4. KARANLIĞIN RUHU

4, KARANLIĞIN RUHU

🎼David Kushner - Skin and Bones

Ertesi gün her şey, biraz daha karanlıktı.

Sadece ev değil, gökyüzü ve fark edebildiğim diğer her şey. Hissettiğim ürperti bile karanlıktı. Yokladığım anılarım, yüzleştiğim çocukluk hatıralarım, geçmişime açılan kapının aralığından yansıyan loş ışık... Parlaklık bile karanlığın arkasında kalmıştı.

Onunla ikinci karşılaşmamızın bu kadar çabuk gerçekleşeceğini tahmin etmezdim. Dünün akşamında ve gecenin ilerleyen saatlerinde hep aynı şeyi düşündüğümden bedenimin verdiği gergin tepkiler de azalarak kaybolmuştu. Aslında benim için korkunçluğunu yitireli uzun bir zaman olmuştu. Raven'ı ilk gördüğümde. Her şeyin başladığı o noktadan itibaren, varlığına inanmaya hazırdım. Hayalete veya hayalet hakkında anlatılanlara, gazaplı ruha ya da şeytani zekasına. Sanki ben, buna inanmaya elverişli olduğum için buradaydım.

Onlara benzemediğimi düşünsem de, ailemden aktarılan birtakım genetik mirasa istemsizce sahiptim. Bunların büyük bir kısmı keskin koku algısı, açık duyular, yüreğimin derinlerine sızan -çoğu rahatsız edici- hisler, duygu yoğunluğu ve uyuduğum mekanla bağlantılı rüyalardan oluşuyordu. Annem bir keresinde bana, benim kadar açık duyumsamak uğruna birçok özelliğinden vazgeçebileceğini itiraf etmişti. Babam da alışırsam geçebileceğini söylemişti. Bense sadece ablam gibi normal olmayı istemiştim.

Hassaslık... Sahip olduğum her şeyin nedeni ve sebep olduğum her şeyin sonucuydu bu. Biri beni, kat be kat ördüğüm duvarları aşacak kadar tanısa bile böyle naif bir karakter özelliğiyle bağdaştırmazdı. İnsanlar için Aden, diğer kızlardan daha farklı bir giyim tarzıydı. Aden saçlarını asla boyamamaktı. Aden dizlerini aceleci hamlelerle kanatmaktı. Aden ağlayacak kadar kırılmamak ve kahkaha atacak kadar mutlu olmamaktı. Oysa Aden, özellikle de kendi duygularından mahrum bırakılmaktı.

Etrafımdaki her şeyi hissettiğimi ya da geleceğe dair önsezilerim olduğunu söyleyemem. Medyum veya falcı hiç değilim. İnsanların ilahi kaderi kurcalaması da hoşuma gitmez çünkü inançlı biriyim. Bu açıdan bakıldığında, hassaslığımın nasıl adlandırılacağını bilmiyorum. Bildiğim en iyi şeyse, yaradılışı benimkine benzeyenlerin arkeolog olabileceği. En ihtiyaç duyduğum anda ortadan kaybolabilecekleri.

Kasabada dördüncü günümdü ve ben ilk kez dışarı adım atmamıştım. Odamın önündeki duvara sırtımı yaslayıp, dünden beri kapalı duran kapıyı izlerken neredeyse hiç kıpırdamamıştım. İlay'a açıklama yapmak zordu ve araştırmasına odaklanmışken onu meşgul etmeye vicdanım el vermiyordu. Bu ana yalnız yakalanmamak için gerekeni yaparak Deha'yı aradım.

"Selam," diye tekrar etti. "Ben de seninle konuşmayı düşünüyordum. Orada her şey yolunda mı?"

"Henüz aklımı kaçırmadım."

"Öyleyse iyisin."

Koridordun diğer ucuna baktım. "Bu anlama mı geliyor?"

"Seni duyamıyorum."

"Diyorum ki evet, ben iyiyim." Hayalet etrafımdayken ona başıma gelenleri anlatmam aptallık olurdu. Kulaklarımı tekrar kaşıdım, şu anda bir yerlere gizlenip beni dinlediği belli oluyordu.

"Gerçeküstü bir şey olmamasına sevindim," dedi gülerek. "Eğer istersen buluşabiliriz. Sen, ben ve kardeşlerim."

Alt dudağımı dişlerken derin bir nefes aldım. Hangi tercihin daha mantıklı olacağı ortadaydı fakat ben çoktan diğerini seçmiştim. "İlay'ı yalnız bırakamam."

"Elbette, haklısın." Sesindeki kabullenmiş ton, üzgün bir nefesi beraberinde getirdi. "Öyleyse biz yanınıza gelelim."

"Bugün mü?"

"Başka bir planın yoksa." Sarp'ın, "Başını belaya sokmak dışında," diye seslendiğini duyduğumda zorlukla gülümsedim. Bir araya gelmişlerken onları nasıl geri çevireceğimi bilmiyordum. "Dilersen Simay da sizinle kalabilir. Babam bunu sorun etmez."

Düşünceli bir şekilde saçlarımı karıştırırken koridorun karşı yakasına yürüyerek birkaç adımda odamın tam önüne ulaştım. Kapıyı açarken, hayaletle tekrardan karşılaşma ihtimalim sebebiyle soluğumu tuttum. Belki bu kez çığlık atardım ve dışarıdan birilerinin haberi olurdu. Belki bu kez kendimi mücadele etmek zorunda hissetmezdim ve tepkimi koyuverirdim.

Deha'ya çaktırmadan zaman kazanmak amacıyla, "Dün gece de İlay'la uyudum," dedim.

Boşluğa kulak kabartarak düne kıyasla bugün temiz olan tahtanın üzerinde yürürken, hayaletin varlığını hissetmeye çalıştım.

"Zor olacağını tahmin etmeliydim. Her şeyi söylemek için acele etmeme gerek yoktu ama biliyorsun, güven anlaşması."

"Doğru olanı yaptın," dediğimde kitaplığımı incelemeye başladım. Raven, yere attığı kitaplarımı sanki özür dilemek ister gibi toplamıştı ve benim öfkeyle yerleştirdiğim hâlinden daha kusursuzdu.

"Böyle düşünmene sevindim ama seni her şeyi bilirken tek başına bırakmamalıyız."

Okuduğum kitaptaki ayracın bile doğru sayfada olmasına istemsizce gülümsedim. "Yalnız olduğum pek söylenemez."

"Bu, bizi davet ettiğin anlamına mı geliyor?"

Özenle düzenlenmiş yatağımın ucuna oturduğumda parmaklarımı rafın yüzeyinde gezdirdim. "Sizin için hazırlık yaptığım bir başka gün." Daha kısık sesle ekledim. "Ama bugün, o gün değil."

Deha'nın duraksadığını fark etsem de o yeniden konuşana dek bir şey söylemedim. Sağlıklı düşünmek için sağlıklı şeyler yaşamak lazımdı ve ben sırf merak ettiklerim uğruna belki de mantıksız bir karar veriyordum. Sorun yoktu, yaptığım ilk anlamsız şey bu değildi.

"Pekâlâ," dedi harfleri uzatarak. "Sen kendini nasıl daha iyi hissedeceksen."

"Tamam," diye mırıldandım dalgınlıkla.

Kardeşlerini kovduğunu anladığım fısıltıların sonunda, "Raven'ı bilmene rağmen mi iyisin?" sorusunu sessizce dile getirdi.

Sırtımı geriye kaydırıp duvarla buluşturduğumda, gözlerimin alabildiği kadarıyla derli toplu odamı inceledim. "Her şey yolunda. Bana pek korkunç gelmiyor hatta ve hatta neredeyse ilgi çekici."

"Hayalet mi yoksa evi mi?"

Bu kez biraz rahatsız etsem de, "Halk efsaneleri dinlemeye değer," dedim. "Sadece bunu söylemek istedim."

"Korkmandansa dalgaya almanı tercih ederim."

Konuyu bağlama biçimim yine canını sıkmış olmalıydı. Sessizliğin içinde titrek bir nefes verdim. "Haklısın, sonra tekrar konuşuruz."

Telefonu kapattığımda bacaklarımı kendime çektim. Deha'nın da tavsiye ettiği gibi gitmeliydik, doğru olan buydu. Başıma gelen birkaç enteresan olayın büyüsüne kapılmam normal değildi. Hem belki yaşadığımız şehre dönünce çabucak olmasa da bir kısmını unutabilirdim. Belki bunun için bir daha kuzenlerimle konuşmamam bile gerekebilirdi. Hem zaten ben buraya gelmeyi hiç istememişim ki.

"Benden o kadar korkmuyorsun ya da..."

"Ya da ne?"

"Belki de hayatında gördüğün ilk hayalet değilimdir."

Ben buraya sanki çekilmiştim.

Odamdan çıktığımda salona inmek için merdivenlere saptım ama yemek odası görüş alanıma girince durdum. Ne kadar yardımcı olacağını bilmesek de İlay'la birlikte evde bulabildiğimiz tüm kitapları toplamıştık. Depoda eski dergiler de vardı, hepsini bir sanat eseri gibi dikkatle yukarı taşımıştık. İlay kahvaltıdan beri büyük bir iştahla bunları kurcalıyordu. O kadar odaklanmıştı ki çatı katına çıkıp bir delilik yaptığımı hiçbir koşulda fark etmezdi.

Evin rutubetli yapısına bağladığım gerginlik etrafımı sararken bir kez daha geriye döndüm. Elimi tırabzandan çekmeyerek basamakları tırmanırken kendimi isteksiz olduğuma ikna etmeye çalıştım. Heyecanlı değil korkak, meraklı değil mecbur gibi. Topuzlu kulpu tuttuğumda pencerenin açık değil, kapının kilitli olmasını dilermiş gibi.

Gıcırdayarak dönen yuvarlak kolun ardından kapı usulca açıldı. İlk andan itibaren ayakkabımın ucuna açık renk kumlar doluştu. Ayaklarımı refleksle geriye çektim. Boğazımda kımıldanan öksürük olduğu yerde kaldı çünkü yine, zamanın durduğu bir andı.

Buna sebep olan onun inatçı doğasıydı. Çatı katı yerden metrelerce yüksekte olduğu hâlde gözle görülür bir toz yığını her yanı kaplamıştı. Kirlilik için kendince özür dilemek istiyor ama beceremiyor gibi yırtıcı bakıyordu. "Aden," dediğinde gözlerindeki bazı anlamlar da yumuşadı.

Etrafı anlama bahanesiyle gözlerimi kaçırdım. İlk gün uzaktan incelediğimiz bu yerde birkaç koli, kenarlarını tahta kuruları yemiş eski bir komodin ve küçük bir sandık vardı. Birileri uzun yıllar önce taşınmayı becerememiş ya da aceleyle çıkmış görünüyordu.

"Adımı nereden biliyorsun?" Şükürler olsun ki tüm mantık dışı olaylara rağmen bu mantıklı soruyu es geçmemiştim.

İşaret parmaklarını imayla kulaklarına doğrulttu. "Sen benimkini nasıl öğrendiysen."

"Kasabada epey popülersin."

Gülümsemiş miydi? Gerçekten bir hayaleti boşboğazlığım sebebiyle güldürmüş müydüm? Dudağım ona eşlik etmek ister gibi kıvrılmaya çalışıyordu. Dürüst olayım, aslında korkudan ağzım seğiriyordu.

"O gün ormanda beni kurtaran sendin, değil mi?" Bir an bile düşünmeden başını salladı. Benimle oyun oynayacağını, alayla reddedeceğini zannetmiştim. En iyi ihtimalle bu uzun uykumdan uyanacağımı. "Neden?"

Sırtını rahat bir şekilde duvara yasladı. Dünyanın en sıradan hareketiyle beni yine büyülendiğinden habersiz, kollarını göğsünde bağladı. "Çünkü yardıma ihtiyacın vardı."

"Bu çok kafa karıştırıcı," diye mırıldanmaya engel olamadım.

"Bir şeyleri ben yapınca böyle oluyor."

"Sanırım buradaki insanlar senin asla iyilik yapmayacağına inanıyor."

İlay işkillenmesin diye kapattığım kapının tam önünde durmaya devam ediyordum ve Raven söylediğime değil, tetikteki hâlime alınmış gibi görünüyordu. "Kasabalıların tutumunu biliyorum ama ben seninkini öğrenmek istiyorum."

"Taraf tutmuyorum."

Güldü. "Anlaşma yapmayı seven bir kızsın."

Yutkundum. Kıpırdanan ellerine baksam da yeniden gözleriyle buluştum. "Anladığıma pek emin değilim."

"Renkli gözlü olanla yaptığınızın adı bu değil mi? Güven anlaşması. Sonsuzluk yemini gibi bir şey mi?"

Deha haklıydı, bizi dinlemişti. Öyleyse ansızın esen rüzgârın hatta şeytan kulesinin sebebi bile açık ve net bir şekilde hayaletti.

"Birbirimize güvenebilmek için söz verdik."

Uzun uzun konuşmuşum gibi dikkatle dinledikten sonra, "Hakkımdakileri anlatarak benim de güvenli bölgeme girdi," dedi.

Deha'ya kinlenmiş görünmesi ondan daha fazla korkmama neden oluyordu. Bu kadar yakınken yüz yüze sohbet etmemizden hemen sonra.

"Aslında tam tersi, senden bahsetmemek için epey direndi ama verdiğimiz söze ihanet etmek istemedi." Kapıya çok sıkı yaslandığımı fark etmeye başlasam da bu noktadan sonra vücudumu serbest bırakma riskini göze alamazdım. "Çünkü ben anlaşmalara önem veririm," diye küçük bir şey attım ortaya.

Düşünceli görünüyordu. Yarı saydam dudakları kıvrıldı ve nihayet benden başka yönlere baktı. O an tuttuğum nefesi sessizce bıraktım. Bir şey düşünecekse gözlerime odaklanmaması en iyisiydi.

"Öyleyse benimle de bir anlaşma yap. Adı da dürüstlük anlaşması olsun."

İçimde kalan muhtemelen son cesaret damlasıyla, "Bunu neden yapayım ki?" diye sordum.

"Çünkü sana sorularına cevap vereceğimi söyledim. Dürüst olmamı istemez misin?"

Hayalet, hem de insan gibi tartışanından. Onunla konuştukça her şeyi biraz daha normal karşılıyordum. Buna bağlı olarak da gerginliğim hafifliyordu.

"Sözünü tutacağına nasıl emin olacağım?"

"Güzel," dedi beğeni dolu bir sesle. "Bir septisizm savunucusu." Aklından neler geçtiğini tahmin etmek zordu. Aslında işin temelinde, yaşayan bir aklı olması bile saçmalıktı. "Sana anlattıklarımın doğruluğunu teyit etmek istersen bir başka gün diğerlerine bahsedebilirsin."

Vücudumun her yanı rahatsızlıkla karıncalanırken, "Senden hoşlanmayanlara mı?" diye sordum. Anladığına emindim ama bakışları değişmeyince açıklama ihtiyacı da hissettim. "Hakkında yanlış şeyler de söyleyebilirler çünkü senden pek haz etmiyorlar."

"Fevkalade. Bu, benden duyduklarına inanmanı sağlar."

Gülmesine eşlik edemediğimden gözlerimi çevirdim. Tam bir laf cambazıydı ve sivri bir dili vardı. Banaysa şimdiye değin pek kırıcı bir şey söylememişti. Belki de daha yeni başlıyorduk.

"Adın Raven," diye fısıldadım bakışmadığımız bir anda. "Kuzgun anlamına geliyor ama bana kalırsa gerçek ismin değil."

Eşsiz siyah gözleriyle tekrardan yüzüme döndüğünde, ilk soru seçimimden pişman olmak üzereydim ki gülümsedi. "Düşündüğün gibi, bu sadece bir lakap."

Korkutucu şeyler söylemediğinde daha sevecen görünüyordu. Kasabaya geldiğim ilk an gökyüzünde süzülen kuzgunu hatırladım. Tıpkı Raven gibi karanlık bir renge sahipti. İkisi de uçabiliyordu.

"Karar verdin mi," dedi sessizliğim üzerine. "Benimle de bir anlaşma yapacak mısın?"

Ellerimi arkamda birleştirdikten sonra bakışlarımı yere indirdim. "Anlaşma bana zarar vermeyeceğini de içerecek mi?"

"Sana zarar vermek mi?"

Resmen dumura uğramış ve buna bağlı olarak kasıntılı duruşu silinmişti. Alt dudağımı içime çekerek konuşmasını bekledim. Hem belki bu sayede bana böyle şaşkınca bakmayı da keserdi.

"Sana zarar vermem," dediğinde neredeyse kızgındı. "Onlara aldırış etme, senin karşına iyi niyetimle geldim. Ben sana kötü bir şey yapmam. Hiçbir şey yapmam."

Bu sözler, bilincimdeki başka sözlerle çarpıştı. Nehirdeki akıntı şiddetlendiğinde Deha'nın söyledikleri bir kez daha kulaklarımda yankılandı.

Yaklaşma, Aden. Böyle göründüğüne bakma içi derindir. Yüzme bilmiyorum, seni kurtaramam. Ben seni ondan kurtaramam. Hiç kurtaramam.

Emindim ki hayaletin, nehre hükmedecek kadar güçlü bir rüzgârı vardı.

"Sana zarar vermek değil, senin tarafından anlaşılmak için geldim."

Bu şey, kendince önemli bir şey için beni seçmişti. Onların seçen taraf olduğunu henüz küçük bir çocukken öğrenmiştim.

"Anlat," dedim, uzun süredir başıma gelmemişken bana nasıl hissettirdiğini hatırlat.

Sessiz adımlarla -ya da ruhani- sadece birkaç adım yaklaştığında üstüme geleceğini düşündüm ve buna bağlı olarak omzumdaki cesaret ağırlığını da düşürmek üzereydim.

"Çekindiğin ölüm seni kucakladığında ve gidecek bir yerin kalmadığında, yalnızca bir parçanın dünyaya tutunmasına izin verebildiğinde, her şeyden önce neyinden vazgeçerdin?"

Sorusuna cevap beklemediğini bildiğimden sessiz kaldım.

İşaret parmağını alnına doğrulttu. "Günün her saniyesinde, uykunun en ağır noktasında bile bile tıkır tıkır çalışan beynin... Burada bırakılsın mı?" Aynı parmağını hareketsiz göğsüne yavaşça indirdi. "Aklından alıp, kalbine sıkıştırdığın tüm duyguları taşıyan o küçük yumru... Geride kalsın mı?"

O an sanki kalbim sıkıştı ve bilincime benim de bir ölümlü olduğumu hatırlattı.

"Yaşamaya çalışan birine bağışlamayacaksan hiçbirini, organlarının seninle gelip gelmediğinin bir önemi yok." İşaret parmağını şakağını dokundurduğunda, "Fakat şurası," diye fısıldadı. "Daima canlı kalan burası..."

"Beyin ölünce aklın da işi biter."

"Beyin kıvrımlarındaki fikirler," dedi duraksamadan. "İnsanlara söylediğin kadarıyla... Bazen onları ölümsüz kılmak mümkündür. Ne söylediğine, ne düşündüğüne dikkat et derler. Zihin mezara götürülmez."

Bakışlarımı kısarken, "Bir zihinden ibaretsin," diye kendi kendime sayıkladım.

Başını hiç etkilenmeden sağa sola salladı. "O kadar basit olsaydı beni göremezdin. O kadar basit olsaydım kasabalılar benden çekinmezdi."

"Onları korkutuyorsun," derken bir açık yakalamaya çalıştım. "Hatta belki bundan hoşlanıyorsun."

"Anlamaya çalışmadıkları için korkuyorlar."

"Ve bu yine de hoşuna gidiyor," diye üsteledim.

"Bir şeyden hoşlanmam yüz yıldan fazla sürmez."

Tecrübesi karşısında duraksadım.

"Senin yaşındaki çocukların anneleri, babaları, dedeleri, büyükanneleri ve daha yaşlıları, ben henüz hayattayken düşüncelerimi önemsememişlerdi. Ölmeyen zihnimle karşılaştıklarındaysa tir tir titriyorlardı." Beğeniyle güldü. "Haklısın, bundan hoşlandım. Hem de uzun bir süre."

"Sonra ne oldu?"

"Beklediğim dışında her şey. Günden güne artarak yayılan panikli bir huzursuzluk dalgası." Yüzünü ekşitti. "Olmasını istediğim kesinlikle bu değildi."

"Pişmansın."

"Bu kadar azı değildi," diyerek karşı çıktı. "Benden ürpermelerini değil, korkudan deliye dönmelerini istemiştim. Bir damla su vermeyeceksem daha fazla ateş için çıldırmalarını."

Kendimi yeniden geriye kayarken bulduğumda kiminle konuştuğumu hatırladım. İlay duymasın diye tavrımı korumalıydım ama itirafı karşısında sakin kalmak zordu.

"Karanlık hayallerinle övünüyor musun? Canlı bir kalbin olmadığını biliyorum ama yapmaya çalıştığın düpedüz zalimlik. Eminim ki yaşamasıyla övündüğün zihnindeki karanlık düşünceler bunlarla sınırlı da değildir."

Söylediklerimi es geçerek aynı tavırda, "Beni neden dinledin?" diye sordu.

"Merak etmiştim," dedim savunmayla.

"Onlar etmemişlerdi."

"Hakları var. Yüzüme bakıp kasabayı ateşe verme hayalini çekinmeden anlatacağını öngörebilseydim ben de merak etmezdim."

Sırıttı. "Yalancı insan."

"Çok bilmiş ruh!"

Gülüşü olduğu yerde durmaya devam edince öfkeyle arkamı dönüp kapıyı açtım. "Sorularının devamı için akşam yine görüşelim ama burada değil. Evdeyken öfkelenince bağıramıyorsun, tirat yarım kalıyor."

***

Ondan öğrenmek istediklerim bu kadar az değildi. İşin temelinde, onunla görüşmem mantıklı değildi. İkimiz de farklı boyutlara aittik ama ortak bir noktada buluşuyorduk. Ölüler, bizim gideceğimiz muhtemel yerlerde bekliyordu. Canlılar, ölülerin beklediği yere her geçen gün biraz daha yaklaşıyordu. Raven, aradaki köprünün ne kadar hassas olduğunu hatırlatıyordu.

Kafam çok karışıktı. Normal değildi, en ufak anına kadar saçmalıktı fakat kasabanın hayaletli olduğunu savunanlarla çevriliydi etrafım. Bunu sakin kafayla düşünmeliydim ve... Ve yemeğimi daha hızlı bitirmeliydim.

"Bugün acıkmış görünüyorsun."

Lokmamı aslında zorlukla çiğnerken masada yerini alan vazoya bakıyordum. Dün eve geldiğimde araba kapının önünde olduğu hâlde İlay içeride değildi ve ben bir çeşit tongaya düşmüştüm. Meğer ben hayaletle konuşurken ablam da ne kadar cansız çiçek varsa toplamak için bahçeye çıkmıştı. Bu ruhsuzluk evde bir kasvete sebep oluyor ve işte her biri tek tek karşıma çıkıyordu.

"Duygusal bir açlık," dedim bir miktar makarnayı daha ağzıma sıkıştırırken. "Araştırman nasıl gidiyor?"

Salataya biraz daha sos eklerken soğukça güldü. "Bulduklarımız arasında elle tutulur bilgileri içerenler sadece ansiklopediler ve tarihi romanlar. Ne yazık ki burada yaşayan kimse evin kötü ününden bahseden gazete kupürlerini saklamamış. Belki bunu haber yapan bile olmamıştır."

"Kendi aralarında döndürdükleri dedikodunun yettiğini kastediyorsan haklısın."

"Son çare amcamın kitaplarına erişmek ve bir yandan onunla sohbet etmek gibi geliyor."

Konu amcama geldiğinde İlay kadar rahatlayamıyordum. Belki hayatımda ilk kez gördüğümden, kanımın ısınması için yeterli süre geçmemişti. Yine de Deha'ya karşı sergilediği tavırları tamamen yok sayacağım bir anın geleceğini hiç zannetmiyordum.

"Onun sahip olduğu kaynaklarla yetinmek istemezsen kasabadaki kütüphaneye uğramalısın." En sevdiği yiyeceklerden biri olan peyniri iteklediğini fark edince kaşlarımı çattım. "Orada zaman geçirmekten hoşlanacağını düşünmüştüm."

"Ben hoşlanırım ama diğerleri rahatsız olur." Çatalı bıraktığında dirseklerini masaya yaslayıp ellerini birleştirdi. "Mesleğimi öğrendiklerinde yüzüme dedikodu taşıyan bir virüsmüşüm gibi baktılar."

"Onlara ne?"

"Bir kafeste yaşıyorlar," dediğinde omuz silkti. "Bunun farkındalar fakat çıkmak yerine üstlerine de bir şilte örtüyorlar. Bazı konularda iletişime kapalılar, en çok da sırlarını paylaşmayı sevmiyorlar."

Son lokmamın midemden tırmandığını duyumsadığımda tabağımdan uzaklaşıp sırtımı sandalyeye yasladım. "Biz turist sayılmayız, babamız burada doğmuş ve akrabalarımızı ziyarete geldik. Garip bölgelerini merak etmek de mi yasakmış?"

"Elbette yasak değil. Burada sonsuza kadar kalıp, halkın arasına karışacaksak kesinlikle yasak değil. Geldiğimiz yere geri dönmeye niyetli olduğumuz sürece güvenilmez sayılırız, dolayısıyla sadece onların anlattığı kadarını bilmek zorundayız."

"Seni bu sebeple mi kütüphaneye almadılar?"

"Aslına bakarsan oraya gitmeyi henüz denemedim."

"İlay..."

"Evet Aden, çünkü çekindikleri şeyi yapmaya çalışıyorum. Mekana dair haberlerin geçmişe dönük olması olayları eskitmiyor. Serbest çalışan bir gazeteci olsam da araştırmamı satabilirim ya da kariyerimi güçlendirebilirim." İhtiyaç duyduklarını özetleyince rahatlamış görünüyordu ama sanki bir şeyler içini kemirmeye devam ediyordu. "Haber yazım aile evimizle sınırlı kalsa da bu çevrede yıllar önce ne döndüğüne detaylıca bakmalıyım, muhtemelen insanların benden haz etmediği bir ortamda da elime yüzüme bulaştırırım."

Ben duyguları hisseden tarafsam, İlay da onları belli etmenin canlı bir örneğiydi. Benim gibi sadece suratsız durmaz ya da bazen sadece gülmezdi. O bütün değişimleri aynı anda yaşardı ve şimdi itiraf ettiği şekilde, bunu belli de ederdi.

"Belki bu sefer gerçekten tatil yapmalıyız." Masa ve sandalyeler dışında bir fiskostan ibaret olan yemek odasını incelerken keyifli görünmeye gayret etti. "Sene boyunca çok çalışmış gibi biraz daha dinlenirim."

"Böyle olmak zorunda değil İlay, bir süre kendini rahatsız hissedersin ama sonra geçer. Burada yıllar önce yaşanan olaylar bizden başka kimi ilgilendirir ki?" Hiç kıpırdamadan beni dinlemesi hoş olsa da farkındalığın getirdiği bir hayal kırıklığıyla duraksadım. "Uygar Akirmen'i. Elbette, onu da ilgilendirir ama en azından aranız iyi. Sen onunla konuşma işini hallet, ben de senin için kütüphaneye gideyim. Nasıl olsa gerilim kitaplarını kurcalayacağım yüz metre öteden bile belli oluyor, neden orada olduğumu sorgulamazlar."

Parmaklarını masanın üstünde kıpırdatırken söylediklerimi tarttı. "Senin için kütüphaneye gidip kasabanın tarihi hakkında bilgi araklarım diyorsun." Tek kaşını kaldırdı. "Ama kitap çalmak yok."

"Sadece bazı sayfaların fotoğrafını çekerim."

Gözlerini kaçırırken başını salladı. "Fakat onları yazmam, çalıntı cümleleri asla yazmam."

"Yazmazsın," diye onayladım. "Alt tarafı bilgi sahibi olursun. İstersen fotoğraf da çekmem, okuduklarımdan aklımda kalanları anlatırım."

"Belki de öyle yapmalıyız." Dudakları kıvrılınca, "Keyfim yerine geldi," diye itiraf etti. "Bu akşam istediğin o filmi izleyelim. Söz veriyorum, uyuklamak yok."

"Böyle bir planımız mı vardı?"

"Sanırım iki gün önceydi," dedi çekinerek.

"Reddetmiştin."

"Yeniliyorum."

"Bu kadar çabuk telafi etmen şart değil. Bir başka gün izleriz hatta belki yarın kadar erken bir gün de." Hayaletle randevulaşmazsam.

"Yoksa benimle zaman geçirmeyi eskisi kadar sevmiyor musun?"

"Böyle bir konuda alınganlık yapma, imkansız olduğunu biliyorsun." Kurtarıcı olarak suya uzandığımda hızlı düşünmeye çalıştım. "Bir görüşme yapmam gerekiyor ama evdeki şebeke kapasitesi malum. Fazla uzaklaşmadan dışarıda dolaşmam senin için sorun olur mu?"

Az önceki hâlinden eser kalmayarak gülümsediğinde, bana yaklaşmak için masanın üstüne eğildi. "Yeni biri mi var?"

Suyu yutarken öksürük krizine girip etrafı mahvetmemeye çalıştım. Boğazımı temizlerken kaşlarım çatıktı. "Bugün film izlemek istemememden nasıl bu sonucu çıkartabilirsin?"

"Sadece o değil. Yukarıda her kiminle iletişim kurmaya çalıştıysan sesin aşağıya kadar geldi. Geri döndüğünden beri de yanaklarında bir tür kırmızılık hakim ve sürekli telefonuna bakıyorsun."

Kırmızı yanaklarımı kaşırken durdum. Telefonuma saati takip etmek için bakıyordum ama sanırım birinden mesaj beklediğim izlenimini uyandırmıştım. Kulaklarımın yine uğuldamaya başladığını duyumsarken, "Gözlemlerin manasız," diye söylendim kaçarcasına.

"Anlaşılan seni etkilemiş. Baksana, utanıp sıkılarak reddediyorsun. Birinden gerçekten hoşlandığında bunu yaparsın. Neydi o çocuğun adı..."

"Unut onu, çok oldu biteli."

"Harika! Atlattığın iyi oldu, bu yüzden yenisini şimdiden sevdim."

Sorgusundan uzaklaşmak için tabağımı mutfağa götürdüm. Kulaklarımı kaşırken burada en fazla ne kadar oyalanabileceğimi hesapladım. Bunu ciddiyetle yapıyor olmam bir yandan çok garipti. Resmen dışarı süzülmek için saniyeleri sayıyordum. Zihnime doluşan uğultulara bakılırsa Raven da beni bekliyor olmalıydı.

Telefonumu masada unuttuğumu fark edince yemek odasına geri döndüm. Raven'a ulaşmak için gereken son şey bu araçtı ama İlay ne yazık ki iletişimde olduğum varlığın cismini bilmiyordu.

"Kurallardan en az senin kadar hoşlanmıyorum ama lütfen geç dönme. Yürüyüş yolundan da uzaklaşma."

"Merak etme." Burada korkulan şeyle aramı iyi tutuyorum.

Akşam yemeğimizi erken yediğimizden güneş, kızıl bir yansımadan ibaret olsa da yeryüzünü hâlâ aydınlatıyordu. İlay ilk birkaç dakika beni görebilsin diye yürüyüş yolunda biraz oyalandım ama asıl amacım evin arka cephesinde kalan koruluğa sapmaktı. Tüm odaları gezip manzarayı detaylı incelediğim için kör noktaları dahi az çok biliyordum fakat yine de bir sorun vardı: Raven'a geleceğimi söylememiştim.

Aslında dün de kesin bir cevap vermemiştim ama beni yine de çatı katında beklemişti. Şu anlardaysa etrafta görünmüyordu. Bulunduğum yerin ıssızlığından sıkılarak bir yere oturup sırtımı ağaca yasladım. Cebimdeki kırık sigarayı düşündüm. İlay beni yakaladığından beri içmeyeli haftalar olmuştu, başıma gelenlerse tam da zamanı gibi hissettiriyordu.

Onun yerine sadece çakmağı çıkardım. Yakıp söndürdükçe ucundaki ateşi izledim ve bir süre sonra gözlerimi kapattım. Zamanla esintinin ritimlediği sıska bir ağaç dalının hareketlerine odaklanıp çakmağı buna uyarladım. Benim uykum geldikçe bir şeylerin uyandığını hayal ettim. Çıt, tık... Çıt, tık... Çıt, çıt.


Kirpiklerimi araladığımda Raven'ı karşımda bulunca kelimeler, dilimin altında ezilip yok olacak kadar uzun bir süre duraksadım. Ona ormanda ikinci rastlayışımdı. İlkinde karanlıktı ve baygın, fazlasıyla da şaşkındım. Şimdiyse etrafımızı sarmalayan yeşiller, ruhunun etrafında dalgalanıyordu ve kalbimin pompaladığı kanı hissedecek kadar kendimdeydim. Karşımda tüm ilgi çekiciliğiyle dikiliyordu. Aslında dikilmiş sayılmazdı, vücudu oldukça serbest, hafif eğilimli duruyordu. Bense onu yine de güçlü ve geniş omuzlarla görüyordum.

Hâlâ aynı dakikanın içinde olduğumuzu anlayacağım bir hızla, "Beni çağırdığını görünce yeryüzüne indim," dedi. Çakmağı cebime sıkıştırmak için bacağımı beceriksizce uzattım. Ardından şortumun üstünü örtecek kadar geniş olan tişörtümü iyice çekiştirdim. Benden uzaklaşmak için geriye yürürken, "Utanma," dedi. "Senin yaşındaki kızlar her dönem böyledir."

"Ben onlardan biri değilim." Hiç değilse, Raven'ın canlı dönemindeki kızlar kadar yaşlı değilimdir.

"Öyle olmadığına eminim."

"Yapmaya çalıştığım şey de bir randevu çağrısı değildi."

"Buna üzüldüm."

Gözlerimi sinirliymiş gibi bir tavırla başka yere çevirdim. "Son karşılaşmamızın ardından bana tekrardan görünmeni bekleyerek zaman kaybedemezdim. Tüm hazırlık o yüzden."

"Ölümsüz bir ruh için iki sıra dışı kavramı aynı cümle içinde kullandın. Son ve zaman..."

"Kelimelere takılmamanı gerektirecek kadar değişik bir varlıksın," dedim bir çırpıda.

"Değişik bir varlık mı?" Rol kestiğini belli edercesine elini kalbine koydu. "Çok bilmiş ruh dediğinde bu kadar alınmamıştım."

"Günün anlam ve önemine gelecek olursak..." diye üsteledim.

Gözlerime derin derin baktı. "Geldim."

Kendisini incelemem için bir fırsat vermesini önemsememiş gibi görünmek adına öfke maskemi taktım. "Her önüne gelenle flört mü edersin?"

"Zaman buldukça."

Sanki ölürken de yaşamaya devam etmiyormuş gibi. Başımı sağa sola sallarken geriledim. "İğrençmiş."

"Yapma Aden," dedi soğukça gülümseyerek. "Senden başka hangi ölümlüyle bu şekilde karşılıklı durmuş olabilirim ki?"

"Bilmiyorum," diye itiraf ettim.

"İşte, söylüyorum."

"Tamam. Buradan başlayalım. Neden benimle konuşuyorsun?"

Orantılı kaşlarını çattı. "Bunu bana mı soruyorsun? Kaçmak yerine konunun üstüne düşen sensin. Benden neden korkmuyorsun?"

"İlk karşılaşmamızda neredeyse dilim tutulmuştu," diye hatırlattım.

"Fiziksel bir tepki," dedi yine. Dün odamda donup kaldığımda da buna benzer bir şey söylemişti. "Cesaretin birkaç saniyelik bedelleri olur. Peki sen, bugün benden ne istiyorsun?"

Hiçbir şey. İlla bir dilek hakkım varsa defolup gitmen. İnsanları rahat bırakman. Ait olduğun yere, toprağın metrelerce altına girmen.

"Sadece konuşmak," dedim bencilce, kimseyi umursamayarak. "Kasabayla ilgili merak ettiklerim var, sorularıma yanıt vereceğini söylemiştin."

"Karşında kasabanın en yaşlısı duruyor," dedi bana benzeyen genç. "Fakat bir şartım var. Hayaletlere olan yatkınlığını ve cesaretinin kaynağını anlatacaksın."

Rahatsız hissedince ellerimi kaşıdım. Hareketlerimi dikkatle takip etti. "Bu neyi değiştirir ki?"

"Anlamanı ve anlaşılmanı kolaylaştırır." Birinin ağzından çıkana dek böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu bilmiyordum ya da uzun zamandır önemsemiyordum. "Belki sana inanmayanlar olmuştur ama ben bunun doğruluğunu reddedecek son kişi bile değilim." Kendini işaret etmeyi bile beceremeyen yapayalnız biri gibi parmaklarını boşlukta sallandırdı. "Kişi bile sayılmam."

Gözlerimin ikimizin yerine dolduğunu hissettim. Acayip görünmek istemezdim ama kararı ben vermemiş, tamamen bu kişi olmayı ben seçmemiştim. Raven'a dikkatle baktım, seçimlerinin ona ait olmayabileceği ihtimalini aklımda tutmaya çalıştım.

"Küçükken hayali bir arkadaşım vardı." Ölümün, diğer türlüsünden daha yaygın bir yazgı olduğunu anımsamak ister gibi spor ayakkabılarımın ucuyla toprağı eşeledim. "Yani sanıyorum ki öyleydi. Çocuklar arasında modadır bu."

Sözlerimin son kısmında onu ilgilendiren bir şey vardı fakat ilgilenmek yerine kaçtı. Tıpkı benim gibi karşıdaki bir ağaca yaslanıp yere oturduğunda, asla bir çocuğa arkadaşlık etmediğini veya edemediğini anladım.

"Belki o da senin gibi bir rüzgârdı," diye devam ettim. "Fakat her rüzgâr o değildi. İçime korku yaymadan yüreğime ulaşan bir titreşimdi." Raven'la göz gözeydik ve ikimiz de konunun bizden bağımsız olduğuna inanmaya çalışıyorduk. "Benimle konuşmak istediği bazı zamanlar olurdu. Öyle günlerde rüzgâr, beni uyutacak kadar yumuşak bir ritimde eserdi."

"Seninle rüya aracılığıyla iletişime geçerdi."

"Demek yöntemi biliyorsun," desem de cevap vermedi. Konudan kaçamayacağımı anlayarak devam ettim. "Rüzgârgülü... On taktığım isim buydu. Uykumda benimle buluştuğunda tavan arasında olurduk, o hep pencereye yakın otururdu."

"Yalnız ruhlar, gökyüzüne yakın kuytulardan hoşlanırlar."

Raven'ın da dün akşam pencere pervazında oturduğunu ve beni çatı katına çağırdığını anımsadım.

"Eğer öyleyse bile bunları onun anlatmasını bekledim ama Rüzgârgülü bir kez olsun konuşmadı. Benimle her buluşmak istediğinde hazır olarak uykuya dalsam da sorularıma hiçbir zaman yanıt alamadım. Beline kadar inen ipek gibi yumuşak saçlarını taramama izin verirdi. Bazen rüyamda benim elbiselerimden giyerdi ama bir başka sefer buluştuğumuzda onu yine okul üniformasıyla bulurdum."

"O kıyafetlerin içindeyken ölmüş olmalı."

Raven'ı baştan aşağı kuşatan siyah takıma burukça bakmaya engel olamadım.

"Rüzgargülü'ne tam anlamıyla ulaşamamak bana kendimi kötü bir arkadaş gibi hissettiriyordu. Birkaç ayın sonunda, öğlenleri bile uyuklayan bir çocuk hâline gelmiştim. Yedi yaşında olmama rağmen hayalden öte bir arkadaşın varlığından aileme bahsetmem gerekiyordu. Ben de babamı seçtim."

Bu detaya hiç takılmayacağını düşünsem de beni şaşırtarak, "Neden o?" diye sordu.

"Çünkü korkmazdı. Fakat ben ilk kez korktuğunu gördüm. Eşyalarımızın bazılarını gözden çıkarıp, hemen aynı gün taşınacağımız kadar korkmuştu."

"Rüzgârgülü'ne haksızlık," dediğinde neredeyse öfkeli olduğu gözümden kaçmamıştı.

"Okumayı sökmemin ilk senesinde babam internetten 90'lı yıllara ait bir haber yazısı gösterene dek ben de öyle düşünmüştüm." Bölmemek için sessiz kalan biri olduğunu anlamıştım ama bu kez merakla dikkat kesilmişti. "Tekrar etmekten ezberlediğim olaydan şöyle bahsediliyordu:

'Repan Sokağı'ndaki 14 numaralı dairede işlenen kan dondurucu cinayet... Av partisine gitmeye hazırlanan alkollü adam, bir gecede tüm ailesini yok etti. Yapılan otopsiye göre av tüfeğinden çıkan ilk kurşun, hayat arkadaşı Nelina Yunkov'u hedef aldı. Komşular ikinci ve üçüncü el ateş sesinin, bundan on dakika sonra duyulduğunu ekiplere bildirdi. Adli rapor ve bulgular, Admir Yunkov'un karısını yanlışlıkla vurduktan sonra şoka girdiği için sekiz yaşındaki kızını ve hemen ardından kendisini öldürdüğünü kanıtlar nitelikte.'

"Okula bu evde başlamam babama göre tehlikeliydi. Çünkü Rüzgârgülü'nün onunla aynı yaşa geldiğimde, kendisinin ölüm yıldönümünde beni de öldüreceğini düşünüyordu. Pencereden atlamamı, uykuda tehlikeli bir şey yapmamı ya da kendimi boğmamı sağlayarak. Ebedi bir arkadaşlık."

"Bu ancak bir katil ölseydi mümkün olabilirdi. Küçük bir kızın böyle bir suç işleyeceğini sanmam." Tıpkı bizim yaptığımız gibi gözlerini kararsızlıkla kaçırdı. "Ama onu tanımıyorum tabii, belli de olmaz."

Hayaletlerin kendi aralarında arkadaşlık kurup kuramadığını merak ettim. Bu çok korkunçtu fakat insanların sizden çekindiğini göz önüne alırsanız yalnızlık da epey sıkıcıydı.

"Ben yine de Rüzgârgülü'nden bir anlığına nefret etmiştim. Babamsa tıpkı senin söylediğin gibi bana onun sadece bir çocuk olduğunu hatırlatmıştı."

Gözlerimiz buluştu, konunun ailemle ilişkili kısımları hep daha fazla dikkatini çekiyordu. Belki işin içinde ben olduğum için tavırları böyleydi.

"Başka ne söyledi?"

"Bir süre hiçbir şey. Uzun zaman sonra da bir dumandan ibaret olan ruhların, yaşamaya devam edeceği görüşüne ancak heyecanlı bir çocuğun inanacağını söyledi."

"Yani ikili oynayarak kafanı karıştırdı, büyüdükçe de hepsinin bir çeşit rüya olduğuna seni inandırmaya çalıştı." Başımı belli belirsiz salladım. Konunun bu kısmı kapanmış gibi bacaklarını kendine çekti ve bileklerini dizlerinin üstünden sarkıtarak ormanın derinliklerine baktı. "Demek Rüzgârgülü bu yüzden konuşamıyordu."

Tam soracakken neyden bahsettiğini anladım. "O katil annesini öldürdüğünde korkudan dili tutulmuş olmalı."

"Belki kendisinin de öleceğini anladığı andan itibaren."

"Mümkün. Kim bilir, dilinin dönebildiği o son on dakikanın içinde annesinin adını sayıklıyordur." Ayakkabılarımı toprağa sürtmeyi kestiğimde merakla, "Bir ruh bu yüzden mi dünyada kalmaya devam eder?" diye sordum. "Cinayete kurban giderek acımasızca yarım bırakıldığında mesela?"

"Hayat ve ölüm hikâyeleri için genelden söz edilemez. İnsanları dünyaya bağlayan sebepler, birbirinden tamamen farklıdır."

Aceleci bir tavırla, "Seninki neydi?" diye sordum.

Boynunu çıtlatmak ister gibi başını çevirdi. "O kadar uzun süredir varım ki, dünyada kalma nedenimi unuttum."

"Kalmayı başardım ama hiçbir işe yaramadı diyorsan bunun öfkeni hafifletmesi gerekiyordu."

"Öyle de oldu."

"Fakat hâlâ kızgın görünüyorsun."

"Gerçek ifadem." Bana döndüğünde hâlâ ciddiydi. Takip edebildiğim kadarıyla anlamıştım ki mimikleri hemen değişebiliyor, nihayetinde kaçınılmaz olarak suratsız bir hâle bürünebiliyordu. "İnsanlar yaklaşık iki asır önce daha ciddi dururlardı."

İki asır... Yıpranmaktan nasibini almayan bu yüz, aslında o kadar eskiydi demek. "Şimdi nasılız ki?"

Hiç zorlanmadan tarif etti. "Ucu kaçık bir neşe hâli ya da depresiflik. Ortası yok. Herkes birbirinin aynısı."

Yaptığı genelleme karşısında alındığımı hissettim. "Bizimkine nazaran iki asır önceki ifadeler daha ciddiyse herkes yine birbirinin aynısı oluyor."

"Öfkelenme." Neredeyse güldü. "Sen farklısın."

Ciddi olup olmadığını anlayabilmek için ona alttan bir bakış attım. "Bir hayaletle konuşabildiğime göre mutlaka."

"Sadece bu yüzden değil. Kim olduğunu ve taşıdığın kanı küçümseme."

Önemli bir konuya daha parmak basınca, "Akirmenleri sever misin?" diye sordum.

"Kasabada en nefret ettiğim ailedir."

"Keşke buna şaşırabilseydim."

"Endişelenme, masum çocuklarla bir derdim yok."

"Ben çocuk değilim," dedim savunmayla. "On sekiz yaşındayım."

"Masum çocuklarla ve asi genç hanımlarla bir derdim yok," diye düzeltti.

"Ergen demek üzereyken lafı asiye çevirdin."

"Nasıl anladın?"

"Dudaklarını takip ediyordum."

Bir süredir hıphızlı konuşan biz değilmişiz gibi duraksadık. Eşit bir şekilde söz alıyorsak sıra ondaydı ama bu kez dudakları kapalıydı. Doğrusu biri bana dudaklarını takip ediyordum dese ben de böyle tetikte kalırdım. Bedenimden soyutlanmış bir ruh olsam da bunun izahını beklerdim.

"Biriyle konuşurken karşımdakinin doğruyu söyleyip söylemediğini anlamak için gözlerine bakarım ama senin gözlerinde bir duygu ya da açık veya ufak bir teslimiyet emaresi göremeyeceğimi bildiğimden ağız hareketlerini izliyordum."

Paçayı ne kadar sıyırdığımı ayırt edememiştim çünkü düşünceli görünüyordu.

"Bir önemi var mı bilmiyorum ama yaşarken de bakışlarım tıpkı böyle siyahtı. Saçlarımı, gözlerimi hatta tenimi bir film tabakası gibi gösteren görüntüm aslında gerçeklerden çok da uzak değil. Ölmeden önce de bu boy ve kiloda, kumral, düz saçlı, siyah gözlü, seninle yaşıt bir gençtim."

Aradan geçen uzun zamanı boş verip, gözler önündeki gerçeğe inanmaya hazırdım çünkü durum buydu. Tam da tarif ettiği gibiydi. "Fakat sanırım on dokuza bastığımda bu dünya matematiğine göre senden bir yaş büyük olacağım."

"Aşağı yukarı iki yüz yıllık farkı saymazsak evet, o zaman benden daha büyük olacaksın."

Bana tam sayılar vermesi, Deha'yla yaptığımıza benzer güven anlaşmasının bir tür soyut boyutu gibiydi. Bundan güç bularak, "Peki ne zamandır bu hâldesin?" diye sormaya cesaret ettim. "Yani ikinci yaşamın nasıl başladı?"

"İlkinin bitmediği sabırsız bir andan sonra."

"Kaçamak cevaplar veriyorsun ama sanki seni bir şekilde anlıyorum."

Başını o kadar büyük bir anlayışla salladı ki, o an herkes tarafından anlaşılabileceğimi düşündüm. "Bu içinde var."

Dudaklarımı kemirirken kanımı hissetmeye çalıştım. "Bazen bedenime benim dışımda bir ruh tarafından daha hükmediliyormuş gibi konuşuyorsun ve açıkçası bu biraz ürpertiyor."

"Benden başka bir şeyden mi korkuyorsun?" diye sordu haklı olarak.

"Çünkü her ölümsüz ruh senin gibi değildir," dedim boş bulunarak.

Raven ise bunu bir övgü olarak kabul etmek yerine, eskisinden daha çok meraklandı. "O kadar da kötü olmadığımı mı ima ediyorsun?"

"Merak etme, hâlâ rahatsız edicisin. Kulağıma doldurduğun şu frekanslar mesela," diyerek toparlamaya çalıştım.

"Dikkatini çekmeye çalıştığımda sebep olduğum rüzgâr herkes tarafından fark ediliyor." Dolayısıyla bunun çok da kişisel bir etki olmadığını söylemeye çalışmıştı.

"Ondan bahsetmiyorum. Kasabaya geldiğim günden beri dibimdekinin haberi olmadan sadece benim duyduğum hışırtılar..."

"Ben yapmıyordum."

Araya girdiği için, "Beyin kıvrımlarımdan dolaşıp beni rahatsız ediyor," şeklindeki tamamlamam havada asılı kalmıştı.

Başını sağa sola salladı. "Ben değildim, Aden."

"Bu durumda kasabada başka hayaletler de mi var?"

"Benim dahi bilmediğim hayaletler," diye düşünceli bir sesle mırıldandı.

Sesindeki matem havası beni gerdiğinde spor ayakkabılarımın içinde kımıldanan parmaklarım adeta havalanmak, toprakla bağlantısını kesmek istiyordu. Raven'dan bazı anlar dışında korkmamıştım çünkü bir ölüye benzemiyordu. Fakat üzerinde durduğumuz bu yerin altına yaptığı ima aklımı kaçırmama yetmişti. Ölü bir bedenle yaşayan ruh aynı şey değildi; bense ilkinden korkuyordum.

"Titriyorsun."

Arkamdaki ağacın kalın köküne tırmanacak kadar geriye gittim. Bir kâbusla yüzleşir gibi düşünmeye engel olamıyordum. Etrafımızı bir anda ölülerin sarabilmesine kimse karşı çıkamazmış gibi geliyordu.

"Korkuyorsun."

Bana doğru yürüdüğünü fark edince korkularım az da olsa dağıldı. Ona tam anlamıyla bakabilmek için başımı epey kaldırmam gerekiyordu çünkü gittikçe yaklaşıyordu. Bacaklarımı deminki gibi kendime çekerek korunmaya çalıştım. Bir dizini kırdığında kolunu da bacağının üstünden sarkıttı. Başını yana eğip bana baktı. Gözleri donuktu ama bir ölüye ait olamayacak kadar anlam doluydu.

"Beni varlıktan sayar mısın bilmiyorum ama korkma, yalnız değilsin."

Aramızdaki yarım metrelik mesafe sayesinde söylediğine inandım. Haklıydı, korkuyordum. Bir anda buradaki her şey bana zarar verecekmiş gibi görünmeye başlamıştı. Toprak aniden yarılabilir gibi başım dönmüştü. Hava tamamen kararmıştı ve ben de en az Raven kadar o karanlığın bir parçasıydım. Sayıca daha kalabalık başka şeyler, bu karanlığa bizden daha fazla ait olabilirlerdi.

Doğrulduğunu fark edince ben de aynısını yaptım. O bana konuşmamı ısrar edercesine bakarken, ben korkutuculuğu azalmış toprağa göz gezdirdim. "Bir an tüm ölüler canlanacak zannettim. Ormana ayrı bir karartının çöktüğünü sen de fark ettin mi?"

Ona verdiğim kaçışa sıkıca tutunarak göğe baktı. "O esnada bir bulut kümesi ayın önünü kapatmış olmalı."

Elimle kollarımı sıvazladım fakat izlenildiğimi hatırlayınca, "Orman her an soğumaya müsait," bahanesine sığındım. Hayalet arkadaşları olan birinin, göremediği ölülerden korkması tuhaf kaçardı.

"Terledikten sonra üşürse hasta olurdu insanlar."

Başımı salladım. "Hâlâ öyle."

"Hasta olmanı istemem."

"Şüphesiz, ben de."

Sanırım bu artık yollarımızın ayrıldığı anlamına geliyordu. Bana kıyasla onun hâlâ aynı yerde kıpırtısız kaldığını fark etmiştim. Gözlerimizle vedalaştıktan sonra yönümü çevirmiştim ki pes ederek tekrardan durdum.

"Raven." Yüzüne baktığımda sadece konuşmamı bekledi. Ormanın derinlerindeki yabani hayvanların zaman zaman nükseden uğultularını vurgulamak için önce boğazıma temizledim. "Beni eve bırakır mısın?"

Gülümsememeye çalıştı. Yüzünde bir maske varmış da kasları hareket edemiyormuş gibi kasılmasından anlamıştım. Gözlerinde, belki de ne yazık ki, bir ışık görmüştüm. "Sen gitmeye başladığın an bunun için havalanacaktım."

"Yanımda yürüyerek."

Bu defa maskesi şaşırmasına engel olamadı. "Nasıl istersen," dediğine kekeliyordu.

Sonra canlı ve ölü ayaklarımızla, yan yana yürümeye başladık.


Onun yanından gitmeyi seçtiğim bu yolda, geride hiçbir iz bırakmamıştım. Hansel ve Gratel'in sonunun ne kadar içli olduğu aşikardı. Benim yanımda değil ekmek kırıntısı, Hansel bile yoktu. Yola en başından masalın kötü karakteriyle çıkmıştım.

Çok saçma, delice ve inanılmazdı. İlay duysa ne düşünürdü? Bayılıp kendine geldikten sonra sanırım kafayı sıyırdığımı. Peki ya annemle babam? Raven'a önce arkeolojik kazı yapılması uygun yerleri sorarlar, ardından beni bu kasabadan çekip alırlardı. Geriye kalanların tepkisini düşünmek bile istemiyordum.

Ev görüş alanımıza girdiğinde sadece salonun ışığı yanıyordu ama İlay akşamları yatakta çalışmayı tercih ettiğinden bunun sadece klasik bir uyumuyorum mesajı olduğunu biliyordum. Raven'la yollarımızın artık ayrılması gerekiyordu ve birbirimize kısa bir vedayı çok görmedik.

"Eşlik ettiğin için teşekkür ederim."

Tekrardan kolumu sıvazladığımı fark edince kararsız kaldı. Haksız da sayılmazdı çünkü bu akşam benim için kesinlikle ürpertici geçecekti.

"Bu gece çatıda olacağım."

Kapısı olmayan bahçemizin önünde durmuştuk. Terk edilmiş bu köhne bulvarda bile sokak lambaları vardı ama bazıları patlamıştı ve diğer ücra yerler gibi burası da önemsenmediği için onarılmamıştı. Bizse, sanırım sadece gözlerimizin ta içine baktığımız için birbirimizi ayırt edebiliyorduk.

"Odana yakın tarafta," diye açıklık getirdi. "Endişelenmeden uyuyabilirsin."

Karşı çıkmaktansa başımı salladım. Buna gerek olmadığını söylersem, konunun seninle bir ilgisi yok diyebilirdi. Özellikle bu konuyu henüz konuşmamıştık ama belki biz gelmeden önce de burada zaman geçiyordu. Deha'nın söylediğine bakılırsa sadece çatıda değil, kim bilir yalnızlığa bırakılmış aile evimizin içinde dolanıyor bile olabilirdi.

İlay'ın pervazın iç kısmına sakladığını bildiğim anahtarı almak için kapının yanındaki hafif aralık pencereyi itekledim. "Teşekkürler, sevgili naif ruh."

"Nasıl bir ruh olduğumu tekrar et."

Kelimeler yine birkaç yüz yıl geriden gelir gibi hissettirince irkilsem de belli etmedim. "Naif."

"Ve," dedi, titrediğini ayırt ettiğim sesiyle.

"Sevgili."

"Biri ilk defa bana böyle söylüyor."

Yüzünün yatıştığını ve gülümsediğini görünce tekrardan kapıya döndüm. Benim gibi kızarmadığı için kendini şanslı saymalıydı. İçeriye girdiğimde ona bir kez daha bakmayacağımın altını çizmek ister gibi ekledim. "Sevgili dedim, sevgilim değil."

Sırtımı, kapattığım kapıya yasladım. Ölümlü gözlerimi, bugün görebildiğim tüm olağanüstü yansımalardan arındırmak için sımsıkı yumdum. Bir hışırtı, adım ya da yaprakların toprağa sürtüne sesini duyamadığımdan Raven'ın da tıpkı benim gibi aynı yerde kaldığını düşündüm.

Yukarıya çıkmadan önce salona uğrayarak ışığı kapattım. Ben yürümeye başladım Raven, hadi sen de doğruca gökyüzüne. Çatıda beklemesini ise gerçekten istiyordum. Hayır aslında tercih ediyorum demeliydim. O ve Rüzgârgülü, gerçek anlamda iletişim kurabildiğim hayaletlerdi. Hepsini normal karşılamam, ölülerle konuşmayı hobi edinmem ya da özgür varlıkların tümünden korkmamam anlamına gelmezdi.

İlay tıpkı tahmin ettiğim gibi bilgisayarının başındaydı. Kapısını açtığımı anlayınca bana örtünün altından el salladı ama kulaklığını çıkarmasını beklemeden tekrardan koridora geçtim. O iyiydi ve önemli olan buydu. Nasıl olduğumu, neler yaptığımı, daha da önemlisi o çocuğu sorarsa konu uzardı.

Ellerimi yıkadıktan sonra odama girdiğimde perde kapalı olsa da ışıkları yakmadım. Üstümü hızlıca değiştirdikten sonra gergin oturuşum sebebiyle kırılan sigara parçalarını iç geçirerek topladım. Onları avuçlarımda biriktirdim ama pencereyi açmak yerine komodindeki vazonun dibine sakladım.

Yatağa girdiğimde Raven'ın cidden çatıda olup olmadığını düşünüyordum. Bu iyi miydi yoksa korkunç mu? İçine iteklendiğiniz anormalliğin dibinde başka hayaletler de söz konusuysa, hakkında bir şeyler bildiğinizi tercih etmeniz mantıklı sayılabilirdi. Lakin bu, başıma gelenler uykularımı kaçırmıyor demek de değildi.

Olanlar yetmezmiş gibi yakınlardaki ağaçlardan birine de baykuş dadanmıştı. Sadece bir dakikanın içinde bile o kadar düzenli aralıklarla ötmüştü ki bir alarmdan daha rahatsız ediciydi. Öyle ki pencereyi açıp, kollarımı gökyüzüne doğru sallayıp kışkışlamak istiyordum. Yüzümü yastığın altına kapattığımdaysa baykuşun, bir başka güç tarafından rahatsız edilince kanatlarını çırparak gittiğini fark ettim. Yanlış anlamadıysam Raven onu kovmuştu.

Yaptığımın saçmalık olduğunu bilsem de yastığımı düzelttikten sonra sırtımın üstüne uzanıp, gözlerimi tavana diktim. Görünmeyen çatıya, kiremitlerin arasından sızan sıcaklıkta bir gülümsemeyi utançla gönderdim. Elimde olmadan kendimi sevgili naif ruha bir kez daha teşekkür ederken buldum.

Bölüm Sonu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top