10.BÖLÜM "Yangın"
Dertlerini denize atamayan, bütün girişimlerinde boğulma tehlikesiyle yüz yüze gelen herkes için...
Aklı karışırdı bazen insanın... Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez, hareket edemez, öylece kalırdı olduğu yerde. Hila kolumdan tutup mutfağa getirmeseydi beni, sanıyorum ki orada saatler boyunca kalacaktım. Şimdi ise mutfak masasının etrafındaki karşılıklı sandalyelere oturmuş, birbirimize gözlerimizi dikmiş bakıyorduk. Ben açıklama bekliyordum, o ise büyük ihtimalle özenli bir şekilde cümlelerini kuruyordu.
Bir süre daha bekledik o halde. Heyecanlı değildim, korkmuyordum, üzülmüyordum da... Ya da aslında bütün duyguları bir miktar hissediyor ama ayırt edemiyordum. Diyorum ya, karmakarışıktım. Geçen süre boyunca Hila herhangi bir ses vermediğine göre, bir şeyler sormalıydım.
"Annen, çok güzel bir kadın. Tıpkı senin gibi." Diyerek düşüncelerimi belirttim. Gülümseyerek karşılık verdi. "Evet, öyle. Teşekkürler."
Konuşmayı devam ettirmezsem, sanıyorum ki sonsuza kadar susabilirdik. "Ne zamandan beri böyle?"
"Dokuz yıl oldu, on altı yaşındaydım. Henüz lise ikideydim."
"Zor olmalı...Peki, nasıl oldu bu?" Dedim söyleyecek şeyler gitgide kısıtlandığının sinyalini verip, beynimde nefessiz kalırken. "Zor olmalı tabi... Ama annem için. Benim ona karşı takınabileceğim tek tavır ancak ölmediği için ona minnet duymak olabilir." Derin bir nefes çekerek devam etti. Nefes değildi sanki, bu evdeki tüm hatıraları doldurmuş gibiydi içine, yüzü öyle bir acıyla kasılmıştı ki... "Daha fazla can çekişmene gerek yok beni konuşturmak için. Biraz, uzun konuşacağım, kusura bakma."Bir nefes daha çekti içine, aynı bir önceki gibi. Göz bebeklerinin endişeyle titreyişi gözümden kaçmamıştı, maalesef. "Az önce de söyledim ya, annem ben on altı yaşındayken feci bir trafik kazasında başrol oynadı. Yaşaması, büyük bir mucize. Kaç kere yaşaması için hiçbir umut olmadığını, benim de kendimi yıpratmamam, hayatıma devam etmem gerektiğini duydum beyaz önlüklü adamlardan... Eve dönemiyordum, tek başıma kalmaya korktuğumdan. Babamı zaten hiç görmedim. Kaptandı uçsuz bucaksız okyanuslarda. Annem her gece ben uyurken babamın beni gelip öptüğünü söylerdi. İnanırdım. İnanmaya ihtiyacım vardı çünkü. Babamın kaptan olduğu doğru, evet ama seferlerde olduğu yalandı. Babam, daha ben doğmadan kaybolmuş mavi sularda. Sence mavilikler arasında mıdır, yoksa çoktan güneş ışığının dahi ulaşamadığı karanlıklarda, okyanusun derinliklerine bir damla mı olmuştur?" Dalgın yüzü birden hayaller ardındaki gerçeklerin farkına varmışçasına kasılıp kendine geldi. "Her neyse işte... Annem hakkında hiçbir umut zerresinin kalmadığı bir zamanda, annemin uyandığını söylediler. Tam onun öleceğini kendime zorla kabul ettirmiş, hatta kendimi buna hazırlamışken. Ama... Ama yatağa bağlı yaşayacağını söylediler. Yürüyemez, konuşamaz, hatta doğru düzgün gülemez bile. Yani, senin annen bir daha seni asla sarmalayamaz, yaşamın hakkında hiçbir öğüt vermez, sadece bakar sen konuşurken, anladığı meçhul gözlerle..." Gözlerinden akan yaşları sildi, "O'na ancak yaşadığı için teşekkür edebilirim, beni yalnız bırakmadığı için... Ama ben çoktan onun bana teşekkür edebileceği sebepleri yok ettim. Gideceğim."
"Bunu, biraz daha açabilir misin? Nasıl, nereye gideceksin?"
Sorduğum soruya hiçbir cevap vermedi. Bana aktardıkları sadece yüzünden okuyabildiklerimdi ve onların bu kadar kısıtlı oluşu, bana oldukça ciddi ve içinden çıkılması zor bir durumda olduğumuz hakkında beynimin içinde sivrisineğin vızıldayışı gibi sesler gönderiyor, kafamı biryerlere vurmam ve buna bir son vermem için beni zorluyordu.
Anlattığı onca şeyden sonra bunu söylemesi... "Ne demek gideceğim? Bunca şey anlattıktan sonra onu böyle, burada bırakmayı mı düşünüyorsun!" Anlamsızca belki ama... İçimi öyle bir sinir, korku kaplamıştı ki, bağırmak istiyordum ses tellerimi yırtarcasına, ama annesi duyabiliyordu, biliyordum. Devam ettim.
"Babanın çoktan gittiğini az önce sen söyledin. Nasıl gideceğim diyebilirsin, o sırf senin için tutunmuşken hayata? Belki de ölüm onun için en iyi seçenekti böyle yaşamaktansa... O senin için yaşamayı göze almışken, en büyük iğrençliklerin çöplüğü olan dünyaya geri dönmüşken ne demek gideceğim!"
"Seni boşuna mı buldum sanıyorsun!" Sesini kontrol edemeden bağırmıştı. Titriyordu, görüyordum. Ve gözyaşları... Konuşmaya başladığından beri akan gözyaşlarını da unutmamak lazımdı. "Onu daha fazla harap etmemem gerek, o duygularını bana dökemiyor, ancak bir iki gözyaşı. Bana canının acıdığını bile söyleyemiyor! Sırtındaki yaraları bir görsen, kim bilir ne kadar acı çekiyor. Sürekli aynı yerde, sıkılıyor, nefes bile alamaz hale geliyor. Dünyada olan biten hiçbir şeyden haberi yok. Onun gözleri, ancak koltuğun karşısındaki pencere. Perdeyi kapatsam, kör oluyor. Bu ev, onu ölmeden mezara koyuyor gibi, düşünsene. Dokuz yıl... Dokuz yıldır tıkılıp kaldı bu eve. O yüzden seni buldum..."
Onun bağırışları, benim boğazımı yakmıştı, kısılmıştı sesim.
"O senin için yaşıyorken, onu terk mi edeceksin." Dedim. "O, bunları kimseye söyleyemeyecek, senin gitmen hiçbir şey değiştirmeyecek."
"Neden anlamıyorsun..." Dedi acının en içten okunduğu şiir gibi sesiyle. "Onun için sonsuza kadar yaşamak isterim, onun hakkını hiçbir şekilde ödeyemem, sonuna kadar ona adamak isterim ömrümü ama... Ama sen Tanrı'yı olduğundan daha merhametli görüyorsun. O, bunları yapmama hiçbir şekilde fırsat vermiyor!"
Ona karşı yapabileceğim tek şey bakmaktı, boş, bomboş gözlerle. Ben, annemi asla hayatımın merkezine koymamıştım, varlığını dahi unutmak istemiştim. Onun, annesini böylesine sevmesi, dokunuyordu bana. Çünkü ona verebileceğim hiçbir teselli yoktu.
"Bak, benim annem öldü, tanıştığımız gece. Onun hakkındaki cümlelerimin yokluğunu ilk defa şimdi sana yardım edebilecek hiçbir şeyim olmadığını fark ettiğimde yaşıyorum. Ama sana ölümün kötü bir şey olmadığını söyledim, eğer korktuğun buysa, ölümün rengini bulacağımız adına sana söz veriyorum. Lütfen annen..." Dehşet ifadesiyle donmuş olan yüzüne baktığımda sesim otomatikman kesildi. Gerçekten, onu hiçbir zaman böylesine acı çekerken görmemiştim. "Neden anlamamakta direniyorsun." Dedi sormayan sesiyle. "Ölümün rengini kendim için arıyorum." Anlamayan gözlerle ona baktığım her saniye, yüz ifadesi içindekilerin daha da çıkmaza girdiğinin habercisi oluyordu.
"Ölümün rengini bilmeye ihtiyacı olan benim, gidecek olan benim. Anneme borçlu kalacak olan benim. Ben, seni kendim için buldum. Neden anlamıyorsun..."
Sesindeki dehşet beni çoktan yaralamışken, söyledikleriyle kan kırmızısından etrafımı göremeyecek hale gelmiştim. Aptal değildim, her söylediğini kelimesi kelimesine anlıyordum. Aptal olmayı istedim.
Bir insan neden acı çeker? Neden yaralanır? Neden ruhu alev alır? Ben, onun gideceğini rüyamda gördüğümde ruhum harla bezenmişti. Şimdi gideceğini kendi ağzından duyuyordum, ruhum yanıyordu. Neden yakıyordu?
Ruhumun kanamasının şiddetlendiğini hissediyordum, en derinlerimde. Gözümün önüne inen bembeyaz perde, bana hiçbir şey anımsatmıyordu.
Yavaş hareketlerle gözlerine doğru çıktı bakışlarım. Gözleri, mavinin en güzel tonuydu aslında ama şuan görebildiğim tek şey ağlamasının da etkisiyle grileşen gözleriydi. Her geçen saniye nefes alamayacak hale adım adım yaklaşıyordum. Etraftaki oksijen git gide azalıyordu, başım dönmeye, etraftaki görüntüler tek tek silikleşmeye, renkler sönükleşmeye başlamıştı.
Onların azalması, içimin yangınına yel oluyordu. Estikçe esiyor, her bir yana dağıtıyordu alevleri. Yapmasaydı, dursaydı ya... Etrafı inceleyen gözlerimi tekrar Hila'nın gözlerine diktim.
Birbirimize ayna olmuş gibiydik. Ben nasılsam, o da aynı öyle görünüyordu. Daha fazla burada duramayacaktım.
Mutfaktan hızlı adımlarla çıktım, evden çıkmak için aynı tempoda devam ederken, gözlerim sol tarafıma kaydı. Hila'nın annesi, hayatımda gördüğüm en güzel anneydi. En güçlü, en fedakar, en şanssız...
Benim gözlerimden düşen bilmem kaçıncı damla yaşla eş zamanlı olarak onun gözlerinden düşen yaş, kalbime inip tuzu ile yaktı, tüm çıplaklığıyla hala atmaya direnen kalbimi. Hila'nın gözyaşlarının oluşturduğu göle, bir damla daha karışmıştı böylece.
Yakıyordu.
Yanıyordum.
Sönmüyordu.
Bir adım daha atarak çıktım evden. Bu gece İstanbul sokakları her zamankinden daha kirli, daha yorgun, daha bulanıktı.
Sahile gittim. Marmara'dan ilk defa İstanbul'a kattığı nemli hava yüzünden nefret etmiştim.
Nefes alamıyordum.
Öylesine basıktı ki tüm dünya, gökyüzünün yeryüzüne aslında ne kadar da yakın olduğunu ilk defa şimdi fark etmiştim.
Ölümün rengini bulmaya dair tüm isteğim, heyecanım, hayranlığım yok olmuştu. Ne istiyordu benden, onu kendi ellerimle ölüme hazırlamamı mı?
Yapamazdım.
O adım adım uzaklaşırken, ardından bakamazdım. Ben bunu bile yapamayacak durumdayken, o bir de benden arkasından su dökmemi bekliyordu.
Marmara, gittikçe kararıyor, yükseliyor, beni boğuyordu. Ve ben, yüzmeyi bildiğim halde hiçbir şeye karşı koyamıyordum.
Dünya başınıza yıkıldığında, denizi olan bir şehirde yaşamak ancak sizi boğmaya yarardı.
Yaşama dair daha fazla hiçbir şey görmek istemiyordum. Tüm bu yerler, ancak Hila'nın aldığı nefesin karıştığı hava sayesinde güzeldi.
Tanrı, bana oyun oynamaktan hala bıkmamıştı. Şu sıralar gördüğü tek kişi ben olabilirdim hatta, yaşayabileceğim tüm duyguları bana en üst seviyede tattırmıştı. Benim hayata karşı olan sükunum ya da sakinliğimden de sıkılmış olabilirdi. Haykırmam, bağırıp çağırmam, isyan etmemi istiyordu sanırım.
Ya da tüm içtenliğiyle içimdekileri döküp hafiflemem için zorluyordu beni.
Benimse yaptığım tek şey, anormal bir şekilde boş ve sessiz olan caddelerde yürüyor olmamdı. Nereye gittiğimi bilmediğimi sanıyordum ama ayaklarımın beni evime getirdiğini farkettiğimde, içimde koca bir minnet duygusu varlığını göstermişti. Henüz onca duygu arasında seçebildiğim bu kadardı.
Çıktığım her merdiven güçlükle taşıdığım bedenimin sırtına ağır tuğlalar eklemekten çekinmiyor, olduğum yere yığılmam için ayrı bir uğraş sarf ediyordu. En sonunda yatağa ulaştığımda ise, tam kendimi bırakacakken aklıma gelenlerden dolayı durdum.
Beni onun gideceğinden ilk haberdar eden bu yataktı. Rüyaydı, uykuydu hatta.
Kendimi onların kollarına bırakamazdım. Bu, onun gideceğine inandım demekti. Umudumun dibine çökmüş kısımları bile bitti, tükendi demekti.
Zaten bu halde değil miydim?
Kendimi kaçınılmaz sona doğru bırakırken, hislerimden birini daha ayırt edebilmeyi becermiştim.
Daha öncesinde kendime bunu duymam için asla fırsat vermediğim his... Pişmanlık.
^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^•^
Geçen bölüm yaptığınız tüm tahminler için, okuduğunuz, düşüncelerinizi içtenlikle belirttiğiniz, beni yalnız bırakmadığınız için sonsuz teşekkürler.
Bu bölümde de geçen bölümdeki gibi ölümün rengi hakkındaki tahminlerinizi ve ayrıca bölümdeki en beğendiğiniz kısmı öğrenmek istiyorum. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin :)
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top