umudun olmadığı bir an olabilir mi Hila? Neden cehennem ediyorsun zamanı kendine? Her ölüm erkendir nihayetinde. Kim bilir, belki buradan ayrıldıktan, vedalaştıktan sonra seninle, Azrail'e yenik düşeceğim ben de. Garantisini verebilir misin yaşayacağımın? Ne ölüm, ne yaşam... Bizim üzerinde hükmümüzün olmadığı, sözümüzün geçmediği şeyler. Bunu adın gibi biliyorsun da, ne diye zorlaştırıyorsun?''
''Doğru söylüyorsun Çağdaş, bilemeyiz bunları. Ama senin söylediklerinin aksine bana ne kadar yaşayabileceğimi söylemiş biri var. Ne kadar mutlu, umutlu olabilirim? Daha ne kadar bağlanabilirim hayata akıbetim her an yanımda gölgeyken?''
''Biliyorum, yoruldun. Kim bilir sen ne zamandır yaşıyorsun bunun korkusunu, fakat ben tam da şuan bir karar verdim.''
''Ne, ne kararı?''
''Her anımı dolu dolu yaşayacağım, az önce söylerken anladım, çok dokundu bana. Ya buradan gittikten, senden ayrıldıktan saniyeler sonra ölürsem? Ya cümlem bittiği an bir nefes almaya daha hakkım kalmazsa? İşte bu yüzden, her anımı gerçekten yaşayacağım, yaşarmış gibi değil, sahiden yaşayacağım. Tam da az önce çarptı bu gerçeklik yüzüme, yirmi altı yıl boyunca yaptığım gibi yapmayacağım. Kahkahalarla, sesimi saklamadan güleceğim tam da şu saniyeden sonra, gidişleri yok saymayacağım, hep iyi yönden bakmayacağım, gerekirse hıçkırıklarım ciğerimi delene kadar ağlayacağım, hüngür hüngür. Omuzlarımı sarsarak değil, yerlere kapanarak ağlayacağım. Her şeyi en derinimde yaşayacağım, acıyı da, sevinci de... Evet, evet işte tam da şuan, buna karar verdim. Ama tüm bunları söylerken bir anda terk etmedim seni, hala alıyorum nefesi... Demek ki gerçekten var bu umut denen meret, görüyorsun değil mi?''
''Evet, gitmedin, gidebilirdin... Ama...''
''Aması falan yok artık. Her söylediğimin aslında ne kadar doğru, ne kadar gerçek olduğunu biliyorsun.''
Şimdiye kadar telaşla söylediğim tüm sözcükler, birden söndü gitti. Ani bir durgunluk çöktü, suyun altındaymışçasına yoğun bir baskı hissettim ciğerlerimde, nefes almaya çalışırken. Durgundum, sordum.
''Hiç mi oluru yok yani? Hiç mi duramazsın buralarda, biraz daha?''
''Maalesef,'' Dedi buğulu sesiyle ''Olmuyormuş. Herhalde artık yaşama ihtimalim, gökyüzünü hiç kullanılmamış gibi yenileyebilmekle eşdeğer. Olmuyormuş işte. Doktor diye çağırılan insan müsveddesi söyledi. Neresi doktorsa artık, hastalığımı bile bilemedi.''
Yeniden o telaşlı halime büründüm, duygularımız öyle çabuk değişiyordu ki, kendimizi anlamakta dahi güçlük çekiyorduk. Fakat bir insan ne kadar sağlıklı bir ruh halinde olabilirdi, ölüme bu denli yaklaştığı bir anda? Soğumuştu hava, yavaş ama tesiri yüksek olan rüzgâr canımı acıtmaya başlamıştı. Üşümüyordum. O rüzgâr, estikçe içimdeki narı harlandırıyor, aleve dönüştürüyordu. Hızlıca kalktım oturduğum yerden, ellerinden tuttuğum gibi Hila'yı da kaldırdım aceleyle.
''Hadi, gidelim. Üşüteceğiz daha fazla durursak burada.''
İtiraz etmedi, yürüdük, ulaştık yeni bir yol ayrımına. İkimizin de kafasında cevapsız bin türlü soru vardı. Soramıyorduk, çünkü az önce sorduğumda aldığım cevabın netliği, aslında bildiğim ama bilmek istemediğim, bilmezlikten geldiğim tüm gerçekleri tekrar tekrar yüzüme vuracaktı acımadan. İkimiz de korkuyorduk bundan.
Hila'yı evine bıraktım, sonra onu yarın evinden alacağımı söyledim. Kafasını salladı, geleceğimi biliyordu.
Ters istikamete doğru kendi evime gitmek için ilerledim. Sıkıyordum kendimi, öylesine sıkıyordum ki titremeye başlamıştım istemsizce. Yüzüm yanıyor, kalbim acıyordu. Daha fazla uzaklaştım Hila'nın evinden, caddeleri aştım.
Sonra ağladım, ciğerim sökülürcesine yerinden. Kendime verdiğim sözü yerine getirdim, serildim caddeye. İki elimin desteğiyle caddede dururken, gece yarısı, kimse yokken hayatımda hiç ağlamadığım kadar ağladım. Bu hayatta umut diye bir şeyin olmadığını bilecek kadar çok yaşamıştım. Fakat inanmak, inandırmak zorundaydım. O an omuzlarımdaki yükün ağırlığına dayanamadım, başımı kaldırım taşlarına dayadım.
Ölecekti, bir ölümü daha nasıl görecekti bu aciz Çağdaş, nasıl katlanabilecekti, nasıl dayanabilecekti bir sevdiğinin daha mezarını sulamaya? Gözyaşlarım kaldırım taşlarına yağmur damlaları gibi düşerken, tek bir şey diledim Tanrı'dan...
''Varsa ruhumuzun gideceği bir yer, orada Hila'yı çabucak bulmamı nasip et, aciz Çağdaş, ancak bunun inancıyla bekleyebilir burada...''
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top